Laikliğin Işığında - Cevat Kulaksız

“Ilımlı İslam Türkiye için Tuzaktı”…

Rusya’nın Lenin’in Mirasından Vaz Geçtiği Gibi Türkiye De Atatürk’ün Laiklik Mirasından Vaz Geçmelidir” Diyorlar…
Laikliğin Işığında - Cevat Kulaksız

Ulusal Eğitim Derneği’nin öncülüğünde eski CHP milletvekillerinden Uluç Gürkan’ın [i] konuşmacı olarak katıldığı “Laikliğin Işığında” konulu bir konferans verildi. 6 Şubat 2016 günü derneğin salonundaki konuşmayı, salonu dolduranlara eğitimciler tarafından ilgi ile izlendi. Günümüzün gerici iktidarınca Laik TC nin, laikliğin iyicene hırpalandığı, yıpratıldığı, ne ki saldırıya uğradığı günümüzde, laikliğin önemini açıklama, kavrama, benimseme gereği çok açıktır. Atatürk’ün Laik TC iktidar ve yandaşları tarafından saldırıya uğradığı, dinciliğin daha da koyulaştığı günümüzde, laikliğin önemi Uluç Gürkan tarafından tüm açıklığıyla, laik TC nin tehlikede olduğu detayları ile özgün bir anlatımla dinleyicilere sunuldu. Biz de bu konuşmanın çok az bir dinleyici ile yetinilmeyip okuyucularımızın da yararlanması için internet okuyucularımıza sunma gereğini duyduk; umarız yararlı olur.
“Hepinizi laikçe, saygı ile selamlıyorum. Laiklik anayasaya bundan 79 yıl önce girdi. 5 Şubat 1937 de girdi, bunu hepimiz biliyoruz. 1961 ve 1982 Anayasalarıyla da laiklik devletin değiştirilmez temel nitelikleri olarak alındı. Ancak anayasalarda laikliğin yer alış biçimi çok net değil; bir tür kavram türünün ötesine geçmiyor. Altı gereğince, yeterince anlamına uygun biçiminde doldurulmuş değil.
Laiklik tanımı da uzun yıllardan beri bir tür papağan ezberine dönüştü. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması. Bu oldukça basmakalıp ve yetersiz son derece yetersiz. Yetersizliği nedeniyle de laikliğin anlamının çarpıtılmasına, içeriğinin sulandırılmasına zemin hazırlıyor. Örneğin çok yoğun yapılan bir tartışma var, “kişi laik olamaz, laik olan devlettir” türünden. Bu laikliğin çarpıtılması, laikliğin sulandırılması konusunda ciddi anda tesadüfi olmayan suni bir tartışma. Şu algıyı yaratıyor. Laik düzen laik olmayanlarca da sürdürülebilir. En azından Türkiye’nin geniş kesimlerine bu gün itibariyle de bu anlayış, bu algı, bu tartışma ortamında biz de maalesef ciddi katkılar verdik. Belki anımsayacaksınız, laiklik duruşu konusunda hiçbir kırılması olmayan Rahmetli Bülent Ecevit’le bir ara, “laik olan devlettir kişi değildir” türü bu tartışmaya bence yanlış katkıda bulundu, laiklik bu tür basma kalıp cümlelerle ne açıklanabilir, ne de anlaşılabilir. Laikliğin gerçek özüyle anlaşılabilmesi için öncelikle demokrasi ile bağlanmaz. Laiklik ve demokrasinin nerede nasıl örtüştüğünü dikkatli bir şekilde irdelenmesi gerekir.
Laiklik sağlıklı işleyen gerçek bir demokrasinin sağlıklı bir temelidir, olmazsa olmaz koşuludur. Halkın kendi özgür iradesiyle kendi kendini yönetmesinin vazgeçilmez esasıdır. Halkın burada kendi kendine derken Uluç Gürkan artık çok abarttın, nereye götürüyorsun laikliği, diyebilirsiniz, denilebilir. Bu eleştiri noktasına bir açıklık getirmek için laikliğin kökenine, laikliğin kökeninde, sözcük kökeninde halk vardır.
Laiklik Latince de Laisos, Fransızcada Lakuet, Yunanca’da Laikos olarak bilinir. Bunların anlamı “halktan olan” dır. Bu kelimelerden dilimize geçmiştir, sözcük kökeninde halk vardır. Laik düzende TC tarihi de bunu kanıtlamaktadır. Egemenliğin kaynağı gökyüzünden yeryüzüne indirilmiştir. İlahi egemenlik anlayışı, ulusun egemenliğine terk edilmiştir. Ulusun egemenliğine dönüştürülmüştür ilahi egemenlik anlayışı. Açık anlatımıyla iktidarın kaynağı olarak, egemenliğin kökeni olarak Allah’ın yerini halk almıştır. Laikliğin bu siyasi boyutu yalnızca iktidarın kaynağında değil, kişi hak ve özgürlüklerinde de ortaya çıkmıştır. Allah’ın egemenliğinde kişi, birey kuldur, bu düzende kulu-kul olan kişinin, bireyin hak ve özgürlüklerinden söz etmek mümkün değildir.
Laik düzende ise birey kul olmaktan çıkarılmış, özgürleştirilmiş, vatandaş haline getirilmiştir; böylece kişi, hak ve özgürlüklerinde önü açılmıştır.
Yönetimin, kuralları koyanların, yasaları yapanların yönetme, kural koyma, yasa yapma yetkisi de laik düzende dımdışılık bir kaynakta özgür bireylerin iradelerinden alınması sağlanmıştır. Laikliğin günümüzün tüm demokratik yönetimleri tarafından benimsenmiş olması tesadüf değil. Zaten biraz önce altını çizmeye çalıştığım gibi, laiklik ilkesi olmadan demokrasiden söz etmek de olanaksızdır.
Laiklik aynen demokrasi gibi, toplumsal ve siyasal yaşam biçimidir. Bireysel tutum ve davranışları hedef alır. Hedefi birimsel tutum ve davranışlar değildir, kimin ne giyeceği, nasıl yaşayacağı, hangi müziği dinleyeceği, ne içip içmeyeceği, nerede ve nasıl ibadet edeceği, ibadet edecekse bunlara karışmaz. Laik toplumsal ve siyasal bir yaşam biçimi olarak laikliğin hedefi insanların ortak iletişim alanının hukuksal tanımıyla kamusal ve toplumsal sistemin özgürleştirilmesidir.
Din kurumunun siyasal ve kamusal yaşam üzerindeki etkilerinin sınırlandırılmasıdır. Bu bağlamda replik, dünya genelinde aydınlanmanın Türkiye özelinde çağdaş uygarlık hedefinin temel kurgusudur. Dünya genelinde akılcılık, Türkiye üzerinde “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” önermesinin temel taşıdır. Hukuk devletinin esasıdır. Kanun önünde eşitlik ilkesidir. Adil yargılama hakkının güvencesidir; din ve vicdan özgürlüğünün teminatıdır. Kadın haklarının çimentosudur, insanın özgür düşünme ve bağımsız karar verme yetisidir, insanın yaratıcılığının şemsiyesidir. Laiklik din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması gibi basmakalıp bir cümleye sığdırılamaz. Laiklik aynı zamanda günümüzde en çok ihtiyaç duyduğumuz yurtta barışı sağlamanın, yurtta barışa ulaşmanın da sigortasıdır. Laik düzende kimse etnik kökenine, dini inancına göre ötekileştirilemez. Herkesin doğduğu etnik ve dini kimliği ile ulusun öz unsurları olarak bir arada yaşamaktan mutluluk ve gurur duymaları amaçlanır. Atatürk’ün vatandaşlık tanımını ulusal temele oturtan TC ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir” betimlemesi de bu laik anlayış doğrultusundadır. Laik içerikli bir tanımdır. Değişik ırklardan, kökenlerden bu arada değişik ülkelerden gelip de Türkiye’de Türkiye topraklarında yıllardır ayırımsızlaşmış kendi özgür iradeleriyle oluşturdukları ortak bir ulusal kimliğinin belirlenmesi yurtta barışın ilk adımıdır. Bu adımı atabilmek için de laik düzen vazgeçilmez bir yaşam biçimidir. Ülkemizde bize her gün yurtta barış hedefinden uzaklaştıran etnik kökenli çatışmaların günümüzde böyle tırmanmış olması bence tesadüf değildir. AKP iktidarının çözüm adına PKK terör örgütünün uzun süre şehirlere silah, mühimmat yığmasına göz yuman aymazlığı bir kenara terörün tırmanmasında etnik temelli çatışmaların böylesine yoğunlaşmasında geride bıraktığımız 14 yılda laik yapısının Cumhuriyetinin önemli ölçüde zedelenmiş olması da özellikle üzerinde durulması gereken bir unsurdur öğedir.
Laik Türkiye sadece sosyal barışa değil, aynı zamanda dünyada barışa da gerçekten katkı yapacak dünyada barışı projelendirecek bir önemdedir. Atatürk’ün öncülüğünde kurulan Türkiye’de laik ve demokratik modeli İslam dünyasını tümüyle de çağdaş uygarlığa taşıyacak modeldir. Bakın çevrenize doğumuzda Afganistan, İran, Pakistan; güneyimizde Suriye, Irak,  Katar, B. Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Yemen var. Kuzey Afrika’ya doğru Mısır, Somali, Libya bunlarla komşuyuz. Doğumuzdaki ve Güneyimizdeki bu komşularımızla pek çok bakımdan birbirimize benziyoruz. Ciddi benzerliklerimiz var,  tarihlerimizde ortaklıklarımız var, o ülkelerin pek çoğuyla uzun yıllar iç içe yaşamışız. Kültürümüz de oldukça benzeşiyor, kesiştiği yerler var, inancımızsa aynı, halklarımızın büyük çoğunluğu Müslüman. Bu çarpıcı benzerliklere karşın komşularımızla aramızda önemli bir fark var, Türkiye’nin aydınlanmaya ve demokrasiye dönük yüzüyle de önemli bir fark, son yıllardaki bütün tahribata karşın demokrasi; bütün eksikliklerine karşın İslam dünyasında işleyen tek demokrasi Türkiye’de.
2000 yıllardan sonra geride bıraktığımız 14 YILDA AKP NİN BÜTÜN TAHRİBATINA RAĞMEN TÜRKİYE’DE DEMOKRASİ HENÜZ RAFA KALDIRILABİLMİŞ DEĞİLDİR. Tahribatın daha ileri boyuta varmasına da inanıyorum ki önümüzdeki başkanlık dayatmasına karşı dik duruşumuzla biz engel olacağız. Kadın erkek eşitliği, bulunduğumuz coğrafyada bir tek Türkiye’de geçerli. Devletin en tepe noktalarında buna inanmayanlar da olsa, “kadın erkek eşitliğini yoktur” diyenler bulunsa da kadının eşit yurttaş olarak toplumdaki erkekle birlikte o konumun güvencesi yasal güvencesine hala kimse dokunamıyor ve çağdaş sanat, kimilerinin “içine tükürme” arzularına karşın çağdaş sanat raksıyla, sözüyle, edebiyatı ile müziği ile her alanda Türkiye’den bir yaşama sevinci, bir insanlık iradesi olarak sergilenebilir. Tesadüf mü bu? Türkiye’nin bu farklı hali. İslam dünyasındaki farklılığımız aydınlanma ve demokrasi uzantı bu çağdaş güzelliğimiz tesadüf değildir. Türkiye’nin bu farklılığı ve güzelliği bize Atatürk’e laik ve demokratik Cumhuriyet felsefesine götürür getirir.
Dünyada günümüz itibariyle barışa yönelik en ölümcül tehdit, laikliğin olmadığı, İslam coğrafyasını dört bir yandan sarmış bulunan etnik temelli cemaat çatışmalardır. Bu çatışmalar kendiliğinden doğmamıştır. Sovyet sisteminin çökmesi ve Sovyetler birliğinin dağılması sonrası oluşan AB den merkezli tek kutuplu yeni dünya düzeninin öngördüğü, dolayısıyla körüklediği bir sonuçtur. Amerikan yüzyılıyla da anılan yenidünya düzeninin teorik temelleri Harvard’lı Profesör Samuel Huntington, tarafından Medeniyetler Çatışması adlı çalışmasıyla atılmıştır. Bu çalışma 1993 yılında Amerikan dış siyasetinin yönlendirildiği Foreign Affairs dergisinde bir makale yayınlanmıştır, makale olarak yayınlanmış 1996 yılında bir kitaba dönüştürülmüştür. İngilizce The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order - Medeniyetler Çatışması adıyla çevrilmiştir. Profesör Huntington bu çalışmasında soğuk savaş yıllarının 1990 yıllar içerisinde kapitalizm ile komünizm arasında olduğu değerlendirilen temel çelişkinin bittiğini kapitalizmin zaferiyle sonuçlandığını yazar.  Bundan sonra önümüzdeki süreç için kapitalizmin yerini kominizmin yerini bu çalışmasında temel çelişkinin din ekseninde geliştiğini ve bir Hıristiyanlık kültürü olan kapitalizmin karşısında İslam’ın karşısında yer aldığını bildirmiştir. Dünya tarihinde de Prof. Huntington derki Hıristiyan uygarlığında kapitalizm İslam dışındaki bütün dinlerle uzlaşır. Bu nedenle de bir tek çelişki sınırları kanlı olan, uzlaşmaz olan İslam dünyasıdır. Burada bir noktaya dikkatinizi çekmek isterim. İslam coğrafyasında sınırı kanla tarif edilecekse kanlı olan tek ülke Türkiye’dir. Diğerleri cetvelle çizilmiştir. Kurtuluş savaşıyla işgale karşı kanla canla çizilen sınır TC sınırıdır.
Prof. Huntington’un uygarlık çatışması tezi 1990 lı yıllar itibariyle yenidünya düzeninin temel felsefesi olmuştur ve ABD dış politikasını yönlendirmiştir, kısa bir süre öncesine kadar. Bun un da iki temel sonucu doğmuştur. Birinci sonuç genelde İslam coğrafyasını, diğer sonuç da doğrudan Türkiye’yi ilgilendirmektedir.

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BOP) “BÖL, PARÇALA, YÖNET”
İslam coğrafyasını genelde etkileyen, hiç kuşkusuz Türkiye de bundan payını alıyor, 11 Eylül 2001 İkiz Kule saldırısıyla yaşama geçirilen Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) dir ya da inisiyatifidir (üstünlük). Türkiye’nin doğrulayan etkileyen sonuç ise 2002 yılı sonrasında AKP iktidarıyla bütünleştirilen  “Ilımlı İslam” tuzağıdır. BOP projesi bilinen kısa adıyla BOP Ortadoğu eksenli enerji zengini ülkeleri kapsamaktadır. Sınırları petrol ve doğal gaz kaynaklarına bağlı olarak Orta Asya’dan Kuzey Afrika’ya kadar genişletilmiştir. Proje ABD tarafından “uluslararası teröre karşı mücadele ediyoruz ve İslam coğrafyasına İslam ülkelerinin bulunduğu bölgeye demokrasi getiriyoruz” diyerek pazarlanmaktadır. Ancak ABD nin bu pazarlama stratejisi pek inandırıcı değildir. Projenin gerçek amacı, bölgenin petrol ve doğal kaynakları üzerinde kontrol kurmaktır. Bu amaç doğrulturunda gerektiğinde askeri müdahale yolu da açık tutulmaktadır. ABD petrol zengini İslam coğrafyasında “böl, parçala, yönet” anlayışıyla kendisine bağlı yeni bir düzen kurmayı istemektedir.
Son günlerde özellikle Rusya’nın Suriye’ye müdahalesiyle ABD nin bu projesi biraz zedelendi demeyim ama biraz değişmek zorlunda kalmıştır. Bir ölçüde dizgendenmiş ama başka bir biçime dönüşmüştür. Proje rafa kalkmamıştır ama yani Sovyet Müdahalesiyle. Projeye Rusya da ortak olmuştur. Yani bölgenin “böl, parçala, yönet” anlayışıyla ele geçirilmesi kontrolüne Rusya da ortak olmuştur. Fiilen kendiliğinden şu an itibariyle bir tür Rusya’nın mandasına dönüşüyor. Projenin hedefi Suriye, Irak ve İran’la da sınırlı değildir. ABP şimdi Rusya’yla birlikte bölgede, halkının çoğunluğu Müslüman olan 22 ülkenin ekonomik ve siyasi coğrafyasını, sadece siyasi haritasını, ekonomik haritasını da etnik ve dini cemaat temelinde değiştirmesidir. Yeniden bölmeyi amaçlamaktadır.

“TÜRKİYE ATATÜRK’TEN MİRAS LAİK VE DEMOKRATİK CUMHURİYET DEĞİLDİR ARTIK
Cumhuriyetçi Bush döneminde verilen bu strateji demokrat Obama tarafından da şimdi Rusya’nın ortaklığıyla sürdürülmektedir. Afganistan ve Irak işgalleriyle Kuzey Afrika’dan Suriye’ye uzanan sözde Arap baharları bu proje doğrultusunda gelişmiştir. ABD nin ekonomik ve coğrafi sınırları değişecek ülkeler listesinde Türkiye de yer almaktadır. NATO toplantılarında sadece Amerikan subayları tarafından değil, NATO üyesi Yunan subayları tarafından da açılan Kürdistan haritaları bunun somut bir kanıtıdır.
Türkiye içinde de çözüm denilen süreçte, ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış olan PKK Lideri Abdullah Öcalan’ı Kürtlerin lideri sıfatıyla devlete muhatap yapılması, yerel özerklik tartışmasının, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi bağlamında bu gün itibariyle federatif özerk bölge anlayışına dönüştürülmesi. Bir hak olan anadilin öğrenimini anadilde eğitimine çevrilmesi bu doğrultuda da belirli yerleşim birimlerinin silahla ele geçirme işgale uğraşılması ve buna da uzun süre seyirci kalınması Türkiye’nin gerçekten parçalanmaya zorlandığının göstergesidir.
ABD o BOP projesini yaşama geçirdiğini A planı haline dönüştürdüğü, 2002 yılından bu yana İslam coğrafyasına demokrasi getirmeye amaçladığından söz etmesi başladığından bu yana Ortadoğu’nun teokratik diktatörlüklerine Türkiye’yi örnek almalarını öğütlemektedir. Ama bunu yaparken örnek almalarını öğütlediği Türkiye Atatürk’ten miras laik ve demokratik Cumhuriyet değildir. AKP iktidarıyla bütünleştirdiği ılımlı İslam, laikliğin ret edildiği ılımlı İslam Cumhuriyeti yıkımdır. ABD Başkan yardımcısı Baydin son ziyaretinde Türkiye’de laiklikten uzaklaştıkça otoriterleşen demokratik özgürlükleri tümüyle bastıran AKP iktidarından Ortadoğu’ya ve dünyaya kötü mesaj veriyor” iye yakındı. Ama ABD yönetimleri uzun yıllar bu yapının destekçisi “ılımlı İslam” projesinin savunucusu olmuşlardı. ABD Ilımlı İslam projesiyle bir taşla iki kuş vurmayı amaçlamaktadır. Özellikle hedefindeki bir kuş Ortdoğu’da müttefiki olan İslamcı diktatörlüklere “sandıktan çıkarak da iktidar olabilirsiniz, bak Türkiye’de AKP” mesajını vermek, onları sandığa rahat etmek, nitekim Suudi Arabistan da kadınlar da sandıkta böyle usulü bir şey, böylece de Ortadoğu’ya demokrasi götüren özgür dünyanın lideri, imajına yatırım yapmayı amaçlamaktadır. Birinci kuş bu.
“ILIMLI İSLAM PROJESİ TARİHİ BİR TUZAKTIR”
İkinci kuş, laiklikten uzaklaşan ve Müslüman kimliğiyle öne çıkarılan Türkiye’nin İslam coğrafyasında gelişen Batı karşıtı ve şiddet eğilimli radikal İslamcıların önünü kesecek bir örnek oluşturmasını ummaktadır. ABD yönetimleri veya teorisyenleri ne düşünürlerde düşünsünler, “Ilımlı İslam projesi bir tuzaktır. Hem Türkiye üzerinde hem İslam coğrafyasındaki genelinde oldukça tehlikeli, tarihi bir tuzaktır. TÜRKİYE ÜZERİNDEKİ TUZAK ATATÜRK’ÜN MİRASI LAİK VE DEMOKRATİK ÇAĞDAŞ DÜZENİN DAHA İSLAMİ BİR YAPIYLA DEĞİŞTİRİLMESİDİR. AKP iktidarına yıllar boyu sadece ABD tarafından değil, Avrupa tarafından da verilen destek bu amaç doğrultusundadır. AKP nin 2002 yılında iktidara gelmesi AB ve ABD büyük kabul görmesi, Tayyip Erdoğan’ın BOP de eşbaşkan sıfatıyla ortaya çıkarılması Türkiye’nin İspanya ile birlikte Medeniyetler İttifakı inisiyatifinin (üstünlük) liderliğini üstlenmesi hep bu doktrinin uygulamasıyla ilgilidir.

“RUSYA’NIN LENİN’İN MİRASINDAN VAZ GEÇTİĞİ GİBİ TÜRKİYE DE ATATÜRK’ÜN LAİKLİK MİRASINDAN VAZ GEÇMELİDİR” DİYORLAR
İslam Coğrafyasına gelince unutmamak gerekir ki, “ılımlı İslam” yaklaşımıyla Türkiye’nin ötesinde İslam dünyasının genelinde de, çağdaş uygarlığın önüne set çekilmektedir. ABD nin ılımlı İslam yaklaşımı, biraz önce söylediğim gibi Prof. Huntington’un Uygarlıklar Çatışması’nda Türkiye’ye biçilen rolün doğrultusundadır. Prof. Huntington’a göre, bu kitaptan birkaç pasaj alacağım, “Türkiye İslam Coğrafyasının çekirdek devleti olabilir. Yani, öncü, yönetici, idareci; bunun için gerekli tarihe, nüfusa, ekonomik gelişmişliğe, ulusal birliğe, askeri yetenek ve geleneğe sahiptir. Ama Atatürk’ün Türkiye’yi net bir şekilde laik bir toplum olarak tanımlaması TC nin bu rolü, yani “İslam’a liderli rolü” Osmanlı İmparatorluğundan devralmasını önlemiştir. Türkiye kendisini laik bir ülke olarak tanımladığı surece İslam’ın liderliğine soyuma olasılığı yoktur”.
Peki, soyunması için ne yapmalıdır?  “Atatürk’ün mirasını, laiklik temelini, Rusya’nın Lenin’in mirasını terk edişinin daha eksiksiz bir şekilde, ret etmek zorundadır”. Böyle bir hayımla aynı zamanda Atatürk kalibresindeki bir lideri, Türkiye’yi bölünmüş bir ülke olmaktan çıkarıp çekirdek bir devlet haline getirmek için gerekli siyasal ve dinsel mensubu  (laikliğin reddine geliyoruz) “kendinde toplamış olan bir lideri gerektirir”.
1996 yılında yazılan bu sözler, herhalde o yalanlanma Aydınlık Gazetesinde çıktı, Amerikalıların Tayyip Erdoğan’a İstanbul Belediye Başkanı olarak yatırıma başlamaları, (bir tek şey değil Atatürk kalibresinde lafı oturmadı üzerine, çok ciddi bir kalibre farkı var).
Prof. Huntington’u Türkiye’yi Atatürk’ün laik ve demokratik mirasını ret etme, siyasi ve dini meşruiyeti kendide toplamış bir lider yaratma öğüdü 1996 lı yıllarda ABD devlet dış politikasının B planı iken 11 Eylül 2000 saldırısıyla A planına dönüşmüştür. ABD bu gelişme üzerine Bülent Ecevit’in liderliğindeki koalisyon hükümetini devirip ülkeyi erken seçime götürmek ve AKP yi iktidar yapmak üzere yerli işbirlikçilerini, (bu arada hükümet içinden Kemal Derviş’in oynadığı rolü anımsayın), harekete geçilmiştir.
Laikliğin Işığında - Cevat Kulaksız

TÜRKİYE BU KARANLIK SENARYOYU DEĞİŞTİRMEK ZORUNDADIR
Bu süreçte gelinen nokta. Osmanlı hayalleriyle beslenen ve AKP iktidarının Baş ulemalarından Prof. Hayrettin Karaman’ın tanımıyla Yeni Şafak’taki 25 Aralık 2015 tarihindeki yazısından aynen okuyorum: “İslami Sistemin halife (emir) kuruluna benzeyen Türk tipi başkanlık”.
Türkiye bu karanlık senaryoyu değiştirmek zorundadır. Uygarlıklar Çatışması tezini yalanlayıp, yırtıp, aynı Sevr’de yırttığı gibi tarihin çöp sepetine atmalıdır. Bu Türkiye’nin temel sorumluğudur. Bunun için yeni bir umuda, yeni bir vizyona (geniş görüşlülük), geleceğe dönük yeni bir tasarıma, Türkiye halkının Türk Ulusunun yeni bir hikâyeye ihtiyacı vardır. Gerçekçi varsayımlara dayanan dünyadaki hâkim eğilimleri doğru okuyan Türkiye’yi 21. Yüzyılda lider konumuna getirecek olan ve toplumda yeni bir heyecan yaratabilecek olan yeni bir hikâye. Senaryoyu değiştirmezsek başımıza ne geleceğini düşünerek bu senaryoyu değiştirmemiz gerekiyor.
Araya bir fıkrayı sıkıştırmak istiyorum:  “Temel kovboy filmlerini çok severmiş. Yaşadığı yere bir kovboy filmi gelmiş, arkadaşlarına İdris’e, Dursun’a filmi anlatıp duruyor. İdris demiş, “yav Temel filmi anlatma akşam gideceğiz o filme. Bir daha giderim, elli kere olsa yine giderim demiş. Akşam gitmişler, seyrediyorlar filmi; son derece heyecanlı, filmin akışı içinde bir sahne, Kızılderililer bir kovboyu kovalıyorlar. Kovboyun atı hızlı arayı açıyor. Ancak önünde bir uçurum, düşecek mi düşmeyecek mi? Temel son derece rahat. Sağında Dursun çok tedirgin, solunda İdris müthiş gergin kapanmış vaziyette. Teme sağa dönmüş, “korkma uşağım düşmeyecek” demiş, sola dönmüş “düşmeyecek” demiş.
Biraz sonra kovboyun atı uçuruma düşmüş, Dursun’la İdris Temel’e yüklenmişler tartaklamaya, yumruklamaya başlamışlar, “hani düşmeyecekti”.  Temel, “ne bileyim ben bunun böyle aptal olduğunu öğlen geldiğimde de düşmüştü atından” demiş.
Aynı senaryo, aynı söz, onun için bu senaryoyu mutlaka mutlaka değiştirmemiz gerekiyor. Değiştirmek için de biraz önce tanımladığım biçimde yani bir vizyona, geleceğe yönelik yeni bir tasarıma, toplumu bütünüyle kucaklayıp heyecanlandıracak yeni bir hikâyeye ihtiyacımız var.
Uygarlıklar tezinin yalanlanması için Türkiye’nin bu hikâyeyi ortaya koyması ve mutlaka yaşama geçirmesi gerekiyor. Aksi halde Türkiye’yi bekleyen tehlike bugün AKP iktidarıyla yaşadığımız biçimde “uygarlıklar Çatışması”nda kaybedenler arasında sıkışıp kalmaktır.
“Değerli Yalnızlık” , “Stratejik Derinlik” vb süslü laflar bu gerçeği değiştiremez. İnsanlığı Uygarlıklar Çatışması” cehenneminden kurtaracak yeni vizyonun Türkiye’nin yeni hikâyesinin ilham kaynağı yakın geçmişimizdir. Atatürk’ün bu topraklarda gerçekleştirdiği laik ve demokratik Türk Devrimidir. 1923 yılında kurulan TC felsefesiyle bu gün de bize yol göstermektedir. Türkiye halkının, Türkiye çoğunluğu Müslüman olan başka hiçbir ülkenin sahip olmadığı bir potansiyele sahiptir. Ekonomik gelişmişliği ve askeri gücünün ötesinde Huntington’un altını çizdiği kadını ve erkeği ile insanlığı özgürleştirmiştir. Bu özgürlüğün kıymetini bilip bu özgürlük ateşini fitillemeliyiz. Kendilerimiz birer çoban ateşi olarak kendi çevremizde kalmayalım. O çoban ateşlerini bir araya gelerek örgütlenerek bir aydınlanma meşalesine yeniden dönüştürelim. Atatürk’ün açtığı yolda insanı kullaştıran cemaatler ve etnik tavanlı toplumsal tavanlı yapı yıkılmıştır. İslam dünyasında demokratik yolundaki ilk adım atılmıştır. TC nin bu demokrasi projesi laiklik ilkesinin temelinde yürütülmüştür. Türkiye bu potansiyeli ile dünyayı da değiştirebilir. Sadece kendini kurtarmaz, dünyayı da değiştirebilir. İslam dünyasında laiklik temelinde gerçekleşen demokratikleşmesine öncülük yaparak 21. Yüzyılın barış umudu olabilir. Bunun için Türkiye’nin bütün ikna gücünü, bizim bütün ikna gücümüzü İslam dünyasında daha fazla demokrasiye ve demokrasinin özellikle halkı Müslüman olan ülkelerde vazgeçilmez koşul olan laik yönetim tarzlarının teşvikine ayırması gerekir. Atatürk’ün öncülüğünde kurulan laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti İslam dünyasını kan gölüne çeviren uygarlıklar çatışmasını önleyebilecek, çatışmayı bir barış içinde bir çağdaş uygarlık yarışına dönüştürebilecek dünyadaki en etkin, en gerçekçi, en geçerli projedir. İslam dünyasına gerçekçi demokrasi ihracı için Amerikan savaş gücüne endeksli, şimdi Rus savaş gücü de devrede, çatışmacı yenidünya düzeni yerini yurtta ve dünyada barış içerikli Türk devrimin alması aklın gereğidir. İnsanlığın ödevidir. Bu bağlamda Atatürk’ün açtığı yol, Türkiye’nin ötesinde 21. Yüzyıl dünyasına da damgasını vuracak bir devrimdir. Bu anlamda Atatürk bir geçmiş zaman kahramanı değildir; geleceği yönlendirecek hala canlı bir liderdir. 20. Yüzyılda kalmamıştır, 21. Yüzyıla da yön verecek kişidir. 21. yüzyılda demokratik barış Türkiye’nin bu günkü ve yarınki rolünü nasıl tanımlayacağına bağlı olarak biçimlendirilmiştir. 20 yüzyılı anlamak için Türkiye’nin tarihini bilmek gerekir. Dünyadaki Birleşmiş Milletler 180-190 ülkenin nerdeyse (dörtte biri) ¼ 20. Yüzyılın başında Osmanlı Toprakları içindeydi, kırk küsur ülke türedi. Bu tarihi bilmek lazım,  ama 21. Yüzyılda kendisini laik ve demokratik olarak tanımlayan bir Türkiye, 20. Yüzyıldaki etkisinden çok daha fazla etkili olacak potansiyele sahiptir. Eğer Türkiye kendisini ilk demokratik bir ülke olarak çağdaş uygarlığın tam parçası olarak tanımlayabilirse,  çağdaş uygarlık yolundaki yürüyüşünü kararlılıkla devam ettirirse, hem kendi içinde barışa ulaşacaktır,  hem de dünya barışına öncülük edebilecektir.
İç sorunların üstesinden gelmiş bir Türkiye, İslam dünyasında gerçek bir demokrasi örneği olarak ağırlığını gösterebilir. İslami duyarlılıkların radikallikten uzaklaşmasını sağlayacak bir cazibe merkezi de olabilir. Benim çok önem verdiğim bir vurguyu, bir tarihi gerçekliği paylaşmak istiyorum ve tartışma döneminde bunun üstünde de konuşalım istedim.
1789 Fransız Devrimi, halklarının çoğunluğu Hıristiyan olan Batı Dünyasının demokratikleşme sürecinde etki anlamıyla etkisiyle bu alam, bu etki her ne olursa 1923 Türk Devriminde İslam Coğrafyasında demokrasiye açılmasındaki etkisi ve anlamı aynı çizgide olmalıdır. Fransız Devrimi Batı’da demokratikleşmeye hangi katkıyı yaptıysa, kuvvetler ayrılığı çerçevesinde, 1923 Devrimi de İslam Coğrafyasının demokratik yapılanmalarından kurtulup demokrasiyle yönetilir hale gelmesinde aynı etkiyi yapabilmedir, dünyanın genelinde geleceği bu paralelliktedir.
Peki, ne yamalıdır? Nasıl yapmalı? Türk Devrimini, ben inanıyorum ki inancı ve sorumluluğu, Türkiye’nin barışa, dünya barışına damga vurmasını sağlayacak niteliktedir. Bunu gerçekleştirmek için öncelikle yarıda bıraktırılmış, yolundan saptırılmış, 1923 Kemalist Türk Devrimini Türkiye’de yeniden başlatmak lazım. Kaçınılmaz görevimiz ve ödevimizdir. Bunu Türkiye’de başlatıp dünyanın mazlum uluslarına da İslam coğrafyası ağırlıklı olarak da taşımak dünyayı barışa götürecek yolun temel taşıdır, açılış kapısıdır. Kuşkusuz bu söylediğim söylendiği gibi kolay olmayacaktır. Atatürk’ten rövanş almak için yurt içinde ve yurt dışında büyük bir savaş başlıyor demektir. Türk Devrimini yozlaştırmayı, Cumhuriyeti ve laik düzenini, bunun gereği olan demokrasiyi daha İslami bir yapıyla değiştirmek isteyenler ulusal bağımsızlığımızı yıpratıp Türkiye’yi uydulaştırmayı amaçlayanlar, azınlık haklarını örtü gibi kullanıp Türkiye’yi bölmeye çalışanlar hepsi yıllardır Atatürk’e saldırmaktadır. Bu saldırılar kararlıkla püskürtülmelidir. Atatürk yolundaki Çağdaş Uygarlık yürüyüşü bütün engellemelere karşın mutlaka sürdürülmelidir. Bunun için geç kalınmış değildir. Çok geç diye bir zaman yoktur. Eğer doğru bir hikâyeniz, gerçekçi bir hedefiniz varsa, siz de inancınızın cesaretiyle mücadele etmeye hazırsanız, her zaman doğru zamandır. Yeter ki inancımızın cesaretiyle mücadele edelim. Bu konuda gazetecilik yaptığım yıllarda 1980 askeri müdahalesi sonrasında rahmetli Bülent Ecevit’in bir sözü kulağıma benim küpedir. Gazeteci olarak kendisiyle konuşuyoruz; bazı açıklamalarını yurt dışına gönderiyoruz, İngilizlerin BBC TV nu bir soru sormamı istedi. Anayasaya yeni bir madde girmiş, “her kim bir yıldan fazla ceza alırsa bir daha seçilemiyor, milletvekili olarak. Bülent Ecevit’in de 11 aya gelmiş, aldığı cezalar. Hala konuşuyor, niye konuşuyor? 11 ay, bir aylık bir dar zaman var. İnancın cesaretini yansıtan bir söz söyledi.”Dışarıda tutsak olmaktansa içeride özgür olmayı tercih ederim, bu inançta. Peki, bu nasıl olacaktır? Hiç kuşkusuz kendiliğinden değil. Yurt içinde AKP iktidarı ve yandaşları, hep birlikte bir sabah bu gerçekle uyanmayacaktır. Yurt dışında ABD müttefikimiz Batılı ülkeler bir arada İslam dünyasının zenginliklerini kontrol etmek için haklarını rafa kaldırmayacaktır. Görev bize; Atatürkçü düşünce önderliğinde Türkiye’de aydınlık insanlara düşmektedir. Ancak bu konuda gerekli gayreti gösterdiğimiz belirgin bir kararlılık sergilediğimiz söylenemez. Kendi özeleştirimizi de yapalım, iğneyi başkalarına batırırken çuvaldızı kendimize yöneltmekten kaçınmayalım. Hep birlikte şüphesiz Atatürk’ün Cumhuriyetine, ilk yıllarına özlemle bakıyoruz. Ancak o günlerden şimdi beğenmediğiniz günlere nasıl gelindiği konusunda derinliğine düşünmekten sorumluluk payını düşünmekten kaçınıyoruz. Dolayısıyla içinden kolay çıkılmayan bir edilgenlik emperyalist dayatmalara karşı bir tür çaresizlik teslimiyet içindeyiz. Geleceğe dönük tasarımımız eksik, hikâyemiz oldukça belirsiz, dolayısıyla durumları değiştirme azmimizi örgütlemede son derece yetersiz kalıyoruz. Bu ruh halinden kurtulmalıyız, el açıp ikinci bir Atatürk beklemek yerine hepimiz bir arada sorumluluk yüklenmek durumundayız. Hep birlikte, deyim yerindeyse ikinci Atatürk olmalıyız. Ülkemiz ve halkımız 21. Yüzyıl dünyası için paysımıza düşeni Atatürk’ün inancı ve kararlı sorumluluğu yerine getirmeliyiz. Türk devrimini günümüze taşımalıyız. Hem ülkemizde hem dünyamızda barışa giden yolun taşlarını döşemeliyiz. Bu konuda Atatürk’ün şu sözleri sanıyorum, hepimize rehber olacaktır. Atatürk 1930 lup yılların ikinci yarısında yaşamını yitirmeden, fiziki yaşamını, kısa bir süre önce, kabul ettiği gençlerle sohbet ederken bir genç kendisine şu soruyu sormuştur:
“-Bize Mustafa Kemal’i anlatır mısın”.
Atatürk, bir duraksamış ve şu cevabı vermiş:
“-İki Mustafa Kemal vardır, biri karşınızda oturan ben, et ve kemik fani Mustafa Kemal;
 İkinci Mustafa Kemal, onu benden bu kelimesiyle ifade edemem, o ben değil, bizdir. O buradaki oturan sizler, memleketin her köşesinde yeni fikir ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve sanatçı bir zümredir. Ben onların rüyasını temsil ediyorum, benim girişimim onların özlemini ihtiyaç duydukları şeyleri tatmin içindir, o Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz, fani olmayan yaşması ve başarısı kaçınılmaz olan Mustafa Kemal odur.
Bu inançla bu doğrultuyla hep birlikte ikinci Mustafa Kemal Mustafa Kemal olmanın inancı ve kararlığıyla Türk Devrimini günümüze taşıyacak geleceğin öncüleri olarak sizleri tekrar saygı ile selamlıyor, sevgi ile kucaklıyorum”.
Konu üzerinde soru ve açıklamalarla konuşmalar sona erdi. Dinleyenler, “çok yararlandık, bilgilerimiz tazelendi, hüzünlendik”, dediler.  İzleyiciler, “laikliğin demokrasimiz için çok daha önemli olduğunu” söylediler.
 
ckulaksizster@gmail.com

DİPNOTLAR:
[i]ULUÇ GÜRKAN: 1945 Urfa doğumlu. İlköğrenimini Trakya’da yapmış; fakat o dönemde babası görevi nedeniyle çok değişik yere sürüldüğü için, aralıklarla okul değiştirmemek için yatılı okullarda okuma zorunda kalmış. Bunlar Amerikan okulları, Tarsus Amerikan Lisesinde. Birkaç dönem milletvekilliği var, yazarlığı var, Anka Ajansında, Güneş gazetesinde, Sabah gazetesinde, Cumhuriyet ve Dünya gazetelerinde 1969-1971 yıllarında yayınlanan Devrim dergisinde burada da yazı işleri müdürlüğü gibi görevleri var. İSTANBUL Gazeteciler Cemiyeti Haber müdürlüğü, Bülent Dikmener haber ödülü, Çağdaş Gazeteciler Derneği Ekonomi ödülleri sahibi, ODTÜ ve Atlım Üniversitesinde öğretim üyeliği var. Son olarak ODTÜ’nde halen öğretim üyeliği var.

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget