Nisan 2018
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Ohal Terörü - Güner Yiğitbaşı
OHAL niçin ilan edildi?
Hain FETÖ Terör Örgütünün 15.Temmuz.2016 darbe girişimi nedeniyle ve FETÖ terörünü tepelemek amacıyla ilan edilmedi mi?
Evet OHAL döneminde, özgürlüklere yasada öngörülen bazı sınırlandırmalar getirilebilir, Amaç, özgürlükleri tamamen yok etmek değil, o özgürlükleri OHAL koşulları kalktıktan sonra sınırsız olarak kullanabilmenin özgür ve demokratik ortamını sağlamaktır.
Bu nedenle OHAL, demokrasi ve özgürlük temel amaçlı, OHAL'in ilanına neden olan konularla sınırlı olarak, özgürlüklerin geçici şekilde sınırlanabildiği, anayasal olağanüstü bir yönetim tarzıdır.
OHAL, siyasi partilerin ve mensubu olan siyasetçilerin, işleri olan siyaset yapmalarına, siyasi konularda görüş ve düşüncelerini açıklamalarına yasak getiremez.
Bu nedenle, CHP Marmaris İlçe Başkanının bir açıklama yaparken; bir polisin, OHAL var siyasi konuşma yapamazsın diyerek, asli görevi ve işi siyaset yapmak ve siyasi görüş ve düşünce açıklamak olan CHP İlçe Başkanını engelleyerek konuşturmaması da, yasa dışı ve  başlı başına bir OHAL terörüdür.
Öyle anlaşılıyor ki; siyasal iktidar OHAL'i,, muhalefeti susturarak, memleketi kolayca idare edebilmenin bir aracı ve silahı olarak kullanıyor, OHAL'i bu nedenle çok seviyor ve seçime atmosferine girildiği halde, OHAL'i bir türlü kaldırmak istemiyor.
Şunu herkes çok iyi bilmelidir ki; OHAL, koşulları ve kuralları anayasada ve özel yasasında yazılı olan olağanüstü meşru bir yönetim şekli olup, siyasetçinin siyasi konuşma yapmasını engelleme ve ülkede terör estirme aracı ve bahanesi değildir.

25/04/2018
Güner YİĞİTBAŞI 
Hukukçu

İyi Parti Hiç İyi Yapmıyor
Evet, kural olarak verilen sözde durmak bir erdemdir.
Bu nedenle, Meral AKŞENER'in İYİ Partiyi kurma aşamasında vermiş olduğu, İYİ Partinin Cumhurbaşkanı adayı olacağına ilişkin sözünde durmak istemesi de, erdemli bir davranıştır.
Ancak, değişen ve gelişen yeni durum ve koşullara göre, ilk verilen söz, demokrasi ve muhalefet cephesinin amacına ulaşmasında bir takım sakıncalar yaratacaksa, amaca ulaşmanın önündeki engeli kaldırmak için, verilen sözü güncellemek daha büyük bir erdemdir.
Bunları niçin yazıyoruz?
Biz, önceki cumhurbaşkanlığı seçiminde Ekmeleddin İHSANOĞLU deneyiminin hüsranla sonuçlanmasının ve ortak çatı adayın cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetmesinin yarattığı kötümserlikle, ortak aday çıkarmayalım, ilk turda her parti kendi adayını çıkarsın görüşüne kesinlikle katılmıyoruz.
Her partinin kendi adayını belirleyerek parçalı bir vaziyette seçimlere katılmak demek, muhalefet partileri tarafından ilk turun kaybedileceğinin peşinen kabulüdür.
Cumhur ittifakının hedefi, seçimi kazanarak ilk turda ipi göğüslemektir. Niçin olmasın? Bu da bir ihtimaldir.
Cumhur ittifakı ilk turda işi bitirirse ve ikinci tur şansı yok olursa, tüm umudunu ikinci tura bağlayan muhalefet cephesi ne yapmayı düşünür?
Bize göre soğuk bir suç içmekten başka çaresi yoktur. Balkon konuşmasını dinlemekle yetinirler.
Diyelim ki; her parti kendi adayıyla seçimlere girdi ve seçimler ikinci tura kaldı, bu taktirde şu iki sorunun cevaplarını düşünmek lazım.
İlk soru; ikinci tur kimin işine yarar?
Cevap verelim; bize göre ikinci tur, tüm devlet imkanlarını, devletin hazinesini, devlet yetkilerini, kamu kudretini, devletin örtülü örtüsüz tüm ödeneklerini elinde tutan iktidarın işine yarar tabi. Seçim uzadıkça, iktidar kanadının değil, muhalefet kanadının fire vermesi daha olasıdır. Bize göre demiri tavında dövmek gerekir.
İkinci sorumuz da şudur; muhalefet cephesini oluşturan partilere mensup seçmenler; kısa sürede, ERDOĞAN ile birlikte en fazla oyu alarak ikinci tura kalan muhalefetin adayına oy verme iradesinde fire vermeden birleşebilir mi, bunun garantisi var mıdır?
Bu nedenle, CHP'nin 15 milletvekili takviyesiyle İYİ Partinin şahsında demokrasi adına yaptığı fedakarlığı, gerçekten parlamenter demokrasiden yana iseler,diğer muhalefet partileri de yapmalı ve tüm muhalefet partilerinin seçmenlerinden oy alabilecek, adı yıpranmamış, demokrasiyi içine sindirmiş bir ortak adayda birleşilmeli, anlaşmaya varan tüm muhalefet partileri önümüzdeki iki ayı çok iyi değerlendirerek, isminde karar kılınan ortak adaya oy vermeleri için tüm seçmenlerini motive edip seçime yönlendirmelidirler.
Bu itibarla, İYİ PARTİ lideri Sayın AKŞENER; ben seçmenlerime ve milletime Cumhurbaşkanı adayı olacağıma dair söz verdim, sözümden dönemem dememelidir, ülkenin menfaati için, değişen koşullara göre, daha önce verilen sözü güncellemenin daha büyük bir erdem olduğunu unutmamalıdır.
Kaldı ki, ittifaka dahil partilerin liderleri yapacakları görüşmeler sonunda, ortak aday olarak Sayın AKŞENERİ de belirleyebilirler.
Ancak, AKŞENER; ortak aday tezini kabul etmeli, İYİ Partinin adaylığında ısrar etmemeli, ortak aday belirleme görüşmelerine katılarak bu konuda katkı sunmalıdır.

24/04/2018
Güner YİĞİTBAŞI 
Hukukçu

Güner Yiğitbaşı

Unutmayın Chp Bir Gün Herkese Lazım Olabilir
 CHP ; dün (22/04/2018) demokrasi adına aldığı bir karara dayalı olarak uygulamaya koyduğu eylemiyle, bir demokrasi savunuculuğu ve kahramanlığı yapmıştır
CHP'nin bu demokrasi kahramanlığını itibarsızlaştırmak için ortaya konulan tüm eleştiri ve  çatlak seslerin sahipleri, kendi siyasi geçmişlerinden habersiz ve siyasi ihtiraslarının esiri olmuş, sadece kendilerine demokrat, özünde demokrasi düşmanlarıdır.
Zira, demokrasi, çoğunlukçu değil, çoğulcu, çok sesli bir sistemdir. Çoğulculuğu, çok sesliliği değil de, sadece tek sesli  çoğulculuğu savunarak, bir şekilde ellerine geçirdikleri meclis çoğunluğu ile azınlığı yok sayarak her istediklerini yapabileceklerini sanan ve bunu da halkımıza ileri demokrasi olarak yutturmaya çalışanlar, CHP'nin demokrasi, çoğulculuk ve çok sesliliği pratiğe geçirmek için demokrasi adına yapmış olduğu bu fedakarlığı, asla anlayamazlar.
Anayasamız, temsilde adalet ilkesinden bahsederek, demokrasinin bu çoğulculuğuna işaret etmektedir. İş başındaki çoğunlukçu ve anti demokrat iktidar ise, anayasanın temsilde adalet ilkesine gözünü kapamış ve yine anayasada yer alan seçim ilkelerinden bir diğeri olan yönetimde istikrar ilkesine takılı kalmış, temsilde adalet ile yönetimde istikrar ilkelerini bir arada dengeleyecek yerde, nalıncı keseri gibi, tüm demokrasiyi AKP'ye yontmuş, diğer partilerin meclise girme yollarını, elinden geldiğince tıkamaya çalışmaktadır.
İktidardaki AKP, sözüm ona demokrattır ve darbelere karşıdır. Darbelere karşı olduğunu açıklayan AKP iktidarı ne yazıktır ki;12 Eylül darbecilerinin getirmiş olduğu %10'luk seçim barajını tüm baskılara rağmen, kaldırmamak için elinden geleni yapmaktadır.
Demokrat olmak, demokrasiye inanmak, söylemden ibaret değil, bir eylem işidir.
CHP, demokratlığını, demokrasiye olan inancını söylemden çıkarmış ve anketlere göre kendi partisinden dahi oy devşireceğini ve partisine zarar vereceğini bildiği halde, demokrasiye, çok sesliliğe, çoğulculuğa, temsilde adalet ilkesine olan inancı nedeniyle; İYİ PARTİ'nin seçimlere sokulmaması için iktidar ve ortağı tarafından yapılan planları ve tuzağı bozmuş ve demokrasiye olan inancını söylemden eyleme dökmüştür, anti demokratların eleştirdiği, küçümsediği ve itibarsızlaştırmaya çalıştıkları CHP'nin bu eylemi, kim ne derse desin, demokrasi tarihine altın harflerle yazılacaktır.
7.Haziran seçimlerinde, seksen milletvekili ile meclise girmesine rağmen,1.Kasım seçimlerinde partisini yarı yarıya eriterek milletvekili sayısını seksen ‘den Kır’a indirme başarısızlığını gösteren, daha sonra da bağımsız bir siyasi parti olduklarını ve  iktidara talip olma  amaçlarını unutarak, iktidar partisine biat eden ve onun için çalışmaya başlayan, tüm tabanını yitiren, seçim barajının altında ve meclis dışında kalacağını çok açık ve net bir şekilde gördüğü için, cumhur ittifakı adı altında iktidar partisinin kanatları altına giren ve seçim barajını aşamayacağı halde, meclise milletvekili olarak girmeyi garanti altına alan, her türlü etik dışı siyasi davranışın sahibi ve lideri olan  MHP genel başkanı, ortaya çıkmış ve CHP'ye siyasi ahlak dersi vermektedir.
Bu zat bilmelidir ki; CHP, İYİ Parti lehine yaptığı seçime girme  yasağını delen bu demokratik eylemiyle, ne kendisine, ne de İYİ Parti’ye yasa dışı ve haksız siyasi bir çıkar ve menfaat sağlamamış, bilakis CHP'nin zararına olabileceğini görmesine rağmen, sadece çoğulcu demokrasiye, temsilde adalet ilkesine katkı sunmayı amaçlamıştır. Güneş Motel benzetmeleri elmayla armudun toplanması gibi, akıl ve gerçeklerle bağdaşmayan, gerçekleri çarpıtmayı hedefleyen beyanlardır. Güneş Motel eyleminde bir koalisyon hükümeti kurabilmek için, başka bir partiden milletvekili transferi yapılmıştır, CHP'nin, İYİ Partiye kurulan seçim tuzağını boşa çıkarmak için on beş milletvekilini istifa ettirerek İYİ Partiye geçmelerini sağlaması eyleminde, ne CHP'ye ne de İYİ Partiye, hakkı olmayan, meşruiyet dışı siyasi bir yarar sağlama amacı yoktur, İYİ Parti esasen hakkı olan seçimlere girebilecek ve bu eylemden sadece çoğulcu demokrasi yarar sağlayacak ve demokrasi kazanacaktır.
AKP sözcüsü BEKİR BOZDAĞ; CHP'nin, İYİ  PARTİ'yi seçimlere taşıyan çoğulcu demokrasiye hayat verecek olan  demokratik fedakarlığını, siyasi ahlaksızlığın son örneği olarak nitelendirerek, demokrasi adına çok talihsiz bir beyanda bulunmuştur.
Biz buradan Bekir BOZDAĞ'a soruyoruz;
Sizin de beyan ettiğiniz gibi, siyasi ahlaksızlığın son örneğini bu eylemiyle CHP vermişse, bu beyanınızdan siyasi ahlaksızlığın öncesinin de olduğu anlaşılmaktadır, siyasi ahlaksızlığın CHP tarafından verilen bu son örneğinden önceki  siyasi ahlaksızlıklar hangileridir ve bu önceki siyasi ahlaksızlıkların sahipleri kimlerdir?
12 Eylül askeri darbecileri tarafından getirilen ve temsilde adaleti yerle bir eden %10 luk seçim barajı, biz demokrasi aşıklarına göre, darbecilerin siyasi bir ahlaksızlığıdır.
Sizin de çok karşı olduğunuzu sürekli beyan ettiğiniz darbeciler tarafından getirilen bu %10'luk seçim barajını kaldırmamakta ısrar etmek, sizce siyasi etiğe uyan bir davranış mıdır?
2002 seçimlerinde siyasi yasaklı olduğu için milletvekili ve başbakan olamayan AKP Genel Başkanı ERDOĞAN'a af getirerek milletvekili ve başbakan olmasının önünü açan demokratik eylemin sahibi de, CHP değil midir?
AKP Genel Başkanının; bazı illerin halk iradesiyle seçilen AKP'li belediye başkanlarını bir talimatla istifaya zorlaması, siyasi etiğe uygun mudur?
AKP Genel Başkanının, halktan %50'ye yakın oy alarak seçilen ve göreve gelen bir başbakanı istifa etmeye zorlaması, siyasi etiğe uygun bir davranış mıdır?
Herkesi, mahcup olmamaları için, mazideki davranışlarına göre konuşmaya davet ediyoruz.
Son söz, iyi ki; bu ülkede, bir gün herkese ve her partiye lazım olabilen ATATÜRK'ün eseri gerçek demokrat bir CHP var. Unutmayın, CHP bir gün herkese lazım olabilir, lütfen telefon numaralarını telefon rehberinizin ilk sayfasına yazınız.

23/04/2018
Güner YİĞİTBAŞI 
Hukukçu

Güner Yiğitbaşı

Demokrasiye Kurulan Tuzak Bozulmuştur
Bugün (22/04/2018) on beş  CHP Milletvekilinin istifa ederek İYİ Partiye geçmeleri ve İYİ Parti'nin grup kurmalarını sağlayarak seçime girmesinin önünü açmaları, İYİ Parti'nin kurumsal şahsında  demokrasiye, milli iradeye kurulmak istetenen tuzağı bozmuş ve demokrasinin önündeki çok önemli bir engel kaldırılmıştır.
CHP'nin on beş milletvekilini istifa ettirerek İyi Parti'ye geçmelerini ve İYİ Partinin seçimlere katılmasının önündeki engeli kaldırmaları, İYİ Parti için değil, demokrasi adına yapılan  bir fedakarlıktır.
Cumhur Cephesinin baskın seçim kararıyla demokrasiyi ve milli iradeyi avlamak üzere çıktığı baskın seçim avında, kendisi av olmuş ve ava çıkan avlanır sözü bir kez daha gerçek olmuştur.
Biz, Cumhur ittifakına şok yaşatan bu demokratik kararından dolayı, CHP'yi kutluyoruz.
Şimdi, bu yazıyı kaleme alırken bir yandan izlediğimiz Halk Televizyonunda Zamanın Ruhu Programında konuşan HDP'li katılımcı, CHP'nin bu demokratik fedakarlığını, aynı durumda HDP olsaydı aynı şekilde davranır mıydı? Diye sorarak, köprüden önceki son çıkış olan 24.Hazairan baskın seçimi için demokrasi adına CHP'nin yaptığı fedakarlığı itibarsızlaştırmaya çalışmıştır.
HDP'li katılımcının CHP'ye yönelik eleştirisini anlıyoruz, ancak ülkenin de bazı gerçeklerini ve seçmenlerin HDP'ye yönelik takıntılarını dikkate almak da zorunludur. CHP'nin, HDP ile işbirliği yapması halinde başına gelecekler, iktidar tarafından anında teröristlikle ve PKK'lı olmakla suçlanacağı düşünüldüğünde, halk çoğunluğunun nabzını da tutmak zorunda olan CHP'nin; HDP örneği üzerinden, demokrasi adına İYİ Parti lehine yaptığı fedakarlığı, HDP lehine yapmayacağı gerekçesiyle, eleştiri konusu yapılamaz ve bu fedakarlık asla küçük görülemez.
Eminiz ki; aynı mahiyette eleştiriler, bizzat CHP'li olduklarını iddia eden, ancak demokrasinin elimizden kayışını göremeyen bazı kör CHP'liler tarafından da dile getirilecek ve CHP sağ'a kaymakla, sağ'a destek olmakla suçlanacaktır.
Bu suçlamayı yapacaklara şunu söylemek istiyoruz; her parti ve her kişi, haddini bilmek zorundadır,  CHP yönetimi de siyasi gücünü ölçmüş tartmış ve mevcut iktidarı iş başından uzaklaştırarak tek adam rejimine son vermeye tek başına kendi oy gücünün yeterli olmayacağı sonucuna vararak, tek adam cephesine karşı parlamenter demokrasiyi benimseyen İYİ Partiye destek olmaya karar vermiştir. Pragmatik düşünmüştür, sonuç almak istemiştir, politika da zaten bir nevi sonuç alma sanatı değil midir?
Cumhur ittifakına mensup olanlar, CHP'nin demokrasiye kurulan tuzağa son veren bu tutumunu seçim hilesi olarak yaftalamaya çalışarak, aslında  kendilerini tarif etmeye başlamışlardır.
Sürekli söylüyoruz ve yazıyoruz,24.Haziran seçimleri, cumhur ittifakının dışında kalan demokrasi cephesini oluşturan partilerin, birbirlerine karşı kıyasıya  yarışacakları bir seçim değil, insan hak ve özgürlüklerine, kuvvetler ayrılığına, yargı bağımsızlığına, parlamentonun üstünlüğüne dayalı, tek adam yönetime karşı, demokratik parlamenter sisteme geri dönmek için, dayanışma içinde, elbirliği ile çalışacakları ve işbirliği yapacakları hayati önemde, demokrasiyi restore edecek olan bir ön seçimdir.
Bu nedenle, demokrasi cephesinin liderliğini yapan CHP'nin, İYİ Parti'ye verdiği desteği, iyi niyetli ve demokrasi açısından  değerlendirmek gerekir.

22/04/2018
Güner YİĞİTBAŞI 
Hukukçu

Güner Yiğitbaşı

Partimden Beklediğim Budur…
AKP 16 yıllık iktidar döneminde sürekli laik Cumhuriyeti kuran, devrimleri gerçekleştiren büyük önder Atatürk’ün partisini kötülemekle geçirdi.
Partim CHP genelde hep savunmada kalarak AKP’ye yanıt yetiştirmekle çok değerli zamanını boşa harcadı.
Bugün gelinen noktada tek adam rejimini rakipsiz kılmak için Anayasa gereği genel seçimlere daha yaklaşık 1,5 yıl olmasına karşın, erken seçim istemekte ülkede marka haline gelen Devlet Bahçeli’nin isteği ve AKP Genel Başkanının kabulü ile 24 Haziran 2018 tarihinde yapılmak üzere baskın erken seçim kararı alındı.
Bu karardan sonra İYİ Partinin seçime girip girmeyeceği konusunda tartışmalar gündemin ilk sırasına oturdu.
İYİ Patinin seçime girip girmeyeceği konusunda YSK’dan da bir işaret görülmeyince kuşkular gittikçe arttı.
Demokrasiyi içselleştirmiş herkesin birleştiği nokta, İYİ Partinin seçime sokulmaması antidemokratik bir hareketti ve MHP Genel Başkanının amacı da İYİ Partiyi seçime sokmamaktı.
İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener 100 bin imza toplayıp Cumhurbaşkanı adayı olacağını açıklayınca, bu imzaların toplanması da güçleştirilecek kurallara bağlandı.
Antidemokratik plan tüm açıklığıyla gözler önüne serilince, birilerinin bu planı demokratik çözümlerle önlemesi gerekiyordu.
İşte Partim CHP,  tarihe geçecek bir kararla 15 Milletvekilini istifa ettirerek İYİ Partiye geçmesini sağlayarak, her şeyi alt üst ederek ezber bozdu.
Karar açıklanır açıklanmaz, iktidar cephesini bir telaş aldı. Bütün hışmıyla CHP’yi topun ağzına sürerek atışa başladılar.
Artık bu atışların hiçbir kıymeti-harbiyesi yoktur. Plan bozulmuş ve İYİ Parti grubunu kurmuş seçime girmeye hak kazanmıştır.
İşin garibi, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı 19.04.2018 tarihinde Partilerle ilgili durumu YSK’na bildirmesine karşın, Kurul mesai saatleri içinde bir karar vermeyerek kuşkulu durumu devam ettirmiş,  22 Nisan Pazar olmasına karşın TBMM Başkanlığı YSK yazı göndererek Partilerin durumunu bildirince, ayni gün YSK Basın Açıklaması yaparak, İYİ Partinin de içinde bulunduğu 10 partinin seçime girebileceğini açıklamıştır.
İnsan şu soruyu sormadan geçemiyor.
Acaba CHP’den 15 Milletvekili İYİ Partiye geçmeseydi YSK Pazar günün basın açıklaması yapacak mıydı?
Demokrasinin önüne konulmak istenen bir engeli CHP, demokratik ve doğru kararıyla kaldırılmış bulunmaktadır.
Ülkeye ve yurttaşlara hayırlı olsun.

22.04.2018
Gündüz AKGÜL 
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Gündüz Akgül

Seçim Diye Bastırılmazdı Durum O Kadar “Acil” Olmasa
Empati…
Yani kendimizi karşımızdakinin yerine koymak…
Hani derler ya “Damdan düşenin halini ancak damdan düşen bilir “diye.
Karşıdan konuşmak kolay; anlayabilmek için “düşmüş olmak lazım.
“Acil” diyorlar... doğrudur.
Ama o “Aciliyeti” anlamak için de aynı aciliyet içinde olmak gerekir.
Yoksa “içi onları yakarken dışı bizi yakar” da işin farkında olamayız.
O aciliyet sanıldığı kadar “siyaset”ten değil aslında, ekonominin bu günkü dayanılmaz durumundan…

Düşünsenize:
-Sadece bu yılın bütçesini değil; Cumhuriyetin yüz yıllık birikimini “özelleştirdik” diye satıp parasını harcamışsın,
-Yetmemiş; halkını bir de köprüydü, tüneldi deyip “icraat üzerine icraat” diye torunlara doğru 20-30 yıllığına borçlandırmışsın…
-Uzun vadelisini bir tarafa bırak; yetmemiş, Şubat 2018 itibariyle “bir yıl ya da daha kısa vadede” ödenmesi gerekli dış borcu 185,9 Milyar dolara çıkartmışsın.
-Yetmemiş, “bak ne kadar yabancı sermaye getirdik” diye bankaları, iç pazarı küresel şirketlere teslim etmişsin,

Yaparken iyi de, dönüp bir de bakıyorsun ki;
-İşsizlik diz boyu
-Üretim bitmiş,
-Tarım-hayvancılık boğazımıza yetmiyor
-Dış ticarette her yıl 50-100 milyar dolardan içerdesin,
-Sıcak parayı tutsan faizi el yakıyor, tutmasan anında kaçıyor,
-Paran düşmüş, dövize alttan bakıp bakıp yine fırlattılar diyorsun,
-Yerli sermayenin babaları ufak ufak tüymekte,
-İnşaat işi sarpa sarmış, satışlar durmuş, müteahhitlerin sızlanmakta,
-Onları kurtaracak kamu yatırımlarına para yetiştirmek mesele…

Fazla lafa gerek var mı?
Siyaseten olmasa da ekonomik olarak bu iş bitmiş, gemi yan yatmış…
Ne dersin?
Böyle bir durumda hala “Bu işler önümüzdeki bir buçuk yılda daha da büyüyüp gelişecek” dediğinde karşındakiler “Aman artık yeter, bu kadar büyüyüp gelişme bize fazla gelir” demezler mi?

*
Siyaset “zamanlama” sanatıdır bir yandan da.
İktidara gelmek için de, kaçmak için de…
İleri gidiyorsan tamam da, araba geri geri kaçmaya başlamışsa, başkası “zamansız” dese de “tam zamanıdır” demeyi bileceksin.

Bu gerçek bir kaçış mı?
Asla…
Giderek kaybetmekteysen, daha fazla kaybetmeden ve en kötü ihtimali göze alarak son bir deneme yapmak sadece.

Tuttu tuttu; baktın tutmadı “bıraktığım iyi oldu” diyeceksin.
“Hadi geçmiş olsun sen bittin artık” diyenler olacak tabii…
Onlar öyle dese de geçmeyebilir…
Erbabına göre bu da bir “hesap”tır.

Öyle hazırlıksız bir zamanlarında teslim edersin ki "emaneti"; onlar çeker yükü , faturayı halka ödetirlerken sen dinlenir, unutturur, “bak ben gittim işi iyice sarpa sardırdılar” deyip ardından yine çıkabilirsin o siyaset meydanına.
Zaten taraftarların uzun solukludur, bunu da beklemeyi bilirler,
*
Herhalde “daha mürekkebi kurumadı” bile denebilir:
“Baskın seçime hazırız” denip gezildiğinde buradan yazmıştık hatırlar mısınız?
16 Mart 2018’de...
“Bir baskın seçimle birlikte "baskın iktidara" da hazırlanmalı mı?” diye başlık atmış ve bunun gerekliliğine işaret etmiştik. “Aman, orası kolay, hele o gün gelsin bakarız falan demeden, baskın iktidarın hazırlıklarını da yapın bir yandan,
Hemen bu çarşambadan…
Hani bizde “Perşembenin gelişi çarşambadan belli olur” derler ya”
diye de ilave etmiştik…

O gün de gerçekten çarşambaydı.
Ve beklendiği gibi “Perşembe” de geliverdi işte bu gün.

Umarız gizli gizli bazı kadrolar tertip edilmiş, projeler raflara sıralanmıştır da endişemiz boşadır.
Yoksa o baskından, “siyaseten” baskın çıkmış olmak bile bir şey kazandırmayabilir takıma.

Çünkü sıkıntı o kadar büyük ve o kadar “ekonomik” ki,
Farkındaysanız, baskın seçim isteyenler ellerindeki her türlü “siyaset” üstünlüğüne rağmen, önlerinde şu kadar zaman olduğu halde o asıl meseleden yani "ekonomiden" hareketle siyaseti bir kenara bırakıp “deprem”den, “aciliyetten” söz ediyorlar.

“Gelen depremdir” diyorlar.
Yani ekonomide deprem.
Peki, onları bu kadar ürküten, telaşlandıran ekonomik depreme kim ne kadar hazırlıklı?
Tahkimat onlarınkinden daha mı güçlü?

Başarılı ve sevilen bir TV programcısı, hiç de iktidardan yana olmadığı halde "Belki sizi şaşırtacağım ama bu iktidar kalmalı. Nasıl ekonomiden sosyal yaşantısına kadar bozdularsa, bu iktidar kalmalı, Erdoğan liderliğinde sorunları çözmeli" derken meseleyi sadece bir inatlaşma olarak mı görüyordu dersiniz?
Acaba kafasının arkasında bu "hazırlıksız yakalanma" endişeleri yok muydu?
“Çözmeli” derken, bir başka açıdan “Sonuçlarını kendisi göğüslemeli, kendinden sonra gelenlere yüklememeli demek istemiyor muydu?

O programında “Sizi şaşırtacağım” dedi ya...
Ama ne yalan söyleyeyim beni hiç şaşırtmadı.
Zamanında büyük kurtarıcı Atatürk, o müthiş askeri ve siyasi zaferlerinden sonra bile bunun altını çizerek aynı şeyleri anlatmak istememiş miydi bize:

“Siyasi ve askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılamazlarsa, kazanılacak başarılar yaşayamaz, az zamanda söner.”

Nitekim son on beş yılın o debdebeli siyasi zaferler dizisi de sönüyor şimdi.
Çünkü kazanılmış siyasi zaferlerin arasında, asıl belirleyici olan ekonomik zaferler yok.

Bülent Soylan

Bülent Soylan

Kılıçdaroğlu aday olmayacaktır ve olmamalıdır da!..
Bugün (20/04/2018) gazeteci Deniz ZEYREK; KILIÇDAROĞLU ile yaptığı telefon görüşmesinde, cumhurbaşkanı adaylarıyla ilgili olarak sorduğu soruya karşılık KILIÇDAROĞLU'nun açıkladığı 3-5 tane adayımız var cevabından hareketle, KILIÇDAROĞLU'nun kesinlikle Cumhurbaşkanı adayı olmayacağını köşesinde yazmış.
Biz daha önce, dün akşam(19/04/2018) facebook sayfamızda yaptığımız bir paylaşımda, KILIÇDAROĞLU'nun, seçilememe riskini düşünerek, kesinlikle aday olmayacağını dile getirmiş ve gerekçe olarak da, KILIÇDAROĞLU'nun, özellikte grup toplantılarında yaptığı ve Cumhurbaşkanı ile yargıya hakaret olarak değerlendirilen konuşmalarından dolayı hakkında düzenlenen fezlekelerin kabardığını, cumhurbaşkanı seçilememesi halinde milletvekili de olamayacak ve dokunulmazlığının da  kalkacak olması nedeniyle, muhtemel bir AKP'li Cumhurbaşkanı ve AKP iktidarında, iktidara bağımlı ve taraflı yargı tarafından huzura çağırılarak, en ağır suçlamalarla tutuklu olarak soruşturmaya tabi tutulacağını, KILIÇDAROĞLU'nun haklı olarak bu ihtimali düşündüğünü, biz de onun yerinde olsaydık,aynı endişeyle aday olmak istemeyeceğimizi belirtmiştik.
Gerçekten, bu ihtimal göz ardı edilmemeli ve KILIÇDAROĞLU kesinlikle aday olmamalıdır.
Bize göre, Cumhur İttifakının karşısında spontane oluşan demokrasi cephesinde, CHP lehine büyük bir oy fazlalığı yoktur. Saadet ve İyi parti beraberliğinden oluşan oy gücü, belki de CHP'nin oy gücünü geçecektir.
Bu nedenle, CHP; ana muhalefet partisi olması nedeniyle, demokrasi cephesinin lideri konumunda gözükse de,, Saadet Partisi, İyi Parti ve CHP arasında kendiliğinden tabanda oluşan demokrasi cephesindeki, açık ara  CHP lehine bir seçmen ağırlığı olmadığı için, özellikle ikinci tur seçim düşünülerek, KILIÇDAROĞLU, CHP'nin adayı olarak gösterilmemelidir.
CHP içinden öyle bir aday belirlenmelidir ki; ikinci tura kalacak olan CHP adayına, Saadet ve İyi Parti seçmenleri de rahatlıkla oy verebilsinler, tereddüt içinde kalmasınlar, aksi halde, ikinci turda AKP adayının ipi göğüslemesi hiç de zor olmaz.
Burada CHP seçmenine büyük bir fedakarlık düşmektedir. CHP seçmeni, partinin göstereceği adayda fazla seçici olmamalıdır, ikinci turda Saadet ve İyi Partinin seçmenlerinin de içlerine sinip oy verebilecekleri; demokrat, Atatürkçü, Atatürk ve laiklikle herhangi bir sorunu olmayan, insan hak ve özgürlüklerine ve parlamenter demokrasiye saygılı, siyaseten fazla sivri olmayan yıpranmamış bir partilinin veya dışarıdan bir kişinin aday gösterilmesi, hoş karşılanmalıdır. CHP'nin Cumhurbaşkanı adayı olarak bizim gönlümüzden, icraatlarıyla bütün Türkiye’nin taktir ve güvenini kazanan Eskişehir Belediye Başkanı Yılmaz BÜYÜKERŞEN'in geçtiğini, özellikle belirtmek istiyoruz.
Zira,24.Haziranda yapılacak olan bu seçim; ön yargıların törpüleneceği, üzümün çöpü ve armudun sapı var bahanelerine sığınılamayacak kadar önemli, parlamenter demokrasi adına gerçekten son şansımız.
ERDOĞAN'ın  dışında, ikinci tura kalan, demokrasi cephesine mensup partilerden herhangi birine mensup  olması koşuluyla, kim cumhurbaşkanı seçilirse seçilsin, sonuç olarak, demokrasi cephesinin elbirliğiyle kazanması zorunlu olan  bu seçim; ortak amaç olan, insan hak ve özgürlüklerini, yargının bağımsızlığını, parlamentonun saygınlığını ve üstünlüğünü, parlamenter sisteme geri dönmeyi sağlayacak olan, demokrasinin, cumhuriyetin ve parlamenter sistemin yeniden restore ve tesis edileceği çok önemli ve hayati bir ön seçimdir.
Bu ön seçim kazanılarak, insan hak ve özgürlüklerine dayalı, yargının bağımsız, parlamentonun halkın iradesini temsil eden en yetkili organı, parlamenter sistemin tüm kural ve kurumlarıyla işler hale getirilip, parlamenter demokrasinin restorasyonu tamamlandıktan sonra, demokrasi cephesini oluşturan tüm partilerimiz, kendi aralarında yine demokrasimizi daha da ileri seviyelere taşımak için, demokratik rekabet içinde, yeni seçimlerde karşılıklı olarak  yarışacaklardır.
Parlamenter demokrasiyi restore ederek, bu demokratik yarışı, selamet içinde yeniden başlatabilmek için, 24/Haziran/2018 tarihinde yapılacak olan bu ön seçim için, demokrasi cephesini oluşturan partilerin yöneticileri ile seçmenleri, ön yargılarını ve endişelerini bir kenara koyarak, karşılıklı güven içinde elbirliği ile çalışmak ve bu seçimi kazanmak zorundadırlar.

21/04/2018
Güner YİĞİTBAŞI 
Hukukçu

Güner Yiğitbaşı

Laiklik Üzerine Düşünceler
Uğur Mumcu Vakfınca her hafta Cumartesi günleri 21. Yüzyıl için Planlama Grubu’nca 2018 Bahar Konferanslarından 7 Nisan 2018 günkü etkinliğinde Vakfın konferans salonunda Prof. Dr. Onur Karahanoğulları tarafından “Laiklik Üzerinde Düşünceler” konusunda konferans verildi. Vakfın salonunu çoğunluğunu emekli akademisyenler, üniversitede okuyan öğrenciler ve emekli öğretmenlerden oluşan dinleyiciler doldurduğu gibi, ayakta kalanlar için sandalye takviyesi yapıldı. İlginin fazla olduğu konferans konuşmasında Prof. Dr. Onur Karahanoğulları şu konuşmayı yaptı:
“-Üçüncü Cumhuriyette din kamu hizmetlerinin kaldırılması başlığı üzerinde konuşacağım. Bu Fransız üçüncü cumhuriyetini anlatıyor ama bizim üçüncü cumhuriyetimizi de anlatabilir.
Fransa’da Türkiye’de Numaralı Cumhuriyet
1924 Şeriye ve Evkaf Vekâleti kaldırılmış, Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, 25 tarikatlar yasaklanmış, tekke zaviyeler kapatılmış, 37 de laiklik Anayasaya ilke olarak girmiş, varlığını sürdürüyor. 24 de salsak yüz yıl sonra, 2023 hedefleri varsa belki bizim de 2024 hedeflerimiz olabilir. Geleceğe yönelik bir tasarı olarak değerlendirilebilir bu konuşma. Gelecek ne olur, belki üçüncü Cumhuriyette olur.
Cumhuriyet sayılarına ilişkin bir bilgi vereyim. Cumhuriyetleri numaralandırmak Fransızların icadı derler, ama değil, çünkü numaralandırmıyorlar, bir devletleri var. Bu devleler için kimi zaman imparatorluk, kimi zaman direktuvar denilen sistem, kimi zaman cumhuriyet, kimi zaman monarşi, ardı ardına geliyor, bir cumhuriyet ilan edildikten sonra, o cumhuriyet ilânihaye kalmıyor. Devlet varlığını sürdürüyor ama bu arada imparator var, sonra bir daha cumhuriyet var, sonra bir daha imparator var; sonra işkâl var, sonra işbirlikçi var, sonra bir daha cumhuriyet var. Yani devlet var, cumhuriyet gidip geliyor.
Bizde ise bir sanı cumhuriyet kurduk, o cumhuriyet duracak sanısı. Hayır, hep olmayacak. Belki devlet varlığını sürdürecek ama cumhuriyet, devlet cumhuriyet biçimiyle olmayacak.
İlk Anayasamız Cumhuriyet değildi
Üçüncü Cumhuriyet kavramını Türkiye için de kullanabiliriz. Fransızlar için 1870 le 1946 arasını anlatan bir rejim, Fransız Üçüncü Cumhuriyeti.
Türkiye’de kaçıncı cumhuriyetteyiz, sizce. İlk anayasamız cumhuriyet değildi. 1921 Anayasası bir cumhuriyet devrin düzelemiyordu. Meclis hükümeti vardı. Daha sonra Cumhuriyet ilan edildi, anayasa hala 1921 Anayasasıydı. Cumhuriyetin ilan edilememesinin nedeni hükümetin kurulamaması neden oldu. Cumhuriyet ilan edildiği zaman bir cumhurbaşkanlığı makamı ihdas edildi ve Cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyet anayasasına da bir Cumhuriyet bir devlet biçimi olarak girdi.
İkinci Cumhuriyet 1961 arada bir darbe var, bir kesinti var, bir Cumhuriyet, Cumhuriyet Anayasası. Cumhuriyet var, 1961 yeni bir Cumhuriyet biçimi kuruyor. 61 in kurduğu Cumhuriyet biçimi 82 de sürdürülüyor. Şu anda ikinci cumhuriyetteyiz. Neden 82 de de sürdürülmüş olabilir, çünkü parlamenter sistem, başbakan, cumhurbaşkanı, temel hak ve özgürlükler anayasanın modeli aynı sadece biraz aha hakların zayıflatılması vb şeyler.
Son Anayasa Cumhuriyet gibi ise de artık Cumhuriyet değil.
Son anayasa değişikliği yürürlüğe girdiği zaman Türkiye’de başbakan ve bakanlar kurulu kaldırılacak. Başbakan ve bakanlar kurulu kaldırıldığı zaman geriye kalan kişi yürütme yetkisini üstlenecek, Geriye kalan makam Cumhurbaşkanlığı olarak sürdürülecek, çünkü anayasanın biçimi devlet biçimi olarak cumhuriyet diyor. Ama değil artık.
Artık Cumhuriyet olmayacak “Türkiye Devleti olacak
Bundan sonra Cumhurbaşkanlığı bir başkan olarak çalışacak ve Türkiye’yi, Türkiye’deki devletin adı “Türkiye Devleti” olacak. “Yani İkinci Cumhuriyet sona erecek, 2019 dan sonra”. Çünkü bakanlar kurulu olmayan, başbakanı olmayan bir yerde diğer kişi cumhurbaşkanı değildir. Cumhurbaşkanı olmayan yerde de Cumhuriyet yoktur.
Biz siyasal rejim olarak elbette biz Cumhuriyeti yaşayacağız, çünkü kalıtsa bir iktidar savı yok, soydan gelen bir iktidar savı yok, ama bizim devlet sistemimizde biçim olarak Cumhuriyet söz konusudur. Devlet biçimi olarak devlet de başbakan artı cumhurbaşkanı, cumhurbaşkanı devletin birliğini temsil eder, yürütme yetkisini hükümetle beraber cumhurbaşkanı yetki kullanır. Bize sadece bir başkan kalacak ve devletimizin adı siyasal rejim olarak Cumhuriyet olsa dahi Türkiye Devleti olacak olacak, T.C. olmayacak.
Bu durumda 21. Yüzyılda Türkiye’nin önünde belki de üçüncü Cumhuriyeti kurma görevi olacak.
Bu konuda hocam dedi ki, “kurgusal spekülatif bir sunuş yap. Bunu üslenerek, bunu vaat ederek başlıyorum.
Günümüzde din, kamu hizmetleri diye bir kavramımız var. Türkiye’de bir sivil bürokrasi var ve sivil bürokrasiye paralel bir din bürokrasisi var. Her valiliğin karşısında bir komutan vardır, gibi. Sivil bürokrasin üstünde askeri bürokrasi vesayetinden söz edilir. Tamam, doğru olabilir bu. Ama biraz daha incelediğimde şunu gördüm, derslerimde teşkilata anlatırken. Mülki bürokrasinin sanki ana karnındaki ikizi gibi, çocuk ikizi vardır ya, embriyonun, onun gibi bir dini bürokrasi var. Her ilçede kaymakamın muadili bir müftü var, merkezde bir bakan gibi bir Diyanet İşleri Başkanı var; kocaman bir bürokratik yapı var, bir kelime söylenmemiş buna ilişkin.
Bizim anlattığımız kamu hukuku, idari derslerinde anlatırken her şey paralı, her şey özelleştiriliyor. Bir kamu hizmetinden söz etmiyoruz, din kamu hizmeti var. Din kamu hizmetini yürüten bir dini bürokrasi var. Bu dini bürokrasi içerisinde bir karar akışı var, bir para akışı var bir kadro akışı var. Bunlar hemen hemen hiç görülmüyor. Hiç sıfıra yakın, burada bir soru olduğunu düşündüm.
Bir diğeri de laiklik oluşundaki tartışmalarda tuhaf bir şekilde hem öğrencilerin de, hem muhalif olduğum düşündüğüm kesimlerde, “devlet bütün kesimlerde eşit mesafede dursun ve bütün dinlere eşit hizmet versin; devlet bütün inançlara eşit hizmet versin” kavramını kullanıyor olmasıydı. Biraz düşününce bunun olanaksız olduğunu anlamaya başladım. Neden olanaksız? Din sadece Diyanet İşleri Başkanlığında örgütlenen bir örgüt değil, düpedüz parasal bir örgüt. İlçelerden başlıyor, merkeze kadar geliyor,  en uç noktasında örgütlenmenin camiler var. Hizmeti camiler sunuyor. En tipik olarak camide bu hizmeti üretecek işgücü var. Devlet bütün inançlara, bütün dinlere hizmet versin demek, bütün bu örgütlenmeyi kat be kar artırmak demek. Basitçe Diyanet İşleri Başkanlığına birkaç inancın temsil edilmesi değil. Bu örgütlenmeyi üç, dört beş katına çıkartmak demektir. O zaman laiklik bu olamaz herhalde. Devletin bütün dinlere eşit mesafede durması, ya da bütün dinlere eşit hizmet vermesi olmaması gerekir, düşüncesi ortaya çıktı.
Diğer bir kafama takılan diğer soru, “laiklik sekilerlik, ya biz sekiler olsak ne kadar iyi, laiklik kötü bir şey, sekilerlik güzel bir şey, Amerika’da, Fransa’da sekülerizm var, ama Fransa’daki laiklik bizdeki laikliği Fransızlardan almışız, kötü bir şey, niye kötü bir şey;  Şey gibi “hukuk devleti hukukun üstünlüğü. Hukuk devleti kıtanındır, hukukun üstünlüğü biraz Anglo Amerikan’dır. Bir kan Türkiye’de antlijans ağırlık kazandı onlar sekülerizm, sekülerizm bizim olsa iyi olur”.
Bende de bir tuhaflık olduğuna ilişkin ben de de bir kanı oluştu. Bunu da araştırmaya başladım. Sekülerimle laiklik arasındaki bağlantı nedir? Bağlantı mıdır, değil midir i yanıtlamamız gerektiği düşüncesi ortaya çıktı bende.
Bir diğer tuhaflık da, bu düpedüz sert bir tuhaflık, her şeye para verirken, her şeye, devletten aldığımız her hizmete para verirken, neden camiden aldığımız hizmete devlete para vermiyoruz. Bu ölü gömme zorunluluğu doğduğu zaman bende şafak attı. Eğer ölen kişi kimsesiz değilse, ancak parayla gömebiliyorsunuz. Annenize babanıza büyüklerinize söyleyin ben sizi tanımayacağım yoksa para ödemem gerekiyor. Ölü gömme bile devletin en temel olan gereksinimi paralı iken, din hizmetleri paralı değil. Ödeme koşuluna bağlı değil daha doğrusu. Hiçbir şey ödemiyorsunuz. Ama öte yandan mezar yeri satın almanız gerekiyor. Para ödeme koşuluna bağlı olmayan tek kurum din kamu hizmetleri.
Devlet Türkiye’de dinin toplumsal bir gereksinim olarak karşılanmasını piyasanın işleyiş kurallarından bağışık kılmış ve üstlenmiş. “Ya bir para toplasak da bir imam bulsak kendimize bir cami kursak” böyle değil.
Devlet bunu örgütlemiş sana sunuyor. Ama camileri kişiler yaptırıyor. İyide vergi ödemiyoruz. Arazi de tahsis ettiriliyor, artık kişiler de yaptırmıyor, belediyeler yaptırıyor. Aynı zamanda bunu teslim edip Diyanete kaydetmeniz gerekiyor, elinizden çıkartmanız gerekiyor ve bütün ondan sonra oranın gelirini Diyanet İşleri Başkanlığı karşılıyor.
Devlet dinin bir kamu hizmeti olarak örgütlenmesini sağlamış. Dinin toplumsal olarak karşılanmasını da.
Devlet dini hizmetleri de özelleştirmelidir
Özelleştirmeyi savunacağımı düşünsem, kırk yıl aklıma gelmezdi özelleştirmeyi savunmak. Eğer Türkiye’de meşru olarak özelleştirmesi gereken bir kamu hizmeti varsa şekerci değil, bu sağlık hizmetleri değil, bu ulaşım hizmetleri değil, eğitim hizmetleri değil. Meşru olarak özelleştirmesi gereken meşruyu hukuki olarak kullanmıyorum, düpedüz meşru anlamında kullanıyorum. Bir hizmet varsa din kamu hizmetleri; devlet bütün kamu hizmetlerinin örgütlenmesini özelleştirmeli. Özelleştirmede kastettiğim de terk etmek değil, özelleştirme kamu hizmeti olmaktan çıkartma, özel kesime bırakması olarak din kamu hizmetleri için şu anda geçerli. Bunu savunmam gerekiyor. Buradan laikliğin tamamlanması diyebiliriz.
Türk laikliği Fransız Lakliğinden mi alındı
Türk laikliğine ilişkin Fransa’dan alındığı önermesi Fransız Devrimini gören bir önerme. Fransız Devrimi’nde sonra, bütün kilisenin mallarına el konuluyor. Bütün din adamları Fransız Cumhuriyetine bağlılık yeminine zorlanıyor. Yemin etmeyenler öldürülüyor, kilisenin çanları eritiliyor, ağır bir anti radikalizm var; din karşıtlığı var Fransız Devrimi’nde. Ama bu kısa sürüyor, daha sonra, toplumu rahatlatmak için bir ayrılık dönemi geliyor, Fransız Devriminde. Bu ayrılıktan devlet hiçbir dini tanımaz, hiçbir din adamına para ödemez. Bu da çok kısa sürüyor, ayrılık dönemi de. 1801 yılında Napolyon iktidara elince devrimden sonra, (birtakım aşamalardan sonra) bir sorunu çözmek zorunda kalıyor. Çözmeye çalıştığı sorun şu: “Fransız milletini yaratmak zorundasınız, Fransız devletiyle beraber. Milleti devlet yaratır, ama Fransız toplumu Katolik, bağlılığı devletine değil de Roma’ya bağlı. Fransız topluluğunun büyük bir çoğunluğu Katolik, bağlılığı Roma’yadır. Kilise bir devrimden canı yanmış, inim inim inliyor zaten. Napolyon’un teklifini hemen kabul ediyorlar, anlaşma yapıyorlar, düpedüz bir sözleşme imzalıyor, papayla, iflâs anlaşması imzalıyor, bir sözleşme konkordato. Ve Napolyon anlaşma çerçevesinde dini bir kamu hizmeti olarak kurmayı kabul ediyor. Tanınmış dinler sistemine geçiliyor. Fransız devleti Katolikliği, Protestanlığın iki türünü, Yahudiliği altı tanesini tanıyor. Devletçe tanınmış dinler türü, Müslümanlık bunun içinde yok, Hinduizm bunun içinde yok. Bunları tanıdığı zaman, bunların din adamlarına maaş bağlıyor. Bütçede din kamu hizmetleri için para ayırıyor, size bir şey hatırlatıyor, sanırım. Bütçeden kamu hizmetleri için para ayırıyor. Bunların binalarının bakımını, onarımını, yürütülmesini, işletilmesini devlet üsleniyor. Bir din işleri bakanı atıyor ve bir din işleri idaresi kuruyor, tipik Diyanet İşleri Başkanlığı, tipik biçimiyle bu.
Tanınmış kişiler, din işleri hatta papazların ve kiliselerin masraflarını karşılamak için,  kurumları kuruluyor, iki tür kamu kurulu da kuruluyor. Bu 104 yıl boyunca 1905 e kadar sürdürülüyor.
Özelliği, bizim Diyanet İşleri Başkanlığı’nın aynısı. Napolyon’un sağladığı nedir burada, Napolyon bunu yaparak devlete bağlı bir din örgütlenmesi yaratıyor; artık bağlılığı Roma’ya Papa’ya, ama devlet tarafından denetlenen bir bağlılık. Bütün üst düzey din adamlarının atanması konusunda devletin onayı ya da rızası gerekiyor. Yani pazarlıkla bu atanabilir, o zaman Roma atama kararnamesini gönderiyor.
Roman’ın vermiş olduğu fermanlar (kararlar) Fransa’da uygulanabilmek için devletin valilerinin ya da, bakanlar kurulunun onayından geçiyor. Bütün kiliselere kadar aktarılabilmesi için, bizde de öyle. Bir valiye sorun ilde müftülerin yetkileri nedir. Mülki bürokrasimizde iç içe bir yapı oluşturuluyor, Fransa’da ve bu dediğim gibi 104 yıl sürüyor. Bu yapıda bir barış geliyor, Cumhuriyete sadık papazlar ve cumhuriyetin papazlara karşı, papazların masrafı üstlenmesi.
Bu dönemde aynı zamanda Fransızların tarikatları var. Kongregasyonları var Katoliklerin, Protestanların; bunların Fransız eğitim sistemi üzerinde mutlak denetimi var, ilköğretimde özellikle. Ortaöğretim ve liseye Napolyon müdahale ediyor. Yine orda da ağırlıklarını sürdürüyor, üniversite üzerinde denetimleri var, bu kişilerin.
Bizdeki model, Diyanet laikliği olarak adlandırılabilir. Bu model sanırım 1905 ayrılık laikliği değil de, 1801 konkordato laikliği. Sözleşme laikliği bizdeki diyanet laikliği. Elbette Cumhuriyeti kuranlar II. Meşrutiyetten devraldıkları bir geleneği sürdürüyorlar, bir reform programını sürdürüyorlar, devrimci bir şekilde sürdürüyorlar bunu.
Fransız laikliği yaklaşık olarak 20 yılını doldurmuş durumda. Elbette bizim Cumhuriyet devrimcilerinin kadrolarının her iki laiklik türünden de haberleri var, her iki laiklik aşamasından daha doğrusu haberleri var. Ama seçişleri, benim gözlediği kadarıyla 1801 konkordato laikliği, seçiş bu.
Cumhuriyet, Türk Cumhuriyeti kuruluşunda bir anlaşma yapmış, Sünni İslam’la, bunun örgütü olan Şeyhülislamlıkla, ya da onun Cumhuriyet kalıntısıyla bir sözleşme yapmış. Bu sözleşme karşılığında sadakati almış, sadakat karşılığında da diyaneti vermiş.
Bizim sistemimiz Fransız laikliğinin 1801 ni temel alarak oluşturulmuş bir sistemdir. Fransız örnekliği sürecekse ayrılıkla 21. Yüzyılda tamamlanacaktır. 21. Yüzyılda Türk laikliği büyük bir olasılıkla ayrılıkla tamamlanacaktır. Ayrılığı da anlatmamız gerekiyor.
Laiklik bir düzeleme biçimi ve laikleşmeden, laiklizasyondan farklı bir şey. Toplumlar laikleşme yaşıyor, sekülerleşme yaşıyor, çok uzun zamandan beri. Büyük olasılıkla kapitalizmin gelişmesinden  beri, makine var şimdi bunu Tanrıyla nasıl açıklayacaksınız, makineni içinde cin olduğunu söyleyebilir misiniz. Makine ile iş yapıyoruz, traktörün içinde cin var abi” olmaz tabi ki, ama dolaylı dolaylı açıklıyorsunuz.  Teknoloji bilim girdiği oranda tanrı daha da soyutlanıyor. Bir laikleşme yaşanıyor, bu en son toplum bilimlerine kadar eliyor, toplum bilimlerinde toplumda laikleşme, laikliğin açıklanması yaşanıyor. Laiklik laikleşmenin içinde bir düzenleme biçimi. Neyin düzenlenmesi, devletle toplumsal din, dinin toplumlaşmış hali. Hadi dinle tapınanın ilişkisi. 1400 lerde kral vaftiz oluyor, ondan sonra arada Nant fermanı var ve vs. Osmanlıdan beri Türkiye’deki gelişimi açıklayabiliriz.
Daha belirgin dönemde laikleşmeyle birlikte laiklik biçimleri var, laiklik mekanizmaları var. O mekanizmalardan birisi en temeli, dediğim gibi, 1701 Fransızlar için 1801 sözleşme mütareke.
Konkordato dönemi ve 104 yıl uygulanıyor.
Bizde de bu dönemdeyiz ve sadakat karşılığında din kamu hizmetlerini vermişiz. Din hizmetlerinde devlet büyük bir bürokrasi ile bütçeyle, piyasanın işleyiş kurallarından bağışık olarak yararlanması ödeme koşuluna bağlı olmadan, kaynağı fiskal gelirlerle örgütlü sunuyor kişilere. Bu aşama zorunlu tek aşama değil, bu aşama geçilecek başka bir düzenleme aşamasına geçilecek. Başka düzenleme aşamasına Türkiye’deki laiklik mekanizması kurulurken Fransızlar geçmiş, ayrılık aşamasına. 21. Yüzyılda da Türkiye, devlet kilise ayrılığını gerçekleştirecek 21. Yüzyılda elbette Türkiye’de kilise yok. Ama ne var, ulema var, Türkiye’de; Türkiye’de ruhban kadroları var. Bu kadrolarla yapmış olduğu sözleşme 21. Yüzyılda çözülecek ve ayrılık gerçekleşecek. Kime ait gerçekleşecek, Diyanet İşleri Başkanlığıyla. Bu ayrılığın adı, devlet kilise ayılığı olmayacak tabi ki. Din kamu hizmetlerinin özelleştirmesi olacak belki. Din Kamu Hizmetlerinin özelleştirilmesi olacak belki de. 1905 ayrılık sistemi, ayrılık rejimi, devletle kiliseyi ayırıyor.
Çok basit bir formülü var, Cumhuriyet vicdan özgürlüğünü tanır ve hiçbir din görevlisine para ödemez. Cumhuriyet vicdan özgürlüğü tanır, tapınıların özgürce yerine getirilmesini güvence altına alır. Cumhuriyet hiçbir tapınıyı (kült) tanımaz, paraca desteklemez, hiçbir tapını görevlisi için ücret ödemez, ayrılık sistemi bu.
Ama elinde dev bir cami soku var, tabi Fransızlarda cami değil de kilise stoku var, dev bir imam stoku var, tabi imam değil de papaz var, çok büyük oranda. Bütün bunları halka bırakıyor. Özelleştiriyor, neden, çünkü cumhuriyet vicdan özgürlüğünü tanır. Yalnızca kamu düzenleri gerekleri için aşağıda düzenlenmiş olan sınırlamalarla, sınırlamalar var ileride, yalnız kamu düzeni gerekleri için tapıların özgürce yerine getirilmesini güvence altına alır. Herkes özgürce vicdanının tapını gerektiren seçişlerini yerine getirir. Cumhuriyet hiçbir tapınıyı tanımaz, “hiç birini, tanımıyoruz öyle bir şey yok. Yani hepsine eşit mesafedeyim” değil. Yok, benim için böyle bir şey. Buna yansızlık (nötralite) deniyor. Yansız nötr, belki de eşit mesafede belki denir, nötrlüğün bir anlamı olarak. Bir tanesine hizmet verdim eşit hizmet verdim, öbürüne de eşit hizmet vereyim, değil. Cumhuriyet hiçbir tapınıyı tanımaz. Paraca desteklemez, hiçbir tapını görevlisi için hizmet ödemez. 1905 tarihli devlet kilise yasasının hükümleri. Dikkatle dinlediniz bunlar yasa, bu yasa, anayasa değil.
Fransa’da cumhuriyet ve laiklik
Fransa’daki rejim bir anayasayla düzenlenmiş. Kimse buna dokunamaz. Niye Fransa’dan örnek veriyorum, çünkü bir fiili resepsiyon söz konusu. Kanuni Fransa Kralı Fransua’yla iç içeyiz. Ama daha da öncesi Fatih İstanbul’u aldıktan sonra biz Bizans kurumlarıyla iç içeyiz, kurumlar Bizans kurumlarıyla belirleniyor. Kamuda Roma hukuku Romanist geleneğiyle belirleniyor. Bir hukuk ailesi orası, o hukuk ailesi içindeki bir sistemi tanıtmak bize bir tür program sunabilir. Yoksa bir Fransız sevicilikten kaynaklanmıyor bu.
1905 e gelirken güçlü bir laikleşme de yaşandı. 1905 e gelirken 1870 den Üçüncü Cumhuriyet ilan edildi, cumhuriyet bir kez daha ilan edildi. Napolyon’dan bütün aradakileri kenara bırakarak anlaşalım. 1870 yılına kadar Cumhuriyet değildi Fransa. 1970 yılında Ruslarla savaşta yeniliyorlar, Bonapart’ı kovuyorlar ve bir cumhuriyet ilan ediyorlar. Ama seçimleri Cumhuriyetçiler kazanmıyor, cumhurbaşkanı da cumhuriyetçi değil, gerici birisi. Dokuz yıl boyunca Lordul Moral diye ahlaki düzen hükümeti iktidarda, sekiz dokuz yıl. Ağır bir kapitalizm düzen var. Bunun başı modernliğin Başkenti Paris’te ayrıntılı anlatır, Saklgör kilisesinin yapılmasını Paris’in göbeğinde bu dönemde başlıyor. Ama yavaş yavaş bir seçim Cumhuriyetçiler senatoda bir seçim mecliste kendine uygun cumhurbaşkanında atıyorlar. Tam cumhuriyetçi program uygulanmaya başlanıyor. Cumhuriyet iki program bir yere müdahale ediyor ve güçlü bir laikleşme yaşanıyor Fransızlarda.
Fransa’da Cumhuriyetçilerin cumhuriyeti kurarken yaptıklarıyla 2010 yılında yapılanlar çok benzedi. Hatta ben yazı yazdım, üçüncü cumhuriyet’e yargı tavsiyeleri diye. Okurken baktım Fransız Danıştay’ında ağır bir tasfiye gerçekleşmiş. Bizimkine çok benziyor, yöntemleri aynı zorlama, sayıyı artırma, bizimkilere çok benziyor, Cumhuriyetçiler yapmış, Fransa’da bunu. Ama bizdekiler cumhuriyetçi değil, bunu yapanlar. Ama Cumhuriyetçiler yapar ama yeni bir Cumhuriyet kurmuşlar, yeni bir devlet kurmuşlar. Bizdekiler de yapıyorlar, baktım ikisi de çok benziyor. Yazdım bir arkadaşım 15 Temmuzdan sonra “kuramadılar” dedi. Bir tür yeni Cumhuriyet kuruyorlardı. Sanırım İslamik cumhuriyet olacaktı. Neyse o döneme çok benziyor Türkiye’deki olan bitenler, sadece bir benzerlik bu. Gerici cumhurbaşkanının görevi sona erip cumhurbaşkanı senato, parlamentoyu, cumhuriyetçiler parlamentoda ağırlık kazanınca tarikatlara ve eğitime müdahale ettiler, tabi bununla bağlantılı olarak yargıya da müdahale ettiler. Eğitimi laikleştirdiler, eğitimi Julferi diye bir eğitim bakanları ardı; Julferi laik eğitimi kurdu. Devlet okullarında parasız laik eğitim onun döneminde kuruldu.
Eğitim tarikatların elindeydi, tarikatlara ilişkin bir kararname çıkardılar, dediler ki, tarikatlar izinle kurulabilir, izini almayan tarikatlar kapatılır.” Bir süre verdiler, “şu süreye kadar izin almayan tarikatlar kapatılacak. Temel olarak Cizvitleri assensiyonistleri hedef alıyordu, bu kararname.  Cizvitler, “direneceğiz” dediler. Direnme dediğin nedir,  tarikata ilişkin bilgi verelim, o dönemde tarikat bir bina etrafında dolanmaya anlatıyor, yaşam ortaklaşması. Bir bina etrafında cemaat oluşturuyorsunuz ama güçlü bir ilişki ağı. Orada kendi din adamlarını yetiştiriyorlar, kendi okulları var, orada onlara öğretmenlik yapıyor. Süre veriyorlar okullarınızı yani tekkelerinizi, zaviyelerinizi boşaltacaksınız. Cizvitler direniyorlar, diğer Katolikler de destek veriyorlar, bunlara. Düpedüz jandarmayla, askerler Cumhuriyetçiler onları tavsiye ediyor. Bütün binalarını basıp Cizvitleri ve diğerlerini oralardan çıkarıyorlar. Okullarına el koyuyorlar ve okullarda tarikat üyelerinin öğretmenlik yapmasını yasaklıyorlar. Tabi dört bine yakın okuldan bahsediliyordu sanırım, el konuluyor devlet tarafından, eğitim ve tarikatlara yönelik birlikte gerçekleştiriliyor Cumhuriyetin 1888-90 - 1900 e kadar bu gelişmeler yaşanıyor.  Bu sırada tarikatçı öğretmenlerin görevine son verilmesi tarikatların kapatılmasına ilişkin davalar açılıyor.  Bu davalar Danıştay’a gidiyor, Danıştay’da çok sayıda tarikat mensubu üye var.  Cumhuriyetçiler oraya da müdahale ediyorlar. Danıştay tasfiyesini bu nedenle gerçekleştiriyorlar. Tarikatçılara sahip çıkılmasın diye. Toplumdan büyük destek göremiyorlar, çatışmalar oluyor illerde. Fransız illerinde iç çatışmalar oluyor ama bu iç savaşa dönüşmüyor. Yeterince destek bulamıyorlar. Çok sayıda bürokrat istifa ediyor. Vali, kaymakam, Danıştay üyesi çok sayıda bürokrat istifa ediyor. Görevden alınanlar var, papazlar,  anımsayın konkordato dönemi din kamu hizmetleri dönemi, çok sayıda papaz protesto ediyor, kınıyor, onların maaşını kesiyor, disiplin yaptırımı olarak Danıştay’a sevk ediyor. Tarikatla ve eğitimi laikleştirici müdahaleler gerçekleştiriliyor. Bunun nedeni de şu, populer oyun, halkoyun yani genel oyunun var olduğu bir yerde, yani eğitimi kontrol altına alamazsak hiçbir yerde biz cumhuriyetçiler olarak seçilemeyiz” diplomasi yapıyorlar.
İkincisi diyorlar ki özgür bir toplumda ancak özgür olanlar, özgür bireyler yetiştirler. Tarikatlarda özgür olmadıkları için özgür bireyler yetiştiremez, onun izin vermeyeceğiz. Tarikat mensupları öğretmen olabilmek için tarikatlarla bağlantılarını kesiyorlar bağlarını. Özel okullarda var oluyorlar ama geldikleri halde varlıklarını sürdüremiyorlar.
1905 yılına gelindiği zaman da, mecliste oldukça sert tartışmalar arasında 1905 ayrılık yasası kabul ediliyor. Bu yasanın kabulünden sonra bir rejim kuruluyor.  Bu yasanın kabulünde masonlar ağırlıklı rol oynuyorlar. Fransız masonları İngiliz masonları gibi değil.  Fransız masonları laik, laikliği varlıklarının güvencesi olarak da görüyorlar.  İskoç İngiliz daha bildiğim kadarıyla dindar.  Tanrı inancı olmayanı almazlar.  Kadın almazlar vs. Fransız riti daha laik.
Üçüncü Cumhuriyet, Üniversite Cumhuriyeti olup Üçüncü Cumhuriyet masonların Cumhuriyetidir, aynı zamanda da. Çok ağırlıktalar, entelejansyada güçlü bir şekilde etkileri var bu rejimin getirilmesinde. Toplumda Katoliklere karşı tepkiler de var. Çünkü bir Dreyfus olayı olmuş. Dreyfus olayı sırasında Katolikler anti Dreyfus karşıtı. Güçlü Yahudi karşıtlığı var Katoliklerde. Hiçbir zaman cumhuriyetten yana tavır almıyor Katolikler, nefret ediyorlar Cumhuriyetten. Bu bir şeyi anımsatıyor, Türkiye’deki siyasal İslamcıların Cumhuriyet nefretiyle eşit bir nefretleri var. Nefret ediyorlar Cumhuriyetten,  Cumhuriyettin içindeler ama bir fırsat bulsa monarşiyi her an bir burbon bulurlar, bir oryancıyı bulurlar hemen birisini getirilirler. Bizde de var ya zaten bir tane. Cumhuriyetten nefret ediyorlar,  bu nedenle de toplum içindeki varlığı zayıflıyor.
Üçüncü Cumhuriyetçiler her zaman antikatolik bir varlık sergiliyorlar, asla Katolik karşısında antikatolik bir durum sergilemiyorlar, Masonlar da dâhil olmak üzere. Söylemleri her zaman için ruhban karşıtı, çünkü ruhban bir sınıf olarak Katolik din adamları örgütüyle, o dönem anımsayın, din kamu hizmetleri var örgütüyle Cumhuriyet karşıtı, Cumhuriyetçiler de o örgüt karşıtı din karşıtı değil. Katolikler içinde de bir akım var. Gazete çevresi bunlar ayrılığı savunuyorlar. Papazlara devletin maaş vermemesi gerektiğini savunuyorlar, çünkü diyorlar ki, “papazlar (din adamları) özgür olamaz devletten maaş alırsa. Türkiye’de de vardır, devletten maaş almayı ret eden imamlar vardır. Ya da devletten maaş alan imamların arkasında namaz kılmayı ret edenler vardır. Bunlar özgür devlette özgür Katoliklik, özgür din sloganının kullanıyorlar.  Yani Katolikliğin içinde ayrılığı savunan bir damar da var.
Tapını derneği
Ayrılık rejiminde ne yapılıyor, devletin elinde çok sayıda ama çok sayıda millileştirmiş olduğu kilise var, Fransız Devrimiyle millileştirildiği kilise var. Bu kiliseyi ne yapacağız. Para vermedik din adamlarına , din adamlarının olacak, çok sayıda din adamları var, din adamı perişan olacak, bu var. Buldukları yöntem, dernek kurma yöntemi. Özel bir dernek türü geliştiriyorlar, buna “Tapını Derneği”  diye bir kült kuruyorlar, Dernekler Kanununa tabi değil, bu dernek özel kanunla düzenlenmiş. Bu derneğin özelliği bunlara  tapını binası yani kilise tahsis edilecek. Sahip tahsis yapılacak bunlara, bunlar Dernekler Kanununa tabi olmadan yapı için bağış toplayabilecekler, elden bağış, gayrimenkul bağış gibi bağış alabilecekler. Bunlar din adamı çalıştırabilecek bu dernekler ve tapınının giderlerini karşılayacak.
Tapını binalarının (cami, kilise) özelleştirilmesi
Bir özelleştirme yöntemi olarak elimizde kiliseler var, bu kiliseden yararlanmak isteyen müminler bir dernek kursunlar, bu kiliseleri (mabetleri) bu derneklere vereceğiz. Bu kiliselerden emlak vergisi de almayacağız. Bağış toplayabileceksiniz, koyun paranızı, din adamı çalıştırın yöntemi Asosasien kültiem) Böyle olduğu zaman tapınmış olan tapın ortadan kalkıyor. Herkes ben şu dine inanıyorum, derneğim bu şöyle bir dernek kurdum, buna tapını derneği statüsü tanı diye idareye başvuracağım. Kurmuş olduğu derneğe koşullar gerçekleşiyorsa, idari bir işlemle tapını derneğidir” diye bir statü verecek. Daha sonra da kişiler paralarını cebinden vermek koşuluyla din adamı istihdam edecekler, diğer gereksinimlerini karşılayacaklar, bu binalar da (dikkat)  kamuya açık bir din örgütlenmesi ya da kamuya açık bir tapını örgütlenmesi gerçekleştirecek. Kamuya açık olma konumu önemli.  Devlet bütçesinden kamuyu kaldırıyor, din kamu hizmetleri bölümü için koyduğunu kaldırıyor, din işleri ya da din örgütlenmesi dağıtılıyor. Memur olmaktan çıkarılıyor, yapısı bu. Papa buna olağanüstü tepki göstermiş. Demiş ki, piskoposlar bu derneği kurmayacak”.  Onlar da “niye kurulmayacak güzel görünüyor bize, gibi demişler. Yeşil Kardinaller var Fransızların bunu da ekliyorlar, diyorlar ki, “bırak da biz bunu kuralım”. Papa kızıyor, “bu derneği kurarsanız derneğin üyeleri o tapının örgütlenmesi konusunda dernek üyelerini sonun oy sahibi olacaklar. Oyla din olmaz, İsa var, sürü var, İsa çoban siz sürüsünüz, sürüdekilerin oy hakkı olmaz”. Diyor açık açık, “o yüzden biz bunlara girmeyiz, diyorlar. Bir çatışma döneminden sonra, cumhuriyet çok akıllıca davranarak o dönemki yönetim şöyle yapıyor, hiç tamam önemli değil, kurmanıza gerek yok. Kim gelip ben o binaya bakacağım” diyorsa ben ona veririm, geçici olarak. Kiliseler de böyle bir çözüm buluyorlar. Yasak kabul edildikten sonra ilk pazar ayini özgür bir şekilde geçekleştiriliyor.
Daha sonra, savaştan sonra bir barış dönemi var Roma’yla. Roma kabul ediyor, kabul etmesinin nedeni, ayılıyorlar, “bu Fransız Katolikleri bizle gönül bağını koparıyor, biz bunu kabul edelim bir çözüm bulalım. Buldukları çözüm, bir dernek olarak “piskoposluk dernekleri”. Böyle bir ara çözüm buluyorlar ara çözümler için. Yahudiler Hıristiyanların öngördüğü Tapını Derneğini kurmuş ve binalarını almışlar. Kendi din adamlarını seçiyorlar kendi paralarını veriyorlar. Böylece kamuya açık ibadetlerini gerçekleştiriyorlar. Katolikler için bir piskoposluk derneği gerçekleştiriliyor ve o biçimin özelliği bunlara bina tahsis bulunuluyorlar sadece din adamı tahsis ediliyor.  Binalardan fiilen yararlanıyorlar.
Roma Papa bu rejimin kendisine tanıdığı özgürlüğü fark ediyor. Hatta diyor ki neden karşı çıktı. Çünkü Katoliklik çok fazla özgürlük tanıyordu. Nedir tanıdığı özgürlük ilk kez, din adamları Fransız devletleri karış karış geziyorlar, Fransız devleti karışmadan atıyorlar din adamlarını.  İlk kez aldıkları bütün kararları, bütün kiliselere, Katolikler için söylüyorum, bütün kiliselere ilk kez devletin karışması olmadan gönderebiliyorlar. Çünkü din tamamen özel hukukun konusu sayılıyor. Kamu hukukunun değil. Kamu hukunu kamu düzenini bozduğu oranda giriyor. Bu ayrılık modeli, dinin kamu hizmetleri olmaktan çıkarıldığı model, bütün dinler için geçerli. Yani Müslümanlar da böyle örgütleniyor şu anda Fransa da. Ama bu arada sorunlar oldu bunu düzeltmeye çalıştılar.
Aynı modeli Müslümanlara da uyguladılar, dediler ki “bir dernek kur, bir bina bul, paranı ver kendi din adamını çalıştır özgür ibadetini yap, tamam. Paranın nereden geldiği önemli değil parayı bul da. Ama harcanmasına ilişkin denetimler var. Böyle olunca dışarıdan para buldular, Kaddafi’den,  Arabistan’dan Türkiye’den. Kötü sonuçlar çıkmaya ve kamu düzenini bozmaya başladı. Şimdi ona, “hayır inananlar tek tek ödeyecek,  kuralını getirdiler.
Tarikatlara ilişkin düzenleme, tarikatlar dernek kurarak var olabilirler, vakıf değil. Vakıf bir üçkâğıttır”, vakıf mal ve hizmet topluluğudur. Vakıf kurduğun zaman kişi olarak görünmez, en fazla yöneticisindir.
Tarikatlar yasal olarak tanınmak istiyorlarsa dernek kuracaklar. Yasal olarak tanınmanın koşulu ilk başta Dernekler Kanunun çerçevesinde örgütleniyorlar. Ağırdı bunu hafiflettiler, az sonra Fransızlar.
Bir dernek kuracaksın, üyen olacak, para toplayacaksın. Dernek neler yapabilirse onları yapabilirsin. Vali tarafından bunun hesapları denetlenir, kayıtları denetlenir. Tarikatla serbest, Fransa’da 600 kadar tarikat var. Tarikatlar dernek olarak hukuk sistemi içinde özel hukuk kişisi olarak varlığını sürdürüyor.
Bizdeki yapı da Diyanet İşleri Başkanlığının üstte bir bakanlık gibi temsil ettiği dağıtılarak özelleştirilerek bir ayrılık sistemine geçme olanağı bulunmakta.
Sağlık Bakanlığının en uc noktasında köylerde köy sağlık ocağı var; Diyanetin en uç noktasında camiler şimdilerde bir de Kuran kursları var. İlde bilmem ne İrşat Merkezleri var. Biraz daha kaymakamlık çerçevesinde bilmem ne okuluna gitme var. Yani sadece din kamu hizmetleri değil, bunları saptamamız gerekir, boyutlanırını, bir atılım daha atarak şunu saptamak gerekiyor, dinselleşmiş kamu hizmetleri de var, dinselleşmekte olan kamu hizmetleri de var. Bunları da görerek tartışmak gerekiyor, yani ayrılık olacaksa bunların hepsini sonlandıracak bir ayrılık olmalıdır. Özelleştirme olacaksa bunların hepsini özelleştiren bir özelleştirme olmalı.
Şöyle bir güzellikle hareket ediliyor.
Bir İslam’da ruhban yoktur, yoktur ama “öldüğün zaman seni kim gömecek” bir de bunu söylerler. Hani yoktu ruhban,  yok ama o kadar da değil. “Öldüğün zaman ben araya girmezsem, seni kim gönderecek”.  Bu Aleviler için de geçerli. “Biz vermezsek seni toprağa iyi gitmezsin!” Hani yoktu ruhban aracı. Tanrıya yalvarmak için yok ama toprağa vermek için var demek ki”.
“İslam’da ruhban yoktur” kabulüyle başlıyoruz ve şu kocaman yeri görmüyoruz.
Meslek Lisesi var, mesleği ruhbanlık olan bir kitle var. Mesleği ruhbanlık olan kitlenin diğer kamu hizmetlerinde çalışıp çalışamayacağını tartışmıyoruz. Ama onlar çok iyi matematik dersi alıyor. Alırsa alsın bana ne adamın mesleği ruhban, bunu görmediğimiz için orası kalıyor bir.
Diyanet merkezi, oraya Aleviler girsin girmesin. Tartıştığımız için bir kamu hizmet i olarak tartışmadığımız için orayı da görmüyoruz.
Bir soru üzerine: (Türkiye entlijasyanın elitlerin sosyalleştiği kanallardan birisi, bir defa elitlerin karar vermesi gerekiyor. Masonların entilijasyanın sosyalleştiği kanallardan birisi. Fransız Masonluğuna ilişkin bir şeyler söyledik. Türkiye’de hangi masonluk ağırlıktadır. Denir ki İngiliz İskoç’la ağırlıklıdır, denir. Çok sanmıyorum çünkü İttihat ve Terakki geleneği Fransızcı bir gelenek. Ama 80 den sonra 2000 lerde 2010 larda sanırım diğerleri galebe çaldı gibi. Dinle daha uzlaşıklar.
Entelejans ne yapacak merak ediyorum, bekliyorum, böyle bir şey var gibi, biraz daha laiklik konusunda yeni yeni hevesi varmış gibi. Kamu hizmetlerinin tartışacağımız toplantı olacak sanırım. Orada kamu hizmetlerinin bilişiminde güçlü olarak var, ama devlet bunu aynı beceri ile sürdürebilecek mali kaynaklara sahip olacak mı bilmiyoruz.
Şu da bir gözlem sadece veri değil. Devlet okulundan kaçışın temel nedeni devlet okullarının medreseye dönüşmüş olması. Devlet okullarından kaçıyor insanlar, özellikle, parası olan devlet okullarından kaçıyor, çünkü orada ruhbandan              birisini öğretmen olarak görüyor. Bu da olası bir ekonomik krizde bir şey değil. Yani piyasaya güveniyorum. (salondan gülüşmeler) Bunu şaka olarak söylemiyorum, gizli ele güveniyorum.
Çocuğun eğitimi için, insanların en büyük kalemlerinden birisi. Medrese olarak kurulan özel okullar var, çocuklarını gönderenler var. Ama onlar da devlet desteğiyle yaşıyorlar. Bunları tartıştığımız zaman, devlet desteğini kestiğimiz zaman, bir tür çözüme bağlanacak, elbette bütün insanların kaçması değil, tam tersine medrese arıyan veliler var, veriyorlar çocuklarını, kâğıt üzerinde Milli Eğitim Bakanlığına bağlı, ilk yıl çocuğumuza okuma yazma öğretmiyor, bunu garanti ediyor. İlk yıl sadece Kuran okumayı öğretiyor. Yaza doğru ne olur ne olmaz diye özel öğretmenle Türkçe öğretiyorlar. Böyle okullar var, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı.
Bir arayış olarak laik eğitim olarak özel okullara büyük bir kayış vardı. Ekonomik kriz geldiği zaman bunun sürdürülebilir, devletten bir okul talebi olacak. Piyasaya güveniyorum.
Türk halkının şöyle bir şansı var, Büyük bir baskı döneminden geçiyor olması Türk halkının büyük şansı İkinci Abdülhamit dönemine benzetilebilir, Niyazi Berkes’in II. Abdulhamid’e saptamalarını dönüp dönüp okumak gerekiyor, II. Abdulhamid’in devlete ilişkin saptamalarını. O dönem bilimsel bilginin topluma yayıldığı zamandır aynı zamanda. Çünkü siyasi yazamadığınız zaman bilim yazarsınız. Açınız gidiniz bakınız, yayınevlerine bakın Dost, İmge, Arkadaş kitabevine popüler bilim kitapları, Evrime ilişkin, dünyanın oluşumuna ilişkin alabildiğince ciddisinden cıvığına kadar popüler bilim kitapları okunuyor. Bu baskı nedeni ile insanlar ayvayı yemiş durumda, insanlar tiyatrolara saldırıyorlar. Operaların, balelerin önünde yatıyorsunuz bilet bulamıyorsunuz aynı zamanda Türk halkının büyük şansı bu. Eğer ki elitler şu konuları takip edip 21. Yüzyıla ilişkin büyük bir izlenimler yapsın ki halk içinden bazılarını beğenebilsin.
Osmanlıda Sünni İslam, Sünni İslam’ın içinde resmi İslam, Sünni tasavvuf, Alevi Bektaşi tasavvufu var sanırım.
Müftüler, kadı ve müftülük örgütlenmesi, onların sahip olduğu vakıflar, her şeyden önemlisi medreseler, bu yapının hiyerarşik olarak en üst müftüye, yani Şeyhülislama, Şeyhülislam müftüdür. Her ilin müftüsü vardır, müftülerden bir tanesi daha sonra yüksek otorite ve Şeyhülislam olmuştur. Bu eğitime hâkimdir medreseye ve vakıflara hâkimdir. Vakıflar çok önemli, çok büyük para geliyor medreselere ve camilere. Bunların özelliği devletin hukukuna meşruiyet verir. Bir İlam hukuku uygulanır, örfün koyduğu kural uygulanır bir de, örfi hukukun İslam’ın kuralı, hükümdarın koyduğu kuralın uygulanabilmesi için Şeyhülislamın onay vermesi gerekir bu örgütün.
Elbette bireyler Osmanlıda, Türkiye’de de şu anda.  Günlük ibadetlerini yapabilmek için bu örgütün aracılığına gereksinim duymazlar. Bu anlamda ruhban yoktur elbette. Ama resmi bir İslam örgütlenmesi ve yorumu vardır. Devletin hukuku bu örgüt aracılığıyla var olabilir. Bu örgütün yanında Suni bir örgüt, Sünni İslam anlayışın örgütü, bu örgütün yanında Sünni tasavvuf vardır bir de. Sünni tarikatlar bir de, Sünni İslam anlayışı vardır. Bunlar daha çok sanırım tekkelerde varlar ve bunun da dışında heterodoks denilen, bu arada tasavvuf Türkiye’ye özgü bir şey gibi. Heterodoks tasavvuf anlayışı denilen yine stata dayanan bir Alevi Bektaşı anlayışı var. Bunlar da sanırım yine tekke ve zaviyelerde varlar.
Bütün bu ayırımların etnik çakışmasını ayrıca tartışabiliriz. Türklük, devşirmelik, bunun Osmanlı Egemenlerinin içindeki yeri vs ayrıca tartışabiliriz. Ama Cumhuriyete geçilirken bil ki II. Mahmut’tan Yeniçeriliğin kaldırılmasına alabiliriz ama uzun bir tartışma olur. (İlber Hoca tarzı olmasın, gülüşmeler) Cumhuriyete geçilirken Şeyhülislamlığa bağlı olan örgüt, açıkça düşmanla işbirliği yapıyor. İç içe, açıkça örtük mörtük değil, düpedüz Kurutuluş Savaşı karşıtı, o örgüt. Kurtuluş Savaşı başarıya eriştiği andan itibaren tavsiye oluyor bunlar. Şeriye ve Efkaf Vekâleti bistanlık yerine kurulur ve Cumhuriyet daha ilan edilmeden kurulur, ilk Bakanlar Kurulu oluşturulurken adı anılarak kurulur. Bunun nedeni fetva yetkisi Osmanlı toplumu tarafından Millicilere karşı kullanılıyordu. Onu kesmek için kurulur. Daha sonra Diyanet işleri Başkanlığı kurularak kaldırılır. Sadece o kaldırılmaz aynı zamanda vakıflara el konulur. Aynı zamanda medreseler kapatılır. Bu Osmanlının resmi din örgütlenmesini Cumhuriyet kaldırıyor. Kaldırılmasına sebep temel nedeni işbirliği yapmasıdır, siyasal nedeni. Hacı Bektaşilik bildiğim kadarıyla Cumhuriyete bağlı, Kurutuluş Savaşı’na bağlı, Kurtuluş Savaşı’na destek veriyor. Ama o da tasfiye görür, tekke ve zaviyelerin kapatılması ile orayı da tasfiye eder, onların örgütünü de tasfiye eder. Cumhuriyet ilk anda Nakşîliği tasfiye etmiştir. Ama bu tasfiye, Alevilerin Bektaşilerin örgütlerinden yoksun bırakılması Bektaşiler için Tanrının kendilerine bir lütfüdür. Çünkü özgürleşmişlerdir. Hatta 1960 larda 1970 lerde sol siyaset içinde yer alan Alevi Bektaşi’ler kendi dedelerini eleştiriler, azarlarlar, kovarlar. “Kimsininiz, nasıl bir şey istiyorsunuz, bizim üzerimizde nasıl bir otorite istiyorsunuz” diye. Alevi Bektaşilerin şimdi dönüyor olması iyi bir şey mi, kötü bir şey mi tartışılabilir ama özel olarak dediğiniz doğru. Alevi Bektaşiliğin uğradığı örgütsel tasfiye Cumhuriyette bastırmak onları özgürleştirdiği için çok büyük tepki göstermemişlerdir.
Bir de Tarikatlar, Sünni tarikatlar kapatılmıştır, ismi devlet örgütlenmesi dışında Sünni tarikatlar kapatılmıştır. Aynı konkordatoda olduğu gibi müftüler, şeyhülislamlık o örgüte kapatılmaya karşı Diyanet İşleri Başkanlığı verilmiştir. Çok sağlam bir çalışma var. Diyanet İşleri Başkanlığı örgütünde yer alanları inceliyor, hepsi Osmanlı Uleması.  Osmanlı uleması 1940 lara kadar Diyanet İşleri Başkanlığının örgütünde karar vericiler konumundalar.
Cumhuriyete bağlılık kalıyor, bağlılık Diyanet İşleri Başkanlığını veriyor. O nedenle Naklişiğin var olduğu yapı olarak Cumhuriyet resmi din örgütlenmesi diye bir sözleşme ile Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuştur. Yani sözleşme Sünni İslam’ın Osmanlıdan gelen örgütüyle böyle b ir sözleşme var.
Bu yapıda devletin kontrol ettiği bir İslam olmaktan çıkmış durumda, devletle beraber Osmanlı modelinin yeniden yaratılmasına doğru gidiyor gibi. Ayrılığı gerçekleştirmek acil bir gereksinme gibi o nedenle. Şeyhülislamınız var, geriye ne kaldı? Sultan gereksinimimiz kalıyor!
Devletin örgütlenmesinde din-tapını nasıl yer alacak. İki tane örgütlenme biçimi vardır, devletten topluma yönelen:
  1. Mal ve hizmet üretir ve yararlanmasına sunar, toplumun.
  2. Düzen sağlar. Kolluk yapar, kamu hizmeti kolluk yapar. İki işlevi yapar. Diğer içindeki ideoloji nasıl üretir. Rızayı nasıl üretir, hep bunları üretir, iki tane kaba şeyi vardır.
Devlet bir tapının örgütlenmesini mi yapacak, kolluk durumunu mu gözetecek. Bunu özel alana indirmemiz özelleştirmemiz gerekir. Osmanlıdan Cumhuriyetin devir aldığı iki şey var,
1-Resmi din örgütlenmesi. Şeyhülislam, müftülükler, medreseler, vakıflar. Bu ağır bir örgütlenme. Osmanlıda namaz zamanlarında sokaklarda dolaşanı kovalayan görevli var. Büyük olasılıkla kanunları inceleyen ona onay veren bir yapı var. Yani bir, İslamın içinde bir örgüt var, bunu devralıyor.
2-Alevi Bektaşiler heteredoks sistem var, bunlar hak mezhep sayılmayan gruplar. İtikati mezheplerin içinde hak mezhep sayılmayan mezhep var.
Daha ilginci ara bir soru olarak, tarikatlar var, tasavvuf var. Medresenin içinde de var tasavvuf, medresenin dışında da var. Kadirilik, Halvetilik, celvetilik nerede bunlar Türk İslam anlayışı tasavvufa dayanıyor. Bu yapı da var. Cumhuriyet gelmiş, bana bağlı olacaksın, senin bir bölümünü mars edeceğim gelebilirsin buraya diye sözleşmeyi yapmış. Alevi-Bektaşiler bunun içinde yok. Sünni tarikatlar büyük oranda var bunun içinde.
Eğitim kurumlarını bastırmış gerçekten. Ama medreseler kurulmuş ve 80 yıldır medreseler en yüksek düzeyden varlıklarını sürdürüyorlar.
Yani tartıştığımız sorun sadece Diyanet İşleri Başkanlığı değil. Bu bir bütün olarak toplumsal halinin, tapınının kendisine bırakılması ve bunun örgütlenme biçimi olarak derneğin bulunması. Bu hizmeti sağlayan din adamlarının Alevi de olabilir, Bektaşi de olabilir, Sünni de olabilir, tarikatlarda olabilir. Ne olursa. Bu gereksinimlerini karşılayan din adamlarının diğer kamu hizmetlerinde yer almasının engellenmesi. Örgütlenen tarikatların, yüklenilen tarikatların, mezheplere hiç girmedim, üzerinde kolluk denetiminin, ama ondan çok daha önemlisi mali denetimin kamu bakanlığı denetiminin sağlanması hesap, kitap denetiminin sağlanması. Önümüzde yapılacak şey bu olacak, olacaksa, Türkiye’de, ben söylediğim için değil. Hayatın gidişatı buna doğru.
Hiçbir birey çocuğunun bir imam tarafından, bir hatip tarafından ilkokulda eğitilmesini istemez, eğer özel olarak dini eğitim istemiyorsa. Hiçbir birey aynı zamanda imam olan bir doktor tarafından bakılmayı istemez. Büyük çoğunluk istemez, buraya doğru gidecek zaten
Burada önemli olan şey, önemli olan nokta bir kişinin dini inancı iyi kötü diye nitelendirmemesi gerekir, buna kimsenin hakkı yoktur. Kimse Allah değil, kimse Tanrı değil. Bunu bireyler yapabilirler, ama devlet adına hiç birinin yapmaması gerekir.
Zorlanılan bir şey yok mu, var nedir o. Birileri dernek kuruyorlar, “biz şu tapının tapınıcısıyız, üyelerimiz bunlar, gelirlerimiz bunlar, bize tapını derneği statüsü tanı”. Her gelene tanıyacak mısın? “Ben patates dinine inanıyorum, patates tapınısı kurdum”, temel sorunlardan birisi bu kime tanıyacaksın. Buna ilişkin ölçütlerde zorlanıyorlar. Özellikle yeni inançlar geliştiği oranda zorlanıyorlar ve yine tarikatlar daha kolay sayılıyor Fransa’da ama daha zoru aslında Amerikalılar da karşılaşıyorlar, herkes karşılaşıyor.
Sektler yani mezhepler, bir dini ilişki din temel tarikatı aşar; büyük yorumlar getiriyor. Örneğin Saintoloji, Yahua Şahitleri, Güneşe tapanlar vb bir sürü sektler var. Bu sektler bize cami verin biz tapını kurduk, bir yer verin biz şu ayrıcalıktan yararlanmak istiyoruz, bağış toplamak istiyoruz, bunlara ne yapılacak sorusu var. Buna ilişkin ölçütler geliştirmişler, bu ölçütlerden on tane saymışlar, onlardan bir tanesi varsa bu zararlı mezheptir ve bastırılması gerekir devletçe. Devlete sızma girişimi, devlete sızma girişimi varsa, diyor, bu bastırılması gereken bir yorumdur” diyor. Onun dışında neyi yorumlarsan, ister patates de, ister, leblebi de ne dersen de yani.
Orada başka şeyler de var, Adnan Oktar’dan çocuk alıyorsa, mantal, düşünsel, ruhsal dinlendirmeler uyguluyorsa, kayıt dışı para topluyorsa, paralel muhasebe geliştirmişse, bunları yaparsan ben bastırırım”, diyor. Bir şey var, “biz bunu özelleştirsek, tamamen derneklere bıraksak, bütün cami dernekleri derneklere bıraksak, falan ne olur:
1-Kimse sigortalı bir imam çalıştırmak istemez. Pek çoğunuz apartmanda oturuyorsunuz, sigortalı kapıcısı olan var mı? Bir tane sigortalı kapıcı vardır mahallede herkes ona toplatır. Bütün OSTİM e, işletmelere bakın büyük bir çoğunluğu kaçaktır. Bir dernek kuracaksınız, mahallenizdeki camiye bir imam bulacaksınız, nereden bulacağız, yetiştireceksiniz. Kendiniz okul kurup yetiştireceksiniz, kendiniz bir yapı oluşturup kendiniz yetiştireceksiniz.
Buldunuz, yetmez, müezzini var, kayyumu var, vaizi var, temizlikçisi var, güvenlikçisi var, elektrikçisi var, ramazanda mesaisi var bütün bunları başkasının hakkına girmeden biraz dini konuşalım, kendi paranla yapacaksın. Hepsini kayıtlı yapacaksın. Bu meşru bir şey, başarsın.
Canı çıkıyor insanların çocuğunu okutacak parayı bulmak için.
O zaman o tarikatın bu camisi, şu tarikatın şu camisi olur. Şimdi de öyle, İçişleri bakanlığı tarikatlara danışmadan imam atayamıyor. Hepsi hiç değilse kendi cebinde atar. Aynı zamanda ibadet açık olacak, eğer açmıyorsa o ibadeti kapatılacak orası.
Bütün bunların üzerin şu söyleniyor, deniyor ki, illegal yapıların eline geçer, devletin güvenlik örgütü olağanüstü aşamada, devletin mali örgütü çok güçlü. Paranın akışını denetlemek, kişilerin dolaşımını denetlemek, etkinliklerini denetlemek çok güçlüdür. Bu yapıların üzerine sağlam bir mali kolluk, sağlam bir idari kolluk uygulandığı zaman, insanlar ufak tefek çatışmalar dışında huzur içinde devletin endorisk olmadan yani devletin kendine daha başka din anlayışı dayatmadan özgürce kendilerini denetleyebilirler. Bizim bunların birçok bölümü şaşırtıcı gelebilir.
Caferi Camii var uzun süre Diyanet imam göndermedi, Caferiler istemedi, uygun olsun dedi. İstediği anlayıştakini bulur çalıştırır, bunun çözümü bu olacak yakın gelecekte.
Mahallenizde beş tane cami var. Bu karar alındığı zaman beş caminin bütün imamlarının görevine son verilecek. Beş cami devletçe kayıt altına alınacak içindeki mallar kayıt altına alınacak, buna envanter dönemi denilmiş. Orada çok kavgalar olurmuş, çünkü kilise çok zengin bizim camilerimiz öyle değil. Devlet diyecek ki, mahalledeki insanlar, bu ibadethanelerden yararlanmak istiyorlarsa şu kadar nüfusa şu kadar yönetim kurulu olan dernek kurun gelin. Bunlara tapını derneği denir. Bu derneklere bu camiler tahsis edilecek. Devlet ondan sonra hiçbir tapını binası yapmayacak. Ondan sonrakiler tapını binası olacak, dernekler kendi kendine cami yapabilecekler. Özel mülkiyet konusu imam hukukuna uyduğu sürece görevini sürdürüp gidecek.
Devletin derneklere tahsis ettiği camiler dernekler tarafından bir din görevlisi bulunarak temizliği, bakımı, onarımı, bakımı vb sürdürülecek. Derneklerin para toplamasına ilişkin, bağışlar vs lerine ilişkin defterleri olacak. Maliye Bakanlığınca izlenecek. O camiler, ibadethane artık ne ise cem evleri, kiliseler vs ler İçişleri Bakanlığının bir dairesi tarafından izlenecek. Zaten İçişleri Bakanlığının emir ve kurallarına uymamayı teşvik etmek, TC Kanunlarına uymamayı teşvik etmek, siyasi propaganda yapmak bunlar yasak olacak. Bütün camiler kamerayla donatılabilir gibi bu olacak. Başka din eğitimi sorunu var. Aynı zamanda cemaatler tarikatlar dernek olarak örgütlenecek. Yasaklayamazsız bunu olanaksız bir şey varlar zaten. Ama bu tarikatların dernek olarak örgütlenmesi olanak tanınması, kimin tarikat uhdesinde olduğu, tarikatların ne faaliyetlerde bulunduğu kayıt altına alınacak.
Tarikatlar, cemaatle ve mezhepler bunlar da dernekte örgütlenecek. Bütün bunların, bir de bunların üstüne düşen sosyal yardımlaşma yapıları vardır. Hastane kurarlar, aşevi kurarlar, şirket kurarlar bunlar da bir engel yok, ne yaparlarsa yapsınlar.
Bunları yapmış olanlar, burada örgütlenmiş olanlar, buralarda örgütlenip de buraların dini hizmetlerini verenlerin devlette çalışamaması, bunu sağlaması gerekir. Devlet nötr olarak yansız olarak kamu düzenini sağlamaya yönelik toplumsal olarak bir örgüt kuracak.
Öğretmeni, imamı olmayacak, polisi, imamı olmayacak, polisi bilmem ne sohbetine gitmeyecek, hâkimi, müstedibi olmayacak. Bu da anayasadaki laiklik ilkesine değil, sadakat ilkesiyle bağlantılı, derneğe sadakat olacak,  devlete sadık olacak, o tarikata sadık olacak, bu tarikata sadık olacak.
Şu anki yapı karanlık yapı, bir bulanık yapı ne olduğunu bilmiyoruz. Bu ne Fetullah Gülen örgütlenmesinin ne olduğuna ilişkin düşünce ne, yok bizde. Cemaat mi tarikat mı? Oylasak cemaat çoğunlukta çıkar herhalde. Cemaat mi tarikat mı, Menzil ne? Ben bir defa çorba içmeye gittim menzile; ee sen Menzilci misin? Bir cemaatle nasıl ilişki kurulur. Bunlara İlişkin devletin hukuk alanında devletin olabildiğince bir hukuksal model geliştirmesi gerekiyor.
Şu anda devletin her okulu veliye bir devlet olarak var şu anda. Din adamı diye bir kavramın olması gerekiyor ve devletin din adamı eğitimi diye bir kavramın olması gerekiyor. Din adamı eğitimli olan insanların devletin kamu hizmetlerinde yer almaması gerekiyor. Devleti nötr hale getirdiğimiz zaman, olabildiğince tabi ki. Fransa’da yargıç Katolik’tir. Ama büyük baskı Cizvit yargıç bulamazsınız herhalde,  büyük olasılıkla diyorum.
Hukukun Veberci Rasyonal bürokrasinin olanaklarını kullanmamız gerekiyor.
Atatürk döneminde 1905 modeli biliniyordu. Fakat kullanılamazdı, çünkü millet yarama zorunluluğu vardı; Fransızlarda millet yaratma zorunluluğu gibi. Aynı devlete bağlı bir toplum yaratmanız gerekiyor, örgütlenme yaratmanız gerekir. Millet yakarma zorunluluğuyla birlikte laiklik, laiklik aynı zamanda bir çatışma ilkesidir, Kurtuluş Savaşı için. Bir savaş ilkesidir laiklik. Millet yaratma zorunluluğu nedeniyle laiklik denetim altına alamaya çalışmıştır. O nedenle sözleşme yapmıştır. Elbette dağıtabilir de.
Kurutuluş Savaşının almış olduğu üstülük yasaların, epey bir kan dökülebilirdi, sanırım. Onun yerine bir tür uzlaşma seçilmiş. Bu tür uzlaşmanın günümüzde sona erdirilebileceğini düşünüyorum. Hoca laikleşme oldu mu ki, topluma bir laikleşme oldu mu ki, sona erdirilebilir. Bana kalırsa oldu. Ama tabi bana kalırsa.
Diyanet İşleri Başkanlığının hiçbir ideolojik üstünlüğü yok; saf dinimizi temsil eden bir Diyanet işleri Başkanlığı yok. Kim dinliyor ki, Diyanet İşleri Başkanlığını, hiç kimse dinlemiyor, hiçbir, Diyanet işleri Başkanlığının temsil ettiği İslam inancına inanan bir kişi olduğuna bile sanmıyorum. Alevi Bektaşi bir kenara koyun, diğer suni birisinin hepsini yol göstericiliğine aracı olarak tutuyor.
Şu anda da zaten bir tür konfederasyon gibidir, Diyanet İşleri Başkanlığı. Oradan bir konuşma geldiği zaman hangi çizginin konuşması olduğunu biliyorlar.
Dini haberler diye bir site var bakınız, kimlerle çatışıyorlar, içerde kimler var. Diyanet İşleri Başkanlığının temsil ettiği İslam inancı, İslam yorumu daha doğrusu bir ideolojik üstünlük ya da işlev görüyor mu emin değilim. Bir işlev görüyor mu emin değilim.
(Salondan birileri, “Diyanet hıyanet diyenler var”,  dedi. Dini bakımdan sosyalleşenler toplumsallaşanlar Diyanetin kanallarında değil, pek, başka kanallarda sosyalleşiyorlar. Bırakır mı devlet böyle bir ideolojik aygıtı. Devlet kimseye bırakır mı? Bir bölümü ben söyledim, entilijensya elitler, dedim, bu olabilir bir bölümü. Bir bölümü aynı zamanda CHP de olabilir, İyi Parti de olabilir, AKP de olabilir. Buraların da aynı zamanda düşünme gereği var. Şimdi bağıra bağıra şunu tartışıyorlar. Bizim kurmuş olduğumuz yapı deiz yetiştiriyor. Çok güzel ironik bir durum, tarihin dalga geçmesi. CHP ye sorarsanız CHP Diyaneti daha da güçlendireceğiz, Alevileri de içine alacağız. Nece tartışıyorlar, bu adamlar kim bu adamlar neyi konuşuyorlar. Kürtler İslam dinini bozuyor diyor. Kılıçtaroğlu nerede ise sahip çıkacak elemanlara. AKP kurmuş olduğu eğitim sisteminin deizme yol açtığını söylüyor. Herhalde biraz daha düzgününü verelim. Laikleşmeden söz ettiğim şey bu. Bir büyü bozma var. Çok büyük bir örgütlenme nedendir bilmiyoruz ama ya da nedenin nasıl olduğunu bilmiyoruz ama darbe gerçekleştirmeye çalıştı. Kriminal bir örgüt olduğu çıktı adamların. Öyle bir ortamda laikleşme nasıl yok diyebiliriz ki. Fransa’da Cizvitlerin tarikatların tasfiyesini anlattım, bir yanlaştırma benzeri tam anlamıyla. Yargı tasfiyesi adamların kulağından tutup attı Danıştay, Yargıtay’dan Anayasa Mahkemesinden, Üniversitelerden her yerden. Bunların içinde tabi ki öyle olmayan vs vardır ama bir dini örgütlenme üzerinde çok büyük bir deizifizyon oldu, birden bire güçlü bir şekilde. Deizifizyonu biraz daha bilimsel hale getirelim, derken bunun üzerine gitme olanağımız fazlaca olmadı tabi ki. Bunu hiç tartışmadım dediğim gibi. Din örgütlenmesi, zahir, batıl, Türk İslami gibi şeyleri burada, bu toplantının konusu olmadığı için tartışmıyorum.
Üretim tekniği tartışılabilir, bu bir yerelleşme değil de bu piyasalaşma; piyasa patlayıcıdır, devrimcidir ve olağanüstü yaratıcıdır. Yaratırken yıkar da, piyasanın gücüne güvenmek gerekir.
Laikleşme kavramı bireyin dünyayı, toplumun kendini anlamasındaki yerinin azalmasını anlatır laikleşme. Laikleşme dinin toplular üzerindeki açıklayıcı anlayışın özelliğini anlatır. Laiklik ise, devletle toplum arsındaki ilişkide devletin dini nasıl düzenleyeceğini, nasıl örgütleyeceğini anlatır. Ve bunun Biçimleri vardır. Örneğin size ben Cumhuriyet dönemindeki laiklik anlayışının Amerikan laiklik anlayışının bağlantısını anlatabilirdim. Amerika’daki laiklik anlayışı bizdeki liberallere ve insanın sanısının aksine çok katıdır. Devletin hiçbir kimsenin dini üstlenmesini kabul etmez. Oradan tutup da anlatabilirdim uzun boylu.
Fransa’ya ilişkin anlatmamın nedeni bizim kamu hukukumuzun, bizim devlet sistemimizin Kamu hukuku özel hukukun ayırımına dayanıyor olması ve kıta kısmının içinde yer alması ve aynı zamanda aşamalık düşüncesinde şu anda şu tarihsel uğrakta Türkiye’deki Cumhuriyetin başkanlık sistemiyle bu devlet sistemi olarak sona ermesi. Artık Cumhuriyetle olmayacağız, bir devlet biçimi olarak başkanlıkta olacağız. Ve bir de Üçüncü Cumhuriyet kurulma olasılığı bir tür benzetme. Bu nedenle de ben Fransa’yı tekil olarak anlatıp uygulanmakta olan bir model olarak sunuyorum. Onların karşılaştığı en büyük sorun şu ana Fransa’da biraz önce anlattığım derneklerle dinin özel hukuk içinde bireyler arasında ilişkiler örgütlenmesinin karşılaştığı en büyük sorun, bir yeni mezhepler ve ondan daha önemlisi İslam dinin, İslam hukukunun örgütlenmesi. Büyük sorun olarak bunları yaşıyorlar bunlara ilişkin yöntemler bulunuyor. Bulunan örgütlenme kurulum örgütlenmesi ile ilişkin tapını binalarının içinin denetlenmesi, tapını binalarının içinde Cumhuriyet karşıtı söylemin kullanılamaması, buna ilişkin kolluk önlemleri almaya çalışıyorlar. Böyle çözümler bulmaya çalışıyorlar. Ama asla ayrılık seçme söz konusu değil, ayrılma söz konusu değil. Din bireyin vicdani bir seçimi olarak var; diğer vicdani konulardan farkı yok. Din toplumsallaştığı oranda tapını biçimi nitelendiriliyor ve buna ilişkin örgütlenme biçimine biraz önce anlattım. Teşekkür ederim.

Cevat Kulaksız  

Cevat Kulaksız


ALİ NEJAT ÖLÇEN’İN DEĞERLENDİRMESİ

Sayın Cevat Kulaksız’a Sunum:

20.4.2018 günlü e-mail iletinizle Prof.Dr. Onur Karahanoğulları’nın “Laiklik Üzerindeki Düşünceler” konulu konuşma metnini iletmeniz nedeniyle Size teşekkürlerimi sunuyorum.

Sayın Prof. Onur Karahanoğulları’nın  o konuşmasındaki kimi yanıl-gılarını Size sunmayı görev bilmekteyim. Şu tümcesi kanımca Cumhuriyet ve ilk Anayasa konularını yeterince incelemediği ve Mustafa Kemal  Nutkunu yeterince araştırmadığı sonucuna ulaştım. Konuş-masının başlarındaki şu tümce kanımca  NUTUK’taki  gerçeklerin çok uzağındadır. Sayın Prof. Karahanoğulları’nın şu tümcesi gerçeklerle de uyuşmuyor:

İlk anayasamız Cumhuriyet değildi. 1921 Anayasası bir cumhuriyet devrin düzenlemiyordu. Meclis hükümeti vardı. Daha sonra Cumhuriyet ilan edildi,anayasa hala 1921 Ana-yasıydı. Cumhuriyet ilan edilememesinin nedeni hükümetin kurulmaması neden oldu.

Mustafa Kemal Paşa büyük Nutkun’da Cumhuriyeti ve ilk Anayasa konularının bütünselliğini oysa  şu sözleriyle açıklamıştı:

“Efendiler, görüyorsunuz ki, cumhuriyet ilânına karar vermek için Ankara’da bulunan bütün arkadaşlarımı davet ve onlarla müzakere ve münakaşaya asla lüzum ve ihtiyaç görmedim. Çünkü, onların zaten ve tabiaten benimle bu hususta hemfikir olduklarına şüphe etmiyordum….O gece birlikte bulunduğumuz arkadaşlar, erkenden beni terk ettiler. Yalnız İsmet Paşa, Çankaya’da misafir idi. Onunla yalnız kaldıktan sonra bir kanun lâyihası müsveddesi hazırladık. Bu müsvedde 20 Kânunsani  (Ocak) 1921 tarihli Teşkilatı Esasiye Kanunun şekli devleti tespit eden maddelerini şu suretle tadil etmiştim: Birince maddenin nihayetine “Türkiye Devletinin şekli hükümeti cumhuriyettir” cümlesini ilâve ettim. Üçüncü maddeyi şu yolda tadil ettin:”Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur. Meclis, hükümetin inkısam ettiği şubeleri şuabatı idareyi İcra Vekilleri vasıtasıyla idare eder”.

Prof.Onur  Karahanoğulları’nın  “1921 Anayasası bir cumhuriyet devrin düzenlemiyordu” sözünün ne denli yanlış olduğunu 1921 Ocak günü Mustafa Kemal Paşa açıklamış tam tersine Cumhuriyet ile Anayasa nın  tüm maddeleri. Birbirini destekleyerek hem Cumhuriyetin özünü Teşkilatı Esasiye’nin (Amayasanın ) özü olarak açıklamıştı.

Prof Onur Karahanoğuları’nın  “Cumhuriyetin ilân edilmemesini Hükümetin kurulmamış olmasına” bağlayan tümcesi de yanlış. Çünkü Türkiye’nin ilk Anayasası ve Devletinin niteliğini açıklayan 20 Ocak 1921 tarihinde  3 Mayıs 1920 tarihinde I.İcra Vekilleri Heyeti (Yani ilk hükü-met oluşturulmuştu ve  ilk programını  Maarif Vekili Dr. Rıza Nur Mecliste açıklamıştı 9 Mayıs 1920 günü.

Prof.Onur Karahanoğullar’nın 7 Nisan 2018 günlü konuşmasının başlarında 1962 Anayasasının “kurduğu Cumhuriyet biçimi  82 ‘de sürdürülüyor” sözü de gerçek dışıdır. Aslında 27 Mayıs 1960 günü askerî müdahale Cumhuriyetin özüne ters düşen Adnan Menderes’in plansız, ABD eşgüdümündeki demokrasi dışı iktidarını üç ilke ile  Mustafa Kemal’in Cumhuriyetine yakınlaştırmayı amaçlamıştı. Örneğin 62 Anayasasının 11 maddesinin son bendinde  “Kanunlar, temel hak ve hürriyetlerin özüne dokunamaz” hükmünü getirmiş ve Cumhuriyetin temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunulamayacağını Anayasa hükmüne bağlamıştı. 7 Kasım 1982 gün ve 2709 sayılı yeni 82 Anayasanın  5.maddesiyle  “kişinin temel hak ve hürriyetlerini  sosyal hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayacak suretle yok olmasını “ öngörmüş ve DSP iktidarını Milliyetçi Hareket Partisinin 30 genç üyesine Devlet Bakanlığını armağan ederek 57.Hükümetinde bu ilkeyi  yok sayabilmiştir CHP’nin bir zamanlar Karaoğlan’ı Bülent Ecevit.

1962 Anayasası ile Devlet Planlama Örgütünü kurarak Mustafa Kemal’in 1932 ve 1935 yılındaki Planlı Sanayileşme sürecini yeniden yaratmış ve rantablı olmayan yatırımların Devlet Bütçesi’nde yer almamasını kara bağlamıştır. O Anayasa ile Anayasa Mahkemesini kurarak temel hak ve özgürlüklere dokunan yasaların hükümsüzlüğüne olanak sağlamıştır. Büyük Millet Meclisinde Senato, Anayasa Mahkemesi öncesinde Meclisin Yasalarını yeniden görüşmek üzere geri çevirme yetkisiyle donatılmıştı.

Prof.Onur Karahanoğulları konuşmasında Laiklik ilkesi ile ülkemizdeki laiklik kavramını Fransız kültürüne bağlaması’nı da yadırgamak gerekir. Aslında laikliğin ilk temel ilkesini Mustafa Kemal betimlemişti. Bilim, En Gerçek Yol Göstericisidir “ ilkesiyle. Laikliğini özü ve temelidir bu ilke.  Prof. Onur Karahanoğulları, aslında bu ilkeye yer vermeliydi.

Aslında İslam’ın Kutsal kitabı Kuran’ın Nisa Sure’sinin 90’ncı Ayeti de laikliği özlü biçimde tanımlamaktadır. Laikliği dinsizlik türünde yorumla-yan cahil ve İslamcılığın kara yobazlarını o ayeti anımsatmak gerekir. Bunu Prof.Onur Karahanoğullar’ından beklerdim:

“İslam’ı red edenlerin de bizlerle barış içinde birlikte  yaşamak isterlerse Tanrı size onlara saldırmak için yol vermemiştir”, diyor.
Bu Ayet te laikliğin en özlü tanımıdır aslında.
Sekularizm ilkesi açıklanmadan Laiklik tam olarak anlatılamaz kanımı  bu nedenle bilgilerinize sunuyorum. Bu yanıtıma, Türkiye Sorunları kitap dizisinin 121.sayısında yer vereceğim. Bilgilerinize sunuyorum.
Saygılarımla. 24.4.2018

Laiklik Üzerine Düşünceler
Ali Nejat Ölçen’in özgeçmişi:
Ali Nejat Ölçen (1922-……
Ali Nejat Ölçen 4.(XV) ve 5.(XVI) Dönem İstanbul milletvekili, araştırmacı yazar. DPT Uzmanı, Hacettepe Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim görevlisidir. Türkiye İnsan Hakları Kurumu Vakfı kurucu üyesidir. Evli ve 2 çocuk babasıdır. 
Doğum tarihi: 1922 (96 yıl yaşında), Amasya, Türkiye
1946-60 arası mühendis, 1960-73 iktisatçı ve 1973-80 politikacı. 1980 sonrası okuyor, yazıyor, konuşuyor. “Yapı Acısı” ilk romanı.
Onu üç yıl süreyle, yayımladığı bilimsel “Yapı-Teknik” dergisi izliyor.
1962’de Almanya’da Kiel Üniversitesi’nde, endüstriyel yer seçiminde maksimum maliyet ilkesinin geçersizliğini matematiksel olarak ispatlıyor ve “Minumum Maliyet” ilkesini öneren araştırması 1965’te “Weltwirtschaftliches Archiv”de yayınlanıyor. 1966’da “Aksolerasyon Prensibi ve Türkiye’nin Makro Ekonomik Hedefleri”, 1967’de “Türkiye’nin Endüstrileşme Sorunu”, 1974’te “Halk Sektörü”, 1976’da “Demokratik Sosyalizme Giriş”, 1978’de “Toplum Sağlığının Ekonomik Analizi” doktora tezi, 1982’de “Karl Marx ve İngiliz Emperyalizmi” kitapları. 1984’te Almanya’da Duisburg Üniversitesi’nde Türk işçilerinin geri dönüş eğilimlerini etkileyen ekonomik ve pisikolojik unsurlar üzerindeki araştırması “Türken und Rückkehren” adıyla yayınlanıyor, sonraları, “İslamda Karanlığın Başlangıcı”, “Devlet Yokuşu”, “Ecevit Çemberinde Politika”, “Vetluga Irmağı”, Florida Üniversitesi’nde “Vetluga Memoir” olarak İngilizce’ye çevrilerek yayınlanıyor ve “Osmanlı Meclisi Mebusanında İttihat ve Terakki Fırkası Zorbalığı ve Siyasal İşkenceler” adlı kitabının ikinci baskısı ve şimdi “Kemalizm’in Ekonomisi”nin genişletilmiş ikinci baskısı.
1999’da A.D.D. Genel Merkezi başarı ödülünü aldı. 2001’de Pembe Köşk’de açılan Halkevleri sergisi sonrasında, İnönü Vakfı için “Halkevleri” kitapçığını yazdı.
“Türkiye Sorunları” adında kitap dizisini yayımlıyor ve isteklilere ücretsiz gönderiyor. 1045 okuyucusu var. Ürün dergisi okuyucularının 1996’da yılın iktisatçısı seçtiği Ali Nejat Ölçen, iktisadı bilim değil disiplin olarak tanımlamakta.
https://www.ismetinonu.org.tr/index.php/ismet-inonu/74

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget