“Ilımlı İslam Türkiye için Tuzaktı”…
“Rusya’nın Lenin’in Mirasından
Vaz Geçtiği Gibi Türkiye De Atatürk’ün Laiklik Mirasından Vaz Geçmelidir”
Diyorlar…
Ulusal Eğitim Derneği’nin öncülüğünde eski CHP
milletvekillerinden Uluç Gürkan’ın [i]
konuşmacı olarak katıldığı “Laikliğin Işığında” konulu bir
konferans verildi. 6 Şubat 2016 günü derneğin salonundaki konuşmayı, salonu
dolduranlara eğitimciler tarafından ilgi ile izlendi. Günümüzün gerici
iktidarınca Laik TC nin, laikliğin iyicene hırpalandığı, yıpratıldığı, ne ki
saldırıya uğradığı günümüzde, laikliğin önemini açıklama, kavrama, benimseme
gereği çok açıktır. Atatürk’ün Laik TC iktidar ve yandaşları tarafından
saldırıya uğradığı, dinciliğin daha da koyulaştığı günümüzde, laikliğin önemi
Uluç Gürkan tarafından tüm açıklığıyla, laik TC nin tehlikede olduğu detayları
ile özgün bir anlatımla dinleyicilere sunuldu. Biz de bu konuşmanın çok az bir
dinleyici ile yetinilmeyip okuyucularımızın da yararlanması için internet
okuyucularımıza sunma gereğini duyduk; umarız yararlı olur.
“Hepinizi
laikçe, saygı ile selamlıyorum. Laiklik anayasaya bundan 79 yıl önce girdi. 5
Şubat 1937 de girdi, bunu hepimiz biliyoruz. 1961 ve 1982 Anayasalarıyla da
laiklik devletin değiştirilmez temel nitelikleri olarak alındı. Ancak
anayasalarda laikliğin yer alış biçimi çok net değil; bir tür kavram türünün
ötesine geçmiyor. Altı gereğince, yeterince anlamına uygun biçiminde
doldurulmuş değil.
Laiklik tanımı
da uzun yıllardan beri bir tür papağan ezberine dönüştü. Din ve devlet
işlerinin birbirinden ayrılması. Bu oldukça basmakalıp ve yetersiz son derece
yetersiz. Yetersizliği nedeniyle de laikliğin anlamının çarpıtılmasına,
içeriğinin sulandırılmasına zemin hazırlıyor. Örneğin çok yoğun yapılan bir
tartışma var, “kişi laik olamaz, laik
olan devlettir” türünden. Bu laikliğin çarpıtılması, laikliğin
sulandırılması konusunda ciddi anda tesadüfi olmayan suni bir tartışma. Şu
algıyı yaratıyor. Laik düzen laik olmayanlarca da sürdürülebilir. En azından
Türkiye’nin geniş kesimlerine bu gün itibariyle de bu anlayış, bu algı, bu tartışma
ortamında biz de maalesef ciddi katkılar verdik. Belki anımsayacaksınız,
laiklik duruşu konusunda hiçbir kırılması olmayan Rahmetli Bülent Ecevit’le bir
ara, “laik olan devlettir kişi
değildir” türü bu tartışmaya bence yanlış katkıda bulundu, laiklik bu
tür basma kalıp cümlelerle ne açıklanabilir, ne de anlaşılabilir. Laikliğin
gerçek özüyle anlaşılabilmesi için öncelikle demokrasi ile bağlanmaz. Laiklik
ve demokrasinin nerede nasıl örtüştüğünü dikkatli bir şekilde irdelenmesi
gerekir.
Laiklik sağlıklı işleyen gerçek bir demokrasinin sağlıklı
bir temelidir, olmazsa olmaz koşuludur. Halkın kendi özgür iradesiyle kendi kendini yönetmesinin vazgeçilmez
esasıdır. Halkın burada kendi kendine derken Uluç Gürkan artık çok abarttın,
nereye götürüyorsun laikliği, diyebilirsiniz, denilebilir. Bu eleştiri
noktasına bir açıklık getirmek için laikliğin kökenine, laikliğin kökeninde,
sözcük kökeninde halk vardır.
Laiklik Latince
de Laisos, Fransızcada Lakuet, Yunanca’da Laikos olarak bilinir. Bunların anlamı
“halktan olan” dır. Bu
kelimelerden dilimize geçmiştir, sözcük kökeninde halk vardır. Laik düzende TC
tarihi de bunu kanıtlamaktadır. Egemenliğin kaynağı gökyüzünden yeryüzüne
indirilmiştir. İlahi egemenlik anlayışı, ulusun egemenliğine terk edilmiştir.
Ulusun egemenliğine dönüştürülmüştür ilahi egemenlik anlayışı. Açık anlatımıyla
iktidarın kaynağı olarak, egemenliğin
kökeni olarak Allah’ın yerini halk almıştır. Laikliğin bu siyasi boyutu
yalnızca iktidarın kaynağında değil, kişi hak ve özgürlüklerinde de ortaya
çıkmıştır. Allah’ın egemenliğinde kişi, birey kuldur, bu
düzende kulu-kul olan kişinin, bireyin hak ve özgürlüklerinden söz etmek mümkün
değildir.
Laik düzende ise birey kul olmaktan çıkarılmış,
özgürleştirilmiş, vatandaş haline getirilmiştir; böylece kişi, hak ve
özgürlüklerinde önü açılmıştır.
Yönetimin, kuralları
koyanların, yasaları yapanların yönetme, kural koyma, yasa yapma yetkisi de
laik düzende dımdışılık bir kaynakta özgür bireylerin iradelerinden alınması
sağlanmıştır. Laikliğin günümüzün tüm demokratik yönetimleri tarafından
benimsenmiş olması tesadüf değil. Zaten biraz önce altını çizmeye çalıştığım
gibi, laiklik ilkesi olmadan demokrasiden söz etmek de olanaksızdır.
Laiklik aynen
demokrasi gibi, toplumsal ve siyasal yaşam biçimidir. Bireysel tutum ve
davranışları hedef alır. Hedefi birimsel tutum ve davranışlar değildir, kimin
ne giyeceği, nasıl yaşayacağı, hangi müziği dinleyeceği, ne içip içmeyeceği,
nerede ve nasıl ibadet edeceği, ibadet edecekse bunlara karışmaz. Laik toplumsal
ve siyasal bir yaşam biçimi olarak laikliğin hedefi insanların ortak iletişim
alanının hukuksal tanımıyla kamusal ve toplumsal sistemin özgürleştirilmesidir.
Din kurumunun
siyasal ve kamusal yaşam üzerindeki etkilerinin sınırlandırılmasıdır. Bu
bağlamda replik, dünya genelinde aydınlanmanın Türkiye özelinde çağdaş uygarlık
hedefinin temel kurgusudur. Dünya genelinde akılcılık, Türkiye üzerinde “hayatta en hakiki mürşit ilimdir”
önermesinin temel taşıdır. Hukuk devletinin esasıdır. Kanun önünde eşitlik ilkesidir.
Adil yargılama hakkının güvencesidir; din ve vicdan özgürlüğünün teminatıdır.
Kadın haklarının çimentosudur, insanın özgür düşünme ve bağımsız karar verme
yetisidir, insanın yaratıcılığının şemsiyesidir. Laiklik din ve devlet
işlerinin birbirinden ayrılması gibi basmakalıp bir cümleye sığdırılamaz.
Laiklik aynı zamanda günümüzde en çok ihtiyaç duyduğumuz yurtta barışı
sağlamanın, yurtta barışa ulaşmanın da sigortasıdır. Laik düzende kimse etnik
kökenine, dini inancına göre ötekileştirilemez. Herkesin doğduğu etnik ve dini
kimliği ile ulusun öz unsurları olarak bir arada yaşamaktan mutluluk ve gurur
duymaları amaçlanır. Atatürk’ün vatandaşlık tanımını
ulusal temele oturtan TC ni kuran Türkiye halkına Türk
Ulusu denir” betimlemesi de bu laik anlayış doğrultusundadır.
Laik içerikli bir tanımdır. Değişik ırklardan, kökenlerden bu arada değişik
ülkelerden gelip de Türkiye’de Türkiye topraklarında yıllardır ayırımsızlaşmış
kendi özgür iradeleriyle oluşturdukları ortak bir ulusal kimliğinin
belirlenmesi yurtta barışın ilk adımıdır. Bu adımı atabilmek için de laik düzen
vazgeçilmez bir yaşam biçimidir. Ülkemizde bize her gün yurtta barış hedefinden
uzaklaştıran etnik kökenli çatışmaların günümüzde böyle tırmanmış olması bence
tesadüf değildir. AKP iktidarının çözüm adına PKK terör örgütünün uzun süre
şehirlere silah, mühimmat yığmasına göz yuman aymazlığı bir kenara terörün
tırmanmasında etnik temelli çatışmaların böylesine yoğunlaşmasında geride
bıraktığımız 14 yılda laik yapısının Cumhuriyetinin önemli ölçüde zedelenmiş
olması da özellikle üzerinde durulması gereken bir unsurdur öğedir.
Laik Türkiye sadece sosyal barışa değil,
aynı zamanda dünyada barışa da gerçekten katkı yapacak dünyada barışı
projelendirecek bir önemdedir. Atatürk’ün öncülüğünde kurulan Türkiye’de laik
ve demokratik modeli İslam dünyasını tümüyle de çağdaş uygarlığa taşıyacak
modeldir. Bakın çevrenize
doğumuzda Afganistan, İran, Pakistan; güneyimizde Suriye, Irak, Katar, B. Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan,
Yemen var. Kuzey Afrika’ya doğru Mısır, Somali, Libya bunlarla komşuyuz.
Doğumuzdaki ve Güneyimizdeki bu komşularımızla pek çok bakımdan birbirimize
benziyoruz. Ciddi benzerliklerimiz var,
tarihlerimizde ortaklıklarımız var, o ülkelerin pek çoğuyla uzun yıllar
iç içe yaşamışız. Kültürümüz de oldukça benzeşiyor, kesiştiği yerler var,
inancımızsa aynı, halklarımızın büyük çoğunluğu Müslüman. Bu çarpıcı
benzerliklere karşın komşularımızla aramızda önemli bir fark var, Türkiye’nin aydınlanmaya ve demokrasiye dönük yüzüyle de
önemli bir fark, son yıllardaki bütün tahribata karşın demokrasi; bütün
eksikliklerine karşın İslam dünyasında işleyen tek demokrasi Türkiye’de.
2000 yıllardan sonra geride bıraktığımız
14 YILDA AKP NİN BÜTÜN TAHRİBATINA RAĞMEN TÜRKİYE’DE DEMOKRASİ HENÜZ RAFA
KALDIRILABİLMİŞ DEĞİLDİR. Tahribatın daha ileri boyuta varmasına da inanıyorum
ki önümüzdeki başkanlık dayatmasına karşı dik duruşumuzla biz engel olacağız. Kadın erkek eşitliği, bulunduğumuz
coğrafyada bir tek Türkiye’de geçerli. Devletin en tepe noktalarında buna
inanmayanlar da olsa, “kadın erkek
eşitliğini yoktur” diyenler bulunsa da kadının eşit yurttaş olarak
toplumdaki erkekle birlikte o konumun güvencesi yasal güvencesine hala kimse
dokunamıyor ve çağdaş sanat, kimilerinin “içine
tükürme” arzularına karşın çağdaş sanat raksıyla, sözüyle, edebiyatı
ile müziği ile her alanda Türkiye’den bir yaşama sevinci, bir insanlık iradesi
olarak sergilenebilir. Tesadüf mü bu? Türkiye’nin bu farklı hali. İslam
dünyasındaki farklılığımız aydınlanma ve demokrasi uzantı bu çağdaş
güzelliğimiz tesadüf değildir. Türkiye’nin bu farklılığı ve güzelliği bize
Atatürk’e laik ve demokratik Cumhuriyet felsefesine götürür getirir.
Dünyada günümüz
itibariyle barışa yönelik en ölümcül tehdit, laikliğin olmadığı, İslam
coğrafyasını dört bir yandan sarmış bulunan etnik temelli cemaat çatışmalardır.
Bu çatışmalar kendiliğinden doğmamıştır. Sovyet sisteminin çökmesi ve Sovyetler
birliğinin dağılması sonrası oluşan AB den merkezli tek kutuplu yeni dünya
düzeninin öngördüğü, dolayısıyla körüklediği bir sonuçtur. Amerikan yüzyılıyla
da anılan yenidünya düzeninin teorik temelleri Harvard’lı
Profesör Samuel Huntington, tarafından
Medeniyetler Çatışması adlı çalışmasıyla atılmıştır. Bu çalışma 1993 yılında
Amerikan dış siyasetinin yönlendirildiği Foreign Affairs dergisinde bir makale
yayınlanmıştır, makale olarak yayınlanmış 1996 yılında bir kitaba
dönüştürülmüştür. İngilizce
The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order
- Medeniyetler Çatışması adıyla çevrilmiştir. Profesör Huntington bu çalışmasında soğuk savaş yıllarının 1990 yıllar
içerisinde kapitalizm ile komünizm arasında olduğu değerlendirilen temel
çelişkinin bittiğini kapitalizmin zaferiyle sonuçlandığını yazar. Bundan sonra önümüzdeki süreç için kapitalizmin
yerini kominizmin yerini bu çalışmasında temel çelişkinin din ekseninde
geliştiğini ve bir Hıristiyanlık kültürü olan kapitalizmin karşısında İslam’ın
karşısında yer aldığını bildirmiştir. Dünya tarihinde de Prof. Huntington derki
Hıristiyan uygarlığında kapitalizm İslam dışındaki bütün dinlerle uzlaşır. Bu
nedenle de bir tek çelişki sınırları kanlı olan, uzlaşmaz olan İslam
dünyasıdır. Burada bir noktaya dikkatinizi çekmek isterim. İslam coğrafyasında
sınırı kanla tarif edilecekse kanlı olan tek ülke Türkiye’dir. Diğerleri
cetvelle çizilmiştir. Kurtuluş savaşıyla işgale karşı kanla canla çizilen sınır
TC sınırıdır.
Prof. Huntington’un
uygarlık çatışması tezi 1990 lı yıllar itibariyle yenidünya düzeninin temel
felsefesi olmuştur ve ABD dış politikasını yönlendirmiştir, kısa bir süre
öncesine kadar. Bun un da iki temel sonucu doğmuştur. Birinci sonuç genelde
İslam coğrafyasını, diğer sonuç da doğrudan Türkiye’yi ilgilendirmektedir.
BÜYÜK
ORTADOĞU PROJESİ (BOP) “BÖL, PARÇALA, YÖNET”
İslam
coğrafyasını genelde etkileyen, hiç kuşkusuz Türkiye de bundan payını alıyor,
11 Eylül 2001 İkiz Kule saldırısıyla yaşama geçirilen Büyük Ortadoğu Projesi
(BOP) dir ya da inisiyatifidir (üstünlük). Türkiye’nin doğrulayan etkileyen
sonuç ise 2002 yılı sonrasında AKP iktidarıyla bütünleştirilen “Ilımlı İslam” tuzağıdır. BOP projesi bilinen
kısa adıyla BOP Ortadoğu eksenli enerji zengini ülkeleri kapsamaktadır.
Sınırları petrol ve doğal gaz kaynaklarına bağlı olarak Orta Asya’dan Kuzey
Afrika’ya kadar genişletilmiştir. Proje ABD tarafından “uluslararası teröre karşı mücadele ediyoruz ve İslam coğrafyasına
İslam ülkelerinin bulunduğu bölgeye demokrasi getiriyoruz” diyerek
pazarlanmaktadır. Ancak ABD nin bu pazarlama stratejisi pek inandırıcı
değildir. Projenin gerçek amacı, bölgenin petrol ve doğal kaynakları üzerinde
kontrol kurmaktır. Bu amaç doğrulturunda gerektiğinde askeri müdahale yolu da
açık tutulmaktadır. ABD petrol zengini İslam coğrafyasında “böl, parçala, yönet” anlayışıyla
kendisine bağlı yeni bir düzen kurmayı istemektedir.
Son
günlerde özellikle Rusya’nın Suriye’ye müdahalesiyle ABD nin bu projesi biraz
zedelendi demeyim ama biraz değişmek zorlunda kalmıştır. Bir ölçüde
dizgendenmiş ama başka bir biçime dönüşmüştür. Proje rafa kalkmamıştır ama yani
Sovyet Müdahalesiyle. Projeye Rusya da ortak olmuştur. Yani bölgenin “böl, parçala, yönet” anlayışıyla
ele geçirilmesi kontrolüne Rusya da ortak olmuştur. Fiilen kendiliğinden şu an
itibariyle bir tür Rusya’nın mandasına dönüşüyor. Projenin hedefi Suriye, Irak
ve İran’la da sınırlı değildir. ABP şimdi Rusya’yla birlikte bölgede, halkının
çoğunluğu Müslüman olan 22 ülkenin ekonomik ve siyasi coğrafyasını, sadece
siyasi haritasını, ekonomik haritasını da etnik ve dini cemaat temelinde değiştirmesidir.
Yeniden bölmeyi amaçlamaktadır.
“TÜRKİYE ATATÜRK’TEN MİRAS LAİK VE DEMOKRATİK
CUMHURİYET DEĞİLDİR ARTIK”
Cumhuriyetçi
Bush döneminde verilen bu strateji demokrat Obama tarafından da şimdi Rusya’nın
ortaklığıyla sürdürülmektedir. Afganistan ve Irak işgalleriyle Kuzey Afrika’dan
Suriye’ye uzanan sözde Arap baharları bu proje doğrultusunda gelişmiştir. ABD
nin ekonomik ve coğrafi sınırları değişecek ülkeler listesinde Türkiye de yer
almaktadır. NATO toplantılarında sadece Amerikan subayları tarafından değil,
NATO üyesi Yunan subayları tarafından da açılan Kürdistan haritaları bunun
somut bir kanıtıdır.
Türkiye
içinde de çözüm denilen süreçte, ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış olan PKK
Lideri Abdullah Öcalan’ı Kürtlerin lideri sıfatıyla devlete muhatap yapılması,
yerel özerklik tartışmasının, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi bağlamında bu
gün itibariyle federatif özerk bölge anlayışına dönüştürülmesi. Bir hak olan
anadilin öğrenimini anadilde eğitimine çevrilmesi bu doğrultuda da belirli
yerleşim birimlerinin silahla ele geçirme işgale uğraşılması ve buna da uzun
süre seyirci kalınması Türkiye’nin gerçekten parçalanmaya zorlandığının
göstergesidir.
ABD o BOP
projesini yaşama geçirdiğini A planı haline dönüştürdüğü, 2002 yılından bu yana İslam coğrafyasına demokrasi getirmeye
amaçladığından söz etmesi başladığından bu yana Ortadoğu’nun teokratik
diktatörlüklerine Türkiye’yi örnek almalarını öğütlemektedir. Ama bunu yaparken örnek almalarını öğütlediği Türkiye
Atatürk’ten miras laik ve demokratik Cumhuriyet değildir. AKP iktidarıyla bütünleştirdiği ılımlı İslam, laikliğin ret
edildiği ılımlı İslam Cumhuriyeti yıkımdır.
ABD Başkan yardımcısı Baydin son ziyaretinde Türkiye’de laiklikten uzaklaştıkça
otoriterleşen demokratik özgürlükleri tümüyle bastıran AKP iktidarından
Ortadoğu’ya ve dünyaya kötü mesaj veriyor” iye yakındı. Ama ABD yönetimleri
uzun yıllar bu yapının destekçisi “ılımlı İslam” projesinin savunucusu
olmuşlardı. ABD Ilımlı İslam
projesiyle bir taşla iki kuş vurmayı amaçlamaktadır. Özellikle hedefindeki bir
kuş Ortdoğu’da müttefiki olan İslamcı diktatörlüklere “sandıktan çıkarak da
iktidar olabilirsiniz, bak Türkiye’de AKP” mesajını vermek, onları
sandığa rahat etmek, nitekim Suudi Arabistan da kadınlar da sandıkta böyle
usulü bir şey, böylece de Ortadoğu’ya demokrasi götüren özgür dünyanın lideri,
imajına yatırım yapmayı amaçlamaktadır. Birinci kuş bu.
“ILIMLI
İSLAM PROJESİ TARİHİ BİR TUZAKTIR”
İkinci kuş,
laiklikten uzaklaşan ve Müslüman kimliğiyle öne çıkarılan Türkiye’nin İslam
coğrafyasında gelişen Batı karşıtı ve şiddet eğilimli radikal İslamcıların
önünü kesecek bir örnek oluşturmasını ummaktadır. ABD yönetimleri
veya teorisyenleri ne düşünürlerde düşünsünler, “Ilımlı İslam projesi bir
tuzaktır. Hem
Türkiye üzerinde hem İslam coğrafyasındaki genelinde oldukça tehlikeli, tarihi
bir tuzaktır. TÜRKİYE ÜZERİNDEKİ TUZAK
ATATÜRK’ÜN MİRASI LAİK VE DEMOKRATİK ÇAĞDAŞ DÜZENİN DAHA İSLAMİ BİR YAPIYLA
DEĞİŞTİRİLMESİDİR. AKP iktidarına yıllar boyu sadece ABD
tarafından değil, Avrupa tarafından da verilen destek bu amaç doğrultusundadır.
AKP nin 2002 yılında iktidara gelmesi AB ve ABD büyük kabul görmesi, Tayyip
Erdoğan’ın BOP de eşbaşkan sıfatıyla ortaya çıkarılması Türkiye’nin İspanya ile
birlikte Medeniyetler İttifakı inisiyatifinin (üstünlük) liderliğini üstlenmesi
hep bu doktrinin uygulamasıyla ilgilidir.
“RUSYA’NIN LENİN’İN MİRASINDAN VAZ
GEÇTİĞİ GİBİ TÜRKİYE DE ATATÜRK’ÜN LAİKLİK MİRASINDAN VAZ GEÇMELİDİR” DİYORLAR
İslam
Coğrafyasına gelince unutmamak gerekir ki, “ılımlı İslam” yaklaşımıyla
Türkiye’nin ötesinde İslam dünyasının genelinde de, çağdaş uygarlığın önüne set
çekilmektedir. ABD nin ılımlı İslam yaklaşımı, biraz önce söylediğim gibi Prof.
Huntington’un Uygarlıklar Çatışması’nda Türkiye’ye biçilen rolün
doğrultusundadır. Prof. Huntington’a göre, bu kitaptan birkaç pasaj alacağım, “Türkiye İslam Coğrafyasının çekirdek
devleti olabilir. Yani, öncü, yönetici, idareci; bunun için gerekli tarihe,
nüfusa, ekonomik gelişmişliğe, ulusal birliğe, askeri yetenek ve geleneğe
sahiptir. Ama Atatürk’ün Türkiye’yi net bir şekilde laik bir toplum olarak
tanımlaması TC nin bu rolü, yani “İslam’a liderli rolü” Osmanlı
İmparatorluğundan devralmasını önlemiştir. Türkiye kendisini laik bir ülke
olarak tanımladığı surece İslam’ın liderliğine soyuma olasılığı yoktur”.
Peki,
soyunması için ne yapmalıdır? “Atatürk’ün mirasını, laiklik temelini, Rusya’nın
Lenin’in mirasını terk edişinin daha eksiksiz bir şekilde, ret etmek zorundadır”.
Böyle bir hayımla aynı zamanda Atatürk kalibresindeki bir
lideri, Türkiye’yi bölünmüş bir ülke olmaktan çıkarıp çekirdek bir devlet
haline getirmek için gerekli siyasal ve dinsel mensubu (laikliğin
reddine geliyoruz) “kendinde
toplamış olan bir lideri gerektirir”.
1996
yılında yazılan bu sözler, herhalde o yalanlanma Aydınlık Gazetesinde çıktı,
Amerikalıların Tayyip Erdoğan’a İstanbul Belediye Başkanı olarak yatırıma
başlamaları, (bir tek şey değil Atatürk kalibresinde lafı oturmadı üzerine, çok
ciddi bir kalibre farkı var).
Prof. Huntington’u
Türkiye’yi Atatürk’ün laik ve demokratik mirasını ret etme, siyasi ve dini
meşruiyeti kendide toplamış bir lider yaratma öğüdü 1996 lı yıllarda ABD devlet
dış politikasının B planı iken 11 Eylül 2000 saldırısıyla A planına
dönüşmüştür. ABD bu gelişme üzerine Bülent Ecevit’in liderliğindeki koalisyon
hükümetini devirip ülkeyi erken seçime götürmek ve AKP yi iktidar yapmak üzere
yerli işbirlikçilerini, (bu arada hükümet içinden Kemal Derviş’in oynadığı rolü
anımsayın), harekete geçilmiştir.
TÜRKİYE BU
KARANLIK SENARYOYU DEĞİŞTİRMEK ZORUNDADIR
Bu süreçte
gelinen nokta. Osmanlı hayalleriyle beslenen ve AKP iktidarının Baş
ulemalarından Prof. Hayrettin Karaman’ın tanımıyla Yeni Şafak’taki 25 Aralık
2015 tarihindeki yazısından aynen okuyorum: “İslami Sistemin halife (emir) kuruluna benzeyen Türk tipi
başkanlık”.
Türkiye bu
karanlık senaryoyu değiştirmek zorundadır. Uygarlıklar
Çatışması tezini yalanlayıp, yırtıp, aynı Sevr’de yırttığı gibi tarihin çöp
sepetine atmalıdır. Bu Türkiye’nin temel sorumluğudur. Bunun için yeni
bir umuda, yeni bir vizyona (geniş görüşlülük), geleceğe dönük yeni bir
tasarıma, Türkiye halkının Türk Ulusunun yeni bir hikâyeye ihtiyacı vardır.
Gerçekçi varsayımlara dayanan dünyadaki hâkim eğilimleri doğru okuyan
Türkiye’yi 21. Yüzyılda lider konumuna getirecek olan ve toplumda yeni bir
heyecan yaratabilecek olan yeni bir hikâye. Senaryoyu değiştirmezsek başımıza
ne geleceğini düşünerek bu senaryoyu değiştirmemiz gerekiyor.
Araya bir
fıkrayı sıkıştırmak istiyorum: “Temel
kovboy filmlerini çok severmiş. Yaşadığı yere bir kovboy filmi gelmiş,
arkadaşlarına İdris’e, Dursun’a filmi anlatıp duruyor. İdris demiş, “yav Temel
filmi anlatma akşam gideceğiz o filme. Bir daha giderim, elli kere olsa yine
giderim demiş. Akşam gitmişler, seyrediyorlar filmi; son derece heyecanlı,
filmin akışı içinde bir sahne, Kızılderililer bir kovboyu kovalıyorlar. Kovboyun
atı hızlı arayı açıyor. Ancak önünde bir uçurum, düşecek mi düşmeyecek mi?
Temel son derece rahat. Sağında Dursun çok tedirgin, solunda İdris müthiş
gergin kapanmış vaziyette. Teme sağa dönmüş, “korkma uşağım düşmeyecek” demiş,
sola dönmüş “düşmeyecek” demiş.
Biraz sonra
kovboyun atı uçuruma düşmüş, Dursun’la İdris Temel’e yüklenmişler tartaklamaya,
yumruklamaya başlamışlar, “hani düşmeyecekti”.
Temel, “ne bileyim ben bunun
böyle aptal olduğunu öğlen geldiğimde de düşmüştü atından” demiş.
Aynı
senaryo, aynı söz, onun için bu senaryoyu mutlaka mutlaka değiştirmemiz
gerekiyor. Değiştirmek için de biraz önce tanımladığım biçimde yani bir
vizyona, geleceğe yönelik yeni bir tasarıma, toplumu bütünüyle kucaklayıp
heyecanlandıracak yeni bir hikâyeye ihtiyacımız var.
Uygarlıklar
tezinin yalanlanması için Türkiye’nin bu hikâyeyi ortaya koyması ve mutlaka
yaşama geçirmesi gerekiyor. Aksi halde Türkiye’yi bekleyen tehlike bugün AKP
iktidarıyla yaşadığımız biçimde “uygarlıklar Çatışması”nda kaybedenler arasında
sıkışıp kalmaktır.
“Değerli
Yalnızlık” , “Stratejik Derinlik” vb süslü laflar bu gerçeği değiştiremez.
İnsanlığı “Uygarlıklar Çatışması” cehenneminden
kurtaracak yeni vizyonun Türkiye’nin yeni hikâyesinin ilham kaynağı yakın
geçmişimizdir. Atatürk’ün bu topraklarda gerçekleştirdiği laik ve demokratik
Türk Devrimidir. 1923
yılında kurulan TC felsefesiyle bu gün de bize yol göstermektedir. Türkiye halkının, Türkiye çoğunluğu
Müslüman olan başka hiçbir ülkenin sahip olmadığı bir potansiyele sahiptir.
Ekonomik gelişmişliği ve askeri gücünün ötesinde Huntington’un altını çizdiği
kadını ve erkeği ile insanlığı özgürleştirmiştir. Bu özgürlüğün kıymetini bilip
bu özgürlük ateşini fitillemeliyiz. Kendilerimiz birer çoban ateşi olarak kendi
çevremizde kalmayalım. O çoban ateşlerini bir araya gelerek örgütlenerek bir
aydınlanma meşalesine yeniden dönüştürelim. Atatürk’ün açtığı yolda insanı
kullaştıran cemaatler ve etnik tavanlı toplumsal tavanlı yapı yıkılmıştır.
İslam dünyasında demokratik yolundaki ilk adım atılmıştır. TC nin bu demokrasi
projesi laiklik ilkesinin temelinde yürütülmüştür. Türkiye bu potansiyeli ile
dünyayı da değiştirebilir. Sadece kendini kurtarmaz, dünyayı da değiştirebilir.
İslam dünyasında laiklik temelinde gerçekleşen demokratikleşmesine öncülük
yaparak 21. Yüzyılın barış umudu olabilir. Bunun için Türkiye’nin bütün ikna
gücünü, bizim bütün ikna gücümüzü İslam dünyasında daha fazla demokrasiye ve
demokrasinin özellikle halkı Müslüman olan ülkelerde vazgeçilmez koşul olan
laik yönetim tarzlarının teşvikine ayırması gerekir. Atatürk’ün öncülüğünde
kurulan laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti İslam dünyasını kan gölüne
çeviren uygarlıklar çatışmasını önleyebilecek, çatışmayı bir barış içinde bir
çağdaş uygarlık yarışına dönüştürebilecek dünyadaki en etkin, en gerçekçi, en
geçerli projedir. İslam dünyasına gerçekçi demokrasi ihracı için Amerikan savaş
gücüne endeksli, şimdi Rus savaş gücü de devrede, çatışmacı yenidünya düzeni
yerini yurtta ve dünyada barış içerikli Türk devrimin alması aklın gereğidir.
İnsanlığın ödevidir. Bu bağlamda Atatürk’ün açtığı yol, Türkiye’nin ötesinde
21. Yüzyıl dünyasına da damgasını vuracak bir devrimdir. Bu anlamda Atatürk bir
geçmiş zaman kahramanı değildir; geleceği yönlendirecek hala canlı bir
liderdir. 20. Yüzyılda kalmamıştır, 21. Yüzyıla da yön verecek kişidir. 21.
yüzyılda demokratik barış Türkiye’nin bu günkü ve yarınki rolünü nasıl
tanımlayacağına bağlı olarak biçimlendirilmiştir. 20 yüzyılı anlamak için
Türkiye’nin tarihini bilmek gerekir. Dünyadaki Birleşmiş
Milletler 180-190 ülkenin nerdeyse (dörtte biri) ¼ 20. Yüzyılın başında Osmanlı
Toprakları içindeydi, kırk küsur ülke türedi. Bu tarihi bilmek
lazım, ama 21. Yüzyılda kendisini laik
ve demokratik olarak tanımlayan bir Türkiye, 20. Yüzyıldaki etkisinden çok daha
fazla etkili olacak potansiyele sahiptir. Eğer Türkiye kendisini ilk demokratik
bir ülke olarak çağdaş uygarlığın tam parçası olarak tanımlayabilirse, çağdaş uygarlık yolundaki yürüyüşünü
kararlılıkla devam ettirirse, hem kendi içinde barışa ulaşacaktır, hem de dünya barışına öncülük edebilecektir.
İç
sorunların üstesinden gelmiş bir Türkiye, İslam dünyasında gerçek bir demokrasi
örneği olarak ağırlığını gösterebilir. İslami duyarlılıkların radikallikten
uzaklaşmasını sağlayacak bir cazibe merkezi de olabilir. Benim çok önem
verdiğim bir vurguyu, bir tarihi gerçekliği paylaşmak istiyorum ve tartışma
döneminde bunun üstünde de konuşalım istedim.
1789
Fransız Devrimi, halklarının çoğunluğu Hıristiyan olan Batı Dünyasının demokratikleşme
sürecinde etki anlamıyla etkisiyle bu alam, bu etki her ne olursa 1923 Türk
Devriminde İslam Coğrafyasında demokrasiye açılmasındaki etkisi ve anlamı aynı
çizgide olmalıdır. Fransız Devrimi Batı’da demokratikleşmeye hangi katkıyı
yaptıysa, kuvvetler ayrılığı çerçevesinde, 1923 Devrimi de İslam Coğrafyasının
demokratik yapılanmalarından kurtulup demokrasiyle yönetilir hale gelmesinde
aynı etkiyi yapabilmedir, dünyanın genelinde geleceği bu paralelliktedir.
Peki, ne
yamalıdır? Nasıl yapmalı? Türk Devrimini, ben inanıyorum ki inancı ve
sorumluluğu, Türkiye’nin barışa, dünya barışına damga vurmasını sağlayacak
niteliktedir. Bunu gerçekleştirmek için öncelikle yarıda bıraktırılmış,
yolundan saptırılmış, 1923 Kemalist Türk Devrimini Türkiye’de yeniden başlatmak
lazım. Kaçınılmaz görevimiz ve ödevimizdir. Bunu Türkiye’de başlatıp dünyanın
mazlum uluslarına da İslam coğrafyası ağırlıklı olarak da taşımak dünyayı
barışa götürecek yolun temel taşıdır, açılış kapısıdır. Kuşkusuz bu söylediğim
söylendiği gibi kolay olmayacaktır. Atatürk’ten rövanş almak için yurt içinde
ve yurt dışında büyük bir savaş başlıyor demektir. Türk Devrimini
yozlaştırmayı, Cumhuriyeti ve laik düzenini, bunun gereği olan demokrasiyi daha
İslami bir yapıyla değiştirmek isteyenler ulusal bağımsızlığımızı yıpratıp
Türkiye’yi uydulaştırmayı amaçlayanlar, azınlık haklarını örtü gibi kullanıp
Türkiye’yi bölmeye çalışanlar hepsi yıllardır Atatürk’e saldırmaktadır.
Bu saldırılar kararlıkla püskürtülmelidir. Atatürk yolundaki Çağdaş Uygarlık
yürüyüşü bütün engellemelere karşın mutlaka sürdürülmelidir. Bunun için geç
kalınmış değildir. Çok geç diye bir zaman yoktur. Eğer doğru bir hikâyeniz,
gerçekçi bir hedefiniz varsa, siz de inancınızın cesaretiyle mücadele etmeye
hazırsanız, her zaman doğru zamandır. Yeter ki inancımızın cesaretiyle mücadele
edelim. Bu konuda gazetecilik yaptığım yıllarda 1980 askeri müdahalesi
sonrasında rahmetli Bülent Ecevit’in bir sözü kulağıma benim küpedir. Gazeteci
olarak kendisiyle konuşuyoruz; bazı açıklamalarını yurt dışına gönderiyoruz,
İngilizlerin BBC TV nu bir soru sormamı istedi. Anayasaya yeni bir madde
girmiş, “her kim bir yıldan fazla ceza alırsa bir daha seçilemiyor,
milletvekili olarak. Bülent Ecevit’in de 11 aya gelmiş, aldığı cezalar. Hala
konuşuyor, niye konuşuyor? 11 ay, bir aylık bir dar zaman var. İnancın
cesaretini yansıtan bir söz söyledi.”Dışarıda
tutsak olmaktansa içeride özgür olmayı tercih ederim, bu inançta. Peki,
bu nasıl olacaktır? Hiç kuşkusuz kendiliğinden değil. Yurt içinde AKP iktidarı
ve yandaşları, hep birlikte bir sabah bu gerçekle uyanmayacaktır. Yurt dışında
ABD müttefikimiz Batılı ülkeler bir arada İslam dünyasının zenginliklerini
kontrol etmek için haklarını rafa kaldırmayacaktır. Görev bize;
Atatürkçü düşünce önderliğinde Türkiye’de aydınlık insanlara düşmektedir.
Ancak bu konuda gerekli gayreti gösterdiğimiz belirgin bir kararlılık
sergilediğimiz söylenemez. Kendi özeleştirimizi de yapalım, iğneyi başkalarına
batırırken çuvaldızı kendimize yöneltmekten kaçınmayalım. Hep birlikte şüphesiz
Atatürk’ün Cumhuriyetine, ilk yıllarına özlemle bakıyoruz. Ancak o günlerden
şimdi beğenmediğiniz günlere nasıl gelindiği konusunda derinliğine düşünmekten
sorumluluk payını düşünmekten kaçınıyoruz. Dolayısıyla içinden kolay çıkılmayan
bir edilgenlik emperyalist dayatmalara karşı bir tür çaresizlik teslimiyet
içindeyiz. Geleceğe dönük tasarımımız
eksik, hikâyemiz oldukça belirsiz, dolayısıyla durumları değiştirme azmimizi
örgütlemede son derece yetersiz kalıyoruz. Bu ruh halinden kurtulmalıyız, el açıp ikinci bir Atatürk beklemek yerine
hepimiz bir arada sorumluluk yüklenmek durumundayız. Hep birlikte, deyim
yerindeyse ikinci Atatürk olmalıyız. Ülkemiz ve halkımız 21. Yüzyıl dünyası
için paysımıza düşeni Atatürk’ün inancı ve kararlı sorumluluğu yerine getirmeliyiz. Türk devrimini günümüze taşımalıyız.
Hem ülkemizde hem dünyamızda barışa giden yolun taşlarını döşemeliyiz. Bu
konuda Atatürk’ün şu sözleri sanıyorum, hepimize rehber olacaktır. Atatürk 1930
lup yılların ikinci yarısında yaşamını yitirmeden, fiziki yaşamını, kısa bir
süre önce, kabul ettiği gençlerle sohbet ederken bir genç kendisine şu soruyu
sormuştur:
“-Bize
Mustafa Kemal’i anlatır mısın”.
Atatürk,
bir duraksamış ve şu cevabı vermiş:
“-İki Mustafa
Kemal vardır, biri karşınızda oturan ben, et ve kemik fani Mustafa Kemal;
İkinci Mustafa Kemal, onu benden bu
kelimesiyle ifade edemem, o ben değil, bizdir. O buradaki oturan sizler,
memleketin her köşesinde yeni fikir ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve sanatçı
bir zümredir. Ben onların rüyasını temsil ediyorum, benim girişimim onların
özlemini ihtiyaç duydukları şeyleri tatmin içindir, o Mustafa Kemal sizsiniz,
hepinizsiniz, fani olmayan yaşması ve başarısı kaçınılmaz olan Mustafa Kemal
odur.
Bu inançla
bu doğrultuyla hep birlikte ikinci Mustafa Kemal Mustafa Kemal olmanın inancı
ve kararlığıyla Türk Devrimini günümüze taşıyacak geleceğin öncüleri olarak
sizleri tekrar saygı ile selamlıyor, sevgi ile kucaklıyorum”.
Konu üzerinde soru ve açıklamalarla konuşmalar sona
erdi. Dinleyenler, “çok yararlandık,
bilgilerimiz tazelendi, hüzünlendik”, dediler. İzleyiciler, “laikliğin demokrasimiz için çok daha önemli olduğunu” söylediler.
ckulaksizster@gmail.com
DİPNOTLAR:
[i]ULUÇ GÜRKAN: 1945 Urfa doğumlu. İlköğrenimini Trakya’da yapmış; fakat o dönemde babası görevi nedeniyle çok değişik yere sürüldüğü için, aralıklarla okul değiştirmemek için yatılı okullarda okuma zorunda kalmış. Bunlar Amerikan okulları, Tarsus Amerikan Lisesinde. Birkaç dönem milletvekilliği var, yazarlığı var, Anka Ajansında, Güneş gazetesinde, Sabah gazetesinde, Cumhuriyet ve Dünya gazetelerinde 1969-1971 yıllarında yayınlanan Devrim dergisinde burada da yazı işleri müdürlüğü gibi görevleri var. İSTANBUL Gazeteciler Cemiyeti Haber müdürlüğü, Bülent Dikmener haber ödülü, Çağdaş Gazeteciler Derneği Ekonomi ödülleri sahibi, ODTÜ ve Atlım Üniversitesinde öğretim üyeliği var. Son olarak ODTÜ’nde halen öğretim üyeliği var.
Yorum Gönder