Türkiye’de yeni din algısının doğuşu konferansı

Ulusal Eğitim Derneği’nin düzenlediği “Türkiye’de yeni din algısının doğuşu” konusu sunuldu. Türkiye’de din olgusunun tarihsel sürecini sunan Prof. Dr. Remzi Demir konuşmasında şunları açıkladı:

İncil'in Hz. İsa’dan sonra yaklaşık 60-100 tarihinde yazıldığı biliniyor. 
İlk İncil 1456 yılında Johannes Gutenberg tarafından Almanya’nın  (Mainz) Maintz kentinde Latince olarak basıldı.
İlk Kuranı Kerim, Namık Kemal ve Arisitidis Fanto’nun Londra’da 1871 de bastıkları Kuranı Kerim’dir (Gecikme neden?). İlk çeviri Kuran Ahmet Cevdet Paşa’nın 1874 de bastırdığı Kuranı Kerim’dir. Demek ki ilk Kuran İncil’den 415 yıl sonra basılmıştır. Matbaa 1450 de bulundu Osmanlıya 277 yıl sonra 1727 de getirildi. (Bu gecikme neden?).
Ulusal Eğitim Derneği’nin her hafta düzenlediği kültür etkinliklerinden olan bir konferans 21.12.19 günü dernek salonunda düzenlendi. Dernek üyeleri ve öteki davetlilerin katıldığı etkinlikte,  Ankara Ün. DTCF Öğretim üyesi Prof. Dr. Remzi Demir’in(1) konuşmasıyla “Türkiye’de yeni din algısının doğuşu” konusu sunuldu. Dernek salonu küçük olduğu için girişteki koridorda izleyiciler ayakta dinlediler. Biz de bu her zaman güncelliğini koruyan çok önemli konuşmanın dört duvar arasında kalmaması için banttan size duyurma gereğini duyduk.

Türkiye’de yeni din algısının doğuşu konferansı
Türkiye’de din olgusunun tarihsel sürecini sunan Prof. Dr. Remzi Demir konuşmasında şunları açıkladı:
Osmanlıda ne medrese, ne Osmanlı uleması yenilenmemiş, çağa uymamış
Bir epistemik cemaat bir bilgi topluluğu olarak 1923 ten önceki ulemadan, yani nakli ilimlerde ihtisas yapmış âlimlerden neyi miras aldık, hangi bilgiyi miras aldık. Bu konu Ebul ulama Mardininin huzur dersleri ile Sadık Albayrak’ın “Son devir Osmanlı Uleması” adlı iki temel yapıtta aydınlığa kavuşuyor. Neyi miras aldık, hangi bilgiyi miras aldık? Âlimlerimizin ekserisi, bazıları 12 nci yüzyılda, yani İmam Gazali’yi düşünecek olursak ölümü 1111 olduğuna göre, 12 nci yüzyılda kaleme alınmış olan eserleri Şerh veya Haşiye düşmekle yetinmekte idiler. 1920 lere geldiğimizde, yani şöyle düşünün sekiz asra yakın aşağı yukarı bir zaman geçmiş ve bu süreç içerisinde Osmanlı epistemisi dediğim, Osmanlı bilgisi dediğim ulema tarafından temsil edilen bilgi aşağı yukarı hiçbir değişime uğramamış.
En önemli bilgi alanı fıkıh, İslam hukuku dediğimiz fıkıh alanı, burada da umumiyetle okudukları veya okuttukları kitapları hiç değiştirmemişler. Mesela en temel kitaplardan birisinin adı “El Hidaye” Merdinaninin yaklaşık 13 ncü yüzyılda kaleme almış olduğu bir hukuk kodeksi. Bu kitap hala okutulmaktaydı. Bu şu manaya geliyor, hukukta da, Mecelleyi bir tarafa bırakacak olursak, Mecellenin tebliğ edildiği dönemde, tebliğ edilmekten sonra da Hidaye okutulmaktaydı. Hukuk çalışmalarında her hangi bir gelişmeden ilerlemeden söz etmek mümkün değildir.
Mecelle,  Ahmet Cevdet Paşa’nın düzenlediği daha modern bir hukuk kodeksidir. Hal böyle olunca Cumhuriyet dönemine intikal eden veya ettirilen bilgi aşağı yukarı Nizamiye medreseleri yani 1067 de Bağdat’ta kurulan Nizamiye medreselerinde okutulan müfredatla sınırlı kalmış bir bilgidir. Daha önce adlarını almış olduğum Ebul uşlema ve Sadık Albayrak’ın toplamış olduğu bu âlimler biyografisi incelendiğinde de, son devir âlimlerinin hala bu kitaplarla, bu kitaplar üzerinde yapılan çalışmalarla ilgilendiklerini görüyoruz. Bu günde durum fazla değişmemiştir. Türkiye’nin muhtelif yerlerinde mevcut medreselerde hala bazı temel kitaplar okutulmaya devam etmektedir.
Nakli ilimler reforma tabi tutulmamış olduğu gibi gelmişler, sekiz asır boyunca reforma tabi tutulmamışlar olduğu gibi gelmişler, burası çok önemli.
İkincisi, mesela Fransız devrimi oldu, Rus devrimi oldu, acaba bu devrimi gerçekleştirenler, kendi ulemalarına rahiplere, Katolik ve Ortodoks rahiplere nasıl muamele ettiler.
