2019
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Yılbaşı - Güner Yiğitbaşı
Bizim de kullanmakta olduğumuz takvime göre,1.Ocak günü, içinde bulunduğumuz 2019 yılının bitimi ve gireceğimiz yeni 2020 yılının başlangıcı ve ilk günüdür.
Yılbaşı, İsa'nın doğum günü olarak kabul edilen 25 Aralıkta kutlanan Hristiyanların Noel Bayramı ile karıştırılmamalıdır. Yılbaşı'nın, dini ve kutsal bir yanı bulunmamaktadır.
Bunu karıştıran bazı dini kesim, biz Hristiyan değiliz, Müslümanız, yeni yılı kutlamayız diyerek, yılbaşı kutlamalarına ve kutlayanlara eleştirel bir gözle yaklaşmaktadırlar. Bu değerlendirme ve yaklaşım yanlıştır.
Yılbaşı bir bayram değildir, bir takvim olayıdır.
İçinde bulunulan yılın bittiği günü, yeni yılın ilk gününe bağlayan gece, insanların; evlerinde veya evlerinin dışındaki eğlence mekanlarında, masalar kurarak ve özel olarak hazırlanan yemekleri yiyip içkiler içerek eğlenmeleri, yeni yılı kutlayarak karşılamaları, yeni yıla mutlu bir şekilde girmek istemeleri ve girmeleri, bir gelenek ve kültür olayıdır.
Eski yılın bitimi ve yeni yıla girilmesiyle, aslında insanlarımız bir yıl daha yaşlanmakta ve ömürlerinden bir yıl daha azalmaktadır, bunun bilincindeki insanlarımız, o zaman yeni yıla niçin eğlenerek neşeli ve mutlu bir şekilde girmek istemektedirler, bu bir çelişki değil midir? Diye düşünenler olabilir.
Ben şahsen öyle düşünmüyorum, hepimizin bir yaşam ömrü vardır ve her geçen yıl bu ömürden çalıp gitmektedir bunu biliyoruz ama, korkunun ecele bir faydası da yoktur, her yeni yılla birlikte yaşlanıyoruz diye, oturup ağlayacak da değiliz tabi.
Bir de bardağın dolu yanından bakacak olursak, insanların; gelecek her yeni yıldan ve yıllardan bir beklentileri, gayeleri ve umutları vardır. İnsanlar; gayesiz, umutsuz, umutlarını yitirerek asla mutlu olamazlar, umut fakirin ekmeğidir sözü boşa söylenmemiştir.
İnsanların umut ve beklentileri bir yıl ile sınırlı olmadığı için, her yeni yıl insanların umut ve beklentilerinin tazelendiği yepyeni bir dönemi ifade etmektedir.
Örneğin, insanlar bir an önce okullarını bitirmek ve hayata atılmak, daha sonra evlenip yuva kurmak, çocuk sahibi olmak ve çocuklarını okutarak meslek sahibi yapmak, emekli olup gezip tozmak isterler ve bu istek ve umutlarının gerçekleşmesi için, yılların çabucak geçmesini, yeni yıllara ulaşmayı iple çekerler.
İşte, insanların  bu ileriye dönük istek ve umutlarının gerçekleşmesi, yeni yılları ve  yeni yılbaşılarını zorunlu kıldığı için, insanlar yaşlanmalarını, ömürlerinden kopup giden yılları düşünmüyorlar bile.
Bana sorarsanız, sizler de; yaşlanacağım korkusuyla, ileriye dönük isteklerinizden, gayelerinizden, arzularınızdan, umutlarınızdan ve bunların gerçekleşmesinden asla vaz geçmeyiniz, ileriye dönük gayeleri, beklentileri ve umutları olmayan insanların, yaşlanmaya fırsat bulamadan yaşayan ölü haline geldiklerini unutmayınız.
Bize göre, her yeni yıl, yeni bir umut ve umuda yolculuğun başlangıcıdır.
Bu vesileyle, hepinizin yeni yılını kutluyor ve 2020'nin, sizlere sağlık, mutluluk, huzur, başarı, barış, ekonomik açıdan insanca yaşama koşulları ve siyaseten özgürlükler getirmesini diliyorum.

30/12/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Yeni Bir Yıla Girerken…
Her yeni yıl geldiğinde insanlar birbirlerine şans dileyerek yeni yılın kutlu olması dileklerinde bulunuyorlar.
Ne yazık ki son bir kaç yıldır bu dikeklerin hiç birisi gerçekleşmiyor, temenni olarak kalıyor.
Üç gün sonra yeni bir yıla giriyoruz.
Geride bırakacağımız 2019 yılını her yönüyle sıkıntı içinde tamamladık.
-Ekonomide dar boğaza girdik…
-Az sayıdaki bir grup zenginleşirken, yurttaşların büyük bir bölümü fakirleşti…
-Terör belasını bitiremedik, yine şehitler, yine anaların gözyaşı…
-Yanlış dış politika nedeniyle battığımız Suriye bataklığından çıkamadık…
-Bu yetmiyormuş gibi Libya bataklığına balıklama atlamak üzereyiz…
-Yıllarca milli irade diyenler, yapılan yerel seçimlerden sonra kaybedince, milli irade unutuldu, seçilen Belediye Başkanlarının çalışmaları engellenirken, o yörede yaşayan yurttaşları da cezalandırmakta sakınca görülmedi…
-Yaratılan korku imparatorluğu nedeniyle yurttaşlar haklarını aramaktan korkuyor, arayanlarda şiddetle karşılaşıyor…
-90 Yıllık laik Cumhuriyetin tüm kazanımları elden çıkarılması yetmiyormuş gibi, yılın son aylarında Cumhuriyeti dönüştürme çabalarına hız verildi…
-T.C. Anayasasının 2. maddesi “Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik ve sosyal hukuk Devletidir”  emredici hükmü çiğnenerek, din devlet yönetiminin merkezine yerleştirmeye çalışılıyor…
T. C. Anayasasının 7.(Yasama), 8. (Yürütme), 9. (Yargı) maddeleri, hukuk üstünlüğünün olmazsa olmazı olan güçler ayrılığını tarif ederken, bu güçlerin tek elde toplandığı görülüyor…
-Tarafsız ve işin uzmanı bilim insanları, çılgın proje diye adlandırılan kanal İstanbul projesinin İstanbul’un felaketi olacağını açıklarken, bu projede ısrar edilerek yandaş medyanın gayretiyle gündemin başına oturtularak gerçek gündemlerin üstünün örtülmesinde ne yazık ki başarılı oldular…
Geride bırakacağımız yılın olumsuzlukları bir yazıya sığmayacak kadar çok olduğundan, burada son vererek yeni yılda beklentilerime geçmek istiyorum.
Yeni Yılda,
-Tüm etkili ve yetkililerin, akıllarını hislerinin önüne almalarını…
-Terör belasının bitirilmesi için, güvenlik önlemlerinin devamıyla beraber, tüm dünya ülkelerinin uyguladığı çözüm önerilerinin incelenerek bunlardan yararlanılmasını…
-Ekonominin düzelmesi için her birimde tasarrufa gereken önemin verilmesini…
-Yetkililerin konuşmalarında ve eylemlerinde ayrıştırıcı dil ve hareket yerine birleştirici dil ve hareket tarzını seçmelerini…
-Herkesin, (tekrar herkesin) bu ülke hepimizin, gidecek başka bir ülkemizin olmadığının bilinciyle hareket etmelerini ve kucaklayıcı olmalarını…
-En önemlisi,  56 Müslüman ülkede uygarlıkta rol model olan büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün laik Cumhuriyetinin temel ilkeleriyle oynamanın kimseye fayda getirmeyeceğinin bilincine varılmasını…

ÖNERİLERİMLE…
Yeni yılın tüm yurttaşlara huzur, mutluluk ve sağlık getirmesini diliyor ve yeni yıllarını yürekten kutluyorum.

Gündüz Akgül

28.12.2019
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

İlhan Kesici AKP- RTE nin 2020 bütçesini fıkralarla eleştirdi
“Türkiye’de toplan vergiler borcun faizlerini bile karşılamıyor”.
CHP İstanbul Milletvekili İlhan Kesici,  Meclis genel kurulunda partisi adına yaptığı konuşmasında bütçeyi değerlendirirken, AKP-RTE iktidarının ekonomik uygulamaları ve 2020 yılı bütçesini espri ve fıkralarla eleştirdi.
Aynı açıklamaları,  Gürkan Hacir’in Halk TV deki söyleşisinde de tekrarlayan Kesici, toplanacak vergilerin ancak faize gideceğini söylerken, ekonomik “karadelikten” bahsetti, ekonomideki geleceğimiz için, “bahardan sonra yaz değil, karakış gelecek” dedi.  Bu duruma göre, 2020 yılı da hepimiz için daha sıkıntılı geçecek demektir. Biz de bu konuşmanın bazı bölümlerini ara ara da olsa alma gereğini duyduk, Sayın İlhan Kesici’nin tespit ve teşhislerini size sunmak istedik.
Epeyden beri AKP nin ekonomik durumu iyi gitmiyor. Düşük kur yüksek faizle dolardaki oynamalarla, yabancılar yüz milyon dolarla geldiler, dört senede 290 milyon dolarla gittiler. O nedenle bizi gelirken de öptüler, giderken de öptüler.
Yabancı bu akan para için  “ilimizi, kemiğimizi emdiler” dedi. 2008 e kadar faizler yüksek olduğu için yabancı para 100 dolarına 4 yılda 146 dolar para kazandı. Yıllık faiz ortalaması yüzde 20 eder, kur ayarlamasından Türkiye ucuz ithalata ülkesi oldu. Yüz dolarla geldiler 246 dolarla çıktılar.
Meğer bu yabancılar yılda bu katlı karlı paralarla iki defa öpmüşler, hem gelirken öpmüşler, hem giderken öpmüşler. Buna ülke ekonomisinin dayanması imkânsız.
“Gizliden boğaya gelen açıktan buzağılar”
Yunanistan, iktidarın rakamlarla oynadığı gibi rakamlarla oynayıp kendilerini havalı gösterdiler, sonunda Yunanistan ekonomik krize girdi, bu daha 20 sene sürecek; bunun sebebi bilançolarını makyajladılar.
Dış ticaret açığı, ihracatımızla ithalatımız arasındaki fark, bir küçük mevsizmsel ihracat artışı olduğu zaman bakan seviyesindeki Ak Partili arkadaşlar yeri göğü inletiyorlardı, “ihracatta dünyanın birincisi olduk, Çin’i geçtik, Maçin’i geçtik, Marsta bir şey varsa onu da geçtik” falan diye geçici bu durum için havalandılar. Ama sonunda acı gerçek açığa çıktı.
Ben Sivas Zara’lıyım, bizim orda bir laf var, “ışkereden boğaya gelen (gizliden boğaya gelen) aşkereden buzağalar, aşkere (aşikâr, açıkatan), yani gizliden bunu yaparsın ama gün gelir açığa düşersin, aşkereden buzağılarsın. Yunaistan’ın durumu da öyle oldu. Gizli gizli gizli rakamlarla oynadılar sonra iş açıkça meydana çıktı. Ama bunu saklasanız da bunu dünya biliyor, bilir.
Kazın cücüğü güzün belli olur
Kars’ta bir laf var “kazın cücüğü güzün sayılır” diye. Kazın cücükleri baharda meydana gelir. Birisi “ne kadar kazın var” dese, biri dese yüz, belli olmaz, güze gelinceye kadar kimisini yel alır, kimisini sel alır, kimini tilki kapar, kimini komşuların çocukları çalar. Böyle olunca kazın cücüğü güzün sayılır. Burada kaz yerine dış ticaretimize bakacağız, sanayimizin rekabeti, uluslar arası piyasadaki yaptığı, başarılar, başarısızlıklar ihracat kaleminde görülecek,
Güz 17 yılsonu AKP iktidarının bu sonu, güz geldi, şimdi kazın cücüğünü sayalım.  İhracatımızla ithalatımız arasındaki fark bir trilyon elli milyar dolar. Bu dehşet bir rakam, Allah seni inandırsın ben bunu irdelerken gözlerimden yaş geldi, bu dehşetengiz bir şey, böyle bir şey olabilir mi?
Dadaş Turizm yolcusu
Bizim küçüklüğümüzde otobüsler, lokantalar bu kadar lüks değildi, şimdi çok güzelleşti oralar. Şimdi Dadaş çay ve ihtiyaç molasına girmiş, anons ediliyor, “Dadaş Turizmin yolcuları otobüsünüz kalkmak üzeredir; Dadaş fırladı, bir baktı on tane büyük otobüsler birbirine benzemekte, o otobüs parkında on tane “Dadaş Turizm otobüsü var” otobüs parkında. Otobüsü hangisi, telaştan adam şaşırdı, otobüs hareket etti edecek, yanlış otobüse binse yanlış yola gidecek. Dadaş telaşla bir otobüsün önüne çıktı, “ula gardaş hele bir bakın ben bu otobüsün yolcusumuyem”: Ben de bazen bakıyorum söylenen rakamlara, yolcular var, söylenen rakamlar var, “acaba hangi otobüsün yolcusuyuz” diye şaşıyoruz. Ben de bazen şaşırıyorum, arkadaşların söylediği rakamlara bakarak, “acaba biz de mi bu otobüsün (ekonominin) yolcuları mıyız, diye.
17 yılda 460 milyar dolar faiz ödemişiz
Şu ana kadar devletin, özel sektörü de hesaba katmak suretiyle devletin ödediği faiz dış ve iç borçlanmadaki ödediği faiz 460 milyar dolar, yıllık. Bunu güne saate getir, galiba 108 bin saat ediyor bu, 17 yıl 150 bin saat her saat üç milyon dolar faiz ödüyoruz. 138-140 milyar lira 2020 yılı bütçesi, şimdi kabul ettiğimiz bütçesinde bu rakam faiz rakamı 139 milyar Türk lirası bu sene faiz ödeyeceğiz.
Bazı Ak Partili arkadaşlar “bu doğru olabilir mi, böyle bir şey olabilir mi” diye şaşkınlıklarını belirtiyorlar. Bu faizi güne ve saate bölün 2.6 milyon dolar, her saat 2.6 milyon dolar faiz ödeyeceğiz. Türkiye’de hani vergi topluyoruz ya, burada dehşetengiz bir kara delik var. Türkiye’de iki milyon insan doktorlar, mühendisler, avukatlar bütün serbest meslekte çalışanların sayısı iki milyondadır. Üç milyon memur, 14-15 milyon civarında özel sektör, maaşlı ücretli çalışanı asgari ücretli dâhil iki milyon civarında,  20 milyon civarında hepimizin verdiğimiz vergilerin toplamı bu rakamı etmiyor, yani toplanan tüm vergiler 139 (140)  milyar lira faiz etmiyor.  Bu bir kara delik. Bu ciddiyetle ele alınması lazım.
Genç işsizlik ayrı bir sorun, Türkiye’de 15-30 yaş grubu genç nüfus, bunların nüfusu 11 buçuk milyon, 12 milyon diyelim buna. Bunların okulda, çalışıyor olanları var, kayıtlı iş arayanlar bir buçuk milyon civarında, bir bölüm daha var ki, daha vahimi ne iş arıyor, ne okulda, ne eğitimde, ne de iş arıyor küsmüş.  Bunun nüfusu 3 buçuk milyon, bunun 650 bini üniversite mezunu, 600-650 bini lise mezunu, 700 bini de teknik lise mezunu. Bunlar eninde sonunda devlete düşman olacaklar, bu kendi devletinden sıtkını sıyırmak demek, bunların hayalleri öldürülüyor. Geriye ne kalıyor, gerideki toplum kendini kurumaya çürümeye bırakacak, ağaçların kuruduğu gibi. Bu 15-25 arası gençler bizim geleceğimiz demektir. Bu aynı zamanda insan enerji israfıdır, en büyük israf gençlerin israfıdır. Bunun ikinci bacağı da toplum kendi kendini kurumaya bırakıyor. Bu kara deliği kapatmak için ne kadar vergi artırabilirler ki.
Siyasiler şöyle mugalâta yapıyorlar, “aslında biz iyi idik ama teknoloji ilerledi, robotlar arttı fabrikalarda çalışmaya başladı, işçinin yerini robotlar aldı, onun için işsizlik var” falan deniliyor.
Oysa dünyanın en ileri teknolojisini kullanan imalat sanayinde kim ABD, dünyada fabrika başına, insan başına en çok robot kullanan kim ABD de en çok robotlar üretime katılıyor, orada işsizlik olması gerekir gibi görünür, ama ABD de son 49 yılın en düşük işsizlik seviyesi en az noktadadır.
Bayburtlu İşsiz
Bayburtlu bir arkadaşıyla dertleşiyor. Bayburtlu arkadaşına yakınıyormuş: “Yav çarşıya çıkırem dağlanırem, eve dönirem evde de horlanıram. Yani çarşıya gidiyor daralıyor adam, kahvede otursun, nerede otursun oturamıyor, eve geliyor hanımdan azar işitiyor, hanım tarafından horlanıyor. Bu yüzden evlerin huzuru, saadeti iş ve işsizlikle ilgili olduğu görülüyor”.
İsraftan kaçınmalı daha dikkatli olmalıyız
2007 IMF raporlarına göre, ekonomi yönüyle dünyanın en kırılgan ülkesi Türkiye diye yazmakta. Bu raporlara göre daha dikkatli olmalı idik, yoksa daha sıkıntılı hale geliriz.  
İlhan Kesici ümitsiz olan Türk ekonomisi için böyle bir benzetme yapıyor ve şu sözlerle konuşmasını sonlandırıyordu:
Durum ciddiden de ciddidir. Bu ciddiden de ciddidir; devletimizi yöneteler meseleye böyle bakmaları lazım. Bu işte sihir de keramet de yoktur. Kışa girmekteyiz, her kıştan sonra bahar olmuyor, bazen kıştan sonra karakış oluyor. Buna nükleer kış da diyebiliriz, yani icaplarını yapmaz isek, içinde bulunduğumuz hali küçümsersek, üstesinden kolayca kalkabileceğimize inanırsak, ciddiyetle çok ciddi bir program hazırlamalıyız. Saplantılarda inat etmemeliyiz. Osman Bölükbaşı’nın inatçı siyasetçileriniz için bir sözü vardı, “zengini hayırsız evlat batırır, memuru süslü avrat batırır, siyasetçiyi kuru inat batırır”   .Öyleyse inatçı olmayı bırakıp, uzlaşmaya, anlaşmaya çağıran mahiyette olmak lazımdır.
17 yılda devletin ödediği faiz tam 460 milyar dolardır. Bu rakam, mesela 115 adet Atatürk Barajı eder. Atatürk Barajı'nın maliyeti 4 milyar dolardı. Faaliyette olduğu 27 yılda her yıl 10 milyon dönüm tarla suladı. 25 milyar dolarlık, 250 milyar kws de
elektrik üretti. Hesap budur
CHP İstanbul Milletvekili İlhan Kesici, TBMM de 2020 Bütçenin kapanış konuşmasını partisi adına 60 dakika konuşarak, bütçedeki, daha doğrusu ekonomideki kötü gidişatı, bozuklukları fıkralarla süsleyerek anlattı.
Uçağın dört motoru da durursa!
1990 lı yılların birinde, ABD li bir milyarder dört motorlu büyük bir uçağı ile değişik yerleri gezerken yolu Arap Yarımadasına da düşer. Dolaşırken, oralarda bir yerde uçağının bir motoru durur. Adam telaşla Arabistan’ın kontrol kulesini arayarak şöyle der:
Selamünaleyküm” der. Ve kuleden şöyle bir yanıt gelir:
“-Ve Aleyküm selam” der. Arap topraklarında oldukları için kule ile Arapça konuşulur.
Zengin Amerikalı şöyle derdini anlatıyor: Sayın küle, benim dört motorlu bir jetim var, havadayız, motorun bir durdu, ne yapacağım”
Kuledeki Arap Görevli cevap verir:
“-Sen korkma keyfine bak”. Kuledeki görevli Arap’ın bu sözü Amerika’lıyı rahatlatır ve Amerikalı kendi kendine şöyle söylenir:
Biz Orta Doğu’daki insanları bazen küçümsüyoruz, bak Bu Arap görevli hem havacılık teknolojisini en iyi şekilde kullanıyor, hava trafiğini ve uçakları yönlendiriyor, uçak motorundan anlıyor, ne kadar iyi…”
Havada giderken biraz sonra uçağın ikinci motoru da duruyor. Arap kontrolör, yine aynı ifadelerle, “merak etme sen yoluna devam et” diyor.
Havada böylece giderken, biraz sonra üçüncü motor da duruyor, yine aynı söylem devam ediyor.
Yola devam ederken, olacak var ya, dördüncü motor da durunca zengin Amerika’lı  çok daha büyük endişe ve panik içinde, Arap hava kontrolörü arıyor,  çok daha büyük endişe ve panik içinde, Arap hava kontrolörü arıyor, yahu üstadım şimdi ne yapacağım?”
Arap kontrolör de endişeli ve ümitsiz, “korkma üstadım”, diyor, “şimdi benim söylediklerimi tekrar et”.
Amerikalı belki bir kurtuluş ümidi var diye “tamam, tamam” diyor.
Kuledeki görevli Arap ümitsiz ve üzgün bir şekilde kelime-i şahadet getiriyor, “Eşhedüenla İlaheillah”…”
Ülkede şimdi 4 ncü motorun da sıkıntıyla gireceği haller oluyor. Böyle bir durumu Allah korusun bizi!”
İşte böyle ülkemizin 2020 ekonomik geleceği. Toplanacak vergiler faizi bile karşılamadığına göre, Kanal İstanbul parasını, yatırım için parayı nereden bulacağız? Çılgın projelerden vaz geçip daha tasarruflu, daha gerçekçi politikalar izlemeliyiz. Borç harç içindeyken Suriye bataklığından, Libya Çöllerine doğru uzanma tehlikesi karşısında bizi daha sıkıntılı 2020 bekliyor demektir. Her şeyden önce vatandaşımız aydın olmalı, gerçekleri araştırmalı, görmelidir.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız 

İsteseniz de İstemeseniz de Kanal İstanbul Yapılacak
AKP Genel Başkanı, halka meydan okumuş yine.
Halkın karşı çıkmasına rağmen, isteseniz de istemeseniz de yapılacak demiş.
Bu, ne biçim bir demokrasi anlayışı ve mantığı?
Demokrasinin en bilenen ve klasik tarifi nedir?
Halkın kendi kendisini yönetmesidir.
Meclisin duvarında ve Anayasa da ne yazıyor?
Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.
Bu yalın gerçeklere rağmen, siz bu gücü nereden alıyorsunuz da, isteseniz de istemesenizde, Kanal İstanbul yapılacak diyerek halka karşı direnebiliyorsunuz ve dayatmada bulunabiliyorsunuz?
Sandıktan çıkmanız, size bu hak ve yetkiyi veremez.
Halka rağmen dayatma ile bir yerlere varabilen, başarılı olabilen  bir yönetim bugüne kadar görülmemiştir.
Bir de şikayet ediyor, bana diktatör diyorlar diye.
Ne demelerini bekliyorsunuz?
Demokrasi havarisi mi desinler.
İşte, bu zihniyetle yönetilen bir ülkenin yargısından da; hak, hukuk ve adalet bekleyemezsiniz, beklerseniz hayal kırıklığına uğrarsınız.
İşte bugün SÖZCÜ yazarlarıyla ilgili karar açıklandı.
FETÖ düşmanı olan Sözcü yazarları, FETÖ örgütü üyesi olmamakla birlikte bilerek ve isteyerek örgüte yardım ettikleri gerekçesiyle suçlu bulunarak mahkum edildiler.
Hiçbir somut yardım eylemi ve kanıt yokken.
Ergenekon kumpas davalarının günümüzdeki versiyonu, hep aynı amaç ve aynı taktik.
Aynı menzile birlikte yürürlerken güç ve iktidar mücadelesi nedeniyle yolları ayrılan iki ortaktan biri olan AKP'nin uygulamaya koyduğu FETÖ yargısının tıpkısının aynısı.
Gazeteci olarak halkın haber alma hakkına saygılarından dolayı, basın özgürlüğüne dayanarak yazdıkları haber ve yazılar; yıllar sonra, Basın Kanununda ön görülen zaman aşımı süresi dolduğu halde ısıtılarak, ne idüğü belirsiz bilirkişilerin taraflı yorum ve değerlendirmelerini içeren suçlayıcı raporlarına dayanılarak, hukuka aykırı ve kişiye özel sunni olarak yaratılan dava ve basın özgürlüğünü yok eden hukuk dışı esef verici taraflı ve birilerini tatmin için verilen paçavra mahkumiyet  kararı.
Al birini vur öbürüne
Bize göre hiç sürpriz değil, beklediğimiz hukuk dışı paçavra yok hükmünde bir karar.
Umarız Yüksek yargıdan döner.
Yargının üç ayağı olan iddia, savunma ve karar makamlarında görev yapmış elli yıllık bir  hukukçu olarak çok üzgünüz, meslek hayatımızın sonunda, jübilemizi böyle sözde ve hukuk dışı  yargı kararlarıyla yapmak, Allah’ın bize en büyük gazabı olsa gerek.
Düşünüyorum, ben ve bu millet nerede hata yaptık da Allah bize böyle bir yönetim ve yargıyı reva gördü?
Tanrı, varsa taksiratımızı affetsin.
Acısın artık bu millete.

Güner Yiğitbaşı

27/12/2019
Güner YİĞİTBAŞI

Biz Davet Edilen Yere Gideriz
Hayır, gidemezsiniz.
Her davet edilen yere gidilmez efendim.
Al oğullarını ve damatlarını yanına git, eyvallah. Bize bu konuda  söz düşmez.
Ama, Türk askerini Libya'ya ölüme gönderemezsiniz. Buna hakkınız ve yetkiniz yok.
Demokrasi bu değildir.
Bırakınız demokrasiyi, diktatörlük dahi bu değildir.
Bu ne demokrasi, ne de diktatörlüktür.
Diktatörlükte dahi bazı kurallar vardır, diktatörlüğün dahi bir raconu vardır.
Bugün anayasanın askıya alındığı ülkemizde, tek kişinin iki dudağının arasında tam bir keyfilik ve  kabile yönetimi söz konusu ülkemizde.
AKP Genel Başkanı; sandıktan çıktım diyerek, seçmen iradesini beş yıllığına ipotek altına almış ve sandıktan az bir farkla çıkmasına dayanarak, dediğim dedik, çaldığım düdük demekte ve kafasından geçenleri halkımıza dayatmaktadır.
Bu ülkede; yıllarca, yaz saati kışın da uygulanmakta, küçücük çocuklarımız, gecenin karanlığında okula  gitmek için yollara dökülmekte ve tüm haklı uyarılara rağmen, yaz saati uygulamasına ve dayatmasına, kışın da devam edilmektedir.
Kanal İstanbul inadı da devam etmektedir. Rant paylaşımı yapılmış ve tüm haklı uyarılara rağmen, Kanal İstanbul saçmalığından geri adım atılmamaktadır.
Suriye bataklığı henüz kurutulmamış, Fırat'ın doğusuna girilmiş, ancak ABD'nin baskısıyla harekat sonlandırılmış ve Fırat'ın doğusunda açılan çukur, üzeri kapatılmadan unutulmaya terk edilmiştir.
Muktedir; şimdi de Libya'da yeni bir cephe ve çukur açmak üzeredir.
Kendisinin de katkısıyla devrilen ve öldürülen Kaddafi’den sonra iç savaş çıkan parçalanan ve çift başlı bir yönetimin hakim olduğu Libya’nın Trablus yönetiminin isteğiyle, Libya'ya Türk askeri göndermeye hazırlanmaktadır.
Bugün konuşmuş ve “biz davet edilen yere gideriz” diyerek, Türk askerini Libya çöllerine gönderme konusundaki kararlılığını dile getirmiştir.
Biz davet edilen yere gideriz, diyor.
Sanki; düğüne, kokteyle davet edilmiş gibi, çok rahat. Türk askerinin ölüme davet edildiğinin farkında değil, aslında farkında ama, umurunda değil.
Madem ki, davet edildiğin yere gidersin, al Bilal'i yanına git kardeşim, seni tutan yok ki.
Allah biraz akıl fikir ve vicdan versin, ne diyelim.
Sanki sinemaya, tiyatroya çağırıyorlar.
Libya da bizim ve askerimizin ne işi var?
Libya'ya asker gönderilir ve cesetler gelirse, bunun sorumlusu, AKP Genel Başkanı ERDOĞAN olacaktır.
Ölen askerler de, asla şehit sayılmayacaktır.
Yeter, şehit aldatmacasına son vermenin zamanı geldi ve geçti artık.
Hani bir söz vardır ya, ”ne şehittir ne gazi b.k yoluna gitti bizim Niyazi.”
İşte, Libya’da ölecek olan her askerimiz, şehit değil Niyazi olacaktır.
Yeter artık, bu keyfilik daha nereye kadar sürecek?
Türk Halkının demokrasiye olan inancını ve saygısını, demokratik sabrını daha fazla sınamayınız ve  kötüye kullanmayınız,
Her sabrın bir sonu vardır, sakın unutmayınız.

Güner Yiğitbaşı

26/12/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Kanal İstanbul Ve Montrö Sözleşmesi
Kanal İstanbul'un yapılış nedeninin; Montrö Sözleşmesini delme ve Karadeniz’de kıyısı olmayan Amerikan savaş gemilerinin sınırsız olarak Karadeniz’de hakimiyet kurmasının önünü açmak olduğu tezini biz kabul etmiyoruz.
AKP iktidarının kafası, Montrö Sözleşmesine ve bu sözleşmenin arkasından dolanıp bu sözleşmeyi delip geçmeye basmaz bize göre.
AKP iktidarının ve başının tek amacı, ikinci bir boğaz yaratıp rant elde etmek, kanal çevresini parsel parsel yabancı para babalarına satarak, iktidarına gelir elde etmektir.
Montrö Sözleşmesi boğazlardan geçişin kurallarını düzenlediği gibi, bir iç deniz olan Karadeniz’in de statüsünü belirlemekte ve Karadeniz’e sınırdaş olmayan devletlerin savaş gemilerinin uzun süre Karadeniz’de çöreklenerek askeri güç gösterisi yapmalarını da engellemektedir.
Örneğin; Montrö Sözleşmesinin 18/2 maddesine göre, Karadeniz'de bulunmalarının amacı ne olursa olsun, kıyıdaş olmayan Devletlerin savaş gemileri, bu denizde yirmi-bir günden çok kalamayacaklardır.
Montrö Sözleşmesinin bu hükmü var olduğu sürece, Karadeniz’e kıyıdaş olmayan bir ülkenin, örneğin ABD'nin  savaş gemileri; Karadeniz’e, ister boğazdan, isterse açılması planlanan Kanal İstanbul'dan girsinler, isterse gökten zembille Karadeniz’e insinler, bize göre sonuç değişemez, Karadeniz’de yirmi bir günden çok kalamayacaklardır.
Bunun aksine bir düşünce, Kanal İstanbul'un Montrö ile belirlenen Karadeniz’in statüsünü değiştireceği görüşü, Rusya ve Çin gibi diğer süper devletlerin şiddetli itirazlarına ve belki de üçüncü Dünya savaşına neden olacaktır.
Bu nedenle, Kanal İstanbul'un; İstanbul'a yönelik ekolojik, jeolojik, ekonomik ve sosyal asıl mahzur ve zararları üzerinde yoğunlaşıp akıl yormalıyız.

Güner Yiğitbaşı

25/12/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

İncil'in Hz. İsa’dan sonra yaklaşık 60-100 tarihinde yazıldığı biliniyor. 
İlk İncil 1456 yılında Johannes Gutenberg tarafından Almanya’nın  (Mainz) Maintz kentinde Latince olarak basıldı.
İlk Kuranı Kerim, Namık Kemal ve Arisitidis Fanto’nun Londra’da 1871 de bastıkları Kuranı Kerim’dir (Gecikme neden?). İlk çeviri Kuran Ahmet Cevdet Paşa’nın 1874 de bastırdığı Kuranı Kerim’dir. Demek ki ilk Kuran İncil’den 415 yıl sonra basılmıştır. Matbaa 1450 de bulundu Osmanlıya 277 yıl sonra 1727 de getirildi. (Bu gecikme neden?).
Ulusal Eğitim Derneği’nin her hafta düzenlediği kültür etkinliklerinden olan bir konferans 21.12.19 günü dernek salonunda düzenlendi. Dernek üyeleri ve öteki davetlilerin katıldığı etkinlikte,  Ankara Ün. DTCF Öğretim üyesi Prof. Dr. Remzi Demir’in(1) konuşmasıyla “Türkiye’de yeni din algısının doğuşu” konusu sunuldu. Dernek salonu küçük olduğu için girişteki koridorda izleyiciler ayakta dinlediler. Biz de bu her zaman güncelliğini koruyan çok önemli konuşmanın dört duvar arasında kalmaması için banttan size duyurma gereğini duyduk.

Türkiye’de yeni din algısının doğuşu konferansı
Türkiye’de din olgusunun tarihsel sürecini sunan Prof. Dr. Remzi Demir konuşmasında şunları açıkladı:
Osmanlıda ne medrese, ne Osmanlı uleması yenilenmemiş, çağa uymamış
Bir epistemik cemaat bir bilgi topluluğu olarak 1923 ten önceki ulemadan, yani nakli ilimlerde ihtisas yapmış âlimlerden neyi miras aldık, hangi bilgiyi miras aldık. Bu konu Ebul ulama Mardininin huzur dersleri ile Sadık Albayrak’ın “Son devir Osmanlı Uleması” adlı iki temel yapıtta aydınlığa kavuşuyor. Neyi miras aldık, hangi bilgiyi miras aldık? Âlimlerimizin ekserisi, bazıları 12 nci yüzyılda, yani İmam Gazali’yi düşünecek olursak ölümü 1111 olduğuna göre, 12 nci yüzyılda kaleme alınmış olan eserleri Şerh veya Haşiye düşmekle yetinmekte idiler. 1920 lere geldiğimizde, yani şöyle düşünün sekiz asra yakın aşağı yukarı bir zaman geçmiş ve bu süreç içerisinde Osmanlı epistemisi dediğim, Osmanlı bilgisi dediğim ulema tarafından temsil edilen bilgi aşağı yukarı hiçbir değişime uğramamış.
En önemli bilgi alanı fıkıh, İslam hukuku dediğimiz fıkıh alanı, burada da umumiyetle okudukları veya okuttukları kitapları hiç değiştirmemişler. Mesela en temel kitaplardan birisinin adı “El Hidaye” Merdinaninin yaklaşık 13 ncü yüzyılda kaleme almış olduğu bir hukuk kodeksi. Bu kitap hala okutulmaktaydı. Bu şu manaya geliyor, hukukta da, Mecelleyi bir tarafa bırakacak olursak, Mecellenin tebliğ edildiği dönemde, tebliğ edilmekten sonra da Hidaye okutulmaktaydı. Hukuk çalışmalarında her hangi bir gelişmeden ilerlemeden söz etmek mümkün değildir.
Mecelle,  Ahmet Cevdet Paşa’nın düzenlediği daha modern bir hukuk kodeksidir. Hal böyle olunca Cumhuriyet dönemine intikal eden veya ettirilen bilgi aşağı yukarı Nizamiye medreseleri yani 1067 de Bağdat’ta kurulan Nizamiye medreselerinde okutulan müfredatla sınırlı kalmış bir bilgidir. Daha önce adlarını almış olduğum Ebul uşlema ve Sadık Albayrak’ın toplamış olduğu bu âlimler biyografisi incelendiğinde de, son devir âlimlerinin hala bu kitaplarla, bu kitaplar üzerinde yapılan çalışmalarla ilgilendiklerini görüyoruz. Bu günde durum fazla değişmemiştir. Türkiye’nin muhtelif yerlerinde mevcut medreselerde hala bazı temel kitaplar okutulmaya devam etmektedir.
Nakli ilimler reforma tabi tutulmamış olduğu gibi gelmişler, sekiz asır boyunca reforma tabi tutulmamışlar olduğu gibi gelmişler, burası çok önemli.
İkincisi, mesela Fransız devrimi oldu, Rus devrimi oldu, acaba bu devrimi gerçekleştirenler, kendi ulemalarına rahiplere, Katolik ve Ortodoks rahiplere nasıl muamele ettiler.
Cumhuriyetçiler âlimlere ve şeyhlere ne yaptılar. Cumhuriyet hiçbir şey yapmamış ulemaya ve şeyhlere. İlmin beşeri taşıyıcıları olan âlimler ve şeyhler yeni dönemde de, bu nedenle bir şey yapmadığı için bu dönemde de kendi epistemelerini, bilgi türlerini kendilerinden sonraki kuşaklara aktarma imkânı bulmuşlardır. Bir tane örnek var, İskilip’li Atuf Hoca, bu örnek çok dile getirilir, bazı tarihçiler İskilip’li Atıf Hoca’nın şehit olduğunu, bazı tarihçiler de “hain olduğunu” söylerler. Bu konuda henüz bir uzlaşıma varılmamıştır. Gerçekten İskilip’li Atuf Hoca kimdir?
İskilip’li Atuf Hoca Türkiye Diyanet Vakfının yayınlamış olduğu İslam Ansiklopedisinde Sadık Albayrak tarafından tanıtılmış. Sadık Albayrak’ın kim olduğunu biliyoruz. Ben hiçbir İskilip’li Atuf Hoca biyografisi okumamıştım. O kadar masumane bir şahısmış ki, 1919 da yani İstanbul işgalinden sonra Cemiyet-i Müderrisin isminde bir cemiyet kuruluyor, bu cemiyetin kuruluş maksadı müderrislerin haklarını savunmak. Çünkü müderrisler bir epidemist cemaat olarak artık değerden düşmüş durumda ll nci Meşrutiyet’ten sonra değerden düşmüş durumda, haklarını savunmak için kuruluyor. Birinci başkanı Mustafa Sabri Efendi, daha sonra devrimden sonra kaçıyor, önce Yunanlılara sığınıyor; ikinci başkanı da İskilip’li Atuf Hoca.
Sonra bu cemiyet Teali İslam Cemiyetine dönüştürülüyor, İslami Yükseltme Cemiyetine dönüştürülüyor ve bazı etkinlikler yapıyor. Bu etkinliklerden bir tanesi de, başka kaynaklarda gördüğüme göre “Cumhuriyetçileri vatan hainliği” ile suçlamak ve “idam edilmelerini istemek. Cemiyetçiler bir fetva veriyorlar, Cumhuriyetçiler başta Mustafa Kemal olmak üzere bulundukları yerde tutulmaları ve “idam edilmeleri” hususunu belirten bir fetva veriyorlar. Bazı kaynaklarda bu fetvaların tam metinleri var.
Bin tarihi açısından meseleye bakıldığında ideolojinin tarihsel betkinlemeye müdahil olduğunu ve dolayısıyla tarihçilerin gerçeğe uygun bir tarih yazmakta güçlük çektiklerini açıkça ortaya görülür.
Osmanlıda Kuranı Kerimin basılması neden gecikmiştir, neden geç basılmıştır.
İlk Kuran İncil’den 415 yıl sonra basılmıştır.
Türkiye’de yeni din algısının doğuşu konferansı

Bu belgeler nerede, bunlara nasıl ulaşılabilir bu da ayrıca bir sorun teşkil ediyor. En son çıkan kaynaklardan birisinde Cumhuriyetçilerin ulemanın büyük bir kısmını tahrip ettiğini yazıyordu bir profesör meslektaşım. Çok aradım acaba kimleri tahrip etti, tahrip ettiklerine dair bir delil bulamadım ama şunu buldum, Sadık Albayrak’ın yazmış olduğu bu beş ciltlik eserde şunu buldum, bunların ekserisi Cumhuriyet sonrasındaki o büyük camilerde imam olarak görevlendirilmişler, çoğuna da yani ihaneti vataniye ile suçlanmayanları da emeklilik maaşı bağlanmış. İmha etmek buysa, gerçekten imha etmenin manasını ne onu bilemiyorum.
Basılan Türkçe ilk din kitabı,  konuşmamın bundan sonraki bölümünü basılı metinler üzerinde yürüteceğim. Basılı metinlerin etkili gücü çok daha fazladır; yazma eserler nadiren beş yüzü bulur. En çok kullanılan yazma eserler mesela ilmihalle ilgili yazma kütüphanelerdeki, koleksiyonlardaki yazma eserlerin sayısı 500 ü güçlükle geçer; mesela güçlükle yazılmış olan eserlerden bir tanesi aslında 16 ncı yüzyılın Selefi hareketini başlatan Birgüvi Mehmet Efdendi’nin Risalei Birgüvisidir. İlk defa basılan 1562 de kaleme alınmıştır. İlk defa basılan eser de 1803 de Birgüvi Mehmet Efendi’nin Risalei Birgivisi veya vasiyetnamesi olmuştur. 1803 tarihe dikkatinizi çekiyorum; şimdi biraz sonra sunacağım bilgi açısından bir hatırlatmada bulunayım, henüz Kuranın-Kuranı Kerimin Arapçası basılmamış durumda. Demek ki 1727 den 1909 da ilk kitap Van Kulu Sözlüğü basılıyor, o süreçten, şimdi biraz sonra tarihini göreceğiz, o tarihe kadar Kuranı Kerimin Arapçası basılmamıştır.
Neden basılmamıştır?
Türkiye’de yeni din algısının doğuşu konferansı
İki tefsir tercümesi, bunlardan bir tanesi Ayitabi Mehmet Efendi’nin Tecümei Tefsisi Tibyani iki cilt halinde Bulakta 1940 da basılmıştır. Tefsir tabi meali de içerdiği için belki basılmış ilk Kuran tercümesi Tefsiri Sibyan olarak görülebilir. Korku ile basılmış hem de Bulak’ta Mısırda. Pek de satacağı tahmin edilmemiş, ama medrese öğrencileri tibyan tefsirine hücum edilmiş. Bunun üzerine bu tefsir, bu tefsirin tercümesi daha doğrusu, daha sonra defalarca basılmış. Ondan sonra İsmail Ferruh Efendi’nin Türkçe Tefsiri iki cilt halinde İstanbul’da 1864 de ancak basılabilmiş. Basılmış ilk Kuranı Kerime bakalım, ilki benim tespit edebildiğim, Namık Kemal ve Arisitidis Fanto’nun Londra’da bastıkları Kuranı Kerim’dir, Londra’da 1871 de azınlıktan bir vatandaşımızla birlikte ve dizilmiş bir Kuranı Kerim değil. 16. Yüzyıl yazma nüshalarının birisinin fotoğrafının bakıra ters işleme (litoğrafya diyoruz veya bakıra ters işleme) yoluyla yapılmış bir baskısı. İlk müstakil Arapça, henüz Türkçe Kuran yok, 1871 de basılabilmiştir. Neden?
İkincisi Ahmet Cevdet Paşa’nın, Mecelle münasebetiyle Ahmet Cevdet Paşa’nın bastırdığı Kuranı Kerimdir, bunun tarihi de 1874 dür. Neden gecikti acaba bu kadar?
Demek ki dini bilgi ulemanın ve şeyhin elinde tuttuğu bir bilgidir  ve bu bilginin topluma yayılması engellenmek istenmektedir.
Kuranı Kerim Çevirileri. Tarih bize 1924 ü söyleyecektir, ilk Kuranı Kerim çevirileri. Birinci Meşrutiyet geçti, İkinci Meşrutiyet geçti, İkinci Meşrutiyetin sonlarına doğru bir teşebbüs var. Meşhur bir yayımcı Tüccarzade İbrahim Hilmi, ancak Kuranı Kerim çevirisinin birkaç meşihat müdahale ediyor ve baskısını durduruyor. Gerekçe “tercüme yanlış”. Hâlbuki Mısır’da Arapça’yı ve Türkçe’yi anadili gibi bilen bir Osmanlı âlimine yaptırılıyor. Meşrutiyet yöneticileri başlarına sorunu almak istemedikleri için, büyük ihtimalle, baskıyı durduruyorlar.
Dinde yenilenme Cumhuriyetle başlamıştır
1924 de ise bir patlama oluyor, yani tesadüf değil tabi; bu Cumhuriyetin din anlayışının, Cumhuriyetçilerin din anlayışının bir sonucu. Süleyman Tevfik El Hüseyni, Hüseyin Kazım Kadri, Cemil Sayit kendi tercümelerini aynı yıl içerisinde yayınlıyorlar. Demek ki bu tercümeler hazırdı, yani bir sene Cumhuriyet ilan edildi, bir sene sonra da Kuran tercümeleri yayımlandı, diye düşünmemek gerekir ki bu tercümeler hazırdı, bir yerde duruyordu, bir yerde bekletiliyordu. Cumhuriyetin ilanından sonra, Cumhuriyetçilerin dine bakışının, din anlayışının sonucu olarak bir yıl içerisinde üç baskı birden yapıldı. Tabi ulemanın Osmanlı ulemasının Cumhuriyete artık intikal eden kesiminin büyük bir kısmı bu tercümelere hemen saldırdı, Sebuli Reşat’da ve diğer dergilerde yayın organlarında bunların yanlışları deşifre edilmeye çalışıldı, hakaretler vs birbirini izledi. Fakat hükümetin kararlı tutumu, yani bu baskıları yayından çekmeyişi ve bu baskıların Anadolu’da özellikle çok revaş bulması, çok satılması ile defalarca basıldı. Mesela Süleyman Fevfik El Hüseyni dönemin en büyük yayınevi sahiplerinden birisidir, ne kadar bastığını tahmin etmek mümkün değil, bu 1924 Kuranını ne kadar bastığını tahmin etmek mümkün değil ama zengin olduğuna eminim. Bu baskı çok büyük bir ilgiyle karşılandı. Bunun üzerine ulema alternatif çevirilerini hazırlamak mecburiyetinde kaldı. Yani böyle bir beğeni olmasa idi, ulemanın Cumhuriyete intikal eden ulemanın böyle bir işe soyunması herhalde mümkün olmayacaktı.
Resmi tercümeye gelince, bu da 1924 deki Kuran çevirilerinin başarısı üzerine 1925 de Meclise bir kanun teklifi getirildi ve bu teklifle tercümenin ulemadan birisi tarafından veya bir heyet tarafından yapılması istendi. Bunun üzerine Mehmet Akif Ersoy Kuran tercümesiyle görevlendirildi, bir de bin lira peşin verildi iki bin liraya anlaşıldı. Ondan sonra Elmalı’lı Hamdi Yazır’a bu gün bütün çevirilerin aslında temeli olarak kabul edilen, Hak dini Kuran Dili yeni Mealli Türkçe tefsir. Yani bir tefsir sipariş edildi, bunun dışında Babazade’ye-Babanzade Ahmet Zaim’e de “Sahihi Buhari” yani Osmanlıların günümüzde de Türklerin hadis kaynağı olan Sahihi Buhari tercümesi sipariş verildi.
Bunlardan iki tanesi tamamlandı, Mehmet Akif Ersoy’un çevirisi tamamlandı fakat onun vasiyeti üzerine yakıldı, Çeviri Mısır’da Kahire’de yakıldı. Fakat iki tanesi yayınlandı, hem Sahihi Buhari hem Hak Dini Kuran Dini yayınlandı.
Böylece demek ki 1935 bakın 24-35 arası 1938 de tamamlanmıştır. Atatürk’ün özellikle ölmesini beklediği anlaşılıyor, Elmalılı Hamdi Yazır’ın; pek ayrıntıya girmek istemiyorum ama iyi niyetinden de şüphe ediyorum, Elmalılı Hamdi Yazır’ın.
Peki, aslında 18 nci yüzyılda Lale Devrinden itibaren din algısında yavaş yavaş bir değişiklik başlamıştı. Batı bilim ve felsefesine karşılaşma ve bu bilim ve felsefenin öğretildiği yeni kurulların kurulması, mühendishaneler, Tıbbiye gibi, Harbiye, Mülkiye gibi yeni kurumların açılması bu süreci hızlandırmıştı. Yani yeni din algısının oluşması sürecini hızlandırmıştı.


Türkiye’de yeni din algısının doğuşu konferansı
Bu süreçte bazı önemli gelişmeler yaşandı, bunlardan bir tanesi DİN-BİLİM çatışması gündeme getirilmesi idi.  Ahmet Mithat Efendi meşhur bir bilim tarihçisi ve filozof olan Drepır’ın Din ve Bilim Arasındaki Çatışmanın Tarihi adlı eserini dört cilt halinde tercüme etti, ama bununla yetinmedi, bunun sonuna “İslam ve Ulum” yani İslam ve Bilimler diye bir risale küçük bir kitapçık ekledi. Bu kitapçığın girişinde şöyle diyor, Ahmet Mithat Efendi: “Biz ise bilakis şu kitap münasebetiyle uluma mukabil, İslamiyet’in ne mevki ve halde bulunduğunu meydana koyacak olur isek, (Yani İslamiyet’in bilimler karşısındaki konumunu ortaya koyacak olur isek) “nasraniyet ile ulum arasında niza ve cidal noktası denilen şeylerin, Hıristiyanlıkla bilimler arasında çatışma ve çekişme noktası denilen şeylerin İslamiyet ile ulum arasında bilakis nukatı mutakabatu muvakkat oldukları görülerek (Yani İslamiyet ile bilimler arasında bilakis uzlaşma ve uylaşma noktaları oldukları görülerek) Avrupa ve Amerika mineli terakkiye vu münevveriyesinin İslamiyetimiz hakkındaki nazarı daha ziyade başkalaşacağını ümit ediyorum. Yani şunu tespit ettim, diyor; Hıristiyanlıkla bilimler arasında çatışma var, ama İslamiyet’le bilimler arasındaki çatışma yok” Ama felsefe tarihine baktığımızda büyük bir çatışmanın yaşandığını ve çatışmanın taraftarları arasında çok önemli sorunların yaşandığını görüyoruz. Ama bu tez bu gün de Ahmet Mithat Efendi gibi hala belli çevreler özellikle İslamcılara tarafından işlenmeye devam etmektedir. Yani Türkiye’de çözümlenmemiş bir sorun olarak önümüzde durmaktadır.
İlk İslam Tarihi Matbu, İslam Tarihi nedir? İbrahim Hakkı Paşa ile Mehmet Azmi’nin yazdıkları muhtasar İslam Tarihi İstanbul 1889. Çok geç değil mi? Yani Müslümanların kendi tarihlerini öğretecek bir kitabı kaleme almaları niye basmaları neden 19 ncu yüzyılın sonlarına kalsın? Neden bu kadar geç bir döneme kalsın. İbrahim Hakkı Paşa sadrazamlık da yapmıştır, aynı zamanda kalemi kuvvetli bir yazardır.
Bu ara Felemenk orientalistlerinden müşterihklerinden  Rayhant Pittır Andozinin Türkçeye aktarılan bir İslam Tarihi çok büyük bir etki yarattı. Bunun çevirmeni Abdullah Cevdet Bey’di. Abdullah Cevdet Tarihi İslamiyet adıyla çevirmiş olduğu bu kitabın bu kadar tepki alabileceğini herhalde düşünmemişti. Yoğun tepkiler ve meşihata yapılan şikâyetler sonucunda İbrahim Hakkı Paşa kabinesi 17 Şubat 1910 da, dikkatinizi çekerim, İkinci Meşrutiyet gelmiş iki sene sonra, Meşrutiyetçiler de bu tepkilerden çekiniyorlar. 17 Şubat 1910 da kitabı yasaklamış ve mevcut nüshaların Galata Köprüsünden denize atılmasına karar vermiştir. Yani bir İslam Tarihi kitabı bu şekilde resmen imha edilmiştir.
Siyer Hz. Muhammed’in hayatını anlatan biyografik eserlere deniliyor. Birçok siyer basıldı, din algımızı genişleten temel eserler üzerinde özellikle duruyorum. Bunlardan en önemlisi de dönemin liberal yazarlarından Celal Nuri İleri’nin Hz Muhammed’i bir beşer olarak gören Hatemül Enbiya adlı eseridir. Bundan önce yazılmış bütün siyerler Hz. Muhammed’i bir tarihçi gözüyle incelememiştir.
İçindekilere bakalım, bazılarını tercüme edeceğim sadece, Peygamberlik sorunu, maddi çevresi, Hz. Muhammed’in maddi çevre, ırki çevresi, dini çevre, fikri ve hissi çevre, ailevi çevresi, siyasi ortam, sosyal ortam daha önceki siyerlerde asla bu türden konulara rastlamamız mümkün değildir. Şurada aşağıda çok ilginç bir bölüm var, Nazariyei Tekâmül ve Mednai Muhammedi, Yani evrim kuramı ve Muhammed’in din algısının o kuram çerçevesinde din inancının temellendirilmesi. Böyle bir şeyin yazılabilmesi, hakikaten yani Evrim Kuramı bağlamında İslam dinin tarihinin Hz. Muhammed’in din algısının incelenmesi hakikaten büyük bir devrim olarak görülebilir.
Abdullah Cevdet Osmanlı Voltaier’i mi?
Ve karşılaştırma yapıyor, sonlara doğru bakın sakyamiyomuda kongfuzi, zaratustura gibi başka dinlerin din adamları, peygamberleri vs ile mukayeseler yaparak Hz Muhammed’in tarihsel konumunu ve yerini belirlemeye çalışıyor, Celal Nuri. Fakat en büyük darbeyi din algısının gelişmesinde her halde Abdullah Cevdet yapmıştır. Onun için Abdullah Cevdet’i ben Osmanlı Voltaier’i olarak adlandırıyorum. Bu özelliğinden dolayı şeytanlaştırılmış, birçok çevreler Abdullah Cevdet’e saldırmışlardır. Abdullah Cevdet Fransız rahip Jean Meriye’nin Lobonsen (aklı selim) adlı kitabını 1928 yılında çevirmiş ve yayınlamıştır. Bu çok büyük cesaret ama artık, arkasında Atatürk var, Atatürk’le ilişkileri var, Atatürk’ün yanına gidiyor, geliyor, düşünce alışverişinde bulunuyorlar, Abdullah Cevdet’le. Atatürk için de bir eksantrik bir adam, Abdullah Cevdet. Onun yeni din algısının ortaya çıkışında en çarpıcı olanı böyle bir kitabın çevrilmesi ve basılmasıdır. O kitapta bazı bölüm başlıkları şöyle: Bir Allah’a inanmak gereksizdir, en doğrusu onu düşünmemektir. Her din bir saçmalıktır. Din aracılığıyla şarlatanların deliliklerinden yararlanırlar, falan, böyle gidiyor, başlıklar. Bunun 15 nci yüzyıla 16 ncı Osmanlı İmparatorluğunun altın çağı; 16 ncı yüzyıl böyle bir kitabın yayınlanması mümkün değildi. Ne zamana kaldı, 20 nci yüzyılın ilk çeyreğine, yani ikinci çeyreğine kaldı diyeyim 1928 e kaldı ve böylece aslında dini inancın böyle bir karşı kutbu oluşturmuş olur, yani din ve dinsizlik, ateizm, böylece ilk defa ana metinden eski din algısının karşısına çıkarılmış oldu.
Bu tabi ki, şunu söylemek istemiyorum, yanlış anlaşılmasın, yani dinsel düşünceye tanınan serbestliğinin 1920 lerde artık son noktaya ulaşmış olduğu, bu çeviri ile birlikte son noktaya ulaşmış olduğuna dikkat çekmek istiyorum. Bundan ilerisi yok artık, çünkü Tanrı yoktur, diyor, bundan ilerisi yok.
Abdullah Cevdet aynı zamanda Ziya Gökalp’i de yetiştirmiş bir şahsiyettir, bir düşünürdür, yeterince incelenmedi. Hakkında hatırlayabildiğim kadarıyla bir tane doktora tezi yapıldı, o da tamamen bir İslamcı tarafından, bir Fetullahçı tarafından yapıldı; Abdullah Cevdet’i yansıtan bir doktora tezi değil. Yeniden Abdullah Cevdet’in incelenmesi gerekiyor. Ama bunu inceleyen araştırmacının biri en azından şu dilleri bilmesi gerekir, Fransızca, İngilizce, Almanca, Rumca, Arapça ve Farsça bu altı dili bilmeden Abdullah Cevdet’i anlamak mümkün değil, çünkü yazdığı kitaplarda ve makalelerde hepsini kullanıyor, bunların hepsinden alıntılar yapıyor. Büyük bir entellektuel, bu açıdan bakıldığında.


Türkiye’de yeni din algısının doğuşu konferansı
Bu ara tabi 19 ncu yüzyılın özellikle ikinci yarısı ve İkinci Meşrutiyet döneminde Osmanlı epistemesini Kuran temel kurumlarda çok yoğun bir şekilde eleştiriye tabi tutuluyor, çok yoğun bir şekilde eleştiriye tabi tutuluyor. Buradan şunu söylemek istiyorum, yani eleştiri ve sorgulama 1923 ten sonra başlamış değil, 1923 ten çok önceleri başlamış. Yani dolayısıyla Devrimlerden Cumhuriyetçiler sorumlu değil, Cumhuriyet öncesi dönemde de devrimci yazarlar var, düşünürler var. Mesela bunlardan bir tanesi hukuk mektebi üçüncü sınıf talebesi Haşim Nahit Bey, Türkiye için Necat ve İtila yolları, Kurtuluş ve Yükselme Yolları adlı çalışmasında Osmanlı İmparatorluğunun çöküş nedenlerini soruşturmuş ve şu kanaate varmış, görünüyor: “Ben diyorum ki, bizim ve bütün Âlemi İslam’ı zillet ve esarete mahkûm kılan dindir. Dinin hakikati aliyesi yani yüksek hakikati değil, zulmet ve hurufat içinde karanlık ve hurafeler içinde hakikat ve asliyeti kaybolmuş dinin beynel İslam Müslümanlar arasında mütait ve mütamil olan şeklidir (Müslümanlar arasında yürürlükte) olan biçimidir. Dinin kendi değil, aslı değil, ama Müslümanlar tarafından temsil edilen şeklidir. Kurei Arza bir göz gezdiriniz, İslam’ın olduğu yerde sefaletten, zilletten, esaretten başka ne görürsünüz”.
Son devir İslami yazarların birçoğu aynı şeyi söylüyorlar, aynı hükmü veriyorlar. Bunlardan bir tanesi de Ali Naci Bey (Ali Naci Karacan) Softalar ve Medreseler adli risalesinde Medreseleri şöyle eleştiriyor: Bunlar işin içinden gelen insanlar, yani bu eleştiriyi yapalar medreseyi yakından tanıyan hatta medreselerden yetişen insanlar)
Her şeyden önce şunu söyleyeyim ki İstanbul’da biraz okumuş, mektep sırasında beş sene kadar dirsek çürütmüş, biraz bilen, biraz düşünen her kimsede bunların bu medreselerin ihracatı ilmiyeyi hazıra (yani günün bilimsel gereksinimleriyle son derece gayri mütenasip uyumsuz 20 nci asır denilen bu zeka ve zati devresindeki esasatı talim ile gayri kabili Tevfik hatta muzir bir çehre iktisap eylemekte olduklarını söylemekte geciktez ve fazla gecikmeyecektir. Yani zamanın dönemi çağın bilimleri ile uylaşması, uzlaşması mümkün olmayan bir episteme öğretimine bilgi öğretimine sahip olduğuna dikkat çekmektedir, Hemedanizade. Fakat yeni din algısını Cumhuriyet döneminde teşekkül eden yeni din algısını en çok etkileyen düşünür, şüphe yok ki Ziya Gökalp’tir. Ziya Gökalp’in katkılarını tamamını burada aktaramayacağım, yalnız bir örnek vermekle yetineceğim. Gökalp’in öncülüğünde 1914-18 yılları arasında 63 sayı yayınlanan İslam Mecmuası, yeni dil algısını ortaya çıkarmak için aslında çaba sarf etmiştir. Yazarlar arasında Ziya Gökalp Hak Âlim Sabit, Ahmet Ağaoğlu, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Şemsettin Günaltay, Mehmet İzzet, Şerafettin Yaltkaya ve Rıza Fahrettin gibi isimler bulunuyordu. Bunların ekserisi Cumhuriyet döneminde görev aldılar. Mesela Şerafettin Yaltkaya Diyanet İşleri Reisliğine getirildi (ikinci Diyanet İşleri reisliğine) Bunlar ne yapmak istiyorlar, İslam Mecmuasında çok güzel bir Fatiha süresinin tercümesi var. Bu hareket, “biz İslamcı değiliz, yeni bir İslam algısı yaratmak istiyoruz” kabilinden protest bir hareket.
Bu dergiyi çıkaranlardan Ziya Gökalp’in amacı daha önce literatürde hiç geçmeyen bir şey, “İçtimai usulü Fıkıh” yani sosyolojik fıkıh usulü ve Şerafettin Yaltkaya’nın amacı ise “İçtimai ilmi Kelam” yani sosyolojik kelam ilmi kavramları altında geleneksel fıkıh ve kelam ilimlerini yenilemektir. Durkaym’ın “Din Sosyolojisi” çalışmalarından yararlanarak yenilemektir.
Peki, ama bunun önemi ne? Bunun önemi şu aslında, toplumlar değişiyor, hukukun da bu değişime bağımlı olarak değişmesi gerekiyor. Ama Şeriat dediğimiz Osmanlı ve İslam hukuku adeta hiç değişmiyor. Hz Muhammed’in Kuranı Kerimin ayetleri ve Hz. Muhammed’in hadislerin belirlemiş olduğu çerçeve içerisinde kalıyor. Bu şu manaya geliyor, 20 nci yüzyıldaki veya 21 nci yüzyıldaki bir toplumu o hukuk nizami içerisinde yaşatmaya, yaşamaya zorlamak anlamına geliyor. Yani 7 nci yüzyılda Mekke’de yaşayan bir Müslüman gibi yaşamaya zorlamak anlamına geliyor. Bu tabi ki olanaksız bir şeydir. Ziya Gökalp’in bu noktada yapmak istediği şey şuydu, sosyolojik fıkıh usulünü bunun için öneriyordu. Diyordu ki, “İçtimai Usulü Fıkıh başlığını taşıyan makalesinde fıkıhın iki kaynağından birisi nas, diğeri ise örfdür”. Nas doğma yeni, büyük bir özenle araştırılmış ancak, sosyoloji bilimi yakın zamanlarda teşekkül etmeye başladığından örf yeterince araştırılmamıştır. İmam Ebu Yusuf’un nas örften mütevellit yani örften doğuyorsa doğma, gelenekten doğuyorsa itibar geleneğedir ilkesinden hareket ederek dünyevi işlere ve toplumsal yaşama ilişkin durumlarla nas ı örf e indirgemiş ve ardından sosyolojik bulgulara dayanarak örf ü de toplumsal yasalara bağlamıştır. Böylece dünyevi fıkıhın veya bilimsel hukukun yolunu açmıştır. Nas örf e, örf de sosyolojiye indirgenmiş ve böylece dini hukuktan sekuler hukuka geçilmiştir veya geçilmesi talep edilmiştir. Dolayısıyla Atatürk dönemindeki laikliğin de hukuk devriminin de temelinde aslında bu düşüncenin yer aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yani devrimlerin düşünsel temelleri hazırlanmıştır.
Medrese ve Osmanlı uleması müspet ilimleri bilmiyor, okutmuyordu
Medreseler Nizamülmülk tarafından Bağdad’da 1067 de kuruldu sonra İslam dünyasının her yerine yayıldı. Aşağı yukarı aynı kitaplar, yani dört temel nakli ilimler, tefsir, hadis, fıkıh ve kelam. Öğretilmiş bu derslerin öğretildiği ders kitapları da aşağı yukarı hemen hemen hiç değişmeden sekiz asır boyunca kullanılmıştır.
Kâtip Çelebi 17 nci yüzyılda şundan şikâyet etmektedir, “akli ilimleri yeterince öğretmiyorsunuz, dolayısıyla medreseden yetişen âlimler akli ilimleri bilmedikleri için toplumun günlük gereksinimlerini karşılayacak bilgiden yoksun oluyorlar. Yani matematik bilmiyor, astronomi bilmiyor daha sonraki süreçte fizik, kimya, biyoloji bilmiyor dolayısıyla ulemanın epistemesi bilgi türü toplumun gereksinimlerini karşılamakta kullanılamadı. Başka mektep de yok, başka episteme türü de öğretilmiyor, dolayısıyla toplum yönetim ulemanın bilgisine muhtaç bırakılmış oluyor. O bilgi de birçok noktada, birçok sorunun çözümünde işe yaramıyor.
Meşrutiyetçiler bunu gördüler ve İkinci Meşrutiyet döneminde İslamcıların en karşı oldukları dönemlerden birisi budur, hem Meşrutiyet hem Cumhuriyet 27 Şubat 1910 da yayınlanan Medarisi İlmiye nizamnamesi ve ardından 30 Eylül 1914 yayınlanan Islahı Medaris Nizamnamesi ile yapılan düzenlemeler neticesinde medreselere yeni bir çehre kazandırılmak istendi.
Meşrutiyetten sonra medreselere akli ilimler eklendi.
Ne yapıldı, akli ilimler eklendi. Mesela dönemin en saygın bilim adamlarından Salih Zeki Bey’in bilimin çeşitli alanlarında matematik, fizik, astronomi kaleme almış olduğu eserleri artık medreselerde okutulmaya başlandı. Böylece ulemanın o geleneksel epistemesinin sınırları yavaş yavaş genişletilmeye, o sertliği yumuşatılmaya başlandı.
Fakat artık çok geç kalınmıştı, yani son düzenlemeye bakın 1914, bunun uygulanmaya başlanması bir vakit aldı, öyle anlaşılmakta ki ıslahatın meyveleri tam olarak alınmadan ve yeni tip ulema yetişmeden önce Tevhidi Tedrisat Yasasıyla Cumhuriyet sonrasında medreseler kapatıldı. Ancak kaynaklarımın belirttiğine göre Cumhuriyet döneminde imam hatip mektepleri ile İlahiyat fakülteleri kurulurken yine bu tecrübeden istifade edildi. Yani yeniden bir şey yapılmadı, daha önce bu nizamnameler aracılığıyla yapılan düzenlemelere geri dönüldü.
Sonuç olarak şunu söyleyeceğim, Atatürk Nutuk’taki din oyunu aktörleri Halifeyi İslamşumul bir hükümdar yapmak istiyorlardı. Başlığını taşıyan kısmında Şükrü Hoca ile emsalini eleştirirken çok şiddetli bir eleştiridir o almadım o paragrafı buraya, çok şiddetli bir eleştiri orada “henüz İslam hakkındaki ihitisas ve hukuk her türlü hurafelerden tecerrut ederek yani soyutlanarak hakiki ulum ve funun nurlarıyla musaffa ve mükemmel olmamıştır”, diyor. Yani henüz İslam hakkındaki uzmanlaşma İslami kavrama, her türlü batıl inançlardan kurtarılarak, temizlenerek hakiki gerçek ilimlerin ve fenlerin nurlarıyla aydınlatılmamış ve mükemmel bir hale getirilmemiştir, diyor.
Şimdi Nutuk’ta bunu söylüyor 1927, yani çok şey oldu ama demek ki 20 li yılların sonlarında daha Atatürk’ün beklediği, istediği o din algısı henüz doğmadı. Bu incelem sonunda Atatürk’ün o özlemini doğrulamaktadır. Fakat şurası da açığa çıkmıştır ki, 18 nci yüzyılda yürürlükte olan din anlayışı tamamen olmasa da kısmen değişmiştir. Din anlayışı tamamen olmasa da kısmen değişmiştir. Yani bir 17 nci yüzyıl Osmanlısı veya Müslüman’ının sahip olduğu din anlayışına şu anda sahip değiliz. Değişti bu anlayış, ki bu değişiklik zaten İslamcıları rahatsız ediyor. Bu değişikliğin nasıl olduğunun bazı örneklerle anlatmaya çalıştım. Fakat bu süreç, bir reformla sonuçlanmamıştır, yani Batı’dakine benzer bir reformla sonuçlanmamıştır. Hala aşılması gereken merhaleler, geçilmesi gereken mesafeler, mevcuttur. Bunların da başında inanç özgürlüğünün siyasal ve toplumsal kabulü meselesi bulunmaktadır. Türkiye’nin birçok sorunu bu noktada düğümlenmektedir. Bu mesafeler nasıl aşılacak, bu merhaleler nasıl geçilecek?
Bu konuşmadan sonra, salonda bulunanların soruları ve katkıları ile etkinlik bitirildi.    

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız 
SONNOTLAR

(1)Prof. Dr Remzi Demir kimdir?

Konuşmadan önce moderatör konuşmacının öz geçmişini şöyle açıkladı: 1963 yılında Ankara’da doğdu. Ankara Atatürk Lisesi’ni bitirdikten sonra, 1980-81 Eğitim ve Öğretim Yılı’nda Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Bilim Tarihi Kürsüsü’ne girdi.
1984’te bu kürsüden mezun oldu. 1984-85 Eğitim ve Öğretim Yılı’nda, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Felsefe Bölümü, Bilim Tarihi Anabilim Dalı’na araştırma görevlisi olarak atandı.
Yüksek lisans ve doktora tezlerini, Prof. Dr. Sevim Tekeli’nin danışmanlığında hazırladı: 1987’de, Câbir İbn Eflâh’ın Islâhü’l-Mecistî Adlı Eseri başlıklı yüksek lisans tezini, 1991’de ise, XVI. Yüzyılın Ünlü Astronomu Takiyüddin’in Desimal Sistemi Trigonometri ve Astronomiye Uygulaması başlıklı doktora tezini savundu ve doktor unvanını aldı.
Bölümden meslektaşları Recep Duran ve Hüseyin Gazi Topdemir ile birlikte, 1992 yılında Bilim ve Felsefe Metinleri adıyla bir dergi çıkarmaya başladı. Sadece iki sayı yayımlanabilen bu dergide, Takiyüddin başta olmak üzere Osmanlı Dönemi’nden bazı bilginlerin astronomi ile ilgili birkaç risalesini Türkçe tercümeleriyle birlikte neşretti.
1994’de bilim tarihi yardımcı doçentliğine atandı; ardından 1997’de doçentliğe ve 2003’de ise profesörlüğe yükseltildi.
2001-2002 Eğitim ve Öğretim Yılı’nda araştırma izni alarak dokuz aylığına İsviçre’nin Lozan şehrine gitti ve bu süre içerisinde, Lozan Üniversitesi Genel Kütüphanesi ile yerel kütüphanelerde, özellikle Aydınlanma Dönemi Fransız Düşüncesi’nin Türkiye’ye girişine ilişkin araştırmalarda bulundu.
2006-2008 yılları arasında Bilim Tarihi Anabilim Dalı Başkanlığı görevini yürüttü ve bu görevi sırasında bilim tarihi ile ilgili kongre, sempozyum, çalıştay ve konferans gibi çeşitli bilimsel etkinliklerin gerçekleştirilmesine katkıda bulundu. Bir süre Felsefe Bölümü Başkanlığı ve dört dönem de Fakülte Yönetim Kurulu Üyeliği yaptı. 27.12.2016 tarihinde ikinci kez Bilim Tarihi Anabilim Dalı Başkanlığı’na atandı.
2014’de, Prof. Dr. Sina Akşin, Avukat Şevket Çizmeli, Yrd. Doç Dr. İnan Kalaycıoğulları ile birlikte Tarih Topluluğu adıyla gayr-ı resmî bir topluluk kurdu. Ülkemizin saygın tarihçilerini bir araya getiren bu topluluk, bazı paneller ve çalıştaylar düzenledi ve 2016’nın Ocak ayında Historia 1923 adıyla yeni bir tarih ve kültür dergisi yayımlamaya başladı.
2015 yılında, Bilim Tarihi Anabilim Dalı’ndaki meslektaşlarıyla birlikte Bilim ve Teknoloji Çalışmaları’nın tanınmasını sağlamak ve bilimsel düşüncenin toplumun muhtelif katmanlarına yayılmasına katkıda bulunmak maksadıyla Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü bünyesinde tezsiz yüksek lisans eğitimi verecek Bilim ve Toplum Çalışmaları adında yeni bir anabilim dalının kuruluşuna öncülük yaptı.
Hâlen Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Felsefe Bölümü, Bilim Tarihi Anabilim Dalı’nda çalışan Demir, araştırmalarını özellikle Osmanlı Dönemi Türk Bilim Tarihi ile Türk Felsefe Tarihi üzerinde yoğunlaştırmış bulunmaktadır.

Ermeni Konusunda Esas Sorun Nedir?
 Ermeni konusunda (Sözde Soykırım iddaları, Anadolu’da, Kafkasya’da ve Balkanlar’da Türklere yapılan soykırımlar, Karabağ’ın işgali ve Karabağ’da Türk Soykırımı) esas problem ne biliyormusunuz?

Sorun Emperyalistler, Ermeniler veya destekliyenler değil, Türk ve Azerbaycan Hükümetleri, kurumları, fonları, siyasileri ve bu ülkelerin akademik kurumları bu konudaki mücadelede istekli, ciddi ve samimi değiller.
Bunlar bu konularda yıllardır kınamalarla veya uyduruk toplantılarla, mitinglerle göz boyuyorlar. Güya bir  iş yapıyormuş gibi garip ve uçuk miktarda maddi masraflar yapıyorlar. Bugüne kadar yapılan yüksek meblağlı masrafların ise şaşırtacak oranda olmasının nedeni, nereye harcandığı ve ne için harcandığı bile bilinmemektedir! Çünkü ortada sıfır elde var sıfır durumu vardır. Hiç bir fayda elde edilmemiş faliyetlerde sadece  sorun ötelenmiştir. Bunu da Azerbaycan ve Türkiye Hükümetleri kendi miletine başarı diye yıllardır yutturmuşlardır.

Türkiye ve Azerbaycan Hükümetleri  gerçekten sorunu çözmek isteselerdi, yıllarca Türk kökenli akademisyenlerin verdiği  projeleri desteklerlerdi ve bu sorun çoktan biterdi. Bunu kendileride biliyorlar.
Gerçeği söylemek gerekirse, bundan önceki ve mevcut Hükümetlerin kafaları şurdan yada burdan ona buna bağlı olmasa ve bir yerlerden beklentileri olmasaydı bu mücadeleyi desteklerler ve uluslararası standartlarda  Türklerden ve dostlarından oluşturulacak akademik, hukuki ve siyasi  kadroları yıllar önce oluştururlardı.

Ama Türkiye ve Azerbaycan Hükümetleri, Osmanlı Hanedan’ı gibi, stratejik hamle yapacak  Türk’e değil milyonlarca dolarlarla finanse ettikleri  Yahudi lobilerine ve parayla kitap yazan ecnebi asıllı profesörlere güvendiler. Sonuçta ne oldu? Tabiki hüsran!

Bugün bu konuda elimizdeki belgeler net ve yeterli olmasına ve yüzde yüz haklı olmamıza rağmen bu Hükümetler hala taarruzda değil savunmadalar. Beceriksizliklerini ve konu üzerinde mücadelede doğruyu yapmamayı kınamalar ile bilinçli olarak bugüne kadar kapatmaya çalıştılar ve halada çalışmaktalar. Bu durum hala böyle devam etmektedir.

T.C. ve Azerbaycan’ı yönetenler Türk’ü sevseydi, tarihine de sahip çıkar ve konuyu kökten halledecek projeleri desteklerdi. Bu konuda mücadele edenlerin büyük bir kısmı ise şimdi bıkmış durumdadırlar ve kenara çekildiler.

T.C. ve Azerbaycan resmi kurumları gerçekte  bugüne kadar bu konularda hiç bir şekilde yüksek düzey de ve olgunlukta akademik, diplomatik,hukuki, siyasi ve uluslararası standartlarda mücadele yapmadılar ve yapmıyorlar. Hükümetler olarak yalanlarla, oyalamalarla ve kandırmalarla nereye kadar gidebilirsinizki? İşte sonuç ortadadır.

Karabağ hala işgal altındadır. Karabağ’lı kadınlarımız hala  Ermenilerin elinde  esirdir. Karabağlı kaçkınlar, Azerbaycan’da hala kamplarda ve bunun gibi yerlerde çok zor şartlarda yaşamaktadırlar.
Sözde “Ermeni Soykırımı” iddalarında ise durum vahim bir aşamaya doğru evrilmektedir. BM’lere üye 32 Devlet sözde Soykırımı tanımıştır. Tanımaya aday devletlerde sıradadır. Dünyada Emperyalistlerin ve Ermenilerin propagandalarıyla milletler ve halklar sözde “Ermeni Soykırımı” yalanıyla yıllardır beslenmiş ve Türkiye ve Türkler aleyhine kanaat oluşturmuşlardır. Ama hala ve ama hala  Azerbaycan ve Türkiye Hükümetleri bu konuda birşey yapıyormuş havasında kendi milletini kandırmaktadır. İnsanlarımızın da bunu bilmesinde yarar vardır.

Şunu vicdanen , mücadele edenlere vefa borcu olarak ve açıkça söylemek gerekiyorki, sözde “Ermeni Soykırımı “konusu, Karabağ yada PKK konusunda mücadele de hep bir yere kadar geliyorsunuz, o andan sonra da karşınıza emperyalistler yada  Ermeniler veya PKK çıkacak sanarken, T.C. ve Azerbaycan görevlileri karşınıza sizi engellemek için çıkıyor.
Bunu bu işte uzun süre, ciddi, samimi ve akılcı olarak yer alan  herkes yaşar veya yaşamıştır. Özellikle konuyu kökten çözmek isteyen ve kökeni Türk olanlar mutlaka yaşarlar. Öyle bir durumla karşılaşırsınız ki  bu görevliler bir şekilde sizi Türkiye ve Azerbaycan’ın gizli bir şekilde işgal altında olduğuna,  insanları doğrudan ve söylemeden tavırları ile inandırırlar. Yani size boşa kürek sallamayın hissi verirler ve bazende doğrudan biz biliriz siz bilmezsiniz derler. Başımızı belaya sokmayın yada arı kovanına çomak sokmayın derler. Bu görevlilere karşı sivil toplum kuruluşu üyesi veya akademisyen olarak rest çeken ve davaya inanan kim olursa olsun yada bireysel olarak mücadeleyi devam ettirmek isteyenlere karşı da bizzat bu görevliler tarafından “operasyon” yapılır. Sessizce mücadele etmek isteyenlerin etrafı ve altı boşaltılır. Bugün sözde “Ermeni Soykırımı “ ve Karabağ konusunda yada PKK konusunda da bir çok insanın mücadele alanından çekilmesinin ve ortalığın boş kalmasının ve mücadelenin sadece sözde konudan bihaber, liyakatsız görevlilere veya onların kişiliksiz adamlarına bırakılmasının esas sebebi budur.Bu yüzden de bu resmi görevlileri takmayan çok az insan, gerçekçi mücadeleyi bıkmadan devam ettirmektedir. Ortada bir kısım mücadele ediyorum diye dolanan insanların tamamına yakını ise,  görevlilerin yönlendirmesindedir ve bu işten maddi yarar sağlayarak bu işin tüccarlığını yapmaktadır. Bunların icra ettikleri işinlerinde konu açısından hiç bir kıymeti harbiyesi yoktur.
Ayrıca resmi görevlilerin kendi yaptıkları işlerde de saçmaladıkları gibi gözüken her şey esasında Hükümet politikalarıdır. Yani Azerbaycan ve Türkiye Hükümetleri gerçekten konuyu halletmek açısından bakıldığında  bilim ve akıldışı uygulamaları ve politikalarıyla tam tamına saçmalamaktadırlar. Bugüne kadar, bu konuda  2. ve 3. ülkeler vasıtasıylan/üzerinden yada doğrudan muhattaplarla yaptıkları gizli görüşmeler, imzaladıkları protokoller veya gizli anlaşmalar bugünün böyle olmasınında  asıl sebebidir. Bu bunların aklınca şu demektir, biz bir şekilde sözde “Ermeni soykırımını” yada “Karabağ” konusunu Ermenilerin yada onların ağababalarının ( Emperyalistlerin) arzuladığı gibi yada uzlaşarak çözeceğiz. Ama zamana ihtiyacımız var denilmektedir. Onun içinde sürekli kendilerine göre mıntıkaya giren ve ayak bağı olan herkesi bir şekilde özel bir mıntıka temizliği ile yolumuzdan çekiyoruz demektir. İnanın durum tamda böyledir. Karabağ işgalinin ve sözde Ermeni sorununun bugüne kadar kökten haklı olduğumuz halde çözülmemesinin sebebi budur. Yıllardır Azerbaycan ve Türkiye Hükümetleri bu konuyu zamana yayarak Ermenilerin lehine ve halkıda peyderpey alıştırarak götürmeye çalışmaktadır. Bu şekilde baskılardan kurtulup iktidarda da sürekli  ve yabancı güç desteği ile kalacaklarını sanmaktadırlar. Örneğin Hükümetler iyi izlenirse halkı bu konuda şu şekilde ayarlama stratejisine doğru evriltmektedirler. Konuyu:”Eh ne yapalım sayısız derecede  devlet “Ermeni Soykırımını” kabul ettiler. Artık bundan kaçış yok. Baskılardan kurtulmak için kabul edelime getirerek” veya “Karabağ’da Ermeniler artık tamamen yerleşti, bizden artık kimse yaşamıyor, Karabağ kaçkınları artık başka yerlerde iş güç sahibi oldu. Yeni nesil Karabağ’ı bilmiyor ve oraya karşı bir özlemide yok, kimse bu saatten sonra geriye gitmez, büyük devletlerde Karabağ’ı bize vermiyor ve en iyisi uzlaşalıma” getirerek olayların Ermeni ve destekçilerinin istediği gibi çözülmesinin kabul edilmesini sağlamaktır. Bugün hem Türkiye hemde Azerbaycan Hükümetleri tarafından yapılan yol haritaları, gizli ajandalar, yapılanlar ve işlemler iyi izlendiğinde varılacak yegane sonuç budur.

Yukarıda da bahsettiğim gibi, Azerbaycan ve Türkiye Hükümetlerinin resmi demeçler ve kınamalar yoluyla  yaptıkları  dil pehlivanlığının hiç bir kimseye hiç bir faydası yoktur. Bunu zaten kendilerde biliyorlar. Amaç halkın tepkisini çekmeyip gazını almaktır. Bu kınama demeçleri esasında bir kandırmacadır. Bu dil pehlivanlığının  insanları oyalayan ve sanki bir şey oluyormuş gibi bir yönü de olduğu için aksine karşı tarafın işine yaramaktadır. Karşı tarafta bunu çok iyi bilmekte ve taarruz politikası ve stratejisi izlemektedir. T.C.’ni ve Azerbaycan’ı bu konuda siyasi baskı altına alarak bunaltma ve pes ettirme stratejisi izlemektedirler. Azerbaycan ve Türkiye’de maalesef Emperyalistlerin ve Ermenilerin stratejisine adeta uygun gibi davranmaktadır.

Artık T.C. ve Azerbaycan Hükümetlerinin bu konuda ve bugüne kadar kendi insanlarına yapılan ve yapılmayanlar hakkında, tabiki eğer bir parça kırıntıda olsa  içlerinde vatanseverlik ve Türk’lük kalmışsa, hesap verme ve öz eleştiri yükümlülükleri vardır. Neden bu konularda bir ilerleme olmadığının hesabını kendilerine düşen pay olarak millete vermeden bu konuda bir arpa boyu yol alınmayacaktır.

Bence yıllardır bu konuda gerçekten mücadele ediliyormuş gibi yapılıp  ve bugüne kadar bu konuda kandırılan insanlarımızın bunları bilerek hareket etmesinde ve düşünmesinde ve kanaat oluşturmasında artık yarar vardır.

Ama, herhalukarda T.C. ve Azerbaycan Hükümet yetkililerine tekrar  bir çağrı yapmanın gerektiğine inanıyorum. Yine de   bugüne kadar yapmaları gerektiği halde yapmadıklarınıda es geçerek, vicdanen bu konularla yıllardır bilimsel olarak uğraşan ve bir bilen kişi olarak Hükümetlere önerim şudur: Artık gerçekten Türkiye ve Azerbaycan Hükümeti olun! Bütün hatalarınıza rağmen bir beyaz sayfa açın. Kendinize gelin. Dürüst olun. Samimi olun. Ciddi olun. Milleti kandırmayın ve oyalamayın. Savunmadan ve garip ilişkilerden ve tuhaf anlaşmalardan -  protokollerden çıkın. Mücadele eden insanları engelleme ve ekarte etme siyasetini bırakın. Vatansever olun! Belge ve bilgilere dayanan bir “Taarruz Stratejisine” girin. Siz de  biliyorsunuz ki mevcut durumda elimizdeki  belgeler yüzde yüz lehimizedir ve yeterlidir. Biz  bu konularda her anlamda ve her boyutta haklıyız.Dil pehlivanlığını bırakın. Gerçek mücadeleyi başlatın.

Çünkü konu T.C. ve Azerbaycan’ın sadece tarihi konusu değil, bugünkü ve gelecekteki toprak bütünlüğü konusudur! Geleceği düşünmek zorundayız. Çünkü biz Türküz, ülkemizi ve milletimizi korumak zorundayız. Bizim için  bulunduğu yerin dışında başka bir yerde başka bir: Azerbaycan ve Türkiye yoktur! Bundan dolayıda gerçek mücadelede resmi kurumlar, sivil toplum örgütleri, bireyler, akademisyenler her biri kendi alanında ortak hedefe yönelik olarak ayrı ayrı ve gerekirse birliktede bir mücadele vermelidir. Görüş, yöntem, fikir farklılıkları ne olursa olsun konu millidir. Buna görede herkes buna uygun yolu ve davranışı seçmelidir.

 (not1: Irak’taki Türkmeneli Bölgesi’nde 3.5 milyon Türkmen’in: 1950’lerden bu tarafa Barzani, Talabani, PKK ve ABD tarafından, terörizme,  etnik temizliğe tabi tutulması ve soykırıma uğratılması konusunda da aynı kayıtsızlık ve kandırma vardır ve bu durum devam etmektedir. Kadim Türkmeneli şehirleri: Erbil, Süleymaniye, kısmen Kerkük  vb gibi yerler şimdi Barzani ve Talabani kuvvetleri tarafından işgal altındadır.
not 2: AİHM’de bu konuda Türkiye lehine kazanılan dava da Doğu Perinçek, eğer Türk Hükümeti’nin klasik korku ve engelleme çabalarına karşı çıkıp ve direnip mücadele etmeseydi Türkiye ‘nin kazanabileceği tezi yine bilinmezde kalacaktı).
Sefa Yürükel
Sosyal Antropolog ve Etnograf 
Soykırımlar ve Terörizm Araştırmacısı

Sizce zamanında seçim olacak mı?
Herkes birbirine soruyor, erken seçim olacak mı, olacaksa ne zaman olur?
Hatta, SÖZCÜ Gazetesi başyazarı Rahmi TURAN; erken seçim istemiyor, zil takıp oynamıyor diye CHP Genel Başkanını haksız olarak suçluyor, sanki erken seçim kararını almaya KILIÇDAROĞLU tek yetkiliymiş gibi.
Biz de tüm okurlara ve kamuoyuna soruyoruz, erken seçimi bir kenara koyalım, zamanında seçim olacak mı?
Bize göre, bu şartlarda erken bir seçim imkansız, AKP lideri ERDOĞAN erken bir seçim yapıldığında iktidarını ve  artık onun için vaz geçilemez hale gelen ihtişamlı sarayını kaybedeceğini çok iyi biliyor. Normal şartlarda cumhurbaşkanlığına aday olması dahi, yasa gereği mümkün değil, aday olabilse bile seçimi kaybedeceği kesin.
İstanbul'u kaybeden Türkiye'yi kaybeder diyen ERDOĞAN'ın kendisi. İstanbul'u kaybetti ve Türkiye'yi de kaybedecek, kendisi söylüyor.
Kaybedeceğine kesin gözüyle baktığı bir seçimi niçin erkene alsın ERDOĞAN?
ERDOĞAN'ın; en başta Kanal İstanbul olmak üzere yapmak istediklerine, rahatlığına, iktidarda kalacakmış gibi rahat duruşuna, muhalefet'in elinde bulunduğu belediye başkanlıklarını bir bir muhalefetin elinden alarak kayyumlar vasıtasıyla kendi yönetimine geçirme planlarına baktığımızda, 2023 yılında dahi bir seçim düşünmediği, kafasındaki, teokratik yeni Türkiye Cumhuriyetini kurma düşüncesinde olduğunu ve 2023 de bunu alenen ilan edeceğini tahmin ediyoruz.
ERDOĞAN çok emin adımlarla menziline doğru ilerliyor,eski ortağı FETÖ'den avantajlı, devlet zaten kendi avuçlarında ve yeni sistemde tek yetkili, bir darbe ile yönetimi ve devleti ele geçirme endişesi yok, Devlet zaten partinin devleti oldu, dini esaslar, bir bir devletin işleyişine monte edilmeye başlandı.
ERDOĞAN; çok güzel ve emin bir strateji izliyor, bu koyun halkı iyi analiz etmiş. Yapmak istedikleriyle ilgili önce bir olta atıyor, halk yutarsa ve  sesini çıkarmazsa, onu hemen uygulamaya geçiriyor. Çok azalan muhalif medya karşı çıkar ve güçlü bir kamuoyu yaratırsa, hemen geri adım atıyor, çok akıllı bir taktik. Termik santrallerin bacalarına filtre takılması ve Ziraat Bankasının simitçi kurtarma operasyonunda olduğu gibi. Kamuoyu sesini yükseltirse hemen geri adım atıyor.
Bize göre, ne erken seçim olacak ve ne de zamanında seçim. Halk uyumaya devam ederse,2023 de laik cumhuriyet yerine teokratik bir cumhuriyete uyanacağız seçim meçim hak getire.

Güner Yiğitbaşı

22/12/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Cumhuriyet Başsavcısı Uyanınız Lütfen!...
Ülkemizde evrak üzerinde bir anayasa var ve bu anayasaya göre; T.C. Devleti, insan hak ve özgürlüklerine dayalı demokratik ve laik bir hukuk devletidir.
Ama, bugünkü fiili duruma ve uygulamalara baktığımızda; ülkemizde, bizi idare edenlerin uymakla mükellef oldukları uygulanabilir bir anayasa yok maalesef.
Ülke, fakir fukara halkımızın paralarını sünger gibi emen ve saray tabir edilen bir külliyeden,  AKP Genel Başkanı tarafından, kendi siyasi amaç ve beklentilerine göre, keyfi bir şekilde yönetilmektedir.
Cumhuriyetin nitelikleri olan demokratik ve laik hukuk devleti olma özelliğini, ara da bulasın.
Anayasanın; cumhuriyetin niteliklerini belirleyen hükmü; sözüm ona, değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez.
Cumhuriyetin niteliklerini belirleyen  Anayasa hükmü; değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez olsa da, AKP iktidarı ve genel başkanı, anayasanın bu maddesini, metin olarak değiştirme lüzumunu dahi hissetmeden, ülkenin demokratik ve laik hukuk devleti olma niteliğini, söylemleriyle, uygulamalarıyla, çıkardıkları kararnamelerle, çoktan ortadan kaldırmaya başladı bile ve bunun farkına varan yok.
Bu ülkede, Türkiye Cumhuriyetinin niteliklerini korumakla görevli kurum, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığıdır.
Ülkede, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı, hakim ve savcı teminatı, bilinçli olarak yok edildiği için, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısından, anayasal görevini yerine getirerek  Cumhuriyeti yasal yollardan koruyup kollamasını beklemek, büyük bir iyimserlik haline gelmiştir.
Yargının, daha bağımsız ve tarafsız ve daha güvenceli olduğu dönemde, Yargıtay C. Başsavcılığı tarafından açılan kapatma davası üzerine Anayasa Mahkemesi, kapatma kararı vermeye cesaret edemese de, hem de kaç yıl önceki koşullara göre bile, AKP'nin laiklik karşıtı eylem ve faaliyetlerin odağı haline geldiğine hükmetmiş ve AKP'nin laiklik karşıtı eylem ve faaliyetlerin odağı olduğu, en üst mahkeme olan Anayasa Mahkemesi tarafından tescillenmiştir.
Anayasa Mahkemesinin yıllar önce verdiği bu karardan sonra, köprülerin altından çok sular akmış, ülke; demokrasisiyle, laik düzeniyle ve özgürlükleriyle, çok daha gerilemiş, ülkenin; insan hak ve özgürlüklerine, hukukun üstünlüğüne dayalı demokrat ve laik hukuk devleti niteliği, git gide tahrip edilerek yok olma aşamasına getirilmiş, kuvvetler ayrılığı ilkesi, en başta düşünce ve düşünceyi açıklama ve basın özgürlüğü olmak üzere tüm özgürlükler, yargı bağımsızlığı ve teminatı yok edilmiş, laik eğitim düzeni, öğretim birliği yasası büyük yara almış, dini eğitim git gide yaygınlaştırılmış, Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluş amacında saptırılmış, dini vakıf ve cemaatleri parasal olarak besleyen bir hıyanet kurumu haline getirilmiş, Atatürk ve laiklik düşmanı, keşke Yunan gelseydi diyen vatan haini Fesli Kadir, bizi yönetenlerin ve Diyanet İşleri Başkanının gözdesi haline getirilmiş ve baş tacı edilmiş, dini vakıf ve cemaatlere devletin arsaları ve paraları peşkeş çekilmiş, ne idüğü belirsiz vakıflara üniversiteler kurdurularak arsalar tahsis edilmiş, devlet bankalarından yüklü krediler verilmiştir.
AKP Genel Başkanı, Cumhurbaşkanı seçilmesine rağmen; boşuna anayasayı değiştirerek, tüm yetkileri üzerinde toplamamış ve parlamentoyu işlevsiz bırakmamış ve partisinin başında kalmamıştır. Tüm bu değişiklikler, cumhurbaşkanlığı dokunulmazlığını arkasına alarak, tüm muhalifleri cumhurbaşkanına hakaret suçlamalarıyla sindirerek, tesis etmek istediği, bir zamanlar el ele ve kol kola oldukları, bugün can düşmanı olarak bellediği FETÖ haini ile aynı menzile ilerlediklerini açıklayarak gizlemeden ortaya koyduğu, laiklik karşıtı sünni İslami ilkelere dayalı yeni bir devlet düzenini oluşturma zincirinin halkalarıdır.
Sözüne çok güvendiğim bir hakim arkadaşımın;2017 yılında görevdeki hakimlere şer'i kurallar içeren Mecelle ile feraiz dediğimiz dini miras sistemini öğreten seminer düzenlendiğine ilişkin sözü, şimdi tam yerine oturmuş bulunmaktadır. Dini, şeriat kurallarına tabi miras davaları kaldı mı ki, hakimler bu konuda eğitiliyorlar? Bu eğitimin, ileriye dönük bir eğitim olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Ülkemizde; dini esaslara, din kurallarına ve şeriat'a dayalı bir devlet düzeni oluşturma gayretlerine kanıt mı istiyorsunuz?
İşte kanıt. AKP Genel Başkanı'nın;6.Din Şurası Kapanış Programında yaptığı konuşmada,
İslam'ın sadece belli mekanlara veya haftanın belli günlerine ayrılmış bir olgu olmadığını, hayatın tümünü kuşatan bir kurallar bütünü olduğunu dile getirerek "Nefsimize ağır gelse de hayatımızın merkezine dinimizin hükümlerini yerleştireceğiz. Özellikle dini hayattan tecrit eden belli kalıplara belli davranışlara hapseden dogmatik anlayışlara itibar etmeyeceğiz."
“Müslümanlar maalesef başkalarının yönlendirilmesine kimi zaman da manipülasyona açık hale gelmiştir. Ne yazık ki İslam ümmeti zamanla bir araya gelme, sorunlarına müşterek çözüm üretme platformlarını da kaybetmişlerdir. Bugünlerde pek çok konuda eksikliğimizi görüyoruz."
“Bizim inancımızda din sadece belli mekanlara haftanın belli günlerine hasredilmiş bir olgu değildir. İslam, hayatımızın tüm alanlarını kuşatan, kucaklayan ve kurallar, yasaklar manzumesidir. Yaşantımızın her anını düzenleyen bir dine inanıyoruz. Ömrümüzün sonuna kadar Müslümanca yaşamakla emrolunduk. “
"Dinde ekleme çıkarma olmaz. Bana uymuyor, zamana uymuyor, aklım almıyor bahanesiyle kimse nasları inkar edemez."
"Nefsimize ağır gelse de hayatımızın merkezine dinimizin hükümlerini yerleştireceğiz. Özellikle dini hayattan tecrit eden belli kalıplara belli davranışlara hapseden dogmatik anlayışlara itibar etmeyeceğiz."
“Artık, kapımıza gelene dini anlatalım anlayışından dönülecek ve "yüce dini anlatmak için her kapıyı çalma dönemi başlayacaktır”
Erdoğan konuşması sırasında bu görevin Diyanet'e düştüğünü şu sözlerle ifade etti:
"Bugün sosyal hayatta yüzleştiğimiz pek çok problemin ardında İslam’ın doğru anlaşılamaması vardır. Türkiye'de güçlü bir Diyanet camiamız var. Bugün 150 bini aşkın kadrosuyla diyanet camiamız bu gücüyle mütesanit bir tevhi görevini yerine getirmesi gerekir. "
"Bizim sizden beklentimiz omuzlarınızdaki yükün hakkını vermenizdir. Bunun için her din görevlimizin sıradan bir memur gibi değil 'peygamberlerin vaizleri gibi ' hareket etmesi gerekiyor. Sizden kuranı gönüllere ve zihinlere nakşetmenizi bekliyoruz. "

18 Aralık 2019 ÇARŞAMBA
Resmî Gazete
Sayı : 30982
YÖNETMELİK
Helal Akreditasyon Kurumundan:
HELAL AKREDİTASYON KURUMUNUN 4734 SAYILI KAMU İHALE
KANUNUNUN 3 ÜNCÜ MADDESİNİN (V) BENDİ KAPSAMINDA
YAPACAĞI HİZMET ALIMLARI HAKKINDA YÖNETMELİK
BİRİNCİ BÖLÜM
Amaç, Kapsam, Dayanak ve Tanımlar
Amaç
MADDE 1 – (1) Bu Yönetmeliğin amacı; Helal Akreditasyon Kurumunun, 4/1/2002 tarihli ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanununun 3 üncü maddesinin (v) bendine göre gerçekleştirilecek hizmet alımlarına ilişkin usul ve esasları düzenlemektir.
Kapsam
MADDE 2 – (1) Bu Yönetmelik, Helal Akreditasyon Kurumunun 4734 sayılı Kamu İhale Kanununun 3 üncü maddesinin (v) bendi ile istisnaya tabi hizmet alımlarını kapsar.
Dayanak
MADDE 3 – (1) Bu Yönetmelik, 4734 sayılı Kamu İhale Kanununun 3 üncü maddesinin (v) bendi ile 15/7/2018 tarihli ve 30479 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 4 sayılı Bakanlıklara Bağlı, İlgili, İlişkili Kurum ve Kuruluşlar ile Diğer Kurum ve Kuruluşların Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin on beşinci bölümüne dayanılarak hazırlanmıştır.
Tanımlar
MADDE 4 – (1) Bu Yönetmelikte geçen;
a) Alım yetkilisi: Kurumun alım ve harcama yapma yetki ve sorumluluğuna sahip kişiler ile usulüne uygun olarak yetki devri yapılmış görevlileri,
b) Bakan: Kurumun ilgili olduğu Bakanı,
c) Bilirkişi: Akreditasyon hizmetlerine ilişkin olarak özel veya teknik bilgiyi gerektiren hallerde görüş vermesi için başvurulan gerçek veya tüzel kişiyi,
ç) EKAP: Elektronik Kamu Alımları Platformunu,
d) Genel Sekreter: Helal Akreditasyon Kurumu Genel Sekreterini,
e) Hizmet: Kurumun akreditasyon faaliyetleri kapsamında ihtiyaç duyulan her türlü hizmet alımlarını,
f) Hizmet birimi yöneticisi: Helal Akreditasyon Kurumu müstakil birim yöneticilerini,
g) Kurum: Helal Akreditasyon Kurumunu,
ğ) Yönetim Kurulu: Helal Akreditasyon Kurumu Yönetim Kurulunu,
ifade eder.
(2) Bu Yönetmelikte tanımı bulunmayan hususlar hakkında, 4734 sayılı Kanunda yer alan tanımlar esas alınır.
İKİNCİ BÖLÜM
Temel İlkeler
Temel ilkeler
MADDE 5 – (1) Kurum; bu Yönetmelik kapsamındaki alımlarda saydamlığı, eşit muameleyi, güvenilirliği, gizliliği, ihtiyaçların en kısa sürede, verimli ve uygun şartlarla ve zamanında karşılanmasını ve kaynakların verimli kullanılmasını sağlamakla sorumludur.
(2) Alım konusunu oluşturan işler kısımlara bölünemez. Ancak alım şekillerini değiştirecek mahiyette olmamak üzere, Kurumca gerekli görülmesi halinde bazı işlerin bölümlere ayrılması mümkündür.
(3) Ödeneği bulunmayan hiçbir iş için hizmet alımına çıkılamaz.
Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Helal Akreditasyon Kurumu kuruldu. Ticaret Bakanlığı ile ilgili Kurum, Türkiye'de ve yurt dışında yerleşik helal uygunluk değerlendirme kuruluşlarına helal akreditasyon hizmeti sunacak, helal akreditasyonla ilgili kıstas ve tedbirleri belirleyecek ve uygulayacak.

Güner Yiğitbaşı

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget