Osmanlı da Kadın Sanatçıyı Dışlıyordu, Kaybedilen Savaşların Kadınlar Yüzünden Olduğuna İnanılıyordu.

Çağın en gerisinde kalmış, bilim ve sanattan fakirliğinden geri kalmış Osmanlı’nın sanki başka işi yokmuş gibi, kadınları bir öcü gibi göyüyor, onları sokakta

Osmanlı da Kadın Sanatçıyı Dışlıyordu, Kaybedilen Savaşların Kadınlar Yüzünden Olduğuna İnanılıyordu.
Meclis Başkanının kadınları dışlayan, aşağılayan, tavrı bizi Osmanlının kadınlara bakışına götürdü. Baştakilerin çokça özendiği Osmanlılar daha da çok kadınları dışlıyor, aşağılıyordu. Metnin sonunda yazılı kaynaklardan aldığımız, bu yazımızda Osmanlının kadına bakışını örnekleriyle vermeye çalışacağız.
Osmanlı ülkesinin batmaya-yıkılmaya başladığı işgal altındaki İstanbul’da, ülkenin başına gelen her türlü felaket, bela, uğursuzluk kadınların ahlaksızlığına, kafalarına göre “çızgıdan çıkmış kadınlara” ve onların uğursuzluğuna yorumlanırdı.  Bu nedenle bu güya kadınların uğursuzluğunu önlemek için,  kadınlara karşı bir ahlak komisyonu kurulur.  Ramazan akşamlarında Direklerarası’nda, yan sokaklarda süngülü askerler, zaptiyeler dolaşırlar. Bunların görevleri, caddeye çarşaflı peçeli de, olsa kadın sokmamaktı. Çünkü bu “uğursuz mahlûkların” dışarı çıkmaları yasaktı. Şeriatçı Tevhidi Efkâr Gazetesi, sanki devletin yıkılışı kadın yüzündenmiş gibi, “kadın açık saçıklığına dikkat etmediği için” eleştiriyor, iki güne bir İstanbul Polisine hücum eden yazılar yazıyordu.
İşte o sıralarda, kocası ile bir ada oteline inen bir Türk kadını, polis müdürü tarafından kolundan tutulup yaka paça dışarı atılmıştır. Osmanlıda kadınlar bu denli baskı altında idi. Aynı arabaya binen kadın ve erkekten zamanın polisi karı koca vesikası soruyordu. Gerçi şimdilerde de kadınlara, “şort giydin, mini etek giydin” diye saldırılıyor.
Sonradan vekilliğe kadar yükselen TBMM de bir mebus, çarşaflı karısı ile Ankara Karaoğlan Çarşısında (Ulus’ta)  görüldüğü için, meclis koridorlarında kendisine günlerce lânet okunmuş ve uzun süre dışlanmıştır.  Çağın en gerisinde kalmış, bilim ve sanattan fakirliğinden geri kalmış Osmanlı’nın sanki başka işi yokmuş gibi, kadınları bir öcü gibi göyüyor, onları sokakta kocasının yanında bile görmek istemiyorlardı.
Birinci Dünya Harbinde bozgunlar üzerine, Enver Paşa halk arasındaki cahil insanların dedikodularını durdurmak için, kadın tavizine girişir. Çarşafların ayakların hangi noktasına kadar ineceğini tespit etmek için bir komisyon bile kurdurmuştur. Yine bir polis müdürü, otellerin birinde karı kocanın birlikte oturduklarını duyunca, bizzat otele giderek kadını sokağa atmıştır. İşte Osmanlı yıkılış yıllarında böylesine kadını aşağılıyordu
Yine Çanakkale Savaşından Anı
Çanakkale Cephesinde dövüşen büyük rütbeli bir subayın, anaları Alman olan kızları, bir gün kadınlı erkekli Alman davetlileri ile birlikte buluşmuşlar. (Zaten cephenin başkomutanı Alman’dı, Liman Von Sanders). Türk Kadını bu davette bulundu diye, bağnaz Enver Paşa bunu duyar duymaz, cephede savaşan subay babayı hemen emekliye ayırmıştır, (Oysa cephede zabit sıkıntısı çekilmekte).  O aileden bir hanımla evli olan bir levazım memurunun da görevine son verdirmiştir. 