Cumhuriyetçiler âlimlere ve şeyhlere ne yaptılar. Cumhuriyet hiçbir şey yapmamış ulemaya ve şeyhlere. İlmin beşeri taşıyıcıları olan âlimler ve şeyhler yeni dönemde de, bu nedenle bir şey yapmadığı için bu dönemde de kendi epistemelerini, bilgi türlerini kendilerinden sonraki kuşaklara aktarma imkânı bulmuşlardır. Bir tane örnek var, İskilip’li Atuf Hoca, bu örnek çok dile getirilir, bazı tarihçiler İskilip’li Atıf Hoca’nın şehit olduğunu, bazı tarihçiler de “hain olduğunu” söylerler. Bu konuda henüz bir uzlaşıma varılmamıştır. Gerçekten İskilip’li Atuf Hoca kimdir?
İskilip’li Atuf Hoca Türkiye Diyanet Vakfının yayınlamış olduğu İslam Ansiklopedisinde Sadık Albayrak tarafından tanıtılmış. Sadık Albayrak’ın kim olduğunu biliyoruz. Ben hiçbir İskilip’li Atuf Hoca biyografisi okumamıştım. O kadar masumane bir şahısmış ki, 1919 da yani İstanbul işgalinden sonra Cemiyet-i Müderrisin isminde bir cemiyet kuruluyor, bu cemiyetin kuruluş maksadı müderrislerin haklarını savunmak. Çünkü müderrisler bir epidemist cemaat olarak artık değerden düşmüş durumda ll nci Meşrutiyet’ten sonra değerden düşmüş durumda, haklarını savunmak için kuruluyor. Birinci başkanı Mustafa Sabri Efendi, daha sonra devrimden sonra kaçıyor, önce Yunanlılara sığınıyor; ikinci başkanı da İskilip’li Atuf Hoca.
Sonra bu cemiyet Teali İslam Cemiyetine dönüştürülüyor, İslami Yükseltme Cemiyetine dönüştürülüyor ve bazı etkinlikler yapıyor. Bu etkinliklerden bir tanesi de, başka kaynaklarda gördüğüme göre “Cumhuriyetçileri vatan hainliği” ile suçlamak ve “idam edilmelerini istemek. Cemiyetçiler bir fetva veriyorlar, Cumhuriyetçiler başta Mustafa Kemal olmak üzere bulundukları yerde tutulmaları ve “idam edilmeleri” hususunu belirten bir fetva veriyorlar. Bazı kaynaklarda bu fetvaların tam metinleri var.
Bin tarihi açısından meseleye bakıldığında ideolojinin tarihsel betkinlemeye müdahil olduğunu ve dolayısıyla tarihçilerin gerçeğe uygun bir tarih yazmakta güçlük çektiklerini açıkça ortaya görülür.
Osmanlıda Kuranı Kerimin basılması neden gecikmiştir, neden geç basılmıştır.
İlk Kuran İncil’den 415 yıl sonra basılmıştır.
Türkiye’de yeni din algısının doğuşu konferansı

Bu belgeler nerede, bunlara nasıl ulaşılabilir bu da ayrıca bir sorun teşkil ediyor. En son çıkan kaynaklardan birisinde Cumhuriyetçilerin ulemanın büyük bir kısmını tahrip ettiğini yazıyordu bir profesör meslektaşım. Çok aradım acaba kimleri tahrip etti, tahrip ettiklerine dair bir delil bulamadım ama şunu buldum, Sadık Albayrak’ın yazmış olduğu bu beş ciltlik eserde şunu buldum, bunların ekserisi Cumhuriyet sonrasındaki o büyük camilerde imam olarak görevlendirilmişler, çoğuna da yani ihaneti vataniye ile suçlanmayanları da emeklilik maaşı bağlanmış. İmha etmek buysa, gerçekten imha etmenin manasını ne onu bilemiyorum.
Basılan Türkçe ilk din kitabı,  konuşmamın bundan sonraki bölümünü basılı metinler üzerinde yürüteceğim. Basılı metinlerin etkili gücü çok daha fazladır; yazma eserler nadiren beş yüzü bulur. En çok kullanılan yazma eserler mesela ilmihalle ilgili yazma kütüphanelerdeki, koleksiyonlardaki yazma eserlerin sayısı 500 ü güçlükle geçer; mesela güçlükle yazılmış olan eserlerden bir tanesi aslında 16 ncı yüzyılın Selefi hareketini başlatan Birgüvi Mehmet Efdendi’nin Risalei Birgüvisidir. İlk defa basılan 1562 de kaleme alınmıştır. İlk defa basılan eser de 1803 de Birgüvi Mehmet Efendi’nin Risalei Birgivisi veya vasiyetnamesi olmuştur. 1803 tarihe dikkatinizi çekiyorum; şimdi biraz sonra sunacağım bilgi açısından bir hatırlatmada bulunayım, henüz Kuranın-Kuranı Kerimin Arapçası basılmamış durumda. Demek ki 1727 den 1909 da ilk kitap Van Kulu Sözlüğü basılıyor, o süreçten, şimdi biraz sonra tarihini göreceğiz, o tarihe kadar Kuranı Kerimin Arapçası basılmamıştır.
Neden basılmamıştır?
Türkiye’de yeni din algısının doğuşu konferansı
İki tefsir tercümesi, bunlardan bir tanesi Ayitabi Mehmet Efendi’nin Tecümei Tefsisi Tibyani iki cilt halinde Bulakta 1940 da basılmıştır. Tefsir tabi meali de içerdiği için belki basılmış ilk Kuran tercümesi Tefsiri Sibyan olarak görülebilir. Korku ile basılmış hem de Bulak’ta Mısırda. Pek de satacağı tahmin edilmemiş, ama medrese öğrencileri tibyan tefsirine hücum edilmiş. Bunun üzerine bu tefsir, bu tefsirin tercümesi daha doğrusu, daha sonra defalarca basılmış. Ondan sonra İsmail Ferruh Efendi’nin Türkçe Tefsiri iki cilt halinde İstanbul’da 1864 de ancak basılabilmiş. Basılmış ilk Kuranı Kerime bakalım, ilki benim tespit edebildiğim, Namık Kemal ve Arisitidis Fanto’nun Londra’da bastıkları Kuranı Kerim’dir, Londra’da 1871 de azınlıktan bir vatandaşımızla birlikte ve dizilmiş bir Kuranı Kerim değil. 16. Yüzyıl yazma nüshalarının birisinin fotoğrafının bakıra ters işleme (litoğrafya diyoruz veya bakıra ters işleme) yoluyla yapılmış bir baskısı. İlk müstakil Arapça, henüz Türkçe Kuran yok, 1871 de basılabilmiştir. Neden?
İkincisi Ahmet Cevdet Paşa’nın, Mecelle münasebetiyle Ahmet Cevdet Paşa’nın bastırdığı Kuranı Kerimdir, bunun tarihi de 1874 dür. Neden gecikti acaba bu kadar?
Demek ki dini bilgi ulemanın ve şeyhin elinde tuttuğu bir bilgidir  ve bu bilginin topluma yayılması engellenmek istenmektedir.
Kuranı Kerim Çevirileri. Tarih bize 1924 ü söyleyecektir, ilk Kuranı Kerim çevirileri. Birinci Meşrutiyet geçti, İkinci Meşrutiyet geçti, İkinci Meşrutiyetin sonlarına doğru bir teşebbüs var. Meşhur bir yayımcı Tüccarzade İbrahim Hilmi, ancak Kuranı Kerim çevirisinin birkaç meşihat müdahale ediyor ve baskısını durduruyor. Gerekçe “tercüme yanlış”. Hâlbuki Mısır’da Arapça’yı ve Türkçe’yi anadili gibi bilen bir Osmanlı âlimine yaptırılıyor. Meşrutiyet yöneticileri başlarına sorunu almak istemedikleri için, büyük ihtimalle, baskıyı durduruyorlar.
Dinde yenilenme Cumhuriyetle başlamıştır
1924 de ise bir patlama oluyor, yani tesadüf değil tabi; bu Cumhuriyetin din anlayışının, Cumhuriyetçilerin din anlayışının bir sonucu. Süleyman Tevfik El Hüseyni, Hüseyin Kazım Kadri, Cemil Sayit kendi tercümelerini aynı yıl içerisinde yayınlıyorlar. Demek ki bu tercümeler hazırdı, yani bir sene Cumhuriyet ilan edildi, bir sene sonra da Kuran tercümeleri yayımlandı, diye düşünmemek gerekir ki bu tercümeler hazırdı, bir yerde duruyordu, bir yerde bekletiliyordu. Cumhuriyetin ilanından sonra, Cumhuriyetçilerin dine bakışının, din anlayışının sonucu olarak bir yıl içerisinde üç baskı birden yapıldı. Tabi ulemanın Osmanlı ulemasının Cumhuriyete artık intikal eden kesiminin büyük bir kısmı bu tercümelere hemen saldırdı, Sebuli Reşat’da ve diğer dergilerde yayın organlarında bunların yanlışları deşifre edilmeye çalışıldı, hakaretler vs birbirini izledi. Fakat hükümetin kararlı tutumu, yani bu baskıları yayından çekmeyişi ve bu baskıların Anadolu’da özellikle çok revaş bulması, çok satılması ile defalarca basıldı. Mesela Süleyman Fevfik El Hüseyni dönemin en büyük yayınevi sahiplerinden birisidir, ne kadar bastığını tahmin etmek mümkün değil, bu 1924 Kuranını ne kadar bastığını tahmin etmek mümkün değil ama zengin olduğuna eminim. Bu baskı çok büyük bir ilgiyle karşılandı. Bunun üzerine ulema alternatif çevirilerini hazırlamak mecburiyetinde kaldı. Yani böyle bir beğeni olmasa idi, ulemanın Cumhuriyete intikal eden ulemanın böyle bir işe soyunması herhalde mümkün olmayacaktı.
Resmi tercümeye gelince, bu da 1924 deki Kuran çevirilerinin başarısı üzerine 1925 de Meclise bir kanun teklifi getirildi ve bu teklifle tercümenin ulemadan birisi tarafından veya bir heyet tarafından yapılması istendi. Bunun üzerine Mehmet Akif Ersoy Kuran tercümesiyle görevlendirildi, bir de bin lira peşin verildi iki bin liraya anlaşıldı. Ondan sonra Elmalı’lı Hamdi Yazır’a bu gün bütün çevirilerin aslında temeli olarak kabul edilen, Hak dini Kuran Dili yeni Mealli Türkçe tefsir. Yani bir tefsir sipariş edildi, bunun dışında Babazade’ye-Babanzade Ahmet Zaim’e de “Sahihi Buhari” yani Osmanlıların günümüzde de Türklerin hadis kaynağı olan Sahihi Buhari tercümesi sipariş verildi.
Bunlardan iki tanesi tamamlandı, Mehmet Akif Ersoy’un çevirisi tamamlandı fakat onun vasiyeti üzerine yakıldı, Çeviri Mısır’da Kahire’de yakıldı. Fakat iki tanesi yayınlandı, hem Sahihi Buhari hem Hak Dini Kuran Dini yayınlandı.
Böylece demek ki 1935 bakın 24-35 arası 1938 de tamamlanmıştır. Atatürk’ün özellikle ölmesini beklediği anlaşılıyor, Elmalılı Hamdi Yazır’ın; pek ayrıntıya girmek istemiyorum ama iyi niyetinden de şüphe ediyorum, Elmalılı Hamdi Yazır’ın.
Peki, aslında 18 nci yüzyılda Lale Devrinden itibaren din algısında yavaş yavaş bir değişiklik başlamıştı. Batı bilim ve felsefesine karşılaşma ve bu bilim ve felsefenin öğretildiği yeni kurulların kurulması, mühendishaneler, Tıbbiye gibi, Harbiye, Mülkiye gibi yeni kurumların açılması bu süreci hızlandırmıştı. Yani yeni din algısının oluşması sürecini hızlandırmıştı.


Türkiye’de yeni din algısının doğuşu konferansı
Bu süreçte bazı önemli gelişmeler yaşandı, bunlardan bir tanesi DİN-BİLİM çatışması gündeme getirilmesi idi.  Ahmet Mithat Efendi meşhur bir bilim tarihçisi ve filozof olan Drepır’ın Din ve Bilim Arasındaki Çatışmanın Tarihi adlı eserini dört cilt halinde tercüme etti, ama bununla yetinmedi, bunun sonuna “İslam ve Ulum” yani İslam ve Bilimler diye bir risale küçük bir kitapçık ekledi. Bu kitapçığın girişinde şöyle diyor, Ahmet Mithat Efendi: “Biz ise bilakis şu kitap münasebetiyle uluma mukabil, İslamiyet’in ne mevki ve halde bulunduğunu meydana koyacak olur isek, (Yani İslamiyet’in bilimler karşısındaki konumunu ortaya koyacak olur isek) “nasraniyet ile ulum arasında niza ve cidal noktası denilen şeylerin, Hıristiyanlıkla bilimler arasında çatışma ve çekişme noktası denilen şeylerin İslamiyet ile ulum arasında bilakis nukatı mutakabatu muvakkat oldukları görülerek (Yani İslamiyet ile bilimler arasında bilakis uzlaşma ve uylaşma noktaları oldukları görülerek) Avrupa ve Amerika mineli terakkiye vu münevveriyesinin İslamiyetimiz hakkındaki nazarı daha ziyade başkalaşacağını ümit ediyorum. Yani şunu tespit ettim, diyor; Hıristiyanlıkla bilimler arasında çatışma var, ama İslamiyet’le bilimler arasındaki çatışma yok” Ama felsefe tarihine baktığımızda büyük bir çatışmanın yaşandığını ve çatışmanın taraftarları arasında çok önemli sorunların yaşandığını görüyoruz. Ama bu tez bu gün de Ahmet Mithat Efendi gibi hala belli çevreler özellikle İslamcılara tarafından işlenmeye devam etmektedir. Yani Türkiye’de çözümlenmemiş bir sorun olarak önümüzde durmaktadır.
İlk İslam Tarihi Matbu, İslam Tarihi nedir? İbrahim Hakkı Paşa ile Mehmet Azmi’nin yazdıkları muhtasar İslam Tarihi İstanbul 1889. Çok geç değil mi? Yani Müslümanların kendi tarihlerini öğretecek bir kitabı kaleme almaları niye basmaları neden 19 ncu yüzyılın sonlarına kalsın? Neden bu kadar geç bir döneme kalsın. İbrahim Hakkı Paşa sadrazamlık da yapmıştır, aynı zamanda kalemi kuvvetli bir yazardır.
Bu ara Felemenk orientalistlerinden müşterihklerinden  Rayhant Pittır Andozinin Türkçeye aktarılan bir İslam Tarihi çok büyük bir etki yarattı. Bunun çevirmeni Abdullah Cevdet Bey’di. Abdullah Cevdet Tarihi İslamiyet adıyla çevirmiş olduğu bu kitabın bu kadar tepki alabileceğini herhalde düşünmemişti. Yoğun tepkiler ve meşihata yapılan şikâyetler sonucunda İbrahim Hakkı Paşa kabinesi 17 Şubat 1910 da, dikkatinizi çekerim, İkinci Meşrutiyet gelmiş iki sene sonra, Meşrutiyetçiler de bu tepkilerden çekiniyorlar. 17 Şubat 1910 da kitabı yasaklamış ve mevcut nüshaların Galata Köprüsünden denize atılmasına karar vermiştir. Yani bir İslam Tarihi kitabı bu şekilde resmen imha edilmiştir.
Siyer Hz. Muhammed’in hayatını anlatan biyografik eserlere deniliyor. Birçok siyer basıldı, din algımızı genişleten temel eserler üzerinde özellikle duruyorum. Bunlardan en önemlisi de dönemin liberal yazarlarından Celal Nuri İleri’nin Hz Muhammed’i bir beşer olarak gören Hatemül Enbiya adlı eseridir. Bundan önce yazılmış bütün siyerler Hz. Muhammed’i bir tarihçi gözüyle incelememiştir.
İçindekilere bakalım, bazılarını tercüme edeceğim sadece, Peygamberlik sorunu, maddi çevresi, Hz. Muhammed’in maddi çevre, ırki çevresi, dini çevre, fikri ve hissi çevre, ailevi çevresi, siyasi ortam, sosyal ortam daha önceki siyerlerde asla bu türden konulara rastlamamız mümkün değildir. Şurada aşağıda çok ilginç bir bölüm var, Nazariyei Tekâmül ve Mednai Muhammedi, Yani evrim kuramı ve Muhammed’in din algısının o kuram çerçevesinde din inancının temellendirilmesi. Böyle bir şeyin yazılabilmesi, hakikaten yani Evrim Kuramı bağlamında İslam dinin tarihinin Hz. Muhammed’in din algısının incelenmesi hakikaten büyük bir devrim olarak görülebilir.
Abdullah Cevdet Osmanlı Voltaier’i mi?
Ve karşılaştırma yapıyor, sonlara doğru bakın sakyamiyomuda kongfuzi, zaratustura gibi başka dinlerin din adamları, peygamberleri vs ile mukayeseler yaparak Hz Muhammed’in tarihsel konumunu ve yerini belirlemeye çalışıyor, Celal Nuri. Fakat en büyük darbeyi din algısının gelişmesinde her halde Abdullah Cevdet yapmıştır. Onun için Abdullah Cevdet’i ben Osmanlı Voltaier’i olarak adlandırıyorum. Bu özelliğinden dolayı şeytanlaştırılmış, birçok çevreler Abdullah Cevdet’e saldırmışlardır. Abdullah Cevdet Fransız rahip Jean Meriye’nin Lobonsen (aklı selim) adlı kitabını 1928 yılında çevirmiş ve yayınlamıştır. Bu çok büyük cesaret ama artık, arkasında Atatürk var, Atatürk’le ilişkileri var, Atatürk’ün yanına gidiyor, geliyor, düşünce alışverişinde bulunuyorlar, Abdullah Cevdet’le. Atatürk için de bir eksantrik bir adam, Abdullah Cevdet. Onun yeni din algısının ortaya çıkışında en çarpıcı olanı böyle bir kitabın çevrilmesi ve basılmasıdır. O kitapta bazı bölüm başlıkları şöyle: Bir Allah’a inanmak gereksizdir, en doğrusu onu düşünmemektir. Her din bir saçmalıktır. Din aracılığıyla şarlatanların deliliklerinden yararlanırlar, falan, böyle gidiyor, başlıklar. Bunun 15 nci yüzyıla 16 ncı Osmanlı İmparatorluğunun altın çağı; 16 ncı yüzyıl böyle bir kitabın yayınlanması mümkün değildi. Ne zamana kaldı, 20 nci yüzyılın ilk çeyreğine, yani ikinci çeyreğine kaldı diyeyim 1928 e kaldı ve böylece aslında dini inancın böyle bir karşı kutbu oluşturmuş olur, yani din ve dinsizlik, ateizm, böylece ilk defa ana metinden eski din algısının karşısına çıkarılmış oldu.
Bu tabi ki, şunu söylemek istemiyorum, yanlış anlaşılmasın, yani dinsel düşünceye tanınan serbestliğinin 1920 lerde artık son noktaya ulaşmış olduğu, bu çeviri ile birlikte son noktaya ulaşmış olduğuna dikkat çekmek istiyorum. Bundan ilerisi yok artık, çünkü Tanrı yoktur, diyor, bundan ilerisi yok.
Abdullah Cevdet aynı zamanda Ziya Gökalp’i de yetiştirmiş bir şahsiyettir, bir düşünürdür, yeterince incelenmedi. Hakkında hatırlayabildiğim kadarıyla bir tane doktora tezi yapıldı, o da tamamen bir İslamcı tarafından, bir Fetullahçı tarafından yapıldı; Abdullah Cevdet’i yansıtan bir doktora tezi değil. Yeniden Abdullah Cevdet’in incelenmesi gerekiyor. Ama bunu inceleyen araştırmacının biri en azından şu dilleri bilmesi gerekir, Fransızca, İngilizce, Almanca, Rumca, Arapça ve Farsça bu altı dili bilmeden Abdullah Cevdet’i anlamak mümkün değil, çünkü yazdığı kitaplarda ve makalelerde hepsini kullanıyor, bunların hepsinden alıntılar yapıyor. Büyük bir entellektuel, bu açıdan bakıldığında.


Türkiye’de yeni din algısının doğuşu konferansı
Bu ara tabi 19 ncu yüzyılın özellikle ikinci yarısı ve İkinci Meşrutiyet döneminde Osmanlı epistemesini Kuran temel kurumlarda çok yoğun bir şekilde eleştiriye tabi tutuluyor, çok yoğun bir şekilde eleştiriye tabi tutuluyor. Buradan şunu söylemek istiyorum, yani eleştiri ve sorgulama 1923 ten sonra başlamış değil, 1923 ten çok önceleri başlamış. Yani dolayısıyla Devrimlerden Cumhuriyetçiler sorumlu değil, Cumhuriyet öncesi dönemde de devrimci yazarlar var, düşünürler var. Mesela bunlardan bir tanesi hukuk mektebi üçüncü sınıf talebesi Haşim Nahit Bey, Türkiye için Necat ve İtila yolları, Kurtuluş ve Yükselme Yolları adlı çalışmasında Osmanlı İmparatorluğunun çöküş nedenlerini soruşturmuş ve şu kanaate varmış, görünüyor: “Ben diyorum ki, bizim ve bütün Âlemi İslam’ı zillet ve esarete mahkûm kılan dindir. Dinin hakikati aliyesi yani yüksek hakikati değil, zulmet ve hurufat içinde karanlık ve hurafeler içinde hakikat ve asliyeti kaybolmuş dinin beynel İslam Müslümanlar arasında mütait ve mütamil olan şeklidir (Müslümanlar arasında yürürlükte) olan biçimidir. Dinin kendi değil, aslı değil, ama Müslümanlar tarafından temsil edilen şeklidir. Kurei Arza bir göz gezdiriniz, İslam’ın olduğu yerde sefaletten, zilletten, esaretten başka ne görürsünüz”.
Son devir İslami yazarların birçoğu aynı şeyi söylüyorlar, aynı hükmü veriyorlar. Bunlardan bir tanesi de Ali Naci Bey (Ali Naci Karacan) Softalar ve Medreseler adli risalesinde Medreseleri şöyle eleştiriyor: Bunlar işin içinden gelen insanlar, yani bu eleştiriyi yapalar medreseyi yakından tanıyan hatta medreselerden yetişen insanlar)
Her şeyden önce şunu söyleyeyim ki İstanbul’da biraz okumuş, mektep sırasında beş sene kadar dirsek çürütmüş, biraz bilen, biraz düşünen her kimsede bunların bu medreselerin ihracatı ilmiyeyi hazıra (yani günün bilimsel gereksinimleriyle son derece gayri mütenasip uyumsuz 20 nci asır denilen bu zeka ve zati devresindeki esasatı talim ile gayri kabili Tevfik hatta muzir bir çehre iktisap eylemekte olduklarını söylemekte geciktez ve fazla gecikmeyecektir. Yani zamanın dönemi çağın bilimleri ile uylaşması, uzlaşması mümkün olmayan bir episteme öğretimine bilgi öğretimine sahip olduğuna dikkat çekmektedir, Hemedanizade. Fakat yeni din algısını Cumhuriyet döneminde teşekkül eden yeni din algısını en çok etkileyen düşünür, şüphe yok ki Ziya Gökalp’tir. Ziya Gökalp’in katkılarını tamamını burada aktaramayacağım, yalnız bir örnek vermekle yetineceğim. Gökalp’in öncülüğünde 1914-18 yılları arasında 63 sayı yayınlanan İslam Mecmuası, yeni dil algısını ortaya çıkarmak için aslında çaba sarf etmiştir. Yazarlar arasında Ziya Gökalp Hak Âlim Sabit, Ahmet Ağaoğlu, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Şemsettin Günaltay, Mehmet İzzet, Şerafettin Yaltkaya ve Rıza Fahrettin gibi isimler bulunuyordu. Bunların ekserisi Cumhuriyet döneminde görev aldılar. Mesela Şerafettin Yaltkaya Diyanet İşleri Reisliğine getirildi (ikinci Diyanet İşleri reisliğine) Bunlar ne yapmak istiyorlar, İslam Mecmuasında çok güzel bir Fatiha süresinin tercümesi var. Bu hareket, “biz İslamcı değiliz, yeni bir İslam algısı yaratmak istiyoruz” kabilinden protest bir hareket.
Bu dergiyi çıkaranlardan Ziya Gökalp’in amacı daha önce literatürde hiç geçmeyen bir şey, “İçtimai usulü Fıkıh” yani sosyolojik fıkıh usulü ve Şerafettin Yaltkaya’nın amacı ise “İçtimai ilmi Kelam” yani sosyolojik kelam ilmi kavramları altında geleneksel fıkıh ve kelam ilimlerini yenilemektir. Durkaym’ın “Din Sosyolojisi” çalışmalarından yararlanarak yenilemektir.
Peki, ama bunun önemi ne? Bunun önemi şu aslında, toplumlar değişiyor, hukukun da bu değişime bağımlı olarak değişmesi gerekiyor. Ama Şeriat dediğimiz Osmanlı ve İslam hukuku adeta hiç değişmiyor. Hz Muhammed’in Kuranı Kerimin ayetleri ve Hz. Muhammed’in hadislerin belirlemiş olduğu çerçeve içerisinde kalıyor. Bu şu manaya geliyor, 20 nci yüzyıldaki veya 21 nci yüzyıldaki bir toplumu o hukuk nizami içerisinde yaşatmaya, yaşamaya zorlamak anlamına geliyor. Yani 7 nci yüzyılda Mekke’de yaşayan bir Müslüman gibi yaşamaya zorlamak anlamına geliyor. Bu tabi ki olanaksız bir şeydir. Ziya Gökalp’in bu noktada yapmak istediği şey şuydu, sosyolojik fıkıh usulünü bunun için öneriyordu. Diyordu ki, “İçtimai Usulü Fıkıh başlığını taşıyan makalesinde fıkıhın iki kaynağından birisi nas, diğeri ise örfdür”. Nas doğma yeni, büyük bir özenle araştırılmış ancak, sosyoloji bilimi yakın zamanlarda teşekkül etmeye başladığından örf yeterince araştırılmamıştır. İmam Ebu Yusuf’un nas örften mütevellit yani örften doğuyorsa doğma, gelenekten doğuyorsa itibar geleneğedir ilkesinden hareket ederek dünyevi işlere ve toplumsal yaşama ilişkin durumlarla nas ı örf e indirgemiş ve ardından sosyolojik bulgulara dayanarak örf ü de toplumsal yasalara bağlamıştır. Böylece dünyevi fıkıhın veya bilimsel hukukun yolunu açmıştır. Nas örf e, örf de sosyolojiye indirgenmiş ve böylece dini hukuktan sekuler hukuka geçilmiştir veya geçilmesi talep edilmiştir. Dolayısıyla Atatürk dönemindeki laikliğin de hukuk devriminin de temelinde aslında bu düşüncenin yer aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yani devrimlerin düşünsel temelleri hazırlanmıştır.
Medrese ve Osmanlı uleması müspet ilimleri bilmiyor, okutmuyordu
Medreseler Nizamülmülk tarafından Bağdad’da 1067 de kuruldu sonra İslam dünyasının her yerine yayıldı. Aşağı yukarı aynı kitaplar, yani dört temel nakli ilimler, tefsir, hadis, fıkıh ve kelam. Öğretilmiş bu derslerin öğretildiği ders kitapları da aşağı yukarı hemen hemen hiç değişmeden sekiz asır boyunca kullanılmıştır.
Kâtip Çelebi 17 nci yüzyılda şundan şikâyet etmektedir, “akli ilimleri yeterince öğretmiyorsunuz, dolayısıyla medreseden yetişen âlimler akli ilimleri bilmedikleri için toplumun günlük gereksinimlerini karşılayacak bilgiden yoksun oluyorlar. Yani matematik bilmiyor, astronomi bilmiyor daha sonraki süreçte fizik, kimya, biyoloji bilmiyor dolayısıyla ulemanın epistemesi bilgi türü toplumun gereksinimlerini karşılamakta kullanılamadı. Başka mektep de yok, başka episteme türü de öğretilmiyor, dolayısıyla toplum yönetim ulemanın bilgisine muhtaç bırakılmış oluyor. O bilgi de birçok noktada, birçok sorunun çözümünde işe yaramıyor.
Meşrutiyetçiler bunu gördüler ve İkinci Meşrutiyet döneminde İslamcıların en karşı oldukları dönemlerden birisi budur, hem Meşrutiyet hem Cumhuriyet 27 Şubat 1910 da yayınlanan Medarisi İlmiye nizamnamesi ve ardından 30 Eylül 1914 yayınlanan Islahı Medaris Nizamnamesi ile yapılan düzenlemeler neticesinde medreselere yeni bir çehre kazandırılmak istendi.
Meşrutiyetten sonra medreselere akli ilimler eklendi.
Ne yapıldı, akli ilimler eklendi. Mesela dönemin en saygın bilim adamlarından Salih Zeki Bey’in bilimin çeşitli alanlarında matematik, fizik, astronomi kaleme almış olduğu eserleri artık medreselerde okutulmaya başlandı. Böylece ulemanın o geleneksel epistemesinin sınırları yavaş yavaş genişletilmeye, o sertliği yumuşatılmaya başlandı.
Fakat artık çok geç kalınmıştı, yani son düzenlemeye bakın 1914, bunun uygulanmaya başlanması bir vakit aldı, öyle anlaşılmakta ki ıslahatın meyveleri tam olarak alınmadan ve yeni tip ulema yetişmeden önce Tevhidi Tedrisat Yasasıyla Cumhuriyet sonrasında medreseler kapatıldı. Ancak kaynaklarımın belirttiğine göre Cumhuriyet döneminde imam hatip mektepleri ile İlahiyat fakülteleri kurulurken yine bu tecrübeden istifade edildi. Yani yeniden bir şey yapılmadı, daha önce bu nizamnameler aracılığıyla yapılan düzenlemelere geri dönüldü.
Sonuç olarak şunu söyleyeceğim, Atatürk Nutuk’taki din oyunu aktörleri Halifeyi İslamşumul bir hükümdar yapmak istiyorlardı. Başlığını taşıyan kısmında Şükrü Hoca ile emsalini eleştirirken çok şiddetli bir eleştiridir o almadım o paragrafı buraya, çok şiddetli bir eleştiri orada “henüz İslam hakkındaki ihitisas ve hukuk her türlü hurafelerden tecerrut ederek yani soyutlanarak hakiki ulum ve funun nurlarıyla musaffa ve mükemmel olmamıştır”, diyor. Yani henüz İslam hakkındaki uzmanlaşma İslami kavrama, her türlü batıl inançlardan kurtarılarak, temizlenerek hakiki gerçek ilimlerin ve fenlerin nurlarıyla aydınlatılmamış ve mükemmel bir hale getirilmemiştir, diyor.
Şimdi Nutuk’ta bunu söylüyor 1927, yani çok şey oldu ama demek ki 20 li yılların sonlarında daha Atatürk’ün beklediği, istediği o din algısı henüz doğmadı. Bu incelem sonunda Atatürk’ün o özlemini doğrulamaktadır. Fakat şurası da açığa çıkmıştır ki, 18 nci yüzyılda yürürlükte olan din anlayışı tamamen olmasa da kısmen değişmiştir. Din anlayışı tamamen olmasa da kısmen değişmiştir. Yani bir 17 nci yüzyıl Osmanlısı veya Müslüman’ının sahip olduğu din anlayışına şu anda sahip değiliz. Değişti bu anlayış, ki bu değişiklik zaten İslamcıları rahatsız ediyor. Bu değişikliğin nasıl olduğunun bazı örneklerle anlatmaya çalıştım. Fakat bu süreç, bir reformla sonuçlanmamıştır, yani Batı’dakine benzer bir reformla sonuçlanmamıştır. Hala aşılması gereken merhaleler, geçilmesi gereken mesafeler, mevcuttur. Bunların da başında inanç özgürlüğünün siyasal ve toplumsal kabulü meselesi bulunmaktadır. Türkiye’nin birçok sorunu bu noktada düğümlenmektedir. Bu mesafeler nasıl aşılacak, bu merhaleler nasıl geçilecek?
Bu konuşmadan sonra, salonda bulunanların soruları ve katkıları ile etkinlik bitirildi.    

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız 
SONNOTLAR

(1)Prof. Dr Remzi Demir kimdir?

Konuşmadan önce moderatör konuşmacının öz geçmişini şöyle açıkladı: 1963 yılında Ankara’da doğdu. Ankara Atatürk Lisesi’ni bitirdikten sonra, 1980-81 Eğitim ve Öğretim Yılı’nda Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Bilim Tarihi Kürsüsü’ne girdi.
1984’te bu kürsüden mezun oldu. 1984-85 Eğitim ve Öğretim Yılı’nda, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Felsefe Bölümü, Bilim Tarihi Anabilim Dalı’na araştırma görevlisi olarak atandı.
Yüksek lisans ve doktora tezlerini, Prof. Dr. Sevim Tekeli’nin danışmanlığında hazırladı: 1987’de, Câbir İbn Eflâh’ın Islâhü’l-Mecistî Adlı Eseri başlıklı yüksek lisans tezini, 1991’de ise, XVI. Yüzyılın Ünlü Astronomu Takiyüddin’in Desimal Sistemi Trigonometri ve Astronomiye Uygulaması başlıklı doktora tezini savundu ve doktor unvanını aldı.
Bölümden meslektaşları Recep Duran ve Hüseyin Gazi Topdemir ile birlikte, 1992 yılında Bilim ve Felsefe Metinleri adıyla bir dergi çıkarmaya başladı. Sadece iki sayı yayımlanabilen bu dergide, Takiyüddin başta olmak üzere Osmanlı Dönemi’nden bazı bilginlerin astronomi ile ilgili birkaç risalesini Türkçe tercümeleriyle birlikte neşretti.
1994’de bilim tarihi yardımcı doçentliğine atandı; ardından 1997’de doçentliğe ve 2003’de ise profesörlüğe yükseltildi.
2001-2002 Eğitim ve Öğretim Yılı’nda araştırma izni alarak dokuz aylığına İsviçre’nin Lozan şehrine gitti ve bu süre içerisinde, Lozan Üniversitesi Genel Kütüphanesi ile yerel kütüphanelerde, özellikle Aydınlanma Dönemi Fransız Düşüncesi’nin Türkiye’ye girişine ilişkin araştırmalarda bulundu.
2006-2008 yılları arasında Bilim Tarihi Anabilim Dalı Başkanlığı görevini yürüttü ve bu görevi sırasında bilim tarihi ile ilgili kongre, sempozyum, çalıştay ve konferans gibi çeşitli bilimsel etkinliklerin gerçekleştirilmesine katkıda bulundu. Bir süre Felsefe Bölümü Başkanlığı ve dört dönem de Fakülte Yönetim Kurulu Üyeliği yaptı. 27.12.2016 tarihinde ikinci kez Bilim Tarihi Anabilim Dalı Başkanlığı’na atandı.
2014’de, Prof. Dr. Sina Akşin, Avukat Şevket Çizmeli, Yrd. Doç Dr. İnan Kalaycıoğulları ile birlikte Tarih Topluluğu adıyla gayr-ı resmî bir topluluk kurdu. Ülkemizin saygın tarihçilerini bir araya getiren bu topluluk, bazı paneller ve çalıştaylar düzenledi ve 2016’nın Ocak ayında Historia 1923 adıyla yeni bir tarih ve kültür dergisi yayımlamaya başladı.
2015 yılında, Bilim Tarihi Anabilim Dalı’ndaki meslektaşlarıyla birlikte Bilim ve Teknoloji Çalışmaları’nın tanınmasını sağlamak ve bilimsel düşüncenin toplumun muhtelif katmanlarına yayılmasına katkıda bulunmak maksadıyla Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü bünyesinde tezsiz yüksek lisans eğitimi verecek Bilim ve Toplum Çalışmaları adında yeni bir anabilim dalının kuruluşuna öncülük yaptı.
Hâlen Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Felsefe Bölümü, Bilim Tarihi Anabilim Dalı’nda çalışan Demir, araştırmalarını özellikle Osmanlı Dönemi Türk Bilim Tarihi ile Türk Felsefe Tarihi üzerinde yoğunlaştırmış bulunmaktadır.

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget