12 Ağustos 2017 Cumartesi günü Kızılay’a gitmek üzere Ostim Metrosuna bindim. Benim bir huyum var, özellikle metrolarda sağımda solumda yanımdaki kişi ile kim olursa olsun konuşmak için bir bahane, bir konu bulmaya çalışırım, onu konuşturmak isterim ve konuşurum.
Hemen sol yanımdaki ismini dahi sormaya gerek görmediğim şişman bir adamla konuşmaya başladık, daha doğrusu onu biraz konuşmaya zorladım. Ama adam çekine çekine konuşuyordu.
Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin özel hak otobüslerini denetlemediğini, 65 yaş üstü vatandaşları taşımadıklarını, belediyenin de bunlara kart okuyucu takmadıklarını, yasal olduğu halde belediyenin ihmal ettiğine değindik.
O ülkemizdeki düzensizlikleri, olumsuzlukları, anlatıyordu. Biraz da sanırım, Avrupa görmüşlüğünü göstermek için, “ben Avrupa’da iken” diye konuşmaya başlıyor, iyi gördüğü Avrupa’daki örnekleri anlatıyordu. Dış İşleri Bakanlığında çalıştığını, yurt dışında ateşe yardımcısı olarak çalıştığını söyleyen şişman adam, zaman zaman beni uyarıyor, “aman yavaş konuş, ortam iyi değil” diyordu.
Ben de ülkemiz iyi yönetilmediğini, demokrasimizin, iç ve dış politikalarımızın yanlış olduğunu örnekleriyle anlatırken, bu nedenle Avrupa’da pek itibarımızın olmadığını söylüyordum; şişman olan orta yaşlı adam, yine beni uyarıyordu, “ortalıkta polis ajanlar var, aman yavaş konuş” diyordu.
Ben de, her yerde, her ortamda özgürce konuşamazsak, korkuyorsak işte buna faşizm denir, dedim. Adam da, “neylesin ülkemizin hali böyle” diyordu.
Bu ve daha başka yerde, başka kişilerle yaptığım konuşmalarda gördüm ki, halk üzerinde öylesine gizli bir baskı paranoyası var ki, sanıldığı gibi baskı olmasa bile, halkımız ülke meselelerini açıkça-rahatça konuşamıyor, iktidarı eleştiremiyor. Demokratik bir ülkede insan yanındaki ile tartışmaktan, sohbet etmekten korkar mı? Maalesef vatandaşın görüşü, tahmini, korkusu böyle görünüyordu.
O sırada Sıhhiye istasyonuna gelmişiz, konuşmayı sürdürdüğümüz şişman adam izin isteyip indi. Hemen sağ yanıma baktım, 13-15 yaşlarında olduğunu sandığım bir erkek çocuk oturuyordu, yanında da ona çok yakın, ötekinin yaşına yakın bir kız çocuğu oturuyordu. Ona da sokulup, “kaçıncı sınıfta okuyorsun” diye sordum. Çocuk kendince doğal bir halle “ben okula gitmiyorum” dedi. Onun okula gittiğini sanarak, elbette şimdi okullar tatil, herkes okula gitmiyor, sen kaçıncı sınıfta okuyorsun, diye sorduğumda, çocuk, “ben burada hiç okula gitmiyorum” dedi.
Okula hiç gitmediğini söyleyince, ben onun adına okula gitmediğine çok üzüldüm, nasıl okula gitmezsin, diye çıkışırcasına cevap verdim. Sanki tansiyonum yükselmiş gibi oldum.
Nerelisin, diye sordum.
“¬-Irak’lıyım” dedi. Durumu anlamıştım, özel durumları vardı, bizim vatandaşımız değillerdi ama yine de Irak’lı Türkmen kardeşlerimizin çocuklarıydılar. Sanki benim tansiyonum düşmüş gibi oldu. Anlaşıldı, diye mırıldandım.
“-Telafer’li misin yoksa, diye sordum.
“-Telafer’liyim”, dedi.
“-Adın ne, diye sordum.
“-İbrahim”, dedi.
“-Kaç yaşındasın”, diye sordum.
“-On üç yaşındayım”, dedi.
Hemen yanında, aynı yaşta görülen bir kız çocuğu oturuyor, o da bizi dikkatle dinliyordu.
“-Bu kız kim”, dedim.
“-Kardeşim, dedi.
“-O da mı okula gitmiyor, dedim
“-O da gitmiyor”, dedi.
Ya çocuklar mutlaka okula gidin, okula gitmeden olmaz, ne iş yaparsanız yapın, mutlaka okula gidin, dedim. Hemen cep telefonuma davranıp alelacele yanımdakilerin otururken ki hallerini çektim.
Kızılay metro son durağa gelmiştik, herkes iniyordu.
“-Giden sene okula almadılar,” dedi.
Anladım ki, Irak, Suriye’yi ateşe boğan IŞİD belasından kaçan Türkmen kardeşlerimizin çocukları idiler. Eğitim, okul görmeyen bu yavrular ne yapacaklardı, gelecekleri ne olacaktı, ya vasıfsız işçi, hamal, bulaşıkçı, evlere gündelikçi veyahut da, dilim varmıyor geleceğin potansiyel suçlusu olacaklar diye düşündüm.
Devletimiz-hükümetimiz ne yapıp edip böylesi çocukları gerçek isimleri ile okula almalılar. Bu çocuklar gibi Suriye’den gelenler ve çoğunluğunu teşkil eden çocuklarla birlikte, 600 bin civarında çocuğun okul çağında olduğu açıklanıyordu.
Böylesi pek çok çocuk, sokaklarda, anneleriyle birlikte dilencilik yapmaktalar.
Öğretmen olarak ilk göreve 1960 lı yıllarda Diyarbakır ve Ağrı’da başlamıştım. Oralarda o yıllarda birinci, hatta ikici sınıflardaki öğrencilerin böylesine, nüfus cüzdanı olsun, olmasın, boyca bedence öğrenim çağına gelmişse çocukları okula alırdık, söylediği adıyla çağırırdık, ama mutlaka okula alır ve okuturduk. Çünkü bu çocukların okutulup topluma kazandırılması gerekirdi.
Öyleyse, Irak’tan, Suriye’den gelen bu çocukların birçoğu muhtemelen ülkemizde kalacak olduğunu düşünerek, mutlaka okullara almalıyız, kapasiteleri oranında okullara alırken, UNESCO gibi kuruluşlardan yardım, destek almalıyız. Aksi halde, okumasız, mesleksiz büyüyen bu çocuklar geleceğin potansiyel suçluları olacaklar.
Resimler. Irak’lı iki kardeş İbrahim Yunus (13), Ayşe Yunus (12) Metroda yanım otururlarken, metrodan indikten sonra yan yanalar.
Cevat Kulaksız
¬¬¬¬¬
Yorum Gönder