1.MEZAR: Ehli-Beyt
Kerbela olayı İslam Tarihinde yüzyıllar süren ve günümüze kadar gelen öylesine acılara, nefrete, kine, huzursuzluğa neden olmuştur ki, bunun etkisi günümüzde bile halen devam etmektedir. Aleviler, Caferiler, Şiiler daha öteki mezhep ve İslâm toplulukları, Kerbelâ olaylarının yıldönümünde, sırtlarına vurdukları zincirlerle Hz. Hüseyin ve katledilen öteki Ehli Beytin acılarını yaşamak istemekteler. Tüm bu ayrıntıları tarihin acı sayfalarına bırakarak, asıl konumuza dönelim.
Yıl H.803 M.1400 Timur, cesur ve zalimliğinde Moğol Ordularını aratmayacak bir dehşetle (kendileri hem Türk hem İslam toplumu olmalarına karşın) Anadolu ve öteki İslam devletlerini istila ve talanla tepeliyorlardı. Direnen, karşı duranları kılıçtan geçiriyorlar, direnmeyenlerin bile ordusunun istihkakı için mallarını talan ediyorlardı. Uğradıkları her kale ve şehirleri yakıp yıkarak (Tarihçi Hoca Sadettin Efendinin Tacu’t Tevarih adlı tarih kitabında“değirmen taşından başka taş üstünde taş bırakmadılar” dediği gibi) talan ederek böylece Şam’a doğru yöneldiler.
Timur ve askerleri 803 (M1400 de) Şam’a geldiler. Şam’da, Kerbelâ olayını yaratan Peygamber sülalesini katledip İslâm’a büyük nifak sokan Emevi Halifesi Yezidin mezarını buldurdu. Timur Han, Ehli Beyte sevgi duyan bir kişi olarak, “ben Yezit taraftarıyım” diye Şam sokaklarında tellallar bağırttı. Ne kadar Yezidi varsa Timur’un sözüne inanıp geldiler. (Timur tarihin en kurnaz hükümdarlarından biriydi, kurnazlığı ile nice hasımlarını, düşmanlarını dize getirmiştir) Hepsini Ümeyye camisine doldurup kimisin kılıçla, kimisini de yakarak katletti. Yezit’in kabrini açtırdı, kemiklerini yaktırdı, mezarının içini askerlerin pisliği ile doldurdu, yani askerler sıra ile mezara pislediler. Bu müthiş acı ve kin günümüzde bile devam etmektedir. Tarihin en garip mezarı Yezid’in mezarı oldu.(1)
2.MEZAR: Şeyh Bedreddin (1358–1420)
“Gerçek iktidar, insanlar üzerinde değil, yürekler üzerinde kurulur.” Şeyh Bedreddin
evrendeki güzellikler tanrının yerdeki şavkımasına dayalı Vahdet-i Vücut” görüşü yayılmaya, buna inanan müritleri de artmaya başlayınca halk isyan etti. O zamanki dünyanın bilim yerlerini dolaşarak bilim adamları ile bilim yerlerinden çeşitli ders ve bilgiler alan ve Timur’un Tebriz’deki sarayında da bulunup bilimsel toplantılarda başarılar kazanıp görüş ve düşüncelerinden korkan cahillerin şikâyeti, iftira ve kışkırtmaları ile 1420 yılında şimdiki Yunanistan’ın Serez kentinde yakalanıp idam edildi ve oradaki tekkesinin bahçesine gömüldü.
Ahlak ve insaf ölçüleriyle bağdaşmayan Osmanlı’nın en çok katl fetvası veren Şeyhulislam Ebussuud Efendi, fetvasında şöyle diyordu: “Bedreddinciler dinsizdir, karılarını müşterek kullanırlar; malı haram, kanı helal”.Ebussuud Efendi’nin böyle bir fetva vermesi çok ilginçtir, çünkü babası da Bedreddincidir.
İşte asıl konumuz olan mezarı idam edildiği Serez’de idi. Aradan 600 yıl geçer. Yurdumuz Kurtuluş Savaşından önce işgal edilmeye başlayınca, devletin dışladığı, hakkında “dinsiz, kâfir”diye suçlanılan, dedikodular çıkarılan bu bilgiç filozofun, “mezarı düşman ayağının altında kalmasın” diye, düşman ilerledikçe (ve de Türk Halkı bu hazin bir şekilde katledilen filozofunu seviyor olmalı ki) mezarından kemiklerini özenle çıkarıp, (vatanın daha emin yerlerinde gömülmesi için) İstanbul Topkapı Sarayı’na getirilir. Katledilen bu tasavvuf filozofunun kemikleri Topkapı Sarayı’nda çinko tabut içinde kırk yıl bekletilirken, nereye nasıl defnedileceği düşünülür. Sonunda 1961 yılında, bu gün Çemberlitaş’daki Sultan Mahmut’un türbesi önüne gömülür.
Komünist düşünceler taşıdığı ve dinsizlikle kâfirlikle suçlanılan bu filozof Osmanlı aydınını Türk halkı unutmaz. 500 yıl anlatılıp tartışılan Şeyh Bedrettin’e Türk Halkı, kemiklerine de olsa sahip çıkıyor. Düşman ayağı basmasın diye, 1923 de imzalanan Lozan Antlaşmasından sonra uygulanan zorunlu göç nedeniyle Serez’li Türkler, Şeyh Bedreddin’in mezarını açıp kemiklerini bir çinko kutu içinde Türkiye’ye getirdiler. Yetkililer onu önce Sultan Ahmet Camii’nde bir dolaba koydular. 16 yıl sonra Topkapı Sarayı’na naklettiler. 23 Ekim 1961 tarih 5/1840 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile de Sultan Mahmut Türbesi’nin dışında kuytu bir duvar dibine defnettiler. Böylece mezarı kaybedilmiş oldu.(2)
Bizde ta o zamanlardan beri fikir ve düşünce daima kaba kuvvetle bastırıldı, bunu günümüzde bile en kötü örneklerini yaşıyoruz.
Anadolu Tasavvuf erenlerinden Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedrettin (1358–1420) Anadolu Sünnilerini kızdıran, ortak milliyet, çağında pek insanların anlamadığı, “
3. MEZAR: Ahmet Yesevinin Mezar Çilehanesi
13.10.2006 günü Cuma namazını kılmak için Ankara Ulus civarında Denizciler Caddesindeki köşe başında küçük bir camiye gittim. Merkezi sistemle verilen bir vaazda hoca peygamber sevgisinden bahsederken şunları söylüyordu:
“Peygamber sevgisi Büyük Türk Düşünürü Ahmet Yesevi’de o kadar kuvvetli idi ki anlatılamaz. Peygamberimiz 63 yıl yaşadı; Ahmet Yesevi 63 yaşına geldiğinde, peygamberden fazla yaşamayı içine sindiremediğinden, bir mezar kazdırdı, bundan sonraki ömrünü bir mezarda geçirdi. İşte böyle olmalı peygamber sevgisi”.(3)
Büyük Türk düşünürü “Pir-i Türkistan” denilen Ahmet Yesevi (1093-1166). Bu vaazin anlattığı doğru ise, Ahmet Yesevi on yıl mezar gibi bir yerde yatmış olmalı.
“Türkistan Hocası” unvanıyla tarihe geçen Ahmet Yesevi Hz. Muhammed’i çok severdi. Hoca Ahmet Yesevi, Peygamber 63 yaşında öldüğü için kendisi de 63 yaşından sonra dünya nimetlerinden uzaklaşmak istedi.
“Zakir olup, şakirt olup Hakk’ı buldum,
Dünya ahret haram kılıp ezip teptim,
Divane olup, rüsva olup candan geçtim,
Gamsız olup yer altına girdim işte”diyerek evininavlusuna kazdırdığı bir hücreye girip inzivaya (Tanrı ile hemhal olmaya) çekilerek ünlü “Hikmetleri’ni burada yazdı ve
İslam dinine tasavvufu kattı...
Ahmet Yesevi, kendine “şeraitçi” diyenlere karşı şöyle diyordu: “
“Oruç tutup halka riya eyleyenleri,
Namaz kılıp tesbih ele alanları,
Şeyhim diye başka yola sapanları
Son anda imanında ayrı eyledin”diyerek şeriatçı sahte din adamlarını yeren Hoca Ahmet Yesevi, diğer yanda şeraitçi mollaların katlettiği Hallacı Mansur’u sahiplenecek kadar da şeriatın katı kurallarına karşı çıkmıştır. Örneğin Hallacı Mansur’u şeraitçi mollalara karşı şu cesur dizeleriyle savunmuştur:
“Mansur dedi: “Enel-Hak! Erenlerin işi ber-hak
Mollalar derler: -Na Hak! Gönlüne yaman alıp
Deme “Enel-Hak” diye, Kâfir oldun Mansur diye
Kuran’da budur diye, öldürdüler taş atıp
Bilmedi ol mollalar, Enel-Hak anlamını
Kal ehline hal ilmin, Hak görmedi münasip”.
Ahmet Yesevi, şeriatçı mollalara inat, ibadetlerine kadınları da katardı. Bu Türk geleneğini Hacı Bektaş Veli ve müritleri günümüze kadar sürdürdüler.
Günümüzde Ahmet Yesevi adına Kazakistan’da üniversite vardır
4. MEZAR: Yunus Emre
Yurdumuzun birçok ilinin halkı, Yunus Emre’nin (1240-? ) mezarının kendi illerinde olduğunun kavgasını verirler.
Ama Cemal Anadol, Yunus Emre adlı kitabında şunları yazmaktadır:
“Eskişehir’in Mihalıççık ilçesinin Sarıköy’de Yunus Emre’nin türbe ve zaviyesi bulunmakta idi. Kurtuluş Savaşında işgale uğrayan bu köy yakılıp yıkılmıştır. 1848 yılında burada yapılması tasarlanan tren hattının Yunus Emre’nin mezarı üzerinden geçeceği anlaşılınca, bu mezarın 50 metre dışa alınması için hükümete başvurulmuştur.
Hükümet tarafından “hiçbir tören yapılmaması kaydıyla” verilen izin üzerine Yunus’un mezarı açılmış, içinden bir eli kalbinin üzerinde, bir eli başının altında, bozulmamış bir iskelet çıkmıştır. Kafatası uzmanlar tarafından ele alınıp incelenmiş, bu iskeletin bir Türkmen’e ait olduğu, 80 yaşlarında vefat ettiği, bu mezara 6 yüzyıl önce gömüldüğü anlaşılmıştır.”(4)
**
MEZARSIZ HALLAC-I MANSUR (856 Basra-922)
Ahmet Yesevi’nin mısralarında savunduğu Hallacı Mansura da yer verelim dedik. Hallacı Mansur, tasavvufda “Vahdeti vücut” (varlığın birliği-Tanrı’nın bedende olması bedene yansıması). Bu engin felsefeyi anlamayan, Allah’ın güzelliğini insanoğlunun bedenine yansıtan Tanri güzelliğini anlayamayan yobazların baskısı ile Hallacı Mansur feci şekilde katledilmiştir.
Tanrı güzelliğini insana yansıttığına, insan bedeninde gösterdiğine göre, Tanrıya ve insana sevgi coşkusu içinde bulunan, coşan Hallacı Mansur, öyleyse ben “Enel-Hak” (Tanrı Benim) diyordu. Bu nedenle şöyle diyordu Hallacı Mansur:
“Ben, sevdiğimin ta kendisiyim; sevdiğim de bendir. Biz ikimiz bir bedene sığmış ikiz ruh gibiyiz. Sen beni görürsen onu görmüş gibi olursun; onu görmüş olursan ikimizi görmüş olursun. Ey gönül gözü kapalı olanlar! Bilin ki kalbimin gözünde Tanrı’yı gördüm; “sen kimsin” dedim; “sen” diye yanıtladı beni…”
Bu engin Tanrısal felsefeyi anlayamayan, gönül gözü kapalı olan bağnazlar/yobazlar Yobaz din adamı Ebu Ömer’den aldıkları fetva gereğince hareket eden yöre yöneticisi Hamid, verdiği şu kararla onu 922 de katlettirdi:
“Önce kırbaçlanmasına, sonra bedeninin dilim dilim dilinmesine sonra bir darağacına asılarak teşhir edilmesine ve en sonra da kellesinin bedeninden ayrılarak yakılmasına karar verildi…”
Bu karar gereğince Hallacı Mansur önce çarmıha gerilerek elleri, ayakları ve başı kesildi. Sonra bedeni bir ağaca asılarak teşhir edilip yakıldı ve külleri Dicle Nehri’ne atıldı. Bağnazların anlayamayıp katlettikleri Mansur’u en iyi şekilde anlayan Aleviler onu sahiplendiler, ona 12 hizmetli cem törenlerinde (ibadetlerinde) “Dar-ı Mansur” makamı vererek ödüllendirip ölümsüzleştirdiler.
Görüş ve inançları yüzünden Fatih Sultan Mehmet Hurufileri Edirne’de topluca yakarken, sonra nice Nefi’den, Madımak’ta yakılanlara (35 can insan yakıldı) kadar pek çok aydın ya katledildi, ya hapse atıldı. Böylece dinsel kökenli bağnazlar yüzünden Türklüğün fikir, düşün, felsefe, yaratma duyguları yok edildi. O günden bu güne kadar ne bir çağdaş bilim adamı yetiştirebildik, ne de bilime bir katkımız oldu, başkalarının icatlarını kullanarak yaşamaya çalışıyoruz.
İşte onun içindir ki Atatürk, “en büyük melanet (kötülük) din kisvesi altında gelmiştir”, demiştir.
“Tarihimizi okuyunuz, görürsünüz ki milleti mahveden harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir”. ATATÜRK (1923)
O nedenle de çağdaşlaşmanın, aydınlanmanın, kalkınmanın en büyük etkeni laikliktir.
Cevat Kulaksız
Cevat Kulaksız SONNOTLAR
(1)Kaynak: Tacu’t Tevarih Hoca Sadeddin Efendi (Osmanlı tarihçisi)
(2)(Şeyh Bedreddin Mahmud veya Simavnalı Bedreddin] (d: 1359
ö: 1420) İslâm tasavvufunun Vahdet-i Vücud okuluna mensup
Osmanlı mutasavvıfı, filozofu ve kazaskeri Şeyh Bedreddin İsyanı diye bilinen dini ve siyasi ayaklanmanın lideridir. Özellikle 15. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu Fetret Devri sırasında desteklediği Musa Çelebi'ye verdiği destek ve çağdaş sosyalizm uygulamalarını çağrıştıran yönetim yöntemleriyle bilinmektedir) Türkiye’nin en tanınmış sosyalistlerinden Nazım Hikmet’in Osmanlının ilk sosyalisti Şeyh Bedrettin’i destanlaştıran aynı adı taşıyan uzun bir şiiri vardır.
(3)İslam Ansiklopedisi 2. Cilt sf 160 da Ahmet Yesevi için şunları yazıyordu: “Ahmet Yesevi 63 yaşına geldiğinde, geleneğe uyarak tekkesinin avlusuna müritlerine bir çilehane hazırlattı. Vefatına kadar burada ibadet eder,….ölünceye kadar buradan çıkmadığı ve hücrede vefat ettiği muhakkaktır”…
(4)Gönüller Sultanı Yunus Emre. Cemal Anadol, Kamer Yayınları 1993
Yorum Gönder