İstanbul’da Türkçüler, piyano çalan veya nutuk söyleyen, çarşaflı hanımı sahneye çıkarmayı bir devrim saymışlardır.
Mütareke gazeteleri okununca, Osmanlı saltanatının sanki kadınlar yüzünden batmış olduğunu zannederdiniz. Mondros’ta teslim olmuşuz, kadına hücum;  düşman donanmaları İstanbul’a demirlemişler, kadına hücum; hazine dar o ay maaş verilememiş, kıtlık olmuş kadına hücum… Gazetelerin birçoğunda İstanbul Polis Müdürlüğü “kadın meselesi ile yeteri kadar ilgilenmediği için”, bazı gerici basında ve gerici çevrelerde tenkit edilmekte idi.
Frengi Muayenesi: TBMM Sıhhiye Komisyonunda, o vakitler Anadolu’yu saran frengi illetini önleme tedbirleri arasında evlenecek kadınların daha önce muayene edilmesi için kanun hazırlanmıştı. Gericiler hemen, “bir bakire kadın hekime gösterilemez” diye ayaklanıverdiler (o zamanlar doktorlar erkekti). (Bu tür tartışmalar yakın tarihin TBMM sinde bile tartışma konusu olmuştu)  Bir hoca, “evlenecek olan kadını ebe kadın görür, hekime gördüklerini söyler, lâzımsa, hekim ilaç verir”, diye teklif etti. Mecliste Komisyon Sözcüsü Dr. Emin Bey buna karşı dayattığı ve tartışma sırasında bir hocaya tokat attığı için, mecliste az daha linç ediliyordu.
Şimdi bile bazı türbanlıların erkek doktora, aynı kafalı erkeklerin de kadın doktora muayene olmak istemeyenlerine rastlıyoruz.
Tiyatro tarihinde ilk kadın tiyatrocumuz Amelye (Seniye) Hanımdır. Abdülhamid döneminde sahnede Ahmet Fehim Efendi’den sonra tek tük bazı Türk asıllı sahnede görünmüşse de, kadın oyuncular tümüyle Ermeni idiler. Kadınların sahneye çıkması toplumca yasaklandığından, Türk sahne hayatının ilk yıllarında kadın rollerini, kadın kılığına girmiş “zenne” denilen erkekler yaparlardı.
Bağnazlığın en kara ve koyu döneminde bir Türk kadının “Amelye”- (Ermeni) takma adıyla sahneye çıktığını Ahmet Fehim Efendi söyler. Asıl adı Seniye Hanım olan bu kadın İstanbul’da bir kazaskerin kızı imiş. Kazaskerin çubukçubaşısına ilgi duymuş. Babası öldükten sonra bu adamla evlenmiş, eski çubukçu başı efendisi ölünce yaşamını kazanmak için, tuluat oyunculuğu yapmaya başlamış. Tanınmaktan ve başlarına bir belâ gelmesinden korktukları için, oluşturdukları tuluat topluluğuyla Anadolu’da dolaşmayı yeğlemişler. Bu topluluktan Firari Hüseyin Efendi adlı bir tuluat oyuncusunun, asıl kimliğini gizleyen Amelye Hanım’a karşı tutkunluğu varmış. Kadının Ermeniliğine inanmamış, Türk olduğunu anlayınca amacına ulaşabilmek için kadına gözdağı vermeye başlamış, durumu açığa vuracağını söylemiş.
Topluluğun ve Fehim Efendi’nin Ankara’da bulunduğu sırada Emelye Hanımı hamamda Vali Abidin Paşanın eşi görüp tanımış, eski kazasker kızı Seniye’nin oyunculuğunun takma adını ve öbür uğraşlarını bilmediği için, Ankara’ya nasıl geldiğini, ne yaptığını sormuş, konağa çağırmış. Seniye Hanım’ı vali paşanın hanımına konakta durumu ağlayarak anlatınca, kocasına bir memurluk verilmiş. Amelye Hanım böylece kocası ile birlikte sahneden çekilmiş. Seniye Hanımlığa dönüş yapmıştır. Bu duruma göre, eğer tuluatçı da tiyatrodan saymak olanağı söz konusu olabilecekse, Türk kadını sahneye, sandığımız gibi ikinci Meşrutiyetten sonra ve son birkaç yıl içinde değil, Cumhuriyet devrinde çıkmış demektir.
Osmanlı da Kadın Sanatçıyı Dışlıyordu, Kaybedilen Savaşların Kadınlar Yüzünden Olduğuna İnanılıyordu.
Seniye Hanım’a yapılan bağnazca baskı ve yasaklar, Orta Çağın, bilim, bilim adamlarının üzerindeki baskının örneği ve uzantısı olarak, günümüze kadar devam ede gelmiştir.
Kurtuluş Savaşı günlerinde, birinci TBMM de “Nahiye (bucak) ve Köyler İdaresi yasası görüşülmekte iken, Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Bey, “savaş nedeni ile birçok köyde kadınlar dul kaldığı için, nahiye kurullarına artık kadınlarımız da üye olarak girebilmelidir”, diyerek kadınlara seçme ve seçilme hakkını teklif eder. Bu teklife bazı gerici milletvekilleri şiddetle karşı çıkarlar.
Konya Milletvekili Vehbi Çelik Hoca, kadına verilen seçme seçilme hakkı ile komünistlik arasında, kafasında bir ilişki kurar ve şöyle diyerek tepki gösterir: “Bizim memleketimize Bolşeviklik girmedi, girmeyecek!” . Kendi kafasına göre kadınlarla komünistlik arasında bir bağlantı kurmaya çalışır. Çankırı Milletvekili Hacı Tevfik Efendi ayağa fırlayarak, “seçim yalnız erkeklerin hakkıdır”, der.
Konya Milletvekili Musa Kâzım Efendi (Göksu) de şöyle der: “…Türk kadını seçim hakkı istemiyor, istemez. Çünkü kadınla erkeğin bir arada bulunması asla caiz değildir. Olamaz. Yapılan öneriyi şiddetle reddediyorum”… Mustafa Kemal, bu tür gerici konuşmalara, meclisteki birliği sağlamak, savaşı kazanmak durumuna kadar sabredecektir.
Türk Köylüsünün, Türk Çiftçisinin sofrasında, öküzünden sonra gelirmiş kadınları, anaları, bacıları, karısı. Çünkü yerine göre, “kaşık düşmanı” olan kadınlara karşı,  öküzünün gücünden ekmek, tarla sürmek, ekin biçmek gibi çok faydalı işlerle faydalanıyordu. Yüzyıllarca devam eden bu görüş, traktörün arttığı, öküzlerin azaldığı 1950 li yıllara kadar devam etmiş. 
Oysa Türk Kadını, Orta Asya’da bin iki yüz yıl önce Orta Çağ’ın İbn-i Sina, Biruni’lerin yaşadığı, bilim ve kitabın çok sevildiği çağlarda, çok daha özgür ve yaratıcı idi. Günümüzde Suudi Arabistan ve İran gibi çok tutucu ülkelerde kadın, aşağılık bir mahlûk gibi görülmekte.
2 Aralık 2005 günü, Türkiye’yi ziyaret eden, daha önce irticai faaliyetleri yüzünden Türkiye’den kovulmuş ve sonradan İran Dışişleri Bakanı olunca, ilk ziyaretini Türkiye’ye yapmakta olan İran Dışişleri Bakanı Manuçehr Mottaki, kafadaşı Erbakan’ı evinde ziyaret etmiş. Hiçbir bayan gazeteci yanlarına alınmamış ve o günlerde Türkiye’yi ziyaretinde, hiçbir kadın eli sıkmadığını, tüm Türk gazeteleri yazıyordu. 
Osmanlı da Kadın Sanatçıyı Dışlıyordu, Kaybedilen Savaşların Kadınlar Yüzünden Olduğuna İnanılıyordu.

Günümüz dünyasında, kadının şoför bile olmasının, bankaya tek başına gitmesinin yasak ve kadının köle gibi olduğu Arabistan ve öteki İran gibi aşırı dinci ülkeleri görünce, lâik T.C. ni kuran, Türk Kadınlarına hak ettiği yeri ve değeri veren, Atatürk’e, insanın daha çok rahmet okuması geliyor. Ama bu çağda İsmail Kahraman gibi toplumsal geri vitesli yöneticilerine ne demeli.
Sözcü’de yazan Yılmaz Özdil, 1 Nisan 2018 günlü Kadınsız Tiyatro başlıklı yazısında “şunları yazıyordu: “Laiksiz anayasa” isteyen Meclis Başkanı İsmail, şimdi de “kadınsız tiyatro” istemiş…mecliste sergilenen Çanakkale konulu tiyatroda, kadın sanatçıların sahneye çıkması engellenmiş, erkek erkeğe oynanmış filan.”
Bekir Coşkun da Sözcüdeki köşesinde bunları yazıyordu.
“Osmanlının Kadına bakışı gibi olduk.
Dizide öpüşenlere ceza,
Mini etek, şort giyenleri dolmuşta, otobüste dövüyorlar.
Mayolu afişleri yırtıyorlar.
Milletvekilleri bile turbana bürünüyor.
“Manevi değerlerine uygun değil diye TBMM deki tiyatro gösterisinde, Anadolu kıyafetleri giydikleri halde sanatçı kadınları sahneye çıkarmadılar”.
Plajlarda AKP li belediyeler kadın ve erkek plajları diye ayırmaya başladı.
Düğün, nişan törenlerinde bile kadın erkek ayırımı yapılıyor.
İçki satışları gittikçe azalıyor, yer yer yasaklanıyor. Şöyle ülkeye turist gelir mi?
Ya gittikçe artan kadın cinayetlerine ne dersiniz.
Osmanlı da Kadın Sanatçıyı Dışlıyordu, Kaybedilen Savaşların Kadınlar Yüzünden Olduğuna İnanılıyordu.
Bu arada, ilk Müslüman kadın tiyatrocumuz Afife Jale’ye de (1902–1941) değinelim. 1918 yılında sahneye çıkan Afife Jale, Bahire, Memduha, Beyza ve Refika adlı Türk kızlarıyla Darülbedayi’de sanatını sürdürürken, polis takibatına uğradı ve 1921 de Müslüman kadınların sahneye çıkması yasaklandı. Polisin yaptığı takibat ve yasaklamalarla uğraşırken, Afife Jale ruh sağlığı bozularak akıl hastanesinde can verdi.   

(Kaynak:1- Çankaya Falih Rıfkı Atay Sf: 283- 328–392–446–447)s                    
2-İstanbul Nasıl Eğleniyordu Refik Ahmat Sevengil Sf:125)
3- Pilav Üstü Az Politika- O. Bülent Okutan Sf: 46
Cevat Kulaksız  
Etiketler:

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget