Şubat 2016
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Sorumsuz olmanın sorumluluğunu taşıyabilmek...
Sorumsuz olmanın sorumluluğunu taşıyabilmek.

İşte, bugün için Türkiye'nin temel sorunu, sorumsuz olmanın sorumluluğunu taşıyabilme gerçeğinde yatmaktadır.

Anayasaya, Anayasa Mahkemesinin kararlarına uymayan ve saygı göstermeyen, buna karşılık, aynı anayasaya göre kendi eylem ve söylemlerinden dolayı sorumsuz olan ve bu sorumsuzluğuna sığınarak ve güvenerek, bu anayasal sorumsuzluğunu kötüye kullanan Tayyip Bey'in; işte, bu sorumsuz olmasının manevi sorumluluğunu taşıyamaması, bu ülkenin ve ülke insanının temel sorunudur.

Ülkenin Cumhurbaşkanı, anayasaya göre sorumsuz.Sadece vatana ihanetle suçlanabiliyor ve bunun için de; meclisin, sağlanması asla mümkün olmayan, ezici çoğunluğunun oyu gerekiyor.

Ülkenin Cumhurbaşkanı; vatana da ihanet etse, gerekli olan ezici meclis çoğunluğunun sağlanamamasından yararlanarak, sorumlu tutulamıyor, vatana ihanet dışında kalan, yasalara ve anayasaya açıkça aykırı olan diğer tüm eylem ve söylemlerinden dolayı ise; anayasaya göre zaten sorumsuz, kimseye hesap vermiyor, fakat, Türk Ceza Kanununda yer alan Cumhurbaşkanına hakaret suçunu yaptırım altına alan maddeden yararlanarak, hakaret içermediğ halde, kendisinin anayasaya ve yasalara açıkça aykırı olan eylem ve söylemleri nedeniyle, kendisini ağır şekilde eleşitirenlerden şikayetçi olarak hesap sorabiliyor.

Tam bir çıkmaz sokak.

Hani, almadan veren bir Allah'tır denir ya. Cumhurbaşkanı Tayyip Bey'in durumu da, haşa Allah'tan farksız,insanlarımıza vermiyor, yani, kendisi anayasaya ve yasalara uygun davranmıyor,saygılı olmuyor ama, kendisi için vatandaşlardan saygı bekliyor,vatandaşın kendisine yönelik hakaret dahi oluşturmayan ağır eleştirilerinden dolayı, Cumhurbaşkanına hakaret ettikleri gerekçesiyle onlardan davacı oluyor.

İşte, tam burada, sorumsuz olmanın sorumluluğunu taşıyabilmek kavramı öne çıkıyor.
Herşeyin, mevcut anayasa kuralları içinde işlemesi ve yürümesi halinde, Cumhurbaşkanı Tayyip Bey ile kendisini ağır şekilde eleştirmek durumunda kalan vatandaşlar arasında, aslında  hiçbir sorun yaşanmayacak.
Biraz daha açacak olursak, Tayyip Bey; Cumhurbaşkanı olarak göreve başlarken meclis önünde namusu ve vicdanı üzerine yaptığı tarafsızlık ve anayasaya saygı ve uyma yeminine bağlı kalsa, her partiye eşit mesafede ve partiler üstü, partisiz cumhurbaşkanı olabilse, eski partisi AKP ile bağını kesebilse, anayasanın kendisine tanıdığı yetki hudutları içinde kalabilse, parlamenter sistemi bekleme odasına alarak fiilen başkanlık sistemi kurmasa, partili partisiz, tüm vatandaşlarına eşit mesafede kalabilse, her taşın altından çıkmasa, herkese ve her kuruma ağzına geldiği gibi tarafsızlığını yitirdiğini açıkça ortaya koyan ve bazen hakaret içeren laflar yetiştirmese, kısacası anayasal ve yasal olarak haddini bilebilse, kendisinden önceki cumhurbaşkanları gibi, halkıyla hiçbir meselesi ve problemi olmayacak, cumhurbaşkanına hakaret suçu, bugün olduğu gibi patlayarak  ayağa düşmeyecektir.

Bu itibarla, üzülerek diyoruz ki; anayasaya göre sorumsuz olmanın, ağır ve manevi sorumluluğunu ve yükünü taşıyamayan bir cumhurbaşkanının başta olduğu ülkemizde; anayasaya ve yasalara uygun, düzenli bir şekilde tıkır, tıkır işleyen meşru bir düzen için öngörülmüş bulunan, sorumsuz cumhurbaşkanı, cumhurbaşkanına saygı ve cumhurbaşkanına hakaret suçu kavramlarının hiçbir önemi ve anlamı kalmamıştır.

29/02/2016
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Biliyoruz - Gündüz Akgül
Can Dündar ve Erdem Gül, 92 günlük tutukluluktan sonra, Anayasa mahkemesinin (AYM) hak ihlali yapıldığı kararından sonra salıverildiler…
Fildişi Sahili’ne yapacağı resmi ziyaret öncesinde Atatürk Havalimanında gazetecilerin konu ile ilgili sorusuna yanıt veren Cumhurbaşkanı “bu karara uymuyorum ve saygı duymuyorum” demiştir…
Cumhurbaşkanı bu karara saygı duymayabilir…
Ancak…
Anayasanın 2. Maddesi, “Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devletidir” bağlayıcı hükmünü…

Yine Anayasanın 153/son maddesi,  …“Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.” Bağlayıcı hükmünü…
Göz ardı edemez, Anayasa Mahkemesinin kararına uymak zorundadır…
Cumhurbaşkanının gazetecilere verdiği yanıta şaşırmadık…
İşine gelmeyen mahkeme kararlarını acımasızca eleştirdiğini, Anayasanın emredici kurallarına uymadığını biliyoruz, çünkü örnekleri çok…
İşte örnekler;
-Anayasada “egemenlik kayıtsız ve koşulsuz milletindir” denmesine karşın,  Cumhurbaşkanı “bu koca bir yalandır.  Egemenlik kayıtsız şartsız Allah'ındır.” diyebilmiştir…
-Kararları bağlayıcı olan AİHM’nin, türbanın dini simge olduğuna dair kararına karşı, “Mahkemenin bu konuda söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır” diyerek mahkeme kararını kabul etmemiştir…
-Yine türbanla ilgili Danıştay’ın verdiği bir karar sonrasında,   “Efendi bu senin değil, Diyanet’in işi” demiştir…
-Cumhurbaşkanı seçiminde 367 oy koşulu hakkındaki AYM kararına, "Yargı açısından yüzkarasıdır.” demiştir…
-Anayasa Mahkemesi'nin TWİTTER yasağının kaldırması kararına saygı duymadığını, ancak bu seferki söylemine aykırı olarak uymak zorunda olduğunu söylemiştir…
Cumhurbaşkanı seçilirken, Anayasanın 103. Maddesine yaptığı yeminde…
- Milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma,
- Hukukun üstünlüğüne bağlı kalacağıma,
-Üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma,
-Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine ant içerim…
Dediği halde, hiç birine uymamıştır…
-Oysa Ergenekon denilen kumpas davasında devam eden gözaltı uygulamaların eleştirenlere,  “Yargıya müdahale suç, hâkim ve savcıları rahat bırakın” demiştir…
Bu nedenle diyorum ki;
Cumhurbaşkanı yeni bir şey söylemiyor bildiklerimizi söylüyor…
Onun için şaşırmadık…
Ülkede hukukun üstünlüğünü koruma herkesin başta gelen görevi olmalıdır…
Aksi halde gereksinim duyduğumuzda yok ettiğimiz hukuku bulmakta zorluk çekeriz…

29.02.2016
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Saygı Duysaydın Şaşardık Zaten - Güner Yiğitbaşı
Anayasa Mahkemesinin hak ihlali vardır kararı üzerine tahliye edilen Can DÜNDAR ve Erdem GÜL, Tayyip ERDOĞAN'ı çok kızdırmış olmalı ki, tahliyeyi takip eden gün  kaçak sarayın sözcüsü Bay KALIN, Tayyip Bey adına bir açıklama yaparak, bu kararın beraat değil, bir tahliye kararı olduğunu, henüz beraat etmediklerini, davanın takipçisi olacaklarını beyan ederek, Can DÜNDAR ve Erdem GÜL'ü yargılayacak olan mahkemenin, sarayın gözetimi altında bulunduğunu açıkça ifade etmiştir.

Bugün de (28/02/2016) Afrika seyahatine çıkarken Tayyip Bey konuşmuş ve birinci ağızdan, Can DÜNDAR ve Erdem GÜL kararına imza atan Anayasa Mahkemesine ateş püskürerek, ilk önce Anayasa mahkemesinin kararına karşı ancak sessiz kalabileceğini ifade ettikten sonra, iyi ki suskun kaldın, bir de  konuşsaydın kim bilir daha neler söyleyecektin dedirterek, açmış ağzını ve yummuş gözünü,Anayasa Mahkemesine ağır bir şekilde yüklenerek, Anayasa Mahkemesinin kararını kabul etmek durumunda değilim, verdiği karara da uymuyorum, saygı da duymuyorum demiştir.

Biz de Tayyip Bey'e buradan diyoruz ki; Anayasa Mahkemesinin kararını kabul etmemeniz, karara uymamanız ve saygı duymamanız, bizim için hiç de şaşırtıcı ve sürpriz olmamıştır, gerçekten şaşırmadık, laiklik karşıtı eylem ve faaliyetlerin odağı haline geldiğini kabul ve tescil ettiği halde, garip ve çok şaşırtıcı bir şekilde, partiniz AKP'nin kapatılmasına ilişkin talebe ret kararı verirken kendisine saygı duyduğunuz, partinizi kapatmayan kararını kabul ettiğiniz ve bugünkü durumunuzu ve makamınızı kendisine borçlu olduğunuz Anayasa Mahkemesinin, işinize gelmeyen,Can DÜNDAR ve Erdem GÜL haklarında almış olduğu hak ihlali vardır kararına saygı duyduğunuzu, karara, en başta şahsınız olmak üzere, herkes tarafından uyulması gerektiğini, bunun anayasal bir zorunluluk olduğunu beyan etseydiniz, gerçekten çok şaşırır ve sağlığınızdan şüphe ederdik.

Laiklik karşıtı eylem ve faaliyetlerin odağı haline geldiği, yıllar önce Anayasa Mahkemesinin kararı ile kabul ve tescil edilen, o karardan bu yana geçen zaman zarfında, laiklik karşıtı eylem ve faaliyetleri giderek artan bir partinin fiili olarak genel başkanlığını sürdüren,

Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, Mecliste şeref ve namusu üzerine tarafsızlık ve anayasaya bağlılık yemini etmesine rağmen, inatla, bir saniye dahi tarafsız ve partiler üstü ve anayasaya bağlı kalamayan,

Kendisinin halkın oylarıyla cumhurbaşkanı seçildiği bahanesine sığınarak, anayasaya göre hiçbir görev sorumluluğu olmadığı halde, Anayasanın ancak sorumsuz bir cumhurbaşkanına tanıyabileceği sınırlı ve oldukça geniş olan yetkilerinin dışına çıkarak, yetki gasbında bulunarak ve başbakanı baypas ederek, partili bir başbakan gibi ülkeyi yöneterek Anayasayı açıkça ihlal eden,

Anayasamızın öngördüğü meşru parlamenter sistemi bekleme odasına aldığını, parlamenter sistemi kaldırdığını ve fiili bir başkanlık sistemine geçtiğini korkusuzca ve alenen açıklayarak, işlemiş olduğu anayasayı ihlal suçunu alenen kabul ve itiraf eden,

Hem laik, hem dindar olunmaz diyerek, yürürlükteki Laik Cumhuriyete ve Cumhuriyet değerlerine karşı çıkan,

Daha geçtiğimiz gün, yapmış olduğu bir konuşmasında; doksan yıllık enkazı kaldırdıkları açıklamasını yaparak; Laik Cumhuriyeti, Atatürk'ü ve Atatürk ilkelerini enkaz kabul edip, tüm bu değerleri yok ettiklerini itiraf eden bir eşe sahip olan,

Kötü ve din eksenli yönetimiyle, ülkemizi din ve mezhep savaşlarıyla burun buruna getiren, ülkemizi bölücü teröre teslim ederek kan gölüne çeviren,

Hak ve özgürlükleri, sadece kendisine ve yandaşlarına tanınmış kişisel bir  imtiyaz olarak gören,

Tayyip Bey; Anayasa Mahkemesinin, Can DÜNDAR ve Erdem GÜL kararını tanımadığını ve bu karara saygılı olmadığını beyan ederek, kendisi adına çok tutarlı bir davranış sergilemiş ve Anayasa tanımazlıktaki bu istikrarı ile göz doldurmuştur.

Ayrıca, Tayyip Bey'in Anayasa Mahkemesine yönelik bu talihsiz beyanları, ziyaret edeceği Afrika ülkelerine baktığımızda, gezi öncesi sırıtan bir etki de yaratmayacaktır.

28/02/2016
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Anayasa Mahkemesi Kararının Düşündürdükleri - Gündüz Akgül
MİT Tırlarıyla ilgili Haber yaptıkları için 92 gün tutuklu kalan Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül hakkında verilen ve hak ihlali yapıldığını belirten Anayasa Mahkemesi kararı sonucunda Can ve Erdem’in, özgürlüklerine kavuşmasının dışında, kararın çok daha önemli sonuçları olduğu gözler önüne serilmiştir…
Birlikte bakalım mı?
Bu kararla;
-Parlamenter hukuk devletinin olmazsa olmazının, güçler ayrılı olduğu anlaşılmıştır…
-Son yıllarda ülkemizde güçler birleştirilmiş ve bunun sonucunda olumsuz sonuçlar alınmışsa da, yürekli Yargıçlar, korkmadan, çekinmeden Anayasanın kendilerine tanıdığı yetkilerine sahip çıktıkları görülmüştür…
-İnsan hak ve özgürlüklerini korunmasında, yargı bağımsızlığının ne denli önemli olduğu anlaşılmıştır…
-Ülkemizde ihlal edilen basın özgürlüğüne, tüm dünyanın demokrat insanlarının sahip çıktıkları gözlenmiş ve bu karar bizler kadar onları da sevindirmiştir…
-Karar sonrasında salıvermenin sağlanması, tüm ülkelerin demokrat kamuoyunun beklediği sonuç olmuştur…
-Uzun süredir güvenirliliğine kaybeden yargıya iyi bir örnek oluşturmuştur…
-Tutuklama süresince, Umut Nöbeti tutmak için Silivri Cezaevi önünde kurulan nöbet çadırına akın eden demokrat ve aydın insanların güç birliği ve özgürlüklere sahip çıkma iradeleri başarıya ulaşmıştır…
-Bireysel uğraşlar değil, örgütlü uğraşların haksızlıklara ve hukuksuzluklara karşı başarı şansının olduğu kanıtlanmıştır…
- Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutsaklıkları süresince gösterdikleri direnç ve dik duruş, demokrasi ve özgürlüklere sahip çıkmak adına güzel bir örnek oluşturmuştur…
-İktidar partisi içende bile bu tutuklamayı benimsemeyen, özgürlüklere sahip çıkan büyük bir çoğunluk olduğu anlaşılmıştır…
-Hak ve özgürlük ihlallerinin tavan yaptığı ülkemizde, birileri uymasa ve saygı duymasa da Anayasa Mahkemesinin bu kararı, karanlıkları aydınlatan bir pencere niteliğindedir…
Örnekleri çoğalmak olası ise de bu kadarla yetinerek diyorum ki;
Güzel ülkemizde insanca ve özgürce yaşamak istiyorsak bunun tek koşulu, parlamenter hukuk devletinin, tüm kurum ve kurallarına işlerlik kazandırmak, güçler ayrılığında ve yargı bağımsızlığında ısrarcı olmak ve otoriter tek kişi egemenliğine olanak tanımamaktır…
Çocuklarımızın ve torunlarımızın aydın geleceği için bu zorunludur…
Özgürlüklerine kavuşan sevgili Can Dündar ve Erdem Gül’e tekrar geçmiş olsun…

28.02.2016
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Hayalini bile kuramazsınız ! (1) - Nahit Duru
" CHP'nin tek parti diktatörlüğünde ne yapıldı Allah aşkına?"
" CHP'ye soruyorum; Yahu senin bu memlekette dikili bir ağacın mı var?"
"Bu cibilliyetsiz partinin bu ülkeye hiçbir katkısı olmamıştır"
"CHP iktidarında bu ülkede bir taş üstüne taş kondu mu?
Bu sözler AKP yöneticilerine ve özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan'a ait...
Son olarak da First leydi Emine Erdoğan hanımefendi de buyurmuşlar.
"Artık yeni bir kavşaktayız. Türkiye'nin 90 yıllık enkazını kaldırdık. Fakat enkazın altından büyük meseleler çıktı."
Hanımefendi bu konuşmayı, "enkaz" diye nitelediği 90 yılın başlangıcı Cumhuriyet sayesinde yapabildiğini unutarak, kürsüde ağzına geleni söyleyebiliyor.
Bu sözleri ile, CHP üzerinden Atatürk'le, Cumhuriyet'le, İnönü'yle, Cumhuriyet Devrimleri ile hesaplaşma kervanına Emine Erdoğan da katılmış oldu.
CHP'nin Türkiye Cumhuriyeti tarihinde tek başına iktidarda bulunduğu dönem 1923-1950 arasıdır. Bu dönemin 1923-1945 tarihleri arasında şimdi diğer partilerde görev alanların babaları, dedeleri şu ya da bu şekilde görev almışlardır. Ancak bunlar o dönemde kendi geçmişlerinin de bulunulduğunu unutup ver yansın etmekten çekinmezler. Çünkü halkımızın belleğinin zayıf olmasına güvenirler.
CHP, daha sonra kısa sürelerle iktidar olmuştur. Ancak, AKP'lilerin ve Recep Tayyip Erdoğan'ın karaladığı dönem özellikle. 1923-1950 arası yani Atatürk ve İsmet İnönü dönemleridir.
Çok partili siyasi yaşama CHP döneminde geçildiğini, sendikaların o tarihlerde faaliyete geçtiğini, parklara halk kürsüleri kurulduğunu, burada insanların her türlü derdini dile getirdiğini ya bilmezler, ya da bilmezden gelirler.
Devrimlerin peş peşe gelmesini, kadın erkek eşitliğinin kurulmasını, kadınlara seçme ve seçilme hakının verilmesini içlerine sindirmemişlerdir.
Bir gecede tüm halkın harf devrimi ile cahil kaldığını da öne sürerler ki, bu doğru değildir. Yeni harflere geçiş için belirli bir süre eski harfler de kullanılmıştır. Kaldı ki, 1923'te okuma yazma bilenlerin nüfusa oranı yüzde 2,5, kadınlarda binde 7'dir. Bu oran 1927'de yüzde 10'a, harf devriminden sonra 1935'te yüzde 20'ye yükselmiştir.
CHP'nin 27 yıla sığdırdığı, devrimleri, sosyal hizmetleri, eğitim reformları, özgürlükçü adımları özetle şöyle:
1923: Cumhuriyet Halk Partisi Kuruldu. CHP Genel Başkanlığına Mustafa Kemal Atatürk seçildi. Ankara Başkent ilan edildi. Cumhuriyet ilan edildi. Mustafa Kemal Atatürk Cumhurbaşkanlığına seçildi.
1924: Hilafet kaldırıldı.  Cumhuriyet'in kuruluşunun ardından hazırlanan yeni Anayasa kabul edildi. Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) yasalaştı. İlköğretim zorunlu hale getirildi. Lozan Antlaşması yürürlüğe girdi. Cumhurbaşkanlığı Orkestrası kuruldu. Milli Sahne Ankara'da ilk tiyatro olarak kuruldu. Topkapı Sarayı müze olarak ziyarete açıldı. Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. İmam Hatip Mektepleri açıldı. Hukukta kadılık sistemi 169 sayılı Mehakimi Şer'iyenin İlgasına ve Mehakim Teşkilatına Ait Ahkamı Muaddil Kanun ile tamamen kaldırıldı.
1925: Danıştay kuruldu. Osmanlı'da köylülerden alınan Aşar Vergisi kaldırıldı. Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü kuruldu. Adana ve Bergama Müzeleri açıldı.
1926 : Uluslararası saat ve takvim uygulanmasına başlandı. Türk Medeni Kanunu yürürlüğe girdi. Kanunla kadın erkek eşitliği sağlandı. Amasya, Sinop ve Tokat Müzeleri açıldı.
1927 : İstanbul Radyosu  yayına başladı. Ankara Arkeoloji Müzesi ve Sivas Müzesi kuruldu. Okullarda karma eğitime geçildi. Köy Öğretmen Okullarından ilki Kayseri'de açıldı. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kağıt parası tedavüle çıkarıldı. İzmir Müzesi açıldı. Ankara'da Çocuk Sarayı açıldı. İlk düzenli radyo yayını İstanbul'da gerçekleştirildi
1928: Laiklik Cumhuriyetin temel ilkesi olarak kabul edildi. Türk Halkına okuma-yazma öğretmek için Millet Mektepleri açıldı. 1936'ya kadar 16-45 yaş arası yaklaşık 3 milyon kişiye temel eğitim verildi.)  Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsü kuruldu. Türk Eğitim Derneği (TED) Atatürk'ün koruyuculuğunda Ankara'da kuruldu. Türk Vatandaşlığı Yasası kabul edildi. Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki hakkındaki kanun kabul edildi.  İlk defa Kadınlar Mahkemelerde Avukat olarak görev aldılar.  Ankara'nın ilk büyük oteli Ankara Palas açıldı. Hıfzıssıhha Enstitüsü kuruldu.
1929 : Yeni Türk harfleriyle ilk posta pulları basıldı. Kadınlar Belediyelerde seçme ve seçilme Hakkı'nı elde etti.
1930 : Ankara Etnografya Müzesi halka açıldı. İstatistik Genel Müdürlüğü kanunu çıkarıldı.
1931 : 10 ilde Bölge Sanat Okulları açıldı. Çocuk Esirgeme Kurumu kuruldu. Uluslararası ölçü birimleri kabul edildi. Türk Tarih Kurumu kuruldu.
1932 :  Halkevleri açıldı. (1951'de Demokrat Parti-Adnan Menderes hükümetince kapatıldıklarında 478 Halkevi, 4322 Halk Odası vardı.) Türk Dil Kurumu kuruldu. Türkiye Milletler Cemiyetine üye oldu.
1933 : İstanbul Üniversitesi kuruldu. Ankara'da Yüksek Ziraat Enstitüsü açıldı.
1934 : İlk Türk Operası sahnelendi. Kadınlar birçok Avrupa ülkesinden önce Milletvekili seçme/seçilme hakkı tanındı. Kıyafet devrimi yürürlüğe girdi. Soyadı Kanunu kabul edildi.
1935 : Haftasonu tatili Cumartesi - Pazar olarak kabul edildi. Amortisman Sandığı kuruldu. İlk Arkeolojik kazı Alacahöyük'te başladı. Ayasofya müze olarak ziyarete açıldı. Ankara'da Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi açıldı.
1936 : Motreux Boğazlar Sözleşmesi imzalandı. Çanakkale ve İstanbul Boğazlarında askerden arındırılmış bölgelere Türk askerleri yerleştirildi. Ankara'da Devlet Konservatuarı açıldı. Haydarpaşa Numune Hastanesi hizmete girdi. İzmir Enternasyonal Fuarı açıldı.  Ankara 19 MayısStadyumu hizmete açıldı.
1937 : Ziraat Bankası Kanunu kabul edildi. İstanbul Resim Heykel Müzesi açıldı. Ankara'da Motorlu Tayyarecilik Okulu hizmete girdi. Urfa'da Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliği üretime geçti.
1938 : Ankara Radyoevi hizmete girdi. Türk askerleri Hatay'a girdi. Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü kuruldu. Devlet Havayolları Genel Müdürlüğü kuruldu
1939 : Aydın'da 4000 köylüye toprak dağıtıldı. İstanbul'da İETT kurıldu. Fransız askerleri Hatay'dan çıkartıldı, Hatay Türkiye'ye katıldı  Milli Piyango İdaresi kuruldu. Unkapanı Atatürk Köprüsü açıldı.
1940 : Köy Enstitüleri kuruldu. (Toplam sayısı 21'i bulan köy enstitüleri 1954 yılında Adnan Menderes Hükümeti tarafından tamamen kapatıldı.)  İstanbul Radyo İstasyonu hizmete  Taksim Gezi Parkı İstanbul'da açıldı. Eğitim amaçlı Halk Odaları kuruldu. İlk etapta 141 Halk Odası açıldı. Ankara'da Milli Halk Kütüphanesi Hizmete girdi.
1941 : Elazığ'da Cüzzam Hastanesi açıldı.
1942 : Türk Devrim Tarihi Enstitüsü kuruldu. İlköğretim seferberliği başladı. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü açıldı. Dalaman ve Hatay Devlet Üretme Çiftlikleri kuruldu. Bursa, Denizli, Mersin, Çorum ve Urfa'da Kız Sanat enstitüleri açıldı. Atatürk Devrim Müzesi açıldı.
1943 : İstanbul'da Atatürk Bulvarı açıldı. Ankara'da Gençlik Parkı düzenlendi. İstanbul Yüzme İhtisas Kulübü kuruldu. İstanbul'da Yıldız Parkı açıldı.  Ankara Fen Fakültesi öğretime başladı. Türkiye Zirai Donatım Kurumu (TZDK) kuruldu.
1944 : Türk Hava Kurumu'nun Ankara'daki uçak fabrikasında 140 eğitim uçağı, ambulans uçakları ve çok sayıda planör üretildi. (Ankara, Kayseri ve Eskişehir'deki Uçak ve Uçak Motoru Fabrikalarının tamamı 1950'li yıllarda Adnan Menderes hükümeti tarafından kapatılmıştır.) Yeşilköy'de yerli sermaye ile üretilen ilk Türk özel yolcu uçağının denemesi yapıldı. Anıtkabir'in temeli atıldı. İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) kuruldu.  İzmir'de Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okulu açıldı.
1945 : Türkiye Birleşmiş Milletler'e kurucu üye olarak  Balıkesir, Van, Rize, Erzurum, Erzincan ve Çankırı'da lise ve enstitüler açıldı. Çiftçiyi ve Köylüyü Topraklandırma Kanunu kabul edildi. Ormanlar koruma amacıyla devletin mülkiyetine geçti. İstanbul -Londra, İstanbul - Paris uçak seferleri başladı.
1946 : Ankara Üniversitesi öğretime başladı.  İstanbul ve Ankara Gazeteciler Cemiyeti kuruldu. Türkiye'nin ilk çok partili seçimleri yapıldı.
1947 : Heybeliada Senatoryumu hizmete girdi. İstanbul Açıkhava Tiyatrosu açıldı. İşçi ve İşveren Sendikaları Kanunu kabul edildi. Türkiye Dünya Sağlık Örgütüne üye oldu.  İstanbul'da İnönü Stadyumu açıldı.
1948 : Türkiye Milli Talebe Federasyonu kuruldu. Milli Kütüphane hizmete girdi.
1949 : Emekli Sandığı kuruldu. Türkiye İnsan Hakları Bildirgesini onayladı. Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü kuruldu. Türkiye Avrupa Konseyi'ne kabul edildi.
"CHP ne yapmış?" sorusunun yazıya sığdırabildiğim yanıtları.
27 yıla sığdırılan devrimleri iktidar hayal bile edemez demiştim. Bunlar statükoyu muhafazadan yana, tutucu, hatta geriye dönüş özlemi içindedir.
AKP iktidarı, ancak yapılanları yıkmaya çalışır, Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü döneminde yapılan iktisadi işletmeleri ve devlet yatırımlarını satar.
Şu unutulmamalı ki Türkiye Cumhuriyeti sağlam temeller  üzerinde kurulmuştur. Sarsabilirsiniz, ancak, asla yıkamazsınız.
Not: Yaşar Kemal'i yitireli bir yıl olmuş. Dostum, ağabeyim Yaşar Kemal'i sevgi, saygı ve özlemle anıyorum. Işıklarda uyusun.

Nahit Duru abcgazetesi

Elektrik dağıtımında ballı kıyak
Hükümet maliyetlerini düşürmek, kârlarını artırmak için birçok düzenleme yaptığı elektrik dağıtım şirketlerine şimdi de milyonlarca liralık kaynak için kapı açtı.

Hükümet, elektrik dağım şirketlerine yeni bir gelir kapısı oluşturdu. Şirketler, yasaya ve devir sözleşmelerine aykırı olmasına karşın kamunun malı olan direk ve trafo gibi dağıtım altyapısından reklam ve kira geliri elde edebilecek. Ayrıca bakım ve onarım hizmeti vererek, danışmanlık yaparak gelir sağlayabilecek. Üçüncü şahıslar tarafından TEDAŞ’ın mülkiyetindeki tesislere zarar verilmesi halinde sigorta şirketlerinden alınacak tazminatlar da şirketlerin geliri kabul edilecek.
Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’nun (EPDK) yayınladığı “Dağıtım Sistemi Gelirinin Düzenlenmesi Hakkında Tebliğ” ile şirketlerin kamu malları üzerinden milyonlarca lira gelir elde edebilmelerine olanak sağlandı. Tebliği inceleyen Elektrik Mühendisleri Odası (EMO), elektrik dağıtım şirketlerine açılan yeni gelir kapısını ortaya çıkardı. Tebliğin 25. maddesi ile dağıtım şirketlerinin gelirleri düzenlendi. Buna göre dağıtım şirketleri işlettikleri dağıtım şebekesi üzerinden reklam ve kira geliri de elde edebilecek. Bu, şirketlerin, mülkiyeti TEDAŞ’a yani kamuya ait olan direk ve trafo gibi dağıtım altyapısına reklam alarak, kiraya vererek milyonlarca lira gelir sağlamaları anlamına geliyor.
Sözleşmeye aykırı
Halen ülkede elekterik dağımda 21 şirket faaliyet gösteriyor. Sadece İstanbul’da 6 bin 500 trafo, 470 bin direk bulunuyor. Türkiye genelinde de 14.7 milyon direk, 400 bin trafo bulunduğu dikkate alındığında dağıtım şirketleri kamu malları üzerinden milyonlarca liralık reklam ve kira geliri elde edecek. Ancak EMO’nun tespitine göre bu hem Elektrik Piyasası Yasası’na da, hem yönetmeliğe, hem de işletme hakkı devir sözleşmelerine aykırı. Çünkü yasada, “Dağıtım şirketi, dağıtım faaliyeti dışında bir faaliyetle iştigal edemez” vurgusu ile, şirketlerin sadece dağıtım faaliyetiyle ilgilenebilecekleri belirtiliyor.
EMO, “Şirketlerin, dağıtım tesislerini dağıtım faliyeti dışında kullanması ve üçüncü kişilere reklam ya da başka amaçlarla kiraya vermesi kamu mülkiyeti hakkının ihlali demektir” vurgusu yaptı.
Görevi değil
EMO, Elektrik Piyasası Yasası çerçevesinde dağıtım faliyetleriyle ilgili kurallar getirmesi gereken EPDK’nın dağıtım şirketlerinin hisse sahiplerinin borçları için kaynak yaratma görevi olmadığına da dikkat çekti. Yine tebliğ ile dağıtım şirketlerinin “hasar geliri” de elde edebilmelerine olanak sağlandı.
Buna göre, TEDAŞ’ın mülkiyetindeki tesislere zarar verilmesi halinde sigorta şirketleri ya da zarar verenlerden elde edilecek tazminat şirketlerin geliri kabul edilecek. EMO, “Kamu mülkiyetinde bulunan taşınır ve taşınmazların hasara uğraması sonucu alınan tazminat bedellerinin hasarın giderilmesi için kullanılması yerine, yalnızca işletme hakkına sahip olan şirkete gelir kaydedilmesi açıkça hukuka ve kamu yararına aykırıdır” vurgusu yaptı.
Aynı tebliğle şirketlerin başka kişi, kurum ya da şirketlere “bakım ve onarım hizmeti ” ile “danışmanlık” yaparak da gelir elde etmelerine kapı açıldı.

Mustafa Çakır/Cumhuriyet

Düzenli çay tüketimi hastalıklara kalkan oluyor
Diyetisyen Doç. Dr. Barış Öztürk, düzenli çay tüketiminin hastalıklara karşı kalkan olduğunu söyledi. Öztürk, "Yapılan birçok araştırma çayın içeriğinde bol miktarda bulunan flavanoid olarak adlandırılan kateşinlerin vücuda etkisinin olumlu yönde olduğunu kanıtlıyor" dedi.
 Özellikle son yıllarda fiziksel aktivite azlığı, sağlıksız beslenme ve beslenme davranış bozukluğu gibi yaşam tarzının artışıyla birlikte kalp damar hastalıkları artmakta ve buna bağlı yaşam ömrü azalmaktadır. Yeni yapılan çalışmalar ise düzenli çay tüketiminin kan damarları için oldukça faydalı olduğunu gösteriyor. Özellikle kalbe giden damarlara etki edip koroner kalp hastalıkları, kardiyak ölüm ve inme riskini azaltıyor.
Diyetisyen Doç. Dr. Barış Öztürk, çayın bu olumlu etkilerini içeriğinde doğal olarak bol miktarda bulundurduğu kateşinler sayesinde gerçekleştirdiğini söyledi.
Öztürk, konuyla ilgili şunları söyledi:  
"Ayrıca kolesterol ve trigliserit gibi kanda dolaşan yağlar yükseldiğinde damarlarda plak oluşumuna sebep olmakta ve bununla birlikte damar tıkanıklığı riskini de artırmaktadır. Çay tüketimi özellikle yeşil çay kan lipidlerinin yükselmesini engellemekte ve iyi kolesterolü yükseltmektedir.
Düzenli çay tüketiminin diğer bir olumlu etkisi ise, çay flavanoidleri güçlü antioksidan özellik göstererek hücre ve dokuları serbest radikallere karşı korumaktadır. Düzenli çay tüketimi kansere dönüşme riski yüksek olan hücre aktivitesini durdurmakta ve tümör hücrelerinin büyümesini engellemektedir.
Çayın bu olumlu etkilerinden yararlanmak istiyorsak özellikle yeşil çayı düzenli tüketmeliyiz. Her besin ve bitkisel ürünler gibi çayı da kontrollü tüketmekte yarar vardır. Günde 5 bardaktan fazla tüketmemeye özen göstermeliyiz. Hamilelik ve emzirme dönemlerinde, antibiyotikler kalp ilaçları gibi düzenli ilaç tüketenler tansiyon hastaları anemi hastaları yüksek tansiyon hastaları gibi belirlenmiş hastalığı olan kişilerin bir diyetisyen kontrolünde tüketim miktarlarını ayarlamaları yararlı olacaktır."


Doksan yıllık enkazı temizlemişler! - Güner Yiğitbaşı
İsmini ağzımıza dahi almak istemiyoruz.

Yaptığı bir konuşmada demiş ki; doksan yıllık enkazı temizledik.

Hep aynı mantık ve zihniyet,al birini vur öbürüne.

Daha önce de, öbür nankör bayan ne demişti?

Doksan yıllık reklam arası sona erdi demişti.

Bunlar, bugünlerini borçlu oldukları, Laik Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı nankör yaratıklar.

Bunlardan, Cumhuriyet ve Atatürk için övgü bekleyecek değildik zaten, ancak kendileri gibi düşünmeyen  Laik Cumhuriyet ve Atatürk sevdalısı insanlarımıza hürmeten, hiç değilse susmasını bilmelerini, Laik Cumhuriyete ve Atatürk ve ilkelerine yönelik kin ve nefretlerini, alenen dışa vurmadan içlerine akıtmalarını beklerdik doğrusu.

Ne de olsa, bu sözlerin sahipleri olan bayanlardan birisi, o sözü sarf ettiği dönemde bir milletvekili, diğeri de, bu ülkenin uzun yıllar başbakanlığını yapan ve Anayasaya göre namusu ve şerefi üzerine yaptığı tarafsızlık yeminine sadık kalmadığı için, hukuken gerçek anlamda Cumhurbaşkanı sıfatını kazanamamış olsa da, seçimlerde cumhurbaşkanı seçilebilecek oyu toplayan Tayyip Bey'in eşi.

İnsanın, Laik Cumhuriyeti, Atatürk ve onun ilkelerini, Atatürk döneminin icraat ve hizmetlerini karalayarak, o dönemi enkaz olarak değerlendirebilmesi için, cumhuriyetin, laikliğin, Atatürk ve ilkelerinin ne olduğunu ve ne anlama geldiğini, o dönemin özel koşullarını kavrayacak ve değerlendirebilecek bir eğitim ve kültürü almış ve o dönemi bizzat yaşamış olması gerekir.

Bir insan; ister vali, ister milletvekili, ister bakan, ister başbakan ve isterse cumhurbaşkanı eşi olsun, önce haddini ve kıratını bilmek, karşı görüşten olan inanlara saygılı olmak ve onları incitecek ve kıracak sözlerden kaçınmak zorundadır.

Cumhurbaşkanı eşi olmak, insanlara; hadlerini, deneyimlerini, aldığı eğitimi,kültür seviyelerini, bilgi birikimlerini aşan, çok iddialı ve bu ülkenin vatandaşlarının büyük bir bölümünü incitecek olan beyanlarda bulunma hakkını veremez.

Doksan yıllık reklam arası bitti ve doksan yıllık enkazı kaldırdık diyen yüzsüzlere buradan bir hatırlatma yapalım.

Madem ki; elinizde,doksan yıllık enkazı kaldırma gibi bir sihirli değneğiniz, gücünüz, birikiminiz ve yeteneğiniz var, sizden çok rica ediyoruz; oldu olacak, elinizdeki o sihirli değneği bir sallayınız, o engin yeteneğinizi, bilgi ve kültürünüzü, birikiminizi kullanınız ve eşinizin 13 yıllık iktidarı döneminde ülkenin dış itibarında, ekonomisinde, birlik ve beraberliğinde, dirlik ve düzeninde, asayişinde, hak ve özgürlüklerinde, insanlarımızın can güvenliklerinde, güneydoğu bölgemizin Diyarbakır, Şırnak, Sur, Cizre, Nusaybin,Silopi,İdil gibi il ve ilçelerinde PKK bölücü terör örgütüyle el birliği içinde oluşturulan yıkıntı ve enkazı da bir temizleyiverin lütfen!

27/02/216
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Ders- İbret Alacağımız İran’lı Gazeteci Yazarın Hayati Uyarı Yazısı
Uzun  yıllar  Almanya’da  yaşamakta olan  Prof. Dr Hakkı Keskin’in [1] Aydınlık’ta  yayınlanan  aşağıdaki  yazısından  alıntıladığımız,  İranlı Gazeteci Yazar Dr. Bahman Nirumand bizim gibi  “Ilımlı İslam”la başlayıp dinci devlete doğru evirilen İran’daki serüveni,  bizim gibi  “ılımlı İslamlı” toplumlar için ibretle ders alınması gerektiği için biz de bu yazıyı aşağıya alma gereğini duyduk.
Yazıyı okuyun,  Humeyni metodunu ülkemize uygulamaya çalışan RTE nin de, “kurbağayı ürkütmeden ısıtıldığı” gibi ülkemizi 14 yıldır türbandan başlayarak 4+4+4  den aşama aşama nasıl dinci devlete sürüklediğini ibretle izliyoruz.  Asla demokratik bir devlet yapılanmasını istemeyen,  laiklik düşmanı tahkiyeci,  yalancı AKP-RTE iktidarının, türbanla başlayıp,  Cuma kararnamesi ile ülkemizi nasıl dinci devlete doğru götürdüklerini üzüntü ile izliyoruz.  Son bir ucube taslakları daha çıktı,  bütün okullarda “imam hatip modeli sınıflar” olacakmış
Türkiye dışındaki Pakistan gibi pek çok ülke de aslında benzer süreçlerden geçerek İslamcı gerici rejimlerin pençesine düştüler.
Anayasa değişikliği sırasında  milleti nasıl kandırdılarsa, AKP nin kapatma davasında da, Anayasa Mahkemesini nasıl kandırdıklarını, Yargıç Ömer Faruk Eminağaoğlu,[2]  bir konferansında aşağıda bakın nasıl açıklıyor. (Deme ki imamdan Adalet Bakanı olursa (Bekir Bozdağ) adalet de takiye üzerine kuruluyormuş).

“YALAN ÜZERİNE OTURMUŞ BİR ADALET VE ADALET BAKANI
Şimdi geldiğimiz noktada, şunu da görüyoruz AKP” der ki, “hakkımda dava açıldı ama o dava haksızdı, o davaya konu Anayasa mahkemesinin söylediği laik ve demokratik Cumhuriyete aykırı dediği eylemleri bire bir tekrarlamış. Yetmemiş, mesela geçen gün internet ve basında da yer aldı, orta öğretimde türban olayına Danıştay iptal istedi, benim açtığım davada, o davaya şu gerekçeyi sunmuştum: “Türkiye’den sonuç alamazsam AİHM sinde yüzde yüz sonuç alacağıma inanıyorum, ama dilerim Türk yargısı bu sonucu yaratacaktır”.
Bakın adalet ne durumda,  Adalet Bakanı ne durumda,  hükümeti ne durumda, lütfen girin o karara bakın,  savunma yapan Ak Parti adına Bekir Bozdağ, savunma yapan Cemil Çiçek, “biz din ve inanç özgürlüğünün teminatıyız, asla ve asla kamuda başörtüsü yapmayacağız;  asla asla ve asla ortaöğretimde  hele ilköğretimde başörtüsü diye bir şey yaratmayacağız” . Bakın savunmayı okuyorum ben size. “Çünkü biz dini falan sömürmüyoruz”,  bakın bunlar savunma cümleleri, “kimse bir kimsenin dinine inancına karışmıyor bu ülkede” . Peki, bu davada bu savunmayı niye yaptılar, o davadan kendilerini kurtarmak için. Dini sömürdüler, anayasa mahkemesi de bir de bunlara dayandı, “sen böyle diyorsun, onun için kapatmıyorum”, dedi. Ben de Bekir Bozdağ ve Cemil Çiçek’in o sözlerini aldım, işte hükümeti AKP yi temsilen söylenen savunma cümleleri bunlardır”.

İKTİDARA GELİRKEN “İLERİ DEMOKRASİ” VAAT ETTİLER
2002 de RTE-AKP iktidara gelirken, ülkede “ileri demokrasi” vaat ederek demokratikleşme çağdaşlaşma sözleri ile halkını, ne ki nice aydınları bile kandırarak yönetime hakim olmuş.  2007 yılına kadar, en tasarruflu ve hukukçu Cumhurbaşkanı olan Ahmet Necdet Sezer’in,  iktidarın hukuk dışı uygulama ve yasalarına direnmesi ile engellenmişse de,  devlet dinci yapının “Cumhurbaşkanı”,  gericilerin  “ ilk Müslüman Cumhurbaşkanı” diye  övündükleri  Abdullah Gül  cumhurbaşkanı olunca,  dekanlardan, YÖK ten,  RTÜK, yargı  vb devlet kademelerine tırpan atmış. Yasama, yürütme ve yargının en kilit noktaları ya ele geçirildi, ya da buralardaki dengeler büyük ölçüde değiştirildi.  Dinci AKP-RTE iktidarı,  ortamı boş bulunca alabildiğine yasa dışı vatandaşları,  muhalifleri dinlemede,  fişlemeden tutun da orduya “kumapas” a,  17/25 Aralık olarına kadar her türlü yolsuzluk işlemlerini yürüttüler, ne ki devleti yıllarca Fetullahcı-Nurcu dinci cemaatle paralel yönettiler.  “İleri demokrasi”  getirdiğini söyleyen bir iktidar, hem de laik bir anayasalı yönetimde dinci bir cemaatle çadır devleti gibi ülke yönetir mi? Sen legal bir paralel koalisyon mu kuruyorsun.  Sonra da “beni kandırdılar” diyerek  paçayı kurtarmaya, kendini aklamaya çalışıyorsun. 

BİR DEVLET-YÖNETİM DİNCİLEŞMİŞSE O ÜLKE İFLAH OLMAZ
Hem de din maskesi takarak, oraya buraya cami, imam hatip açarak işlerini, eylemlerini yürüttüler.  Devletin en tepe noktalarında eşleri tesettürlü dinciler oturuyor,  tesettürlüler veya eşleri ile İmam Hatip çıkışlılar devletin en üst kademelerine,  bilim teknik kadrolarına atanıyorlar. 
Ramazanda lokantaların kapanması ve sokakta sigara bile içilememesi, Anadolu’nun pek çok yerinde ve hatta metropollerin göbeğindeki pek çok yerde AKP’li belediyelerce içki satışının engellenmesi gibi pek çok örnek de bu siyasal manzaranın dinsel yansıması olarak karşımıza çıkıyor.
Dünyada dinle kalkınmış, dinle aydınlanmış bir ülke var mıdır?  Salt dinle çağdaşlaşmış, dinle ekonomik refaha ulaşmış tek bir devlet yoktur.  Bir ülke,  bilimden uzaklaşmış,  dini referansla,  dini metotlarla yönetilmeye başlamışsa o ülke asla çağdaşlaşamaz.  İşte Suudi Arabistan,  İşte İran İslam ülkelerinin içinde en zengin devletleri,  en dinci görünenleri de.  Bu zenginlik Batı Kültürü ve Medeniyetindeki gibi bilimsel buluş zenginliği midir?  Tek bir bilimsel buluşları, bilime tek katkıları var mıdır?  Acaba bu ülkeler çağdaş bir ülke midirler?  Ürettikleri sadece terör ve terörü beslemek ve çağdaş aydınlara  suikast düzenlemek.  Kendi kendimize,  aklımıza  hemen şu geliyor: Turan Dursun’ların,  Uğur Mumcuların,  Muammer Aksoyların,  Ahmet Taner Kışlalı vb  nice çağdaş aydınların katillerini kim yarattı dersiniz.  
İran’da Şah devrilip ülkesinden kaçınca,  nice demokratik uygulama vaat eden Humeyni, ülkeye hâkim olmaya başladıktan sonra, nasıl dinci faşist yüzünü İran aydınlarına gösterdiyse, biz de de RTE-AKP iktidarı “ileri demokrasi” vaat ederek iktidara gelmişti.  Ne yazık ki, AB ye girme aşamasında Türkiye,  AKP’nin 2002 yılında tek başına iktidarı ele geçirdiği günden beri açıkça koşar adım bir Şeriat devletine doğru gidiyor.  Hayret ki AB de hiçbir şey söylemiyor, buna seyirci kalıyor. Türkiye, Önümüzdeki süreçte “Demokratikleşme” mi, “Şeriatçılaşma mı, olacak, diye kendi kendimize endişe ediyoruz.  Yönlendirilmiş,  susturulmuş medya nedeni ile halkımız da gerçekleri öğrenemediği için Aziz Nesin’in oranı içinde kıvranıyor,  şehit cenazeleri üçer, beşer geldikçe şaşkın şaşkın bakıyor ülkenin haline.
CUMHURBAŞKANI RTE ANAYASAL SUÇ İŞLİYOR
Görüyorsunuz, ülke adım adım dinci devlete doğru sürükleniyor.   Bizim Humeyni yapılı RTE de şimdilerde,  kafasındaki düzeni oluşturmaya başlayınca,  14 Ağustos 2015 de Rize’de, Laik TC ine meydan okurcasına bakın aynen şöyle diyordu:  İster kabul edilsin ister edilmesin, Türkiye'nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir. Şimdi yapılması gereken bu fiili durumun hukuki çerçevesinin yeni bir Anayasa ile netleştirilmesi, kesinleştirilmesidir".Açıklamaya çalıştığımız bu yoğun bir şekildeki dinsel yapılanma ve bu söylemle Laik TC nin yürürlükte olan anayasasının ilk dört maddesine göre, RTE anayasal suç işlemektedir?  Başsavcılık, anayasanın laikliğe karşı dinsel yapılanma nedeni ile daha önceleri de laikliğe karşı yapılanmanın odağı haline gelmiş  anayasal suç karşısında derhal günümüz Cumhurbaşkanı hakkında soruşturma açmalıdır.  Zaten Cumhurbaşkanının milletvekili gibi dokunulmazlığı bile yoktur.

İRANLI YAZARIN DERS ALINMASI GEREKEN ÖNEMLİ UYARISI
Şimdi bu açıklamalardan sonra, yazımıza  asıl konu teşkil edecek olan İran’ın Humeyni sayesinde halkın nasıl kandırıldığını,  nasıl dinci-şeriatçı tuzağına düştüğünü açıklayan, Prof. Dr Hakkı Keskin’in Aydınlık’ta yayınlanan  aşağıdaki  yazısından  alıntıladığımız,  yıllardır Avrupa’da kaçak yaşayan İran’lı  Gazeteci  Yazar  Bahman Nirumand’ın ibret veren  mektubunu aşağıya alıyoruz . Süreç nasıl da bize benziyor.
Dr. Nirumand’ın Türkiye için aşağıdaki uyarı yazısını lütfen özenle okuyunuz.
“Merhaba. Benim adım Bahman Nirumand. İranlı bir gazeteci-yazarım.
Şahın devrilmesinde aktif rol oynayanlardanım. Ve aynı zamanda mollaların, demokrasi ve özgürlük getireceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi insandan biriyim.
Evet, Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı.

Ders- İbret Alacağımız İran’lı Gazeteci Yazarın Hayati Uyarı Yazısı
ÜZERİNDE DURMADIK
Her şey 14 Ocak 1979 tarihinde değişti. Şah, İran’ı terk etti. Ardından İran tarihinin en büyük yürüyüşü Tahran’da yapıldı. Sansür, yasak yoktu, istediğimiz gibi bağırıyorduk. Ertesi gün gazetede, bir hırsızın genç mollalar tarafından yakalanıp, adına İslam Mahkemesi denilen bir mahalli heyet tarafından 35 kamçı cezasına çarptırıldığı haberini okuduk. Haberi ciddiye almadık; Üç beş sapsızın işi dedik.
Bu arada bira-şarap fabrikalarının yakılması, sinemaların tahrip edilip filmlerin sokaklara atılması gibi olayların üzerinde hiç durmadık. Ufak tefek şeylerin toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabaları etkilemesini istemiyorduk.
Biz bunları söylerken, mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları; birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı. “Müslüman kadınların yanında fahişelerin yeri yoktur” denilerek kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi. Özellikle üniversitelerde bu yüzden çatışmalar çıktı.
Bu çatışmalardan rahatsız olduk; kadın sorununun güncelleşip ön plana geçmesini istemiyorduk! Peçesiz, başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu. Bazı kadınların yüzüne kezzap atılıyordu. Biz ise hala büyük laflar ediyorduk; bu tür olayları devrimin kaçınılmaz sancıları olarak görüp umursamıyorduk! İttifak, Eylem Birliği gibi terimlerin peşinden koşup duruyorduk.

GEÇİŞ SANCILARI SANDIK
Humeyni, “Bütün sorunlarımızın sebebi, cemiyetimizdeki ahlaksızlıklardır. Bunların kökünü kazımalıyız” diyor; genç mollalar terör estiriyordu. Kitapevleri yağmalanıyor; gazete bayileri ateşe veriliyordu.
Şirazda İslam Mahkemesi eşcinsel ve fahişe olduğu gerekçesiyle dört kişiyi idam ediyordu. Benzer olay Tahranda da gerçekleşiyor, üç fahişe ve üç eşcinsel kurşuna diziliyordu. Şimdi düşünüyorum da, insan zamanla her türlü aşağılanmaya alışıyor galiba. Hiçbirini görmüyorduk; basmakalıp analizlerimizin doğru olduğuna o kadar inanıyorduk ki!.. Oysa toplum hızla dincileştiriliyordu. Alınan her kararda Tamam bu sonuncusu diyorduk. Ama arkası hep geliyordu.
Kızların evlenme yaşı 18`den 13`e düşürüldü. Parfüm, ruj, saç boyası, mücevher gibi kadın malzemelerinin yurda girişi yasaklandı. Kadın çamaşırı satan mağazaların vitrinlerine sutyen, kombinezon vs. koymasına bile izin yoktu. Kamu dairelerinde kadın memurlara tesettüre girme emri çıkarıldı. Biz aydınlar hep aynı düşüncedeydik: Demokrasi ve özgürlüğe geçiş sancılarıydı bu tür vakalar! Abartmaya gerek yoktu.

REFERANDUM OYUNU!
Üç ay önce Humeyni, Paris’te komünistler de dâhil olmak üzere her görüşün rahatça örgütleneceği bir demokrasiden, özgürlükten bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti. Mollaların en iyi siyasi stratejileriydi; işlerine gelmediği zaman hemen gündemi değiştiriyorlardı.
Referandum meselesini gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: İslam Cumhuriyeti’ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz? Kuşkusuz bu bir oyundu...Yapılan propaganda belliydi; dediler ki: “Islama evet mi, hayır mı diyorsunuz?”
Biz bu oyunu biliyorduk ama şöyle düşünüyorduk: Önemli olan Cumhuriyet’tir; serbest seçimlerdir; demokratik haklardır; özgürlüklerdir. İslam Cumhuriyeti bunu sağlayacaksa neden karşı çıkalım? Sonuçta, evet diyen 20 milyon, hayır diyen ise sadece 140 bindi.
Mollalar bu referandum sonucunu çok iyi kullandılar. Güya tüm ülke yaptıklarını onaylıyordu. Artık televizyondan sonra basın da ellerine geçmişti. Sanki tüm muhaliflerin sayısını 140 bin kişi gibi gösterdiler. Hâlbuki 20 milyon içinde bizim oyumuz da vardı. Ama artık bizim sesimizin çıkmasına izin verilmiyordu.

HALK  ANLAYAMADI,  MOLLALAR  GÜÇLENDİKÇE  SALDIRGANLAŞTILAR
Örneğin, tirajı bir milyon olan liberal Ayendegan gazetesini kapattırdılar. Sıra sonra Keyhan gazetesine geldi; muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar. Özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için ayaklanan halkın, bu kadar kısa sürede değişeceğini düşünememiştik. Sanmıştık ki, mollaların gerici yasalarına/kurallarına halk karşı çıkacak. Hâlbuki tersi oldu; mollalar yasak, sansür getirdikçe arkalarından gidenlerin sayısı arttı. Örtünmek moda oldu!
Tüm bunlara gelip geçici bir fırtına diye bakmak ne büyük yanılgıydı. Komünistlerden, solculardan, demokratlardan, milliyetçilerden sonra liberal İslamcılar da zamanla mollaların hedefi oldu. Şah döneminden daha çok insan cezaevlerine konuldu; idam edildi. “Milyonlarca insan canını kurtarmak için yurtdışına kaçtı. Kaçanlardan biri de bendim. UMARIM BİZİM HATALARIMIZDAN BİRİLERİ DERS ÇIKARIR.”
Dr. Bahman Nirumand, Almanya`da İran kökenli en tanınmış yazar, gazeteci ve 1968 Almanya/İran Öğrenci hareketi liderlerindendir.


Cevat Kulaksız 
ckulaksizster@gmail.com
SONNOTLAR
[1] Prof. Dr. Hakkı Keskin  hakki@keskin.  Aydınlık  12 Şubat 2016
[2] Ömer Faruk Eminaoğlu’nun  23. Adalet ve Demokrasi Haftası etkinliklerinde Keçiören Yunus Emre Kültür Salonu’nda  31.01.2016 günü verdiği konferans  (Konuşmanın tam metni Haber Güncel  ve dunya 48 sitelerinde Cevat Kulaksız imzası ile yayınlanmakta).

Saidi Nursi de Fetullah Gülen de Aynı Mayanın Ürünü
Köpeğim Badi ile birlikte her gün sabah akşam mutlaka gezmeğe, daha doğrusu onu gezdirmeye çıkarım, o bunu heyecanla bekler. İşte Badi ile gezmeğe çıktığımız bir gün yakın bir parktaki, çöp konteynırının (taşımalık büyük çöp deposu) yanından geçerken, bir kutu içinde atılmış çeşitli kitaplar gördüm. Son yıllarda, internet yayıldıkça kitapların, ne ki cilt cilt ansiklopedilerin çöpe atıldığına tanık oluyorum. İşte o gün, atılmış kitapların arasında Bediüzzaman [i] Said Nursi (Kışla Gelen Bahar Müjdesi) Dr. Ramazan Balcı adlı kitaba gözüm ilişti. Abdülhamit’ten beri kültür ve aydınlanmayla, daha doğrusu uygarlıkla ve de Cumhuriyetle didişen, sürekli dini düşünce ve kavramları ön plana çıkararak cahil toplum arasında paye edinmeye çalışan bu mürteci adam hakkında bir kitap okumamıştım.  Saidi Nursi (1878-1960) de, dini kullanarak devlete karşı “şeriat diyerek”,  cumhuriyetle,  medeniyetle didişiyordu. Said Nursi ayrıca Siirt’e Doğu’nun en büyük Darülfünunu “Medresetü’z- Zehra” adını verdiği Şark Üniversitesini kurmak içinSultan Reşat’ başvurur, onu ikna eder ve İttihatçılar bu medrese için 20 bin altın lira verirler; Meclis de bu medrese için 150 bin banknot verme kararı alır (sf 90). Said Nursi 1923 de Cumhuriyet ilan edilmesi ile Ankara’dan ayrılır, Van’a gider bir mağarada yaşamaya karar verir (sf 93)
1950-1960 iktidarının gericilere yeşil ışık yakan Başbakanı Adnan Menderes bile, dincilere, gericilere şirin görünmek için salt oy için Cumhuriyet’le ömrünce didişen Saidi Nursi’nin elini öpmüştür denilmekte.
Günümüzün Fetullah Gülen’inin toplum içindeki dinden nemalanan pozisyonu nasılsa, o devrin Saidi Nursi’si de aynı dinsel pozisyonda idi. Fetullah Gülen gizli gizli, kendi anlatımı ile “damardan girerek” devlet kademelerini ele geçirmek,  laik Cumhuriyeti yıkmak için çaba gösteriyorsa,  Saidi Nursi de Abdulhamit’ten beri şeriatı savunuyor, çağdaşlıkla, laiklikle savaşıyor,  devleti ele geçirmeye çalışıyordu. Her ikisi de yetiştirdikleri gizli açık müritleri ile din adına güya “cihad” yapıyorlar, çağdaş devletle gizli açık savaşıyorlardı. Her ikisi de şimdiki laik TC ni yıkıp dinsel eksenli devlet-anayasa kurma çabasında olan Recep Tayyip Erdoğan’ın ağababaları,  şeyhleri idi. Her üçü de dinsel devlet kurma çabası içinde değiller miydi? Anayasayı koruyacağına namusu şerefi üzerine and içen R.T. Erdoğan, anayasa dışı tavırları ile din eksenli devlet kurmak için her yolu mubah görüyor, anayasa ihlali yaparak “ben düzeni değiştirdim, anayasayı ona göre değiştirin-uydurun diyerek Laik TC ine kafa tutuyordu;  böylece her üçü de çağdaş devlete karşı gizli  gizli savaş veriyorlar,  suç işliyorlardı.
Cumhuriyetle,  Laik TC ile didişmiş kim varsa, örneğin İskilip’li  Atuf Hoca gibiler, Dersim İsyanı daha başka isyan ve gerici unsurlar kaşınıyor, günümüz dinci iktidarı tarafından kutsanıyordu. 
İşte çöpte bulduğum bu Saidi Nursi kitabını,  Badi’nin poşet torbasına koyarak eve getirdim. Zaman zaman okumaya başladım.
Bu kitabı yazan sözde Doktor Ramazan Balcı, Said Nursi’yi öylesine methediyor, öylesine yüceltiyor ki, sık sık Said Nursi Hazretleri”, “o yüce insan gibi çeşitli paye ve methiyeler yazıyordu. Oysa Saidi Nursi tıpkı aynı yoldaşı Fetullah Gülen gibi ilkokul mezunu mesleksiz insanlardı.
Aynı kitabın 38. Sayfasında Said Nursi için aynen şöyle yazıyor: “…sarf, nahiv, mantık gibi metod ve alet ilimlerine dair kırk kadar kitabı iki sene zarfında ezberledi”. Söyler misiniz, bir adam “allame olsa” 40 kitabı ezberleyebilir mi? Ezberlemek anlamak değildir, ne yazık ki Kuran’ı da çoğunlukla aynı şekilde sadece ezberliyoruz   Saidi Nursi’nin Yani, devlet düzeninde sadece dini ön plana çıkarma çabasından başka ne meziyeti var ki. Sonra dinin bütün hükümleri herkes tarafından bilinirken, insanların temiz duygularını sömürmekten başka bir amacı olmayan şıh, şeyh, mele, derviş bilmem daha nice,  Saidi Nursi ve Fetullah Gülen gibi din tüccarlarına ne gerek vardır; onlarsız dini, din kurallarını kendimiz öğrenemeyiz mi? Orta Çağ’dan beri din, daima çıkarcıların, sömürücülerin çıkar aracı  olmuştur. 
Onlar ki dini kullanarak bir paye, itibar kazanma gayretini sürdürürken, rant (getirim) için, gelir getirecek devlet kapısını ele geçirmek için her türlü şeytani “kumpas” kuruyorlardı. Hele ülkemizde Fetullah’ın devlet içindeki cemaatçi polislerinin, savcı ve yargıçlarının yüzlerce ordu mensubu subaylara kurdukları kumpaslar artık su yüzüne çıkmış, düzmece belgelerle yıllarca hapis yatırdıkları yüzlerce ordu mensuplarına ne acılar çektirmişlerdi. Kısaca her iki din bezirgânı Saidi Nursi ve Fetullah Gülen sürekli Cumhuriyet organlarını uğraştırmış, bilim ve çağdaşlık karşıtı gericilerdi. Neyse asıl konumuz bu ikisi değildi, ama halk arasında “laf lafı açıyor” derler ya. Okuduğum Saidi Nursi kitabı ve orada geçen Vali Nevzat Tandoğan’ı kötüleyen bir yazı beni oralara buralara götürdü.
Ankara Büyükşehir Belediyesince Tandoğan Meydanı’nın “Anadolu Meydanı” olarak değiştirildiği günlerde, çöpten bulduğum Bediüzzaman Said Nursi (Kışla Gelen Bahar Müjdesi) adlı Arapça bir sürü sözcüklerle ve övgülerle süslü kitabı okudum ve o kitap beni nerelere götürdü. Şimdi Tandoğan’a dönelim.

TANDOĞAN MEYDANI ADI NEDEN DEĞİŞTİRİLDİ.

Tandoğan’an Anadolu’ya - Cevat KulaksızŞu artık herkesçe bilinmelidir ki, dini eksenli iktidar, anayasa, başkanlık isteyen özellikle Recep Tayyip Erdoğan ve yandaşları, laik TC ne düşman oldukları için başta Atatürk olmak üzere, Laik TC nin bütün değerlerini yıkıp, adlarını kendi kafalarına göre değiştirme, yok etme çabası içindeler. Şimdiye değin Atatürk adını taşıyan nice stat ve tesislerin adlarını değiştirdiler, değiştirmekteler.
Nevzat Tandoğan kimdir? Başkent Ankara’ya tayin olan Cumhuriyetin bir valisidir, hem de biraz atak bir validir. Elbette, pusuda bekleyen Cumhuriyet düşmanları bu acar valinin ismini kaldıracaklardı.
O günlerde, Tandoğan Meydanı neden Anadolu Meydanı şeklinde isim değişikliği yapıldı, diye kendi kendime soruyordum. Çöpten bulduğum Said Nursi Kitabında (sf 133 da) şunlar yazıyordu:
Kastamonu’dan alınan Bediüüzzaman Ankara üzerinden Isparta’ya sevk edildi.Yol esnasında fevkalade tedbirlere ihtiyaç duyan hükümet erkanı,onu yolculuk esnasında da rahat bırakmadı.
Valilik makamının gücünü kendi keyfine göre kullanan Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, hiçbir yetkisi ve görevi olmadığı halde Ankara’da mola veren Bediüzzaman’ı polis kuvveti ile valilik binasına getirtti. Şahsi nüfusunu kullanan Vali Nevzat, bir polise veya odacıya yirmibeş kuruş vererek dışarıdan aldırdığı bir serpuşu (şapkayı) zorla Bediüzzaman’a giydirmek istedi. Başındaki sarığı alınmak istenen Hazret-i Bediüzzaman ise, boynunu göstererek: “Bu külah ancak bu kelle ile beraber çıkabilir” diyerek bu kanunsuz uygulamayı reddetti.
Bediüzzaman, Vali Tandoğan’ın kıyafetine karşı takındığı alaycı tavır ve mukaddes değerleri küçümseyen davranışlarına son derece öfkelenir. O vaziyette valiye dönerek: “Hey bedbaht, ben sizin bin senelik ecdadınızı temsil ediyorum, onların bir varisiyim. Senin bu hareketin keyfi ve küfridir” dedikten sonra, şöyle beddua eder: “Başından bulasın”.
Bu şiddetli tartışmanın ardından Bediüzzaman valinin eline tutuşturduğu kasketle dışarı çıkar.
Üstad’ın yanında dört beş jandarma ve birkaç polis vardır. Sağ omzunda mahfaza torbası içinde bir Kuranı Kerim, sol omzunda rule yapılmış bir namaz seccadesi ve ona bağlı bir ibrik… Vilayet çıkışında polisler arasında Ankara’da tutuklanmış bir talebesini görür. Ellerini kaldırarak: “Selahaddin korkma!..” diye birkaç kez yüksek sesle bağırır. Yetmiş yaşında bir ihtiyar, çok sıcak bir Ramazan gününde Ankara sokaklarından yayan yürütülerek istasyona götürülür”.
(sf 133-134)
Düşünebiliyor musunuz, toplum içinde başında sarık, ayağında çarık gibi bir ayakkabı veya postal,  sırtında heybe, heybenin içinde bir ibrik, Kuranı Kerim taşıyan, bazen kadın entarisi veya şalvar giymiş işsiz güçsüz bir adam dolanıp durmakta. Öyle bir adam ki, devleti sürekli uğraştırmış, Cumhuriyetine, devrimlere düşman, gittiği yere zehir saçan bir ucube adam. (Onun çağdaşı Fetullah Gülen de günümüzde aynı ayaktan hükmünü yürütmekte).
Konuşmaları tavır ve hareketlerindeki bazı dengesizlikler nedeni ile ll.Abdülhamit bile Saidi Nursi’yi bir ara Toptaşı Tımarhanesine tıkdırır (sf 49).
Garip görüş ve hezeyanları olan Saidi Nursi, 31 Mart Vakası yıllarında şöyle demekte: “Osmanlı hükümeti Avrupa’ya hamiledir, Avrupa gibi bir hükümeti doğuracak, Avrupa da İslamiyet’e hamiledir, o da bir İslam devleti doğuracak” (Avrupa’yı tek bir hükümet sanıyor) (sf 48)
Kitaptan öğrendiğimize göre, Saidi Nursi 31 Mart Gerici ayaklanmasında arkasına topladığı cahil cuhela bir hayli kalabalıkla Bayezıd’den Sultanahmet’e yürürken “zalimler için yaşasın Cehennem”  “zalimler için yaşasın Cehennem ,” diye bağırırlar.(sf 56) [1]
NEVZAT TANDOĞAN
1894 yılında İstanbul'da doğdu. Türk bürokrat.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. 1914-1918 yılları arasında öğretmenlik yapmıştır. İstanbul Polis Müdürlüğü 2. Şubede Müdür Yardımcısı olarak atandıktan sonra öğretmenlik görevinden ayrıldı. Daha sonra 1. Şube müdürlüğünde de bulundu. İstanbul’daki görevinden sonra 1927 yılında Malatya Valiliğine atandı. Buradaki valiliği sırasında Konya milletvekili olarak gösterilip seçildiyse de valilikten ayrılmak istemediğinden milletvekilliğinden istifa ederek valiliğine devam etti. 1929 yılında Ankara’ya vali olarak atandı. Çok uzun süre bu görevde kaldı. Vali olduktan sonra Ankara Belediye Başkanlığını da birlikte yürüttü. On sekiz yıl gibi uzun süre devam eden Ankara Valiliği ve Belediye Başkanlığı 1946 yılındaki ölümüne kadar devam etti. Ankara'da bir meydan O'nun ismini almıştır.
O'nun, Bu memlekete komünizm gerekiyorsa ve komünizm yararlı bir şeyse onu da biz getiririz, size ne oluyor?” sözü tarihe geçmiş önemli sözlerindendir. Tandoğan, milliyetçilik olaylarında zamanın milliyetçi önderlerinden 3 Mayıs 1944 yılında tutuklanıp huzuruna çıkarılan Osman Yüksel Serdengeçti’ye “Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek. dediği iddia edilmiştir.

Bir başka bu tarz otokritik tavrı ise Said Nursi ile cereyan eden hadisedir. 8 senedir
Tandoğan’an Anadolu’ya - Cevat Kulaksız

Kastamonu'da mecburi ikamete tabi tutulmakta olan Said Nursi, Çankırı üzerinden Ankara'ya getirilerek bu kez Isparta'ya sürgün edilir. Said Nursi Ankara'da Vali Nevzat Tondağan'la görüşme talebinde bulunur. 13 Ekim 1943 tarihinde, burada cereyan eden hadisede görgü şahitleri Tandoğan’ın, Said Nursi'ye odasında zorla şapka giydirmeye teşebbüs ettiğini söyler. Başındaki sarığı çıkarıp şapkayı giymesini talep eden valiye, Said Nursi'nin boynunu göstererek; "Bu sarık ancak bu kelle ile beraber çıkar" şeklinde mukabelede bulunduğu ifade edilmektedir. Bu hararetli tartışma sonunda biten görüşme akabinde Said Nursi valilik binasını terk ederken, "Nevzat, başından bul!" diye beddua etmiştir. Said Nursi, Tandoğan’ın Ankara cinayeti olarak geçen hadisede ilişkilendirilmesi sonucunda 9 Temmuz 1946 tarihinde başına kurşun sıkarak intihar etmesini, kendisine yapılan uygulamanın karşılığı olan ilahi adalet'in tecellisi olarak değerlendirmektedir.
Dönemin Genelkurmay Başkanı Kazım Orbay'ın oğlu Haşmet Orbay'ın adı Ankara'da işlenen bir cinayet hadisesine karışmıştı. Tarihe Ankara cinayeti olarak geçen bu olayda, mahkemede de ifade edildiğine göre, Haşmet Orbay, Dr.Neşet Naci Arcan isimli bir doktoru muayenehanesinde vurarak öldürmüştü (16 Ekim 1945). Bütün bu olup bitenlerden, 18 yıldan beri Ankara Valiliğini yapam Nevzat Tandoğan'ın da haberi oldu. Mahkemede dile getirildiğine göre, Tandoğan bildiklerini ilgili mercilere bildirmek yerine, o da yetkisini cinayeti örtbas etme yönünde kullanarak, bu cinayeti üstlenmesi için Reşit Mercan isimli kişiyi tehdit ettiği iddia edildi. Bir müddet sonra, çok yönlü bir soruşturma başlatıldı. Cinayetin aydınlatılmamasında Vali Tandoğan'ın parmağının olduğu anlaşılınca, mahkemenin Eskişehir'de yapılmasına karar verildi. 9 Temmuz 1946 günkü duruşma için Eskişehir'e çağrılan Vali Tandoğan, hiç ummadığı bir durumla karşılaştı. Mahkemede, cinayeti kasten ve bilerek örtbas etmekle suçlanınca, sinire kapılarak hâkimlere bağırmaya başladı: “Buraya beni 'tanık' olarak çağırdınız, ama bakıyorum da 'sanık' yerine koymaya başladınız. Ben buraya tanık olarak geldim, sanık olarak değil!..'Bu duruşmadan sonra Tandoğan arkadaşları, dostları dâhil herkesin, ona farklı bir gözle bakmaya başladığını düşünmeye başladı. Vali Tandoğan, o akşam evine geldi; ancak, bir türlü yatamadı. “Bunu bana nasıl yaparlar?” deyip durdu. “Evet! Evet! Beni en güvendiğim kimseler ihbar etmiş olmalı diye kendi kendine bağırıp çığırmaya başladı. Nihayet kendini tutamayarak silahını kafasına dayayıp tetiğe bastı... Bu intihar haberi, valinin evinde olduğu gibi, valilik makamında, CHP genel merkezinde, Çankaya'da, Meclis'te, askeri kanatta, Ankara'da ve hatta bütün Türkiye'de bomba etkisi yaptı. 9 Temmuz 1946 tarihinde Ankara'da vefat etti.
Üç yılsonunda dava biter ve Haşmet Orbay cinayet işlemekten 18 yıl, Reşit Mercan ise cinayete yardımcı olmaktan 9 yıl hapis cezası alır.[ii]

Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi'nde, Başkent'in sembol meydanlarından biri olan Tandoğan Meydanı'yla ilgili önemli bir karar alındı. AK Partili 5 meclis üyesi önerge vererek, Tandoğan isminin kaldırılmasını ve 'Anadolu Meydanı' isminin verilmesini istedi. AK Partili üyelerin oylarıyla önce İsimlendirme Komisyonu'ndan, ardından da Meclis'te geçen kararla meydanın adı resmen değişmiş oldu. İsim değişikliğine MHP grubu 'halka sorulmalı' diyerek çekimser kalırken, CHP grubu 'hayır' oyu verdi. Uzun tartışmalardan sonra 96 AK Parti’li, 1 BBP’li ve 2 bağımsız meclis üyesinin desteği sonucu, oy çokluğuyla kabul edildi
Başındaki 'Nevzat' kelimesi 2012 yılında alınan kararla atılan meydan için yeni bir karar alınarak 'Tandoğan' da atılmış oldu. Hamdi Keskin, Fethi Avcı, Selçuk Yılmaz, Ali Şişman, Ahmet Ceylan ve Ahmet Öztürk'ün verdiği önergede 'Tandoğan Meydanı' olarak bilinen meydanın 'Anadolu Meydanı' olarak değiştirilmesi hususunda önergemizin görüşülmesini arz ederiz." ifadeleri yer aldı.
Nevzat Tandoğan’ın, Gazeteci Osman Yüksel Serdengeçti’ye Ulan öküz Anadolulu sözüne çok kızdıkları için, bu meydanın adından önce Nevzat Tandoğan, sonra Tandoğan ismini kaldırıp Anadolu Meydanı yapıverdiler. [iii]
Tandoğan’an Anadolu’ya - Cevat Kulaksız

VALİ VE BAKAN SAİDİ NURSİ’NİN BEDDUASINA MI UĞRADI
Saidi Nursi Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın makamında başındaki sarığı çıkarıp şapka giymesi isteminden “sarığı çıkarıp şapka giyeceksin”,“giymem, giyersin” münakaşasından sonra, valinin makamından çıkan Saidi Nursi, "Nevzat, başından bul”! diye beddua etti ya.
İçişleri Bakanının başına Gelen
Saidi Nursi sürekli devrim kanunlarına karşı çıktığı için, bu doğrultuda Nurcular-müritler yetiştirdiği için Isparta’da yaşamaya zorunlu kılınır. O ikamete zorlandığı yerden ayrılıp Urfa’ya, başka yere gitmeye çalıştığı için, İçişleri Bakanı Namık Gedik tarafından zorla Isparta’ya gönderilir. Saidi Nursi de Vali Tandoğan’a beddua ettiği gibi, zamanın kudretli İçişleri Bakanı Namık Gedik’e de beddua eder.
Saidi Nursi’nin ölümünden 2 ay sonra da 27 Mayıs 1960 darbesi olur. Aralarında İç İşleri Bakanı Namık Gedik de olmak üzere çok sayıda siyasetçi tutuklanır. 2 gün sonra Bakan Gedik yapılan açıklamada, okulun penceresinden atlayarak intihar eder.
İşte bu iki intihar olayını, gericiler,  Saidi Nursi’nin bedduasına ve kerametine yorumlarlar. Oysa bu batıl inanç, iki olay da rastlantıdan başka bir şey değildir.

Cevat Kulaksız 
ckulaksizster@gmail.com
DİPNOTLAR

1 Bediüzzaman Said Nursi Dr. Ramazan Balcı Rehber Yayınları 2006
[i] 1. zamanın harikası. 2. asrın mükemmel insanı. - daha çok lakab olarak kullanılır.
[ii]   https://www.yasamoykusu.com/biyografi-13719-Nevzat_Tandogan
[iii]  Flaş Haber Yavuz Akengin- Ankara 13 Nisan 2015, Pazartesi

Hoşgeldin Özgürlük - Güner Yiğitbaşı
Hoşgeldin özgürlük.

Hoşgeldin basın ve ifade özgürlüğü.

Özgürlüklerinize hoşgeldiniz Can DÜNDAR ve Erdem GÜL.

Üç ay süreyle özgürlüklerinizden mahrum kalıp bir bedel ödedikten sonra, faşizmin derin karanlığından özgürlük güneşinin doğmasına yaptığınız bu katkı ve ödediğiniz bedelden dolayı, her ikinize de teşekkürler.

Bedel ödenerek elde edilen hak ve özgürlüklerin; anlamı, kıymeti,sağlamlığı ve güvenilirliği, sizlerin ve bizlerin tek tesellisidir.

Bugün açıklanan kararla çöken ve yanılmıyorsak sonuncusu olan İzmir Casusluk davası dahil, tüm kumpas davalarının, özgürlüklere yönelik baskıların, haksız soruşturmaların ve tutuklamaların bir karabasan gibi ülkemize çökerttiği faşizmin karanlığı; yok edilen yargı bağımsızlığını, çölde bir vaha misali yeniden yeşertmeye çalışan, Anayasa Mahkemesinin kararlarıyla dağılmakta, faşizmin kaleleri bir bir çökmekte ve bu çöküntülerin artığı molozlar,faşizmin ülkemizde açtığı karanlık çukurları doldurarak, özgürlüklerin engin düzlüklerine doğru yavaş yavaş ilerlemekteyiz.

Anayasa Mahkemesinin, Can DÜNDAR ve Erdem GÜL'ün hak ihlaline uğradığına hükmeden ve bu karar nedeniyle özgürlüklerine kavuşan adı geçen gazetecilerimiz kadar bizler de çok sevinçli ve mutluyuz.

Bu kararı alarak, hak ve özgürlüklere yönelik hukuki katkıları nedeniyle, Anayasa Mahkemesine ne kadar teşekkür etsek azdır.

Evet, Anayasa Mahkemesi; hukukun gereğini ve anayasal görevini yerine getirmiş ve hukukun olması lazım gelen üstünlüğünü kabul ve tescil etmiştir.

Anayasasında, insan hak ve özgürlüklerine dayalı,demokratik bir hukuk devleti olduğu yazılı bulunan ülkemizde, Anayasa Mahkemesine böyle bir kararı nedeniyle teşekkür edilmemeliydi, çok istisnai olması gereken  bu tür kararlar olağan karşılanmalıydı, ama maalesef ülkemizde bu mümkün olmadığı için, insanlarımız; ülkemizde demek ki hakimler de varmış diyorlar ve Anayasa Mahkemesinin istisnai ve olağan olması gereken bu kararını, göklere çıkarmak lüzumunu hissediyorlar.

Ne kadar acı bir gerçek.

Biz de; maalesef, iyi ki Anayasa Mahkememiz varmış demek zorunda kalarak, Can DÜNDAR ve Erdem GÜL'e, tekrar özgürlüklerinize hoş geldiniz, basın ve ifade özgürlüğüne yaptığınız katkıya, bundan sonra da kaldığınız yerden devam ediniz diyoruz.

26/02/2016
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Türkiye’de Hala Yargıçlar Var - Gündüz Akgül
Yaptıkları haberlerle casusluk yaptıkları, FETÖ’ne (Feto Terör Örgütü) üye olmadıkları halde örgüte yardım ettikleri suçlamalarıyla Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara temsilcisi Erdem Gül,  3 aydır tutukludurlar…
 Yaptıkları haberlerin bir gazetecilik olayı olduğunu, tüm dünya ayağa kalkarak haykırırken, birçok Türk ve yabancı aydın, gazeteci, sivil toplum örgütü temsilcileri ve siyasiler Silivri’ye akın ederek olayı protesto amaçlı Umut Nöbeti tuttu…
Yandaş medyanın birçok mensubu bile tutuklamaya karşı çıktı…
Tüm bunlara karşın Hazırlık Soruşturması sırasında yetkili Sulh Ceza Hâkimleri, son soruşturma sırasında Mahkeme, yapılan tüm başvurulara karşın tutuklamayı kaldırmadı…
Son çare olarak Anayasa Mahkemesine (AYM) bireysel başvuru hakkı kullanıldı…
Son yıllarda yargının gösterdiği olumsuz tutum nedeniyle yargıya güven en alt düzeye düşmüşken, AYM, yargıdan umut kesinlerin içine su serpti…
Bireysel başvuruyu 3’e karşı 12 oyla kabul eden Mahkeme, “Anayasa’nın 19. maddesinde güvence altına alınan kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı ile 26. ve 28. maddelerinde güvence altına alınan ifade ve basın özgürlüklerinin ihlal edildiği” gerekçesiyle, hak ihlali yapıldığına karar vererek, Türkiye’de hala Yargıçlar var, dedirtti…
AYM kararına uyarak Can ve Erdem’i serbest bırakan yerel mahkeme kararı da AYM kararını taçlandırmış oldu…
Bu olay yargı açısından olumlu bir gelişmedir…
Kamuoyunu rahatlatmıştır…
Dış basında bu olay nedeniyle Türkiye aleyhine yazılanları durdurmuştur…
Hatta tepkilerle köşeye sıkışan iktidara bile nefes aldırmıştır…
Dahası, 3 aydır tutuklu olan Can Dündar, Erdem Gül ve ailelerinin çektiği sıkıntı ve mağduriyeti gidermiştir…
Özgürlük taraftarlarının gösterdikleri direnç takdirle karşılanmıştır…
Yıllarını hukuka vermiş biri olarak hukuksuzluklar hakkında yazdığım her yazımda belirttiği gibi…
Hukuk, insanların fırtınalı günlerde sığındığı tek ve son limandır…
Hukuka, günün birinde herkesin gereksinimi olacaktır…
Onun için herkesin hukuksuzluklar karşında durması bir insanlık borcudur…
Can Dündar ve Erdem Gül’e geçmiş olsun dileklerimi iletirken, bu karara imza atan Anayasa Mahkemesinin değerli üyelerine, hukukun üstünlüğünü içselleştirmiş hukukçu kimliğimle teşekkür ederim…
Ülkemde, insan hak ve özgürlüklerinin bir daha ihlal edilmemesine, bu kararın milat oluşturacağını umuyorum…

26.02.2016
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Kasap Et Derdinde - Özdemir İnce
Değerli okur arkadaşlar, zuladan eski yazıları çıkartıp siteye koymamı nasıl karşılıyorsunuz bilmiyorum. Ancak herhangi bir konuda bu yazılardan daha güncelini yazmak mümkün değil. Bu yazılar güncellik treninin uğradığı duraklar değıl, trenin çıkış ve varış istasyonları. Bu yazıları Hürriyet ya da Aydınlık gazetelerinde okuduysanız çoktan unuttunuz. Ben hayatım boyunca “güncel”  olarak tanımlanabilecek  tek bir yazı yazmadım. Durumu bilgi ve ilginize sunarım.

Özdemir İnce
25 Şubat 2016

5-ANAYASA HUKUKÇULARI LÜTFEN YARDIM ETSİN
“1921 Anayasası’nın özerklikle ilgili  11-22 maddeleri arasında yer alan 11 madde neden 1924 Anayasası’nda yer almadı ?” sorusunu yanıtlamak isteyen anayasa hukukçularına köşem açıktır. Lütfen ilgilensinler !
Bu konuyla neden ilgileniyorum, bunu yanıtlamam gerek. Kendime iki soru soruyorum :
1.Acaba kurucu irade şûralar (Sovyetler) yönetiminin vilayetlerde bir tür sosyalist idareye yol açmasından mı çekindi ?
2.Yoksa, Gazi (Mustafa Kemal) Paşa’nın İstanbul gazetecileriyle İzmit Kasrı görüşmesinde Kürtlerle ilgili olarak dile getirdiği, (“…. Dolayısıyla başlı  başına bir Kürtlük tasavvur etmektense,  bizim anayasa gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi ilin halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edecektir.  Bundan başka Türkiye’nın halkı söz konusu olurken onları da birlikte ifade etmek gerekir”) görüşlerden dolayı mı 1924 Anayasası’nda bu maddelere yer verilmedi ?
Şimdi Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki bazı olayları tarihlerine göre sıralayalım:
1.İzmit Kasrı görüşmeleri : 19 Ocak 1923
2.Cumhuriyetin ilanı : 29 Ekim 1923
3.Tevhid-i Tedrisat Kanunu : 3 Mart 1924
4.Hilafetin kaldırılmasına dair 431 sayılı kanun : 3 Mart 1924
5.1924 Anayasası’nın kabulü : 20 Nisan 1924
6.Şeyh Sait İsyanının başlaması : 13 Şubat 1925
7.Şeyh Sait ve 47 asi arkadaşının idamı : 29 Haziran 1925.
Bu tarihlere göre Şeyh Sait İsyanı’nı irdeleyebiliriz: Şeyh Sait İsyanı ile ilgili davanın savcısı Ahmet Süreya Örgeevren’in “Şeyh Sait İsyanı ve Şark İstiklâl Mahkemesi” (Temel Yayınları, 2002) adlı kitabında söz konusu dava  sanıklarının ifadeleri ve itirafları yer alıyor. Şeyh Sait verdiği ifadelerde Kürtlerin özerkliğine kesinlikle değinmemekte, isyanın nedeni olarak şeriatı göstermektedir.(S.187-191)
Bir de Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile kapatılan medreseleri ayaklanma nedeni olarak göstermektedir. (S.193) “Maksadımız, Diyarbekir’e girdikten sonra birtakım adamları toplayıp, ulema ve erdemli insanları toplayıp hükûmetimizle görüşme yapacaktık. İçkiyi yasaklayacak, medreseleri açacaktık. Vakit kalmadı” demektedir.
1921 Anayasası’nın 11 ve devamı maddeleriyle ilgili olarak yasa çıkartılması gerekmekteydi. Bu yasalar çıkartılmamıştır.
Şeyh Sait İsyanı (13 Şubat 1925), 1924 Anayasası’nın çıkmasından (20 Nisan 1924) sonra olduğu için, 11 maddelik değişikliğin isyana tepki ile bir ilişkisi bulunmamaktadır. Olsa olsa isyan değişikliğe tepki olabilir. Öyleyse değişikliğin nedeni şûralar (Sovyetler) yönetimi mi ?
Şeyh Sait İsyanı’nın, Anayasa değişikliği ile özerk Kürt yönetimi olasılığının ortadan kalmasından dolayı yapılmadığı dava dosyasından anlaşılmaktadır. Şeyh Sait’in ifadesine göre isyanın nedeni şeriat uygulanmasına son verilmesi ve medreselerin kapatılmasıdır.
Durum anayasa hukukçularının, her türlü tarihçinin ciddi dikkatlerine sunulur.
(Hürriyet, 20 Kasım 2008)
***
6-YENİ BİR ANAYASA İÇİN YENİ BİR KURUCU SÖZLEŞME (1)
26 Kasım Çarşamba yazımın son bölümünde, Anayasa’nın dördüncü maddesinin anayasada yapılacak bütün değişikliklere engel çıkardığını ileri süren Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın savının gerçeği yansıtmadığını ve 1982-2004 yılları arasında Anayasa’da  5 kez değişiklik yapıldığını göstermiştim.
Başkan Kılıç’ın amacı başka,  onu gizliyor :  Anayasa’nın  148’inci maddesinin sınırlarını daraltmak ve başkanı olduğu mahkemeyi  biçim alanına mahkum etmek istiyor. İstesin ama ben o zaman şu soruyu sorarım : “Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırmaya veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz” diyen Anayasa’nın 24.maddesinin son fıkrası şekle uygun olarak değiştirilse Anayasa Mahkemesi bu işleme bakmayacak mı ? Başkan’a göre bakmaması gerek ! Ama bakacak !!!!
Anayasa’nın  Eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi hakkındaki 42.maddesi için Cumhuriyet ilkelerine aykırı  değişiklik önerilirse, TBMM ve Anayasa Mahkemesi bu girişimi Anayasa’nın 2.maddesi ile ilişkilendirmeyecek mi ?  İlişki kurmazlarsa Cumhuriyet’e ve devrimlerine daha doğrusu Türkiye’ye ihanet etmiş olurlar.
Gelelim günümüzde Anayasa değişikliğinin nasıl yapılacağına : Değerli dostum, Prof.Dr.Erdoğan Teziç’in Anayasa Hukuku (Beta Yayınları, 2007) adlı temel kitabının 151. sayfasından aktarıyorum: Anayasanın yapılmasına kurma ya da kuruculuk işlevi deniyor. Bir devleti hukuki ve siyasi kurum olarak kuran iktidara ya da güce Aslî Kurucu İktidar denir. Aslî kurucu iktidar, daha önceden konmuş hiçbir hukuk kuralı ile bağlı ve kayıtlı olmaksızın, bir devleti kuran, ona hukukî/siyasî statüsünü veren; bir anayasayı ilk kez ya da yeniden yapan iktidardır. Asli kurucu iktidar, daha önce konmuş hiçbir hukuk kuralı ile bağlı ve kayıtlı olmaksızın, bir devleti kuran, ona hukuki/siyasi statüsünü veren; anayasayı ilk kez, ya da yeniden yapan iktidardır.
24.maddelik 1921 Anayasası Büyük Millet Meclisi’nin anayasasıdır. Hükümet TBMM’nin  hükümetidir. Meclis başkanı vardır ama başbakan ve devlet başkanı yoktur. 29 Ekim 1923 tarihinde devleti kuran Meclis her bakımdan bir Kurucu İktidar olarak  1924 Anayasası’nı yapmıştır.
27 Mayıs 1960 hareketi ve 1980 darbesi  TBMM’ini dağıtıp yeni bir Kurucu Meclis oluşturarak mevcut anayasaları değiştirip yeni bir anayasa yapmıştır.
Bu gerçeği öğrenenler, “Ne yani, Anayasa’nın değişmesi için askeri darbe mi yapılması lâzım ?” diye soruyorlar. Hayır gerekmez ! Anayasa’nın ilk dört maddesi dışında kalan maddeleri bu TBMM değiştirebilir. Anayasa Mahkemesi Başkanı bilmiyor ama beş kez değişiklik yapılmıştır. Bu değişiklikler, başvurulması durumunda Anayasa Mahkemesi tarafından değerlendirilip denetlenir.
Bu TBMM 1982 Anayasası’nın tümünü bizzat değiştiremez ama değiştirecek özel amaçlı (ad hoc) bir kurucu meclis oluşturmak için girişimlerde bulunabilir.
Anayasacıların bu olanaklara açıklık getirmemesi çok şaşırtıcı. Ben arayıp, uzmanlarıyla konuşarak “doğru”yu buluyorum ama AKP hükümeti ve yandaşları dalga geçiyor.
( Hürriyet, 28 Kasım 2008)
******
7-YENİ BİR ANAYASA İÇİN YENİ BİR KURUCU SÖZLEŞME (2)
Ne varsa edebiyatçılarda var !  Dostum ve hemşerim Demirtaş Ceyhun Türkçede Anayasaya “Anayasa” demenin yanlış olduğunu söylüyor ve onun yerine “Kurucu Sözleşme” kavramını öneriyor.
Fransızca’da kuruluş anlamına gelen  “la constitution” sözcüğünün kökü “Constituer” fiiline gidiyor. Yani  meydana getirmek, oluşturmak, kurmak.
Fransızcadan çevirerek söylersek “bir devletin “constitution”u devleti kuran siyasal sözleşmedir.” Yani Demirtaş Ceyhun’un önerisi olan “Kurucu Sözleşme” haklı ve doğru.
Bir anayasa yapmak için devletin yeni kurulması ya da bir askeri darbe şart değil. 1982 Anayasası, olağan TBMM’ne Aslî Kurucu iktidar yetkisi vermediği fakat Türev (tali, tâlî) Kurucu İktidar yetkisi verdiği için, 1982 Anayasası’nın tamamını değiştirilemez. Ancak kısmen değiştirilebilir. Tıpkı  1958’de Fransa’da  olduğu gibi  meclis  sadece anayasa hazırlamakla özel görevli (ad hoc) bir Kurucu Meclis kurabilir.
AKP hükümeti bu yöntemi seçerse, TBMM yeni bir anayasa hazırlamak üzere bir kurucu meclis seçilmesini sağlayabilir. TBMM kendi yasama görevini yerine getirirken Kurucu Meclis yeni anayasayı hazırlayıp onaylanmak üzere halk oyuna sunabilir.
Bu konuda açılımlı çalışmalar yapmak bağımsız ve tarafsız anayasa bilginlerine düşüyor. Bu açıdan değerlendirilecek olursa, AKP hükümetinin yeni bir anayasa hazırlamak üzere Prof.Dr.Ergun Özbudun komisyonunu görevlendirmesi yasa ve gelenek dışıdır. Hükümetin atadığı bir taraflı komisyon Aslî Kurucu İktidar görevi yapamaz.
Aslî Kurucu İktidar niteliklerine değil de Türev (Tali) Kurucu İktidar niteliklerine sahip AKP ağırlıklı TBMM, kuramsal olarak,  ilk dört madde dışındaki Anayasa değişikliklerini yapabilecek konumda. Fakat Anayasa Mahkemesi’nin kapatmayla ilgili son kararından sonra bu değişikliği etik açıdan yapamaz. Çünkü Anayasa Mahkemesi tarafından “Anayasaya (laikliğe) aykırı faaliyetlerin odağı” olduğu için cezalandırılmıştır.
TBMM Başkanı’nın kurmak istediği komisyona üye göndermeyen CHP’nin bu tavrını bu açıdan değerlendirmek gerekmektedir.
AKP iktidarının kendi kafasındaki anayasayı yapması mümkün değil. Değişiklik önerisini TBMM’de üyesi bulunan ya da bir önceki genel seçime katılmış partilerin eşit sayıda üye verdiği bir komisyon hazırlayabilir. Günümüz TBMM de bir tali (türev) iktidar olduğunun bilinciyle anayasayı değiştirebilir.
Bütün bu yazdıklarım 1982 Anayası’nı beğendiğim anlamına gelmez. Avrupa Birliği’nin istediği demokratikleşme girişimleri kuşkusuz anayasa değişiklikleriyle sınırlı değil. Anayasa değişikliğinin neden yapılamadığı Avrupa Birliği’nin anayasa hukukçularına kolayca anlatılabilir.
Yeni bir Anayasa yapmanın ya da Anayasanın değişebilir maddelerinin değiştirilmesinin kamuoyu  desteği oluşuncaya kadar, AKP hükümeti muhalefetle işbirliği yaparak Siyasal Partiler Yasası ile Seçim Kanunu’nu değiştirebilir. Bu da çok önemli bir demokratik adımdır !
(Hürriyet, 29 Kasım 2008)
*******
8-ANAYASA HUKUKU DERSLERİ
Anayasa’nın 2. maddesinde yazdığına göre: Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti ise ve uygulamada öyle kalacaksa, Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, bütün bakanların, bütün milletvekillerinin, bütün gazete yazıcılarının ve bütün entelijanstsiyanın bir Anayasa Hukuku ders kitabı edinip baştan sona hatmetmeleri gerektiğini düşünüyorum.
Hukuk diploması almış olanlar da bilgi tazelemek için aynı şeyi yapmalıdır.
Ben bu işi yıllardır yapıyor ve faydasını görüyorum.
Anayasa Hukuku ders kitaplarından birini okuyup iyice anlamamış olanlar, darbenin sadece silah ile yapıldığını sandıkları için, Sivil Darbe  olasılığına katıla katıla gülüyorlar.
Sivil Darbe yapmanın en kolay yolu hukuksuz bir devlet yaratmaktır.
Siyasal iktidar (yani Yürütme Erki’ni elinde bulunduran hükümet), Yasama Erki’nin (yani Meclis’in) görev ve yetkilerini etki altında tutmak ve Yargı Erki’ni denetim altına almak suretiyle Sivil Darbe yapar.
Silahlı Darbe’yi silahlı kuvvetler yapar.
Halk İhtilali’ni (Halk Darbesi’ni) silahlanmış halk yapar.
Sivil Darbe’yi  hukuksuz hükümet yapar.
Başkalarının tercihine karışmam, yeter ki bir Anayasa Hukuku ders kitabı hatmetsinler. Benim tercihim, değerli dostum, kuşaktaşım, arkadaşım Prof.Dr.Erdoğan Teziç’in  şimdiye kadar 12-13 baskı yapmış olan  Anayasa Hukuku’dur (Beta Yayınları).
İstanbul’daki ve köydeki çalışma masalarımın üzerinde Anayasa metni ve sözlüklerle birlikte durur.  Örneğin hükümet ya da parlamenterler Referandum’dan mı söz ediyorlar, açar dostumun ders kitabına bakarım.
Erdoğan Teziç kendisine yapılan tavsiyeleri tevazu ile dinleyecek bir yüce gönüllüdür. Örneğin, buradan, ders kitabının yeni baskısında, şu her derde deva ebegömeci  “Milli İrade” kavramına özel bir bölüm ayırmasını tavsiye edeceğim. Benim tanıdığım Erdoğan Teziç 19 Ocak 2010 tarihli yazımı (“Milli İrade Demokrasiye Karşı”) mutlaka okumuş ve bir yere not etmiştir.
Edebiyat sever dostum Erdoğan Teziç, şairlerin hukuk ve adalet tutkusunu çok iyi bilir.
Örneğin Prof.Dr.Erdoğan Teziç’in Anayasa Hukuku kitabının 402. sayfasını açıp okuyalım: “Kuvvetler Birliğine Göre Siyasi Rejimler” – “Kuvvetler Birliği rejimleri, yasama ya da yürütme organlarından birinin, devlet yetkilerine sahip olmasını ifade eder. Kuvvetler birliği yürütme lehine olabileceği gibi, yasama lehine de olabilir. Kuvvetlerin yürütme’de birleşmesi, diktatörlük rejimlerine, yasama’da birleşmesi de, ‘konvansiyonel’, ya da ‘meclis hükümeti’ rejimine yol açmaktadır.”
Şairin yorum ve katkısı: Kuvvetlerin yürütmede (hükümette) toplanmasının herhangi bir anayasal ve yasal kaynağının olması gerekmez. Olmadığı durumlarda da yürütme, yasama meclisindeki çoğunluğunu türlü şekilde pasifleştirerek onun yetkilerini de yönlendirebilir, Meclis’ten istediği yasaları kolayca çıkartabilir.
Böyle bir ortamda,  emniyet subabı (varsa) Anayasa Mahkemesi, Danıştay gibi yüksek mahkemelerdir. TBMM’deki çoğunluğunu emir-komuta ilişkisiyle yönlendiren AKP hükümeti  Yüksek Mahkemeler’i de denetim altına alırsa rejim’in adı ne olur ?
(Hürriyet, 28 Şubat 2010)
********
ANAYASA CİHADI
Prof.Dr.Erdoğan Teziç’in hatmettiğim “Anayasa Hukuku” (Beta) kitabında AKP’nin önerdiği türden bir (kısmî) değişiklik ya da değiştirme yöntemi yok. Prof.Dr.Ergun Özbudun ile Prof.Dr.Ömer Faruk Gençkaya’nın “Türkiye’de Demokratikleşme ve Anayasa Yapımı Politikası”ında (Doğan Kitap) ve Doç.Dr.Serap Yazıcı’nın “Yeni Bir Anayasa Hazırlığı ve Türkiye” (Bilgi Üniversitesi) adlı kitabında var mı, bilemiyorum. Yeni yayınlandıkları için henüz okuyamadım. Bununla birlikte, bu iki kitapta da bu türden tepeden inmeci ve zorba bir tarzın onay göreceğini sanmıyorum.
Bugünkü Anayasa Mahkemesi’nin oluşum tarzını ve zihniyet yapısı beğenmeyenler ilginç görüşler ileri sürüyor: Venedik Komisyonu, “…‘oyların yüzde 46’sından fazlasını almış iktidar partisini’ irtica odağı sayan bir mahkemenin ‘Türk toplumundaki muhtelif eğilimleri yeterince yansıtmadığı’…” görüşünü savunuyormuş.
Oysa Yargıtay Başsavcısı AKP’nin kapatılması davasını Anayasa’nın 2.maddesine dayanarak açtı. Anayasa Mahkemesi de AKP’nin bir irtica odağı olduğuna gene Anayasa’nın 2.maddesini referans yaparak karar verdi.
Anayasa’nın 2.maddesinde laiklik ilkesi yer almasaydı bu işlemler olmazdı. Anayasa’nın 2.maddesini şimdilik değiştiremeyeceğini çok iyi bilen AKP, bu engeli, yüksek mahkemenin yapısını ve oluşumunu değiştirerek aşmayı düşünüyor.
Aynı durum Danıştay ve YHSK için de söz konusu. Anayasa’nın ilk dört maddesinin değiştirilemeyeceğini bildiği için şimdilik bunların yapısını ve oluşumunu değiştirmek istiyor. AKP’nin Anayasa Mahkemesi’nde, Danıştay’da ve  YHSK’da karşı-devrimci yorumculara ve yorumlara ihtiyacı var.
Öyle bir Anayasa Mahkemesi ve Danıştay ki Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun çiğnenmesine ses çıkarmayacak; imam-hatiplerin klasik liselerin yerini almasına göz yumacak, bu amaçla YÖK’ün oynadığı alicengiz oyunlarını kabul edecek.
Öyle bir YHSK ki, yürütmenin buyruk ve kuyruğunda karşı-devrimci işlemlerin yürürlüğe girmesine kolaylık gösterecek. AKP bu konudaki planlarına gerçekleştiribilirse, Anayasa’nın değişmez ilk dört maddesi yerlerinde mışıl mışıl uyuyabilir. İşte bu nedenle olacak ki  serinkanlı ve uzlaşarak yapılması gereken bir işi, cihad anlayışıyla ele alıyor.
(Hürriyet, 16 Nisan 2010)
***************************************************************************

Davar Can Derdinde - Özdemir İnce
Değerli okur arkadaşlar, “Anayasa Yapmak” konusunda, Anayasa ders kitapları dışında (benim tercihim Prof.Dr.Erdoğan Teziç’in kitabıdır), bu yazıdan önce yayınladığım iki yazıdan (“AKP ile Anayasa Yapıl[a]maz” ve “Başkanlık Mavalı”) başka,  gazete basınında adama benzer yazı bulamazsınız. Tevazuun gereği yok! Çünkü “var” desem, hemen inanılır.  Varsa, “var” diyen bana yazıyı (yazıları) göndersin.

Bugün, üç fasılda yayınlayacağım,  2007-2012 yılları arasında yayınlanan 13 zula yazısından, ilk bölümünü bilgi ve ilginize sunuyorum. Kamusal geçmişi kimse yok edemez.

Özdemir İnce
22 Şubat 2016
***
1-YENİ  ANAYASANIN  İLGİNÇ  TAŞERONLARI
Bülent Sarıoğlu’nun özel haberini gazetenin yazı işleri bol kepçe bir  manşetle değerlendirmiş : “Yeni Anayasa’nın ilginç mimarları” (Hürriyet, 31.08.07). Bülent Sarıoğlu’nun yaptığı araştırmaya göre Anayasa’nın mimarlıktan uzak taşeronlarının belirgin özellikleri şöyle :
PROF.DR.ERGUN ÖZBUDUN : Sarıoğlu bilgi vermiyor. Günahı söyleyenin boynuna,  Nakşilerle yakın ilişkisi olduğunu duydum. Kürsü olarak Zaman gazetesini tercih ediyor.
PROF.DR.LEVENT KÖKER :  Sol ideologmuş. “Kemalizm’e artık aşılması gereken bir tarihi fikirler bütünü olarak bakmalıyız. Kemalizm olduğu sürece Türkiye’nin Avrupa’ya entegrasyonu gerçekleşemez. Kemalist Türkiye’nin vesayet rejimi olarak adlandırılmış olduğunu da hatırlatmak lazım” diye yazmış.
Benim yorumum: Kemalizm (eğer varsa) Anayasa’dan, yasalardan bir ur gibi kesip attık diyelim. Siyasal ve gündelik kültürden, bireylerin zihninden kesip atmak mümkün mü ? Demek ki ciddi bir toplumsal çatışma göze alınıyor !
PROF.DR.FAZIL HÜSNÜ ERDEM : Anayasa’nın Atatürkçülük unsuruyla tekçi bir ideolojiye sahip olduğunu savunmuş. Bir yazısında “Türklük’ün etnik bir çağrışım yapmadığı ve yalnızca vatandaşlığı ifade eden bir terim olduğuna ilişkin söylem, özellikle Kürtler ve gayrimüslimler açısından inandırıcılıktan uzaktır” demiş.
Benim yorumum: Fazıl Hüsnü Erdem “söylem” sözcüğünü yanlış kullanıyor. Dünyada Fransızlık, Almanlık, Yunanlık sözcükleri var oldukça, doğal olarak, Türklük de varlığını sürdürecek.  Kürtler ile gayrımüslimlerin (varsa) bu tür vehimlerden kurtulmaları iyi olur.
DOÇ.DR.SERAP YAZICI : “Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olamayacağı iddiası bir söylem olarak da demokratik değildir” demiş.
Benim yorumum: Bayan Yazıcı da “söylem”i yanlış kullanıyor. İddia hukuki ise (ki hukuki idi) tartışılır. Bu türden iddialar demokratik/antidemokratik  olmazlar.
DOÇ.DR.ZÜHTÜ ARSLAN : Hakkında “TSK ile polisi karşı karşıya getirdiği” gerekçesiyle soruşturma açılmış. TSK’nın depolitize edilmesini savunuyor.
Benim yorumum: Anasaya  ve devrim yasalarına aykırı işler gören iktidar karşısında TSK ne yapmalı, iktidara yardımcı mı yoksa seyirci mi olmalı ?
PROF.DR.YAVUZ ATAR : Cumhurbaşkanı’na tanınan yetkilerin parlamenter sistemden sapma olduğunu savunuyormuş.
Benim yorumum: Standart bir parlamenter sistem var mı ?
Ortak özellikleri: Zaman gazetesinde sık sık yorum yazıları yazıyorlar ve İslamcı basın tarafından destekleniyorlar. İşaretler  Fethullahçılarla, öteki tarikatlarla ilişkileri olduğunu  gösteriyor. İyi de Prof.Dr.Zafer Üskül figüran olarak ne zaman sahneye çıkacak ?
(Hürriyet,11 Eylül 2007)
***
2-LİBERALİZM, DEMOKRASİ, İDEOLOJİSİZ ANAYASA
Kuşkusuz, neo-liberallerin iddialarının aksine liberal demokrasiden başka demokrasiler de vardı. Liberal demokrasi, demokrasinin ne ilk ne de son menzili (aşaması).
Örneğin, “Sosyalist modelin çöküşünün ortadan kaldıramadığı bir şüpheye göre, bizim el üstünde tuttuğumuz demokrasi gerçek demokrasinin sadece bir gölgesidir.” (Jacques Rancière, “Siyasalın Kıyısında, S.49. Metis Yayınları)
“Bizim el üstünde tuttuğumuz demokrasi” kuşkusuz liberal demokrasiden başkası değil. Öyle de, liberal demokrasi, demokrasinin cemaatçi özü ile özel çıkarları düzenleyen görünmez elin hesapları arasında sıkışıp kalmıştır. İkisi arasındaki  varsayılan birleşme aslında doğaya aykırıdır. Farazi birleşmenin dışında demokrasi ile bireycilik kendi zıt yönlerine, biri Mağrip’e, öteki Maşrık’a gider ! Bu durumda ya demokrasi gereği bütün çıkarları kolektifleştireceğiz diyecekler  ya da ağızlarındaki baklayı çıkartıp yekten demokrasi dediğimiz şeyin liberalizmden başka bir şey olmadığını söyleyecekler.
Yani ne sosyal demokrasi, ne de sosyalist demokrasi mümkün  (!) El insaf !
Demokrasiyi, (1950’lerin ünlü hukuk hocalarından Prof.Dr.Bülent Nuri Esen’in deyişiyle) kakokrasi’ye indirgeyenlerin çapını aşan bir durumdur bu.
Liberalizm, demokrasiyi bir topluluğun bireysel çıkarlarına indirgemişse; liberalizm (kapitalizm) ile demokrasi aynı şey olmuşsa, artık her şey mümkündür. Demokrasiye de gerek yoktur liberalizm her şeyi temsil eder. Ilımlı islami de, ılımsız islami de olabilir demokrasi, yeter ki düzen liberal ve kapitalist olsun ! Ne var ki emperyalist olamayan kapitalizm bir fasafisodur.
Bu durumda, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, liberalizm de, kapitalizm de, demokrasi de fasafisodur. Adil olmayan seçim sistemi, antidemokratik  partiler ve seçim yasası, çalışana verilmeyen grev hakkı, geçersizleşmiş kadın hakları; İslamın gündelik baskısı, eğitimin ve devlet kurumlarının dinselleştirilmesi, demokrasi kaftanı giydirilmiş kakokrasiye çok uygundur. Kemalizmin içeriğini iğdiş et, gerisi kolay (!) Dış borç artabilir, ödemeler dengesi bozulabilir, işçi ve köylü, bütün çalışanlar yoksullaşabilir ! Oysa demokrasi bunun tersi için vardır; bunun tersi olduğu zaman demokrasi vardır !
Gelelim şu yeni demokrasinin temeli olacak olan, renksiz, kokusuz, ideolojisiz  Yeni  Anayasa’ya. Buna Liberal Anayasa diyorlar. Sözlüklere bakınca, liberal sözcüğünün altında liberalizm sözcüğünü görürüz. Liberalizm, yani serbest piyasa ekonomisinin ideolojisi. Fransızca sözlüklerde liberalizm sözcüğünün eşanlamlısı olarak kapitalizm ve bireycilik (individualisme) sözcükleri yer alır. Yeni Anayasa’yı hazırlayan hukukcu ekibine göre Kemalizm ideolojidir, ama  liberalizm, kapitalizm ve bireycilik (individualisme) kesinlikle ideoloji (!) değildir. Böyle bir ekibe  sıfır verilir; Hal ve Gidiş notu kırılır !
Kakokrasiyi demokrasi diye yutturmaya çalışan “gayrı milli karma”ya bir soru: “İzm” takısıyla biten Kemalizm bir ideoloji imiş; peki aynı takıyla biten Liberalizm, kapitalizm ve endividüalizm (bireycilik)  nasıl oluyor da ideoloji olmuyor ?
(Hürriyet, 29 Eylül 2007)
***
3-PROF.DR.ERGUN ÖZBUDUN’UN ANAYASA TASLAĞI
AKP tarafından Prof.Dr.Ergun Özbudun başkanlığındaki ekibe hazırlatılan Anayasa’nın taslak çalışmasının siyasal partilerin kapatılmasıyla ilgili 38.maddesini memleketimizin  müsvette demokratlarına armağan olarak sunuyorum:
[Madde 38- (1) Siyasî partilerin tüzük ve programları ile fiilleri, insan haklarına, Devletin bağımsızlığı ve bölünmez bütünlüğüne, demokrasiye, cumhuriyete ve lâikliğe aykırı olamaz.
(2) Partiler yabancı devletlerden, milletlerarası kuruluşlardan ve Türk tâbiyetinde olmayan gerçek ve tüzel kişilerden maddî yardım alamazlar.
(3) Siyasî partiler ticarî faaliyette bulunamazlar.
(4) Bir siyasî partinin tüzüğünün veya programının birinci fıkra hükümlerine aykırı görülmesi halinde, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının talebi üzerine, Anayasa Mahkemesince partiye ihtarda bulunulur. İhtarı izleyen iki ay içinde aykırılık giderilmediği takdirde, ilgili parti hakkında dava açılır.
(5) Bir siyasî partiye birinci fıkra hükümlerine aykırı fiillerinden ötürü yaptırım uygulanmasına, ancak, onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi halinde karar verilir. Bir siyasî parti, bu nitelikteki fiiller o partinin üyelerince yoğun, sürekli ve ciddî tehlike oluşturacak bir şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca benimsendiği yahut bu fiiller aynı şekilde doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır.
(6) Anayasa Mahkemesi, birinci ve ikinci fıkra hükümlerine aykırılık nedeniyle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından açılan davalarda, dava konusu fiillerin ağırlığına göre ilgili siyasî partinin Devlet yardımından kısmen veya tamamen mahrum bırakılmasına ya da kapatılmasına karar verebilir.
(7) Bir siyasî partinin kapatılmasına beyan veya fiilleriyle sebep olan kurucuları dahil üyeleri, Anayasa Mahkemesinin kapatmaya ilişkin kesin kararının Resmî Gazetede gerekçeli olarak yayınlanmasından sonraki ilk milletvekilliği veya mahallî idareler seçimlerinde aday olamazlar.] Taslak maslak, AKP hesabına hazırlanan Anayasa’da da parti kapatma var. Anayasa Mahkemesi’nde dava açma yetkisi gene Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na ait.
Bir Anayasa ve Siyasal Partiler Yasası olacak; siyasal Partiler bu Anayasa ve yasaya göre kurulacak; Partinin milletvekilleri bu Anayasa’ya bağlılık andı içecekler ve daha sonra o Anayasa’nın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez temel maddelerini değiştirmek konusunda niyet beyan edecekler.
Böyle bir girişim düşünceyi açıklama özgürlüğü kapsamına girer mi, yoksa değişmez maddeyi şiddet kullanarak değiştirmeyi tasarlamak anlamına mı gelir ? Ancak şiddetin ve zorla değiştirilmesi mümkün madde üzerinde fikir idmanı yapmanın ülkeye ne gibi bir yararı olabilir? Ya da olabilir mi, kaostan, parçalanmaktan başka ?
(Hürriyet, 28 Mart 2008)
***
4-SUÇ “FAŞİST ANAYASA”DA MI ?
İslamcı militanlığı yedi iklim dört bucakta tescilli bir vatandaş, bir televizyonda, 1982  Anayasası’nın darbeci generaller tarafından hazırlanan anti demokratik ve faşist bir anayasa olduğunu ileri sürüyor. İleri sürerler !
Ne 12 Mart’a ne de 12 Eylül’e karşı çıkan, cumhuriyetçi devrimciler ve sol kesim bu iki darbe tarafından ezilip-kazınırken  zevkten ağzının suyu akan, 12 Eylül’ün tezgahladığı “Türk-İslam Sentezi” ile iktidara yönelen bu militan İslamcı kadronun utanma erdemi yoktur.
Ben ve ailem 12 Mart’ın rendesinden geçtik; 12 Eylül’ün çıkardığı özel yasa ile çok sevdiğim mesleğimden 45 yaşımda emekli edildim; ve 12 Eylül anayasasına “Hayır” oyu verdim.
12 Eylül anayasası 5 darbeci generalin kararnamesi ile değil, halk oylamasında nüfusun yüzde 91,37’si tarafından onaylandı. AKP hükümeti yüzde 46,7 oy ile iktidarda bulunuyor; 1982 Anayasası ise seçmen halkın yüzde 91,37’sinin oyu ile yürürlüğe girdi. AKP’nin iktidara gelişi demokratik ise, 1982 Anayasası iki kez demokratik !
“Hep bana Rab bana!” mantığı ile siyaset yapan İslamcıya göre, 1982 Anayasasına “Evet” oyu veren yüzde 81.37 Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı faşist oluyor; AKP’ye oy veren 46,7 vatandaş ise demokrat oluyor.
Bu rezillikler olmadan önce, faşist Anayasa, faşist partiler  ve seçim yasaları, emeğin ümüğünü sıkan yasalar işinize yararken aklınız neredeydi ?
1980’lerden bu yana yazıyorum. Kimseye anlatamadım. Ama AKP aleyhine açılan kapatma davası ile durum artık anlaşılmak zorunda.
Bir demokratik rejimde her şey Anayasa’ya, hukuka  ve yasalara dayanır ve onlar tarafından sınırlandırır. Bir siyasal parti Anayasa’ya ve Siyasal Partiler Yasası’na göre kurulur; seçimler de seçim yasalarına göre yapılır. Anayasa, Siyasal Partiler Yasası ve Seçim Yasası ! Bir siyasal parti, bu  izin verici ve engelleyici ölçütlere göre iktidara gelir ve gider.
Bir siyasal partinin kurulması, seçime girmesi bu üç ölçütü beğendiği anlamına gelmez ama kabul ettiği anlamına gelir. Seçimi kazanıp iktidara gelen siyasal parti, bütün yasaları değiştirebileceği gibi,  beğenmediği Anayasa, Siyasal Partiler Yasası ve Seçim Yasası’nı demokratik yollarla değiştirebilir. Ama Anayasa Mahkemesi’ni unutmadan !
Ancak Anayasa’nın 4. maddesinde yazdığı gibi, 2. ve 3. maddelerini değiştiremez, değiştirilmesi için öneride bile bulunamaz. Bu böyle iken, barışcı ve demokratik yollarla değiştirilmesi mümkün olmayan maddelerin varlığını tartışmaya açmak onları zor kullanarak değiştirmeyi tasarlamak anlamına gelir. Bunun düşünceyi açıklama özgürlüğüyle ilgisi yoktur.
Bu iş bu kadar basit : Her siyasal parti anayasanın 2,3 ve 4. maddeleri ile Anayasa’nın 174 maddesinin koruması altında olan Devrim Yasaları’na saygı ve sadakat göstermek zorunda.
Öte yandan, gazetelerde, televizyonlarda, Yargıtay Baş Savcısı’nın açtığı davayı Anayasa Mahkemesi’nin kabul etmesinin borsa ve piyasaları zor durumda bırakacağı iddiaları yer alıyor. Sanki bunun sorumlusu Başsavcı ve Anayasa Mahkemesi! Piyasalar ve borsada meydana gelecek her türlü olumsuz gelişmenin bir tek sorumlusu vardır : AKP ve  hükümeti !
Hiç kimse Cumhuriyet’e ve kurumlarına hesap soramaz. Herkes haddini bilsin !
(Hürriyet, 4 Nisan 2008)
****************************************************************

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget