Haziran 2017
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Akp Rte İktidarı Yandaş Gazetecileri de Kovmaya Başladı
Baskıcı AKP-RTE iktidarı yandaş olmayan, yandaş yazmayan yazarları-gazetecileri ya hapse atıyor, ya gazetesinden kovduruyor, ya da Lütfi Oflaz örneğinde olduğu gibi, yazılarını yayınlatmıyor istifa ettiriyor, kibarca kovduruyor. Böylece yüzlerce gazeteci gazetelerinden kovdurulduğu için ya yazacak gazete bulamıyorlar, ya da internette yazmak zorunda kalıyorlar.
Böylece AKP-RTE iktidarı basın üzerinde hayran kaldığı II. Abdülhamit istibdadını uyguluyor. Buna bağlı olarak Türkiye’de 150 civarında gazeteciler hapiste bulunuyor, böylece hapse atılan gazeteci sayısı ile Türkiye dünyada birinci konumda. Oysa Bağlı olduğumuz (veya bağlanmaya çalıştığımız) Batı Blokunda (ABD ve AB de) gazeteciler, yazılarından dolayı asla tutuklanamaz, hapse atılamaz. Basının hür olmadığı bir ülkede asla demokrasi gelişemez; demokrasinin oturmadığı gelişmediği ülkede de asla yaratıcılık yoktur. Bunun için de hür basının olmadığı, demokrasinin gelişmediği Arap Müslüman ülkeleri, çağın en gerisinde kalmış, terör ve sefalet içinde perişan olan ülkelerdir.
Ne yazık ki,  ülkemizi “Yurtta Barış Dünyada Barış” rotasından saptırmaya çalışan AKP-RTE iktidarı, basın, adalet, demokrasi yanlışları ile ülkeyi din ve mezhebe dayalı zikzaklı politikaları ile rotamızı Ortadoğu’nun Arap-İslam bataklığına doğru sürüklemekte.
Lütfü Oflaz Yazısı Yayınlanmayınca Star’dan Ayrıldı.
Star gazetesinde iktidara muhalif ve aykırı yazılarıyla dikkat çeken Lütfü Oflaz, son yazısının yayınlanmaması üzerine bu gazeteden ayrıldı. Oflaz yayımlanmayan 'Rahatsızım' başlıklı veda yazısında "Murat Sabuncu’dan Turhan Günay’a, Musa Kart’tan Kadri Gürsel’e kadar gazeteci olarak bilip tanıdığım meslektaşlarımın hapiste olmasından rahatsızım. Cumhuriyet gazetesinden Sözcü gazetesine kadar medyanın baskı altında olmasından rahatsızım" satırlarına yer vermişti.
Aşağıda Lütfi Oflaz’ın yazısında iktidarın yanlışlıklarından, hukuksuzluklardan yakınmalarla muktedirlerin hoşuna gitmeyen yazı yazdığı için, iktidarın sözcüsü, sesi gibi olan Star Gazetesinde yazan Lütfü Oflaz istifayla gazeteden ayrıldı. Lütfü Oflaz’ın son “Rahatsızım” yazısında üstelik kırmızı italik bölümü sansürlenerek yayınlanınca, Lütfü Oflaz istifa etti.
Akp Rte İktidarı Yandaş Gazetecileri de Kovmaya Başladı
İşte Lütfü Oflaz'ın bir yıllık Star gazetesi macerasını sonlandıran yayınlanmayan o yazısı şöyledir:
“RAHATSIZIM.
Murat Sabuncu'dan Turhan Günay'a, Musa Kart'tan Kadri Gürsel'e kadar gazeteci olarak bilip tanıdığım meslektaşlarımın hapiste olmasından rahatsızım.
Cumhuriyet gazetesinden Sözcü gazetesine kadar medyanın baskı altında olmasından rahatsızım.
Yargı kararı olmadan gazetecilerin, akademisyenlerin, siyasetçilerin, kısacası her meslekten kişilerin şucu bucu diye suçlanmasından rahatsızım.
İnsanların yazdıkları ya da dillendirdikleri fikirleri nedeniyle hapiste olmasından rahatsızım.
Kimilerinin kendilerini yargı yerine koymasından rahatsızım.
Şucu bucu diye suçlanarak hapse atılanların, çok uzun süre mahkeme önüne çıkartılmamasından rahatsızım.
Barışçıl yürüyüşlerin bile şucuların bucuların yürüyüşü diye suçlanmasından rahatsızım.
Görülmekte olan davalarda at izinin it izine karışmasından rahatsızım.
Arkası olana, dayısı olana, parası olana ayrıcalıklı davranılmasından rahatsızım.
Başta belediyeler olmak üzere, yolsuzluk, rüşvet söylentilerinin ayyuka çıkmasından rahatsızım.
Harun gibi gelenlerin Karun gibi olmasından rahatsızım.
İsrafta, gösterişte sınır tanımayan ABD estli kapitalistlerden, Süslümanlardan rahatsızım.
Bu ve benzeri rahatsızlıklarımı yazılarıma da yansıtıyorum.
Bu nedenle yazdığım gazetenin dahil olduğu yayın grubunun yönetimine rahatsızlık veriyorum.
Ama ben buyum.
Ve de hep buydum.
Hiçbir zaman başkaları acı çekerken “Bana ne” demedim.
Hiçbir dönemde  “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” demedim.
Hayatım boyunca acı çekenlerin yanındaydım.
Hayatım boyunca mazlum kim olursa olsun onun yanındaydım; zalim kim olursa olsun onun karşısındaydım.
Bu yüzden acı çektirenlerin tepkisini çektim.
Onlar tarafından hapsedildim.
Onlar tarafından ağır işkencelerden geçirildi zaten yaralı olan bedenim.
Bunlar yetmezmiş gibi, hapisten çıktıktan sonra da çok uzun süreler işsiz bıraktırılmak gibi bedeller de ödedim.
Hep zalimlerin karşısında, mazlumların yanında olduğum için çok ağır bedeller ödedim.
Ama bir an için bile zalimlerden aman dilemedim.
Aksine onların üstüne üstüne gittim.
Onun içindir ki bu ülkede darbeci zalimlerin tanklarının karşısına ilk dikilen kişi benim.
Onun içindir ki bu ülkede hukuksuz yargılamalara, yargısız infazlara, insanları insanlığından çıkartan zalim uygulamalara karşı ilk insan hakları kampanyasını başlatan benim.
Onun içindir ki yazdığım “Susma, sustukça sıra sana gelecek” gibi cümlelerle, insanları başkalarına yapılan zulümlere karşı suskun kalmamaya çağıran benim.
Onun içindir ki yazdığım “Susma haykır, zulme hayır”, “Zulme karşı direneceğiz; yılgınlık yok, direniş var” gibi cümlelerle, insanları zalimlere karşı direnmeye çağıran benim.
Zalimlerle çarpışa çarpışa bugünlere geldim.
Darbe dönemleri başta olmak üzere her dönemde ben böyleydim.
Zalim kim olursa olsun onun karşısında, mazlum kim olursa olsun onun yanında olan biriydim.
Bu yaşımdan sonra değişecek değilim.
Benim önemsediğim, kulak verdiğim tek ses vicdanımın sesi.
Uzun bir vicdan yürüyüşü benimkisi.
Bu yürüyüşte hiç terk etmedi vicdan beni.
Ben de vicdanımı terk edemem.
Vicdansızca yazıp çizemem.
Birilerinin hatırı için birilerine sövemem.
Evet, Lütfü Oflaz rahatsız!
Yönetim de Lütfü Oflaz'dan rahatsız!
Nitekim benden duydukları rahatsızlık had safhaya varmış olmalı ki, bundan önceki “Terk etmedi vicdan beni” başlıklı yazım yayınlanmadı.
Dahası, bugüne kadar yazdığım muhalif yazıların bana duyulan saygının gereği olarak yayınlandığı, ama böylesine muhalif yazılar yazmaya devam ettiğim sürece yazılarımın yayınlanmayacağı uyarısı da yapıldı.
Öyleyse artık veda zamanı.
Beni okuyup izleyenler, helal edin haklarınızı.”
Kaynak: https://www.sozcu.com.tr/2017/gundem/lutfu-oflaz-yazisi-yayinlanmayinca-stardan-ayrildi-1913500/
Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com

Cevat Kulaksız

Sevgili okuyucu,
Duran Aydoğmuş arkadaşımdan e-postama bir mesaj geldi. O da soruyor, mesajında “bu diktatör kimdir, hangi ülkeden” diyordu; çağımızda böyle anlatıldığı gibi diktatörler kaldı mı ki. Yani halkını böyle çabucak kandıran bir insanın diktatör oluşuna şaşırmamak mümkün mü?
Neyse fazla yoruma girmeden elektronik postama gelen bu diktatörün konuşmasına bir de siz bakın hele. Bir de resim eklemiş yazıya arkadaş, onu da aktarıyorum. Hangi ülke diktatörüymüş, bir belleyelim. Adam “kullarım”, diye başlamış konuşmasına. Şöyle bir de not vardı, mesajda.
28 Haziran 2017 12:28 Çarşamba tarihinde Cemil Denk <denk.cemil@..........> şöyle yazdı:
BİR DİKTATÖRÜN ULUSA SESLENİŞİ
Bir Diktatörün Ulusa Seslenişi
“Merhaba sevgili kullarım.
Bugün de her gün olduğu gibi size bir sesleniş konuşması yapmak istedim.
Hepinizin beni ne kadar çok sevdiğini biliyorum. Başka bir seçeneğiniz de yok zaten. Beni sevmeyeni ne yaparım? Vatan haini ilan ederim, itibarını canlı maç izle sıfırlarım, hapse atarım
Çünkü ben diktatörüm… Tabi sizin için diktatör değilim. İktidara geldiğim günden beri beni kurtarıcı bir kahraman olarak gördünüz ve hala benim diktatör olduğumu düşünmüyorsunuz.
İyi ki varsınız !.. Size ne kadar teşekkür etsem azdır.
Bugüne kadar ne yaparsam yapayım hiç şikâyet etmediniz. Her zaman arkamda oldunuz. Hatta bazen bu kadar da ileri gitmeyim diktatör olduğumu anlarlar dediğim zamanlarda bile arkamda durdunuz. Hiçbir zaman benden vazgeçmediniz.
Bu yüzden konuşmama başlarken önce sizlere bana bağlılığınızdan dolayı teşekkür ederim.
Artık hiçbirinizden korkmadığım için sizlere tüm gerçekleri anlatabilirim.
İktidara geldiğim ilk günü hatırlıyor musunuz? Şimdiki gücümün zerresine bile sahip değildim. Sıradan biriydim. Hepiniz gibi bir insandım. Hiçbir zenginliğim yoktu. Orta halli yaşayan, siyasete yeni atılmış bir politikacıydım.
Tecrübesiz olsam da büyük hırslarım vardı. Hep bir gün ülkenin tüm kontrolünü ele geçireceğimi, çok zengin olacağımı hayal ettim. Tabii siz o zamanlar bu hayallerimi bilmiyordunuz. Benim çok demokrat, dürüst, hoşgörülü bir politikacı olduğumu sanıyordunuz
Daha çok demokrasi, insan hakları, özgürlükler vaad ederek iktidara geldim. Benim için bunu yapmak çok kolay oldu. Sadece meydanlara çıkıp geçmişi kötüleyerek oy istemem yetti. Ben geçmiştekiler gibi değilim size onların vermediği özgürlüğü vereceğim diyince hepiniz gözü kapalı peşimden koştunuz.
Valla ne yalan söyleyeyim. Bu kadar kolay olacağını ben de düşünmemiştim. Meğer demokrasiye, özgürlüğe ne kadar aşıkmışsınız da haberim yokmuş. Meğer yıllardır size demokrasi ve özgürlük vaad eden bir politikacı beklemişsiniz.
İktidara geldikten sonra vakit kaybetmeden kafamdaki planları teker teker uygulamaya başladım. Önce demokrat olduğuma iyice inanmanız için bir mağduriyete ihtiyacım vardı. Bu mağduriyeti yaratacak nedeni bulmam da çok zor olmadı. Ordu ne güne duruyordu? Ordu bana karşı darbe yapmak istiyor demem mağdur olmam için yeterliydi. Ben de öyle yaptım.
Ordu bana karşı darbe planları yapıyor dedim. İşte bu komutanlar var ya bunlar demokrasi düşmanı dedim. Benim size vaad ettiğim demokrasiyi ve refahı istemiyorlar sizleri sevmiyorlar dedim. Orduyu aşağıladıkça aşağıladım. Yılların başarılı komutanlarının itibarlarını yerin dibine soktum
Sonuç ? Diktatörlüğüme giden yolda ilk büyük engeli ortadan kaldırdım. Artık gelecekte bana karşı çıkacak güçlü bir ordu kalmamıştı. Bir çok komutanı darbecilik suçlamasıyla hapse attım. Hapse girmeyenler de korkudan seslerini çıkarmadılar.
Orduyu sıfırladıktan sonra sıra medya ve basına gelmişti. Siz bilmezsiniz ama medya çok büyük bir güçtür. Eğer ele geçirmezsen adamı koltuğundan ederler. Bunu çok iyi bildiğim için gazete ve TV kanallarının patronlarını tehdit ettim. Bakın artık ordu ve polis benim emrimde, ya benim yanımda olursunuz ya da size nefes aldırmam dedim. Bir çoğu boyun eğerek emrim altına girdi.
Peki ya bana boyun eğmeyenler? Hepsini çok iyi tanıyorsunuz. Hani şu vatan haini, casus, dış mihrakların adamı diye bildiğiniz gazeteciler var ya.. Ha işte onların hepsi bana boyun eğmeyenlerdi. Tutturmuşlar biz gerçekleri yazmaktan vazgeçmeyiz, sana boyun eğmeyiz diye… Ben de ne yaptım? Hepsini beni devirmek için görevlendirilmiş ajan ilan ettim.
Seni kalemleriyle nasıl devirecekler diye sormadınız. İyi ki de sormamışsınız. Cevap vermekte zorlanabilirdim. Neyse devam edelim…
Bana boyun eğmeyen gazetecileri de darbecilikle suçlayınca benim demokrat olduğuma hiç şüpheniz kalmadı. Benim kırk yılda bir gelen büyük bir lider olduğumu düşünmeye başladınız. Öyle ya ordu devirmek istiyor, gazeteciler devirmek istiyor. Herkes devirmek istiyorsa bu adam kesinlikle çok büyük bir lider olmalı diye düşündünüz.
Gazeteleri ve kanalları kendime bağladıktan sonra sıra iş adamlarına geldi. Yani ülke sermayesini elinde tutanlara… Bakın bu iş adamlarına hiç güvenilmez. Menfaatleri kimden yanaysa onun safında yer alırlar. Bunu çok iyi bildiğim için ilk başta her şeyin onların istediği gibi olmasına göz yumdum. Sonra?
Sonra hepsini kendime bağladım. Bugüne kadar bağın üzümünü bol buldunuz yediniz artık hepiniz benim adıma bağın üzümünü toplayacaksınız yoksa yediğiniz tüm üzümleri burnunuzdan getiririm mallarınıza el koyarım dedim.
Onların da çoğu hemen boyun eğdi. Boyun eğmeyenleri ise bana karşı gelen herkese yaptığım gibi darbeci ilan ettim mallarına el koydum.
Sermayeyi ele geçirince servetimi büyüttükçe büyüttüm. Hayal edemeyeceğim kadar zengin oldum. Ben zenginleşirken siz fakirleştiniz ama asla şikayet etmediniz. Çünkü gözünüzü boyamak için borç parayla,i yandaşlarımı zengin ederek bazı icraatlar yaptım. Biraz da kaşığın ucuyla size de yedirince hiç sesiniz çıkmadı.
Orduyu ele geçirdim sesiniz çıkmadı… Gazetecileri tutukladım sesiniz çıkmadı… Hakkınızı yedim servetime servet kattım sesiniz çıkmadı… Neden hiçbirine itiraz etmediğinizi merak ediyor musunuz? Sahi neden hiç sesiniz çıkmadı? Nedeni çok basit…
Çünkü sizi böldüm… Yan yana gelmemeniz için aranıza kalın ideolojik, dini ve etnik duvarlar ördüm…. Birbirinize ölümüne düşman ettim. Yan yana gelince birbirinizi öldürecek kadar nefret ettirdim. Bu yüzden hepinizi tek tekele geçirmek kolay oldu. Kimi tutuklasam, nefret eden diğer kesim ohh olsun dedi. Kendisi için cezalandırdığımı zannetti. Sonunda ne oldu dersiniz?
İşte bugünkü gücüme ulaştım. Bakın şimdi hiç sesiniz çıkıyor mu? Hayır… Beni devirecek gücünüz kaldı mı? Hayır… Artık size tüm yaptıklarımı anlatmaktan bile korkmuyorum. Nasılsa herkesi susturdum, herkesi etkisizleştirdim. Şimdi ne itiraz ediyorsunuz ne konuşuyorsunuz… Bu sessizliğe bayılıyorum…
Eğer bugünkü gücüme ulaştıysam sizin sayenizde oldu. Siz olmasaydınız hiçbir şey yapamazdım.
Çünkü ben sizin gafletinizin eseriyim…
Çünkü ben sizin korkularınızın vücut bulmuş haliyim…
Çünkü ben sizin ön yargılarınızın sonucuyum…
Çünkü ben sizin vurdumduymazlığınızın, saflığınızın eseriyim…
Beni sizler yarattınız… Siz hep var olun…
Konuşma bitmiştir… Kanalı değiştirip dizi izlemeye devam edebilirsiniz…”
TIBBIYELİ HİKMET

İki Rüşvetçi Osmanlı Vali’nin Piri Reis’e Kurdukları Şeytani Tuzak
Devletimizi, milletimizi utandıran rüşvet ve yolsuzluğun arttığı, hele bozulan siyaset ve adaletin ayyuka çıktığı ülkemizde, günümüzden beş yüzyıl geriye giderek, iki rüşvetçi Osmanlı Valisinin Piri Reis’e (1465-1554) yaptıkları haince asılsız ihbar ve jurnalleri yüzünden Piri Reis’in idam olayını içimiz burkularak aktarmak istedik. Hele günümüz Kubat Paşaların, Semiz Ali Paşaların siyasallaştığı günümüzde, yüzlerce denizci ve subaylarımıza yaptıkları tuzakları da düşündükçe ne diyeceğimiz şaşırıyoruz.
Piri Reis’in katledilişindeki olayları farklı anlatanlar varsa da, aşağıdaki yazıda, Türk Denizcilerinden Rauf Orbay’ın anılarındaki anlatılanlar daha bir farklı ve doğruya yakındır.
Ayrıca, çizdiği haritalarla ünlü, şimdi bile dünyanın hayran kaldığı Piri Reis’in anısına Unesco’nun 36 Genel Toplantısında alınan karar neticesinde 2013 yılı, Piri Reis’e ait Dünya Haritasının 500. yıldönümü olması münasebetiyle analım dedik. Ama 500 yıl önce bu seçkin Türk amiralinin hazin olayı ile günümüz Deniz Kuvvetlerindeki amirallere yapılan tuzakları da düşündükçe içimiz acı ile doluyor. Piri Reis’e rahmet dilerken, ona haince iftira yapan rüşvetçileri,  ondan 500 yıl sonra denizcilerimize tuzak kuranları da lanetliyoruz.  [1]
"Kızıldeniz kıyılarını mübarek Piri Reis’in günahsız kanı ile insafsızca ve zalimce sulayanlar; bu denizi asırlarca evvel manasız yere almış olduğu Kızıldeniz ismini manalandırmışlardır”, bunun hikâyesi çok hazindir.

"Osmanlı İmparatorluğu kuru toprak fethetmek üzere Vi­yana kapılarında macera aramaktan, İmparatorluğa re­fah ye zenginlik vaat eden cenup sınırlarına bakamaz olmuştu. Portekizliler, Osmanoğulları'nın bu gafletlerin­den faydalanarak İmparatorluğun bu zengin sınırlarına el atmaya, buralara yerleşmeye başlamışlardı. 1551 yılında Hint kaptanlığına getirilen, dünya çapındaki şöhret, ünlü amiralimiz Piri Reis, bir denizci görüşü ile tehlikeyi sez­di. Portekizliler' in yağmasına ve imparatorluğun cenup sınırlarını istilâ tehlikesine son vermek üzere 30 gemi­den mürekkep filosu ile Kızıldeniz'e açılarak Babülmendep'den dışarı çıktı. [2]

Hint Okyanusu'nun rüzgârlarıyla Umman Denizi'ne aktı. Basra Körfezi'nin ağzını tutan Maskat Kalesi'ne çullana­rak burasını Portekizlilerden temizledi, birçok esir ve ga­nimet aldı. Buradan Hürmüz Boğazı'na atıldı. Karşısına dikilen 70 parçadan mürekkep Portekiz donanmasını mağlûp ederek kaçırdı. Hürmüz ve Braht Adaları'nı vur­du. O kadar ganimet elde etti ki, iki gemi, eşsiz bir hazi­ne gibi vazolar dolusu altın,  hesaba vurulamayacak derecede kıymetli mücevherat ve incilerle, doldu taştı.

BASRA VALİSİ KUBAT PİRİ REİS’TEN RÜŞVET İSTER
İki Rüşvetçi Osmanlı Vali’nin Piri Reis’e Kurdukları Şeytani Tuzak
Buradan da Basra Körfezi'ne yelken açtı. Basra’ya varınca Piri Reis'in gemilerindeki paha biçilmez hazineye göz diken Basra Valisi Kubat Paşa'nın başı döndü, gözleri karardı, o derece ki, insanlığından sıyrıldı. Denizcilerimi­zin haraç vermeyip, yalnız haraç aldıklarını unutacak ka­dar kendinden geçerek Piri Reis’e avuç açtı,  haraç istedi. Piri Reis, Kubat Paşa'nın mürtekip (rüşvet alan) ellerini iterek “ganaim (ganimet) tamamen devlete aittir” dedi. Asil adam bir hırsı­za ortak olmamakla, idam kemendini kendi kendine boynuna doladığını nereden bilsin?   Piri Reis’in haraç vermeyişine kızan Kubat Paşa; namus ve iffetini iftira halitasında eritmekte tereddüt göstermedi. Görüldüğü gibi, devletin bir rüşvetçi valisi, devletin donanmasına, Piri Reis’e mühimmat ve tamir yardımında bulunmuyordu. Basra Valisi Kubat Paşa, Büyük amira­limizi, “rüşvet” mukabilinde “Hürmüz Adası'nı Portekizlilere bağışlamakla” itham ederek, bu yolda düzenlediği jurnali­ni, devrin padişahı Kanunî Sultan Süleyman'a İstanbul’a gönder­di. Ayni haberi Mısır Beylerbeyi Semiz Ali Paşa'ya da ulaştırmayı ihmal etmedi. Demek ki, kumpasçılık bir virüs gibi devlete yayılıyordu. (Şimdilerde bırakın validen paşaya kumpas kurmayı, günümüzde devlet,  kendi kurumlarına kumpas kurduğunu Ergenekon ve öteki uyduruk davalarda görmedik mi?) İşte bu kumpaslar, devletin çatırdamaya başladığının ilk işaretleridir.
İki Rüşvetçi Osmanlı Vali’nin Piri Reis’e Kurdukları Şeytani Tuzak
Piri Reis, her ne kadar Portekiz donanmasını mağlup et­mişse de, 30 parçadan mürekkep Türk filosu, 70 gemi­den ibaret Portekiz filosunun karşısında hırpalanmış, personelce zayiat vermişti. Tamir malzemesine ve perso­nel ikmaline ihtiyaç vardı. Kendisine haraç vermeyen Pi­ri Reis'e,  Kubat Paşa da hiçbir yardımda bulunmadı. Tamire muhtaç gemilerini Basra’da bırakarak, ganimet dolu üç gemi ile Mısır’a yöneldi.
Görüldüğü gibi, Viyana kapılarına kadar dayanan, üç kıtada on binlerce km kare topağa sahip olan Osmanlı, bu “muhteşem” görülen yapısına rağmen, denizciliğe pek önem vermemişti. Onun için de Portekiz gibi, Avrupa’nın şimdi bile, en küçük ülkelerinden biri olan devletin donanması karşısında çok güç durumda kalıyordu. Üstelik kumpasçılık da ayrı hazin bir olaydı.
Orta Asya’dan beri, at üstünde yaşamlarını sürdüren, at üstünde kıtaları aşan, at üstünde devlet kuran, at üstünde devlet yöneten Türklere denizler yabancı idi. Öyle ki, “Hunlar’da yeni doğan bir çocuğun başucuna bir tay bağlanırdı”. Denizlerin sonunun cehenneme dayandığına inanıyorlar, denizlerden çekiniyorlardı. Oysa denizlere hâkim olan devletlerin nerede ise dünyaya hâkim olduklarını ileride (Britanya İmparatorluğu örneğinde olduğu gibi) yaşayarak göreceklerdi.

MISIR BEYLERBEYİ DE GANİMETTEN RÜŞVET İSTER
İki Rüşvetçi Osmanlı Vali’nin Piri Reis’e Kurdukları Şeytani Tuzak
Bunun üzerine Piri Reis, ihtiyacını Mısır'dan temin etmek ve ayni zamanda ganaimi (ganimeti) devlet hazinesine aktarmak, bu arada tezgâhtan yeni inmiş gemileri de peşine takıp getirmek maksadıyla, ganaim (ganimet) yüklü iki gemiyi baştardasının yanına alarak Basra'dan hareket edip kalb huzuru içinde Mısır'a geldi. Amiralimiz Mısır topraklarına ayak basınca karşısına Semiz Ali Paşa dikildi, fakat Pi­ri Reis'in koca zaferini tebrik için değil. Bir elinde Kubat Paşa'nın hain ve insafsız jurnali olduğu halde, diğer elini Piri Reis'e doğru uzattı. O da ganimetten haraç istiyordu. Piri Reis bu hırsız eli de itti. Bunun üzerine Mısır Beylerbeyi, diğer elini uzatarak jurnali gösterdi. Piri Reis'e şantaj yapıyor tehdit ediyordu.
Fakat devir, Kanunî devri değil miydi?  Memlekete kanun getirdiği için Sultan Süleyman'a (Kanunî) lâkabı verilmemiş miydi? Şu halde, Piri Reis'in neden korkusu olabilirdi? Koca Kanunî, kanunsuz iş yapar mıydı? Hoş, kellesi pahasına da olsa, Piri Reis irtikâba (rüşvete) ortak olacak, devletin hissesine el uzatacak karakterde değildi. Bunun için Kubat Paşa'nın iftirasını vakur bir eda ile reddederek, Mısır Beylerbeyi'ne de ayni cevabı verdi. “Ganaim (ganimet) devletindir”!. Esasen, tıpkı Kubat Paşa gibi, insanlığından da, iffetinden de sıyrılmış olan Mısır Beylerbeyi, 90 yaşına dayanmış Piri Reis'i yakalatarak hapsettirdi.
Zavallı Piri Paşa, devlete, kazandırdığının takdir edilip, adaletin elbet tecelli edeceğine inanıyor, gördüğü muameleye üzülmüyordu. Hâlbuki bilmiyordu ki, günahsız boynuna, soysuz vezirlerin savurdukları kemendin ilmiği­ni Kanunî sıkacaktı.

Devleti idare edenler, cenup sınırla­rında imparatorluğun neler kaybetmek üzere olduğunu bilmiyorlardı ki; Piri Reis'in manalı zaferiyle neler kaza­nılmış olduğunu bilsinler, işledikleri cinayeti idrak etsin­ler. Devletin gafletini örten Piri Reis'in bu parlak zaferi, ne hazindir ki kendi hayatına kefen oldu.
Şöhretleri ve çapları ne olursa olsun, zaten deniz adam­larına karşı nedense bir sevgi beslemeyen (Kanunî) Sul­tan Süleyman, hırsız vezirlerinin iftiralarına inanarak, Piri Reis'in idam fermanını imzaladı. Çünkü iki eyalet valisinden, İstanbul’a Padişah Kanuni’ye ihbar ve şikâyet gelmişti.  89 yaşındaki bu eşsiz Osmanlı Amirali, hain ellerin iftirası ile Mısır’da 1554 de idam edilir, başı kesilerek, gövdesi bir tarafa başı bir tarafa atılır, böylece Kızıldeniz’in kızıllığına Piri Reis’in kanı karışır. Bir daha Osmanlı ve Türkler böylesine bir bilgin kaptan yetiştirememiştir.
Piri Reis’in yazdığı kitaplar: Kitab-ı Bahriye, Piri Reis'in Haritası (İlk Dünya Haritası), Hadikat'ül Bahriye,      Bilad-ül Aminat, Eşkalname. Amerika’yı bile görmeden Amerikan ve dünya haritalarını çizen bu eşsiz amiral, 500 yıl sonra ancak UNESKO tarafından itibarı iade ediliyordu.

OSMANLI DENİZİ PEK SEVMİYOR MUYDU?
İki Rüşvetçi Osmanlı Vali’nin Piri Reis’e Kurdukları Şeytani Tuzak
Denizi olmayan Orta Asya’dan at üstünde gelen Türkler, denizi pek de sevmediklerine tanık oluyoruz.
Osmanlı Kanuni devrinde yükselmesinin zirvesinde ve üç kıtaya hükmediyordu. Karada Viyana kapılarına kadar dayanırken, Piri Reis gibi birkaç denizci dışında, denizcilikte pek de başarılı olamadıklarını, küçücük Portekiz’le bile baş edemediklerini görüyoruz. Aradan dört yüz yıl geçtikten sonra bile ll. Abdülhamid’in gemileri, donanmayı hemen hemen 20 yıl Haliç’ten kıpırdatmadığını da kaynaklardan okuyoruz. (II. Abdulhamid gemilerin muhteşem topunu görünce, denizciler darbe yapacaklar diye korkarmış). Haliç tersanesinde hiç kıpırdatmadan bekletilen Osmanlı donaması, makineleri paslandığı, ahşap kısımları çürüdüğü için, Girit elden giderken Marmara’dan Ege’ye bile açılamamıştır. Bu II. Abdulhamid tarafından denizcilere, gemilere karşı yapılan cahilce bir kumpastır. (Hemen aklıma, 31 Mart vakası günlerinde II. Abdulhamid’in gözleri önünde Gemi Komutanı Ali Kabuli Bey’in gericiler tarafından parçalanarak öldürülmesi geldi).[3]

Aradan 500 yıl geçmesine karşın Piri Reis’in Kitab-ı Bahriye kitabı ve çizdiği haritalarda Akdeniz, Ege, Kızıldeniz ve Hint Okyanus’unda yolculuk yapacak her denizci için günümüzde bile büyük bir kılavuz. Rüzgârların yönlerini, mevsimsel değişimleri, denizlerin özelliklerini, kıyıları, sığlıkları, taşlıkları bir bir büyük bir itinayla not etmiş Piri Reis. Bu şu anki teknolojiyle bile yapılması güç bir şey. O sıralarda Avrupa Ronesans sanatçı ve bilim adamlarının aydınlanma çağını hazırlarken, bizim de adeta Türk Ronesansının bilim ve denizci adamı diyeceğimiz Piri Reis’e rüşvetçilerin ve de “Kanuni” dediğimiz padişahın yaptığına bir bakın hele. İnsanın içi burkuluyor. Peki, ya o Kubatların, Semiz Ali Paşaların günümüzdeki uzantılarının Türk denizcilerine kurdukları tuzaklarla haksız ve insafsız yere zindana atılmalarına ne dersiniz. [4]
Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com
SONNOTLAR

[1] 2013 Piri Reis Haritasını Anma Yılı Unesco’nun 36 Genel Toplantısında alınan karar neticesinde 2013 yılı, Piri Reis’e ait Dünya Haritasının 500. yıldönümü olması münasebetiyle “Anma Yılı” olarak ilan edildi.

[2] Afrika kıtası ile Asya kıtasını birbirinden ayıran Bab-ül Mendep boğazının kuzeydoğu ucunda Yemen, güney batı ucunda ise Arap dünyası ve Afrika'nın en küçük ülkelerinden biri olan Cibuti yer alıyor.
[3]….Gericilerin, alaylı askerlerin isyanı Başkent İstanbul’un bütün semtlerine yayılırken, şehirdeki asayiş ve huzuru yok etmişler, gerici kalabalık önlerine gelen mektepli zabitleri (subayları) vahşice katletmeye başladılar. İsyan bahriye’ye de (deniz kuvvetlerine) sıçramış, Asar’ı Tevfik zırhlısı süvarisi (komutanı) Binbaşı Ali Kabuli Bey, isyancı askerler tarafından Yıldız Sarayı’na getirilmiş ve padişahın gözleri önünde feci şekilde şehit edilerek başı kesilmiş, cesedi bir ağaca asılmıştır. Bu feci cinayet Padişah ll. Abdülhamit’in gözü önünde olurken, padişah kendisini kurtarmak için hiçbir harekette bulunmamıştır. (Ali Kabuli Bey, İstiklal Harbi Başbakanı Rauf Orbay’ın teyzesinin kızının eşi idi). İnsanın aklına günümüzde Silivri Zindanlarına uyduruk belgelerle hapsedilen, hırpalanan subaylar geliyor. İster istemez insan “31 Martın habis irtica ruhu günümüz vatan topraklarında rüzgâr estiriyor” diye düşünmekten kendini alamıyor.
31 Mart Vakasında Hazin Olaylar ve Anımsattıkları – Cevat Kulaksız
https://www.bilgealtun.com/?Syf=26&Syz=117723[4] Kaynak: Osmanlıdan Cumhuriyete Yüzyılımızda Bir İnsanımız ( Rauf Bey’in Anıları)   Kazancı Kitap 1992 sf 519-520-521-522

 Cevat Kulaksız                                                            

Bayram Günü Tanık Olduklarım - Cevat Kulaksız
25 Haziran 2017 Ramazan Bayramının birinci günü tanık olduğum ve etkilendiğim bazı olayları resimleriyle sizinle paylaşmak istedim.
Doğduğum yerde babamın ve annemin mezarından başka kimse kalmadığından, arkamdan tek bir anarımın ve de bir tane yanarımın olmadığından bayram ziyareti için memlekete gitme gereğini duymadım, evde oturmaya karar verdim.
Bayramın birinci günü sabah erkenden kalktım, baktım köpeğim Badi’de kalkmış beni bekliyor. Oruç tutuyordum, her gece sahura kalktığımda Badi de kalkar, sofranın kenarına kurulur, benimle bir şey atıştırır, sonra da yatardık.
Badi sağa baktı, sola baktı, bana “sahura kalkmadın mı” der gibi bakıyor, ortamı koklayıp duruyordu. Badi’ye, hayır badi yok artık bitti, yatağına git, dedim ve bayram namazı için camiye doğru yöneldim. Camide namazdan sonra caminin önünde çoğunluğu Suriye’li çocuklardan oluşan dilenciler sarmış, yalvar yakar para istiyorlar; bir yanda cami inşaatı, Kuran kursu gibi yerlere yardım toplayanların sesleri kulaklarda yankılanıyor, daha fazla para almak için birbirleri ile yarışıyorlardı adeta.
Neyse bu kalabalıktan ayrılıp eve geldim, Badi’yi her zamanki gezmesine çıkardım.
Badi’yle gezerken ilginç şeylere rastlarız;  pek çok kimse bayatlattıkları ekmekleri evlerinin önündeki demir korkuluğa poşet içinde koyuyorlar, “birileri alsın” diye mi, yoksa ekmeği “çöpe atmak günah” bildikleri için midir, bilmiyorum, her gün poşet içinde bayat ekmekler görürüz.
İşte rastladığımız bu bayat ekmekleri, evimizin yakınındaki parkın orta yerinde bir yeşil düzlük var, oraya getiriyor, küçük parçalara ayırıp dağıtıyorum. Ne kadar çok ekmek atarsam atayım, ertesi gün geldiğim zaman orada bir tane ekmek kırıntısı göremiyorum, çünkü bizi uzaktan çatılardan gözetleyen güvercinler o ekmekleri çok kısa zamanda tüketiyorlar.
Neyse devam edelim.

BAYATLAMIŞ BİDELER ÇÖP KIYISINDA
Bayram Günü Tanık Olduklarım - Cevat Kulaksız
Evde epey oturduktan sonra, baktım bayramlaşmak için ne gelen var ne giden. Hani eskiler özlemle, “nerdeee o eski bayramlar” derler ya, şimdilerde komşu komşuyla bayramlaşmıyor.
Ben de, her zamanki gibi, çantamı sırtladım evden çıktım. Belediye otobüsleri ücretsiz ya, özellikle başta Suriyeli gençler olmak üzere otobüsler gençlerle dolup taşıyor, aracın içinde Arapça, Kürtçe sözler birbirine karışıyordu. Gazetemi alarak doğruca Ulus’taki Mehmetçik Parkı’na yöneldim.
Mehmetçik parkına yaklaşırken, solda ilk TBMM bahçe duvarının dibinde bir çöp konteyneri vardı, hemen bitişiğindeki duvarın üstünde kocaman bir poşet içi bayatlamış pide, lahmacunla doluydu. Poşete baktım, baktım, ekmek israfına üzüldüm. Çünkü Türkiye’de her gün bir buçuk milyar liralık milyonlarca ekmek çöpe atılıyormuş. Artık buğdayı bile dışarıdan almaya başlamış eski tarım ülkesi Türkiye için affedilmez bir israftı.
Bu pideleri alıp bizim yeşil düzlükteki güvercinlere götüreyim, diye düşündüm. Doğru Mehmetçik Parkı’na girdim, orada üç saat falan gazete okumak vb ile oylandıktan sonra, ayrıldım, o poşet içindeki pidelere vardım, alıp götürecektim. Baktım bir poşet dolusu daha pide konmuştu; şaşırdım, bu neyin nesi, diye şaşırdım. Muhtemelen yakınlardaki bir lokantadan gelmiş olmalı, diye düşündüm.

KALDIRIMDA GÖRDÜKLERİM
Bayram Günü Tanık Olduklarım - Cevat Kulaksız
Poşetlerin ağzını iyice bağladım, en az elli tane pide vardı, diyebilirim. Sırtımda çantam, ellerimde bayat pideler yolda yürüyorum.
İlk Meclisin önünden aşağıya metroya doğru yürümeye başladım. Yolda kaldırımda duvara sırtını dayamış, sakallı bir adam, elinde kavalla yanık yanık parçalar çalıyordu. Önünde ne yere serili bir mendil vardı, ne de para koyacak bir kutu vardı. Nasıl dileniyor, nasıl parayı alıyor bu adam, diye düşündüm. Kendi kendime, belki de acemi dilenci falandır, dedim ve resmini çekip yürümeye devam ettim.
Karşı Ankara Palas tarafındaki kaldırıma geçtim, kaldırımın kenarında oturan tam altı tane birbirine benzeyen, biraz da çekik gözlü çocuklar gördüm. Çocuklara:
-Nerelisiniz, çocuklar, dedim. Çocuklardan birisi:
“-Afganlıyıh amca” dedi. Onlara:
  -Hepiniz de mi Afganlısınız, dedim.
“-Hepimiz Afganlıyıh” dediler.
Hemen hemen aynı yaşta ve sanki altız görülen bu Afgan’lı çocukları görünce şaşırdım.
Türkiye’de okul çağına gelmiş bu çocukların hemen hemen hepsi ne Suriye’de, ne de Türkiye’de doğru düzgün eğitim alamıyor. Resmi çekerken bir şey dikkatimi çekti, siz de bakarsanız en soldaki çocuğun elinde oyuncak da olsa bir tabanca görülüyor. Bu çocuklar yeterli eğitim öğretim almadığı takdirde, tabancaya bakarak, ileride potansiyel bir suçlu olamayacağını, teröre malzeme olmayacaklarını kim tahmin etmez ki. Hele Suriye’deki ve Afganistan’daki terörün durumunu düşünürsek, cehalet ve terör ülkeleri nasıl yıkıma, felakete, kaosa sürüklediğini yaşayarak görmekteyiz.

METRO’DA
Bayram Günü Tanık Olduklarım - Cevat Kulaksız
Elimde bayat pide poşetleri, sırtımda çantam ile bir “bohçacı”, bir sokak satıcısına benzeyen halimle Ulus metrosuna doğru yürüdüm. Turnikelere vardığım zaman, Suriyeli tahmin ettiğim üç dört çocuk, güvenlik görevlilere, “amca, otobüsler gibi metro da bedava mı” diye soruyorlardı. Belli ki paraları yoktu.
Metroya bindim, Batıkent’e gitmek üzere. Metroda oturacak yer yoktu. Beyaz kanepelere oturmuş lisede öğrenci olduklarını tahmin ettiğim gençler vardı. Onların duyarlılığını ölçmek için, iyice yanlarına sokuldum. Biri uyuma numarası yaparken, öteki kitap okuyormuş gibi yapıyordu. Sırtımda çantam, elimde onlarca bayat pideler dolu iki poşet, yorgunluk üstümde. Yorgunluktan, sinirimden canıma tak ettiği için, gençlerin birisine, “gençler ben 70 yaşındayım, bu beyaz kanepeler yaşlılara ait, lütfen şu yazıyı okur musunuz” dedim. Gençlerden birisi, “söylesene amca” diyerek hemen kalktı, yer verdi.
Bayram Günü Tanık Olduklarım - Cevat Kulaksız
Metro ilerlerken, elinde gitar, ağız mızıkası, def olan birkaç genç ayağa kalkıp, “müsaade ederseniz, müzik yapmak istiyoruz, rahatsız olan var mı” diye söyledi. Kimseden ses çıkmayınca başladılar parçaları çalıp söylemeye. İkinci parça çalınırken, elinde açık şapkası ile bir genç hemen başladı para tahsilâtına!
Böylece inmem gereken Ostim durağına geldik. Orada metrodan inip durakta EGO ring otobüsünü bekleyen birkaç kişinin yanına vardım. Birkaç bayan bankta otururken, önlerinde de bir sokak köpeği oturuyor, bazen de yatıyordu. Onlara, yatan köpeği göstererek bu kim, dedim. Onlar da, umarsız bir şekilde “misafir” dediler. “Misafir”in başını okşadım, çantamdan pet şişe suyu çıkardım avucuma dökerek ona su içirdim, susamıştı.
Ring otobüsü ile ineceğim durağa gelince inip doğru bizim yeşil düzlüğe geldim. Bayat pideleri çimlerin üstüne ufalayıp ufalayıp dağıttım, oradan ayrılırken arkama baktım güvercinler komşunun çatısına dizilmişler, ben uzaklaştıkça onlar peş peşe pidelere doğru dalıyorlardı.
Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com


DİPNOTLAR
“…Türkiye’de 2.9 milyon üzerinde Suriyeli mülteci yaşıyor ve onların 1.2 milyonu çocuk. Bu çocukların 870 bini okul çağında ve tahmini olarak 380 bin çocuk okul dışında. UNICEF, krizin Suriyeli mülteci çocuklar üzerindeki  etkilerinin en aza indirilmesi için çalışıyor”.

 https://www.unicefturk.org/yazi/acil-durum-turkiyedeki-suriyeli-cocuklar.

Yargı'ya Talimat Mıdır? - Güner Yiğitbaşı
Hakimlere emir ve talimat vermeyi,telkinde bulunmayı ve her ne şekilde olursa olsun hakimlere etki yapmayı yasaklayan Anayasamızın 138. maddesi, bugünlerde tartışma konularının ilk gündemine oturmuş durumda.

Kanalları açıyoruz tüm kanallarda bu konu işleniyor.

Adalet yürüyüşü sırasında, İstanbul yolunda yapmış olduğu son grup toplantısında konuşan CHP lideri KILIÇDAROĞLU'nun; sarayın, savcılara talimat verdiği iddiası, Cumhurbaşkanı ile KILIÇDAROĞLU arasında yeni bir tartışmanın fitilini ateşleşmiş durumda.

Peki, KILIÇDAROĞLU tarafından, savcılara talimat olarak nitelendirilen belgede ne yazmaktadır?

Basına açıklanarak aleniyet kazanan gizli damgalı bu belge;Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğinden çıkma ve Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilen, konusu suç duyurusu olan resmi bir belgedir.

Suç duyurusu yapılan bu belgenin içeriğine baktığımızda, bir internet sitesinde Cumhurbaşkanına iftira  içeren bir haber nedeniyle, sorumlular hakkında kanuni işlem yapılması istenmekte ve soruşturma sonucundan bilgi verilmesi,ayrıca talep edilmektedir.

Her vatandaş gibi, Cumhurbaşkanının da; kendisine yönelik iftira,hakaret ve sair bir suç işlenmesi halinde, suçluları C.Başsavcılığına şikayet etme ve suç duyurusunda bulunma, yargı önünde hak arama hakkı ve özgürlüğü vardır.

Cumhurbaşkanının bu suç duyurusunu bizzat veya avukatları aracılığıyla vereceği bir şikayet dilekçesiyle yapması arzu edilir.Şık olanı da budur.

Cumhurbaşkanı bu yola gitmemiş ve iftiranın, kendi şahsında Cumhurbaşkanlığı makamına da yönelik olduğunu düşünerek olsa gerek, bu suç duyurusuna resmi bir nitelik katarak, suç duyurusunu Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğince hazırlanan gizli damgalı resmi bir yazı ile yapmayı uygun bulmuştur. Bunu da doğal karşılamak gerekir.

Ancak, suç duyuru yazısının; ayrı bir paragraf açılan son cümlesinde yer alan; “Bu çerçevede sorumlular hakkında kanuni işlem yapılarak,sonucundan bilgi verilmesini arz ederim.” ibaresinde özel olarak yer verilen “sonucundan bilgi verilmesini” ibaresini, yargı bağımsızlığı adına hoş karşılamak mümkün değildir.

Suç duyurusunda bulunan ve  bu suçtan zarar gören Cumhurbaşkanının, suç duyurusunun sonucundan kendisine bilgi verilmesini özellikle talep etmesi gerekmemektedir.Cumhurbaşkanı, soruşturma sonucundan kendisine bilgi verilmesini istemese de; yasa gereği,soruşturmanın sonucundan zaten Cumhurbaşkanı bilgi sahibi olacaktır.

Suç duyurusu üzerine yapılan soruşturma sonunda, yeterli kanıt bulunamaz veya eylemde suç unsuru saptanamazsa, savcılık tarafından verilecek olan kovuşturmaya yer olmadığına dair karar, suçtan zarar gören şikayetçi sıfatıyla, yasa gereğince  Cumhurbaşkanına tebliğ edilecek ve karara karşı itiraz hakkını kullanması sağlanacaktır. Suç duyurusuna konu eylemde suç unsuruna rastlanarak mahkemeye kamu davası açıldığı taktirde de, iddianamenin kabulünden sonra mahkeme tarafından duruşma günü belirlenerek müştekiye bildirilecektir.

Bu itibarla, suç duyuru yazısının son cümlesinde yer alan soruşturma sonucundan bilgi verilmesinin özellikle istenmesi, soruşturmayı yapacak olan savcı üzerinde;Cumhurbaşkanının bu soruşturmaya çok önem verdiği ve soruşturmanın kendi lehine sonuçlanmasını arzu ettiği, soruşturmanın sonucunu da merakla beklediği algısını yaratmaya çok müsaittir.

Cumhurbaşkanının, dün STK lara verdiği iftarda yaptığı konuşmasında yer verdiği; “ FETÖ mahkemelerini yakından takip ediyoruz. Adli tatil sonrası yargı görevini sürdürecek. STK'lar da mahkemeleri takip etmeli.”  sözleri de yargı bağımsızlığı adına hoş olmayıp, bu tür konuşmalar; hakimler üzerinde, birileri bizi gözetliyor, onların sürekli olarak kamuoyuna açıkladıkları istek ve arzuları doğrultusunda karar vermemiz gerekir baskısını ve algısını yaratabilir ve bu tür konuşmalar, bazı hakimler tarafından, kendilerine verilen dolaylı bir talimat olarak algılanabilir.

Yargının gerçekten bağımsız ve tarafsız çalışmasını,yargıya olan güvenin sarsılmamasını istiyorsak, kim olurlarsa olsunlar, hangi makamda bulunuyorlarsa bulunsunlar,herkesin yargı ile ilgili talep ve konuşmalarında daha dikkatli olmaları zorunludur.

22/06/2017
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Krizlerden Yararlanma Taktiği - Güner Yiğitbaşı
Bugünkü (21/06/2017) Sözcü Gazetesindeki köşesinden başyazar Rahmi TURAN;  “Ah Başbakan Ah!” başlığı ile yazdığı yazısıyla Başbakan'a sesleniyor ve “Ey Başbakan...Ey Sayın Binali Bey... Yunan Başbakanı Çipras'la görüştün iyi ettin...Fakat ona şu bizim Ege Denizindeki  18 adayı neden işgal ettin arkadaş? Demedin” diye soruyor ve ekliyor “Yunanistan işgal ettiği Türk Adalarında 10 askeri üs kurdu.O adalara uzun menzilli top ve uçaksavar gibi ağır silahlar yerleştirdi.Bu silahların namluları Türkiye'ye çevrilmiş durumda ... İzmir,Aydın,Muğla ve Balıkesir illerimiz tehdit altında! Ey Başbakan Binali Bey!Zatıaliniz vatan topraklarının  korunmasından ve Türkiye'nin güvenliğinden sorumlu değil misiniz,nedir bu sessizlik..” diye soruyor.

Rahmi TURAN yerden göğe kadar haklı,ancak bilmediği bir şey var.AKP iktidarı, ülke menfaatinden önce kendi siyasi geleceğini ve menfaatini düşünmekte ve krizlerden yararlanma taktiği izlemektedir.

İşgal altındaki bu adalarımızın işgaline önce göz yumacaklar, iş ülkemiz adına iyice kötüye gidecek ve bu işgal nedeniyle ülkemiz fiilen bir zarar görecek ve ülke insanlarımız ve askerlerimiz ölecek ve yaralanacak ki, bu krizi oya çevirmek için adalarımızı işgal eden Yunanistan'a karşı şahinleşsinler, Ey İşgalci Yunanistan nidalarıyla, Yunanistan a topyekun bir savaş açsınlar.

PKK ve FETÖ konusunda da aynı taktiği kullanmadılar mı?

Önce PKK ile masaya oturup pazarlık yaptılar, Kandil'e aracılar gönderip, Kandil'i ve APO'yu muhatap aldılar, Dolmabahçe mutabakatını imzaladılar, PKK ile geçici ateş kes imzaladılar, PKK'ya yönelik operasyonları yasaklayarak PKK militanlarının Güneydoğudaki şehirlerimizde  silahlanmalarına ve mevzilenmelerine göz yumdular, çıkan sokak ve hendek savaşlarında yüzlerce güvenlik görevlilerimiz şehit olduktan ve bölge halkı zarar gördükten sonra, her şeyi unutarak PKK ile savaş açtılar ve PKK terörüyle mücadele eden iktidar rolüne soyunarak, bu gecikmiş mücadeleyi, siyasi propaganda malzemesi olarak kullandılar.

Aynı taktik Gülen Cemaati ve örgütü için de aynen uygulandı.Gülen Cemaatini, önce iktidarlarına fiili ortak yaptılar ve cemaatin, devletin emniyetine,adliyesine,ordusuna ve akla gelebilecek tüm kurumlarına yerleşerek kadrolaşmalarına göz yumdular, bu cemaatin liderine,daha düne kadar muhterem hoca efendi diye hitap ettiler, ne istediniz de vermedik dediler,Gülen Cemaatinin devlet içindeki kadrolaşmasının tehlikesini dile getiren muhalefetin sesine kulaklarını tıkadılar, mecliste yaptıkları konuşmalarında Fetullah Gülen'in terörist değil, bu ülkenin yetiştirdiği en büyük din alimi olduğunu savundular, 17/25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasından sonra araları açılarak, Gülen Cemaati ile mücadele etmek zorunda kaldılar, Gülen Cemaatinin darbe girişiminde bulunacak derecede güçlendiğini ve orduyu ele geçirdiğini dahi fark edemeyen iktidar, 15.Temmuz.2016 darbe girişiminde, yüzlerce şehit ve gazi verildikten sonra,Gülen Cemaati ile hem de dozunu kaçıracak şekilde mücadele etmeye başladılar.Hukuksuzluklar bir yana, iyi de ettiler.

AKP iktidarının şu anda PKK ve FETÖ ile gerektiği şekilde mücadele ettiğini kimse inkar edemez, ancak yukarıda belirttiğimiz gibi, bu mücadeleler; ülkemizin binlerce şehit ve gazi vermesinden, ocakların sönmesinden sonra verilen gecikmiş bir mücadele olup, bu şehit ve gazilerin kanlarında, AKP iktidarının ihmali ve göz yumması bulunmaktadır.Bu mücadeleler binlerce şehit ve gazi vermeden önce, yılanın başı küçükken zamanında yapılsaydı fena mı olurdu?

Sayın Rahmi TURAN;boşuna çeneni yorma, otur oturduğun yerde,taktik aynı taktik,erenlerin bir bildikleri vardır herhalde!

21/06/2017
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Hala orada mısınız? - Gündüz Akgül
FETÖ, bazı kesimlerce, “Saygıdeğer Fetullah Hoca hazretleri” olarak anıldığı günlerde, şanlı Türk Ordusunun aydın, Kemalist ve yurtsever subaylarına kumpas kurup, sahte ve uydurulmuş kanıtlarla Ceza Evlerine gönderdiği dönem ve öncesinde de biz aydınlar Fetullah Gülen cemaatinin, FETÖ olduğunu biliyorduk.
Bu bilgimizde yanılmadığımıza emin olduğumuz için, bu olayın bir kumpas olduğunu, emperyalistlerin ülkemizi bölmelerine engel oluşturan Türk Ordusunu yıkma, zayıflatma ve engeli ortadan kaldırma projesi olduğunu, “darbecileri mi savunuyorsunuz?” savlarını da göze alarak haykırıyorduk.
15 Temmuz FETÖ darbe kalkışması, düşüncemizde haklı olduğumuzun kanıtıdır.
Ordumuza kurulan bu kumpas nedeniyle içeri atılan Kemalist Subaylarımız ve aydınlar için içimiz acıdığı gibi darbe kalkışması için şehit olan yurttaşlarımız içinde içimiz hala acımaktadır.
17/25 Aralık olayından sonra, Ordumuza ve aydınlara yapılan kumpaslar bir bir ortaya çıkıp tutuklu Ordu mensupları ve onlarla birlikte ayni torbaya atılmış aydınlar salıverilince sevinmiştik.
Salıvermeden bir süre sonra salıverilen Kemalist Subayların büyük bir bölümü, o dönem Vatan Partisine (İP) katılmışlardı.
Solun birleşip bir güç oluşturmasına sıcak bakmayan ve iktidar partisini  değil muhalefette olan  CHP ’yi hedef tahtası haline getiren, Fakülteden sınıf arkadaşım Doğu Perinçek’in bu tavrını sol adına yanlış bulduğum için,  salıverilen Paşaların o Partiye katılmalarını yanlış bulmuş, 15.04.2015 tarih ve “Yazıktır, Günahtır” başlıklı yazımla tepki göstermiş ve yazımı şu tümcelerle bitirmiştim.
“Yıllardır tüm seçim politikaları CHP’yi eleştirmekle geçen, bana göre hep bir bölenlik yapan Vatan (İP) partisinin bu hatasına ortak olmayı size yakıştırmadığımı söylemek zorundayım…
Kumpas mağduriyetinden dolayı hepinize geçmiş olsun”
Kumpas mağduru Paşaların çoğu hala Vatan Partisinin üst yönetiminde görev yapmaktadırlar.
Genel Başkanları Doğu Perinçek, kendisinin de kumpas mağduru olduğunu unutarak, ne amaçla söylediğini bilmediğim, son 50 yıl içinde kumpas döneminde görev yapan yargı mensuplarının dönemini de kapsayacak şekilde,  "Türk yargısı son 50 yılın altın devrini yaşıyor" demektedir.
Hiç olmazsa bu günkü yargı uygulamalarını bir tarafa bırakarak, Partisinde görev üstlenen Paşaların ve  kendisinin de mağduru olduğu kumpas döneminin FETÖ yargısını ayrık tutabilirdi.
Yazılı ve görsel medyaya yansıyan habere göre Doğu Perinçek, Ulusal Kanal'da gazeteci Rafet Ballı'nın sunduğu Çıkış Yolu programında söylediği bu sözleriyle, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun Adalet Yürüyüşü başlatmasını eleştirmektedir.
Şimdi kumpas mağduru paşalara tekrar soruyorum.
Hala Orada mısınız?

21.06.2017
Gündüz AKGÜL 
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Rehber Uzman Eşliğinde Anıtkabir’i Gezdik - Cevat Kulaksız
Ulusal Eğitim Derneği üyelerinden oluşan bir grupla, akademisyen bir uzman eşliğinde 17 Haziran 2017 günü Anıtkabir’de bir gezi düzenledik.
Defalarca Anıtkabir’i çeşitli eylemler vesilesi ile ziyaret etmişsek de, ilk kez uzman bir rehber, Hacettepe. Üniversitesinden emekli Öğretim Üyesi Celal Köksal rehberliğinde gezdik.
Önce Anıtkabir hakkında genel bir bilgi verelim, sonra rehberimizin anlatımlarına geçelim.
ANITKABİR
Anıtkabir alanı toplam 750 bin metrekaredir, bunun 120 bin metrekarelik bölümü anıt bloğudur, geriye kalan 630 bin metrekarelik bölümü ise, on binlerce ağaçtan oluşan Barış Parkı'dır. Türkiye’nin ve dünyanın en önemli kabrini çevreleyen kocaman bir orman gibi ağaçların ortasındadır.
Anıt bloğunun bulunduğu küçük tepe “Rasattepe” diye anılan, Ankara’yı kuşbakışı gören tepecikteki Anıtkabir, anıt mimarisinin ağırlık merkezini oluşturur.
Anıt çevresindeki ağaçlar, bir düzene göre yerleştirilmiş, bu ormanı oluşturan ağaçlar, gelişigüzel serpiştirilmiş değildir… Anıt bloğunun oturduğu tepe, Anıtkabir mimarisinin ağırlık merkezidir. En dış çevreye en yüksek boylu ağaçlar dikilmiş, Anıt'a yaklaştıkça boyları giderek kısalan ağaçlar dikilmiştir. Böylece, orman merkeze yaklaştıkça sönülmenmiş olmakla, Anıt'ın heybeti daha da ortaya çıkmıştır.
Anıtın etrafına dikilen ağaçlar rastlantı şeklinde seçilmiş değildir, boylarına, hacimlerine, renklerine ve türlerine göre dikilmişlerdir. Bu ağaçlar, adeta “yurtta sulh, cihanda sulh” düşüncesine göre seçilmişler.
Anıtkabir’i dizayn edenler Atatürk'ün fikirlerini orada yaşatmak için tasarladılar. Öyle ki,  çevresini saran ormanı “Uluslararası Barış Parkı”'nı oluşturmaya karar verdiler. Anıtkabir'i çevreleyen alana Yurtta Barış'ı temsilen Ankara, İstanbul, Eskişehir ve Samsun fidanlıklarında yetiştirilen, on binlerce fidanı getirdiler.
Dünyada Barış'ı temsilen de, 24 ülkeye davette bulundular.

BARIŞ VE ATATÜRK SEVGİSİ İFADESİ OLARAKANITKABİR BAHÇESİNE[1] DÜNYANIN ÇEŞİTLİ ÜLKELERİNDEN ŞU FİDANLAR GÖNDERİLDİ:
Rehber Uzman Eşliğinde Anıtkabir’i Gezdik - Cevat Kulaksız
Amerika Birleşik Devletleri 301 mavi ladin, 100 mavi selvi, 100 sedir fidanı gönderdi.
Afganistan 15 akkavak, 10 nesteren gül, 12 çitlenbik fidanı gönderdi.
Avusturya 55 dağ çamı; Almanya, 25 meşe, 10 huş ağacı, 13 ıhlamur, 5 atlas sediri, 5 selvi, 8 pinus çamı, 17 erik, 5 ardıç, 200 gül; Belçika 10 dağ muşmulası, 13 şimşir, 12 top mazı, 12 ardıç, 12 sedir, 12 akçaağaç, 12 porsuk, 12 göknar, 12 sarıçam.
Danimarka 20 kayın; Finlandiya 275 huş ağacı. Fransa 10 kızılağaç, 10 sarıçam, 10 sahil çamı, 10 fıstık çamı, 10 Avrupa melezi, 10 göknar, 10 kayın, 10 ladin.
Çin armand çamı ve Çin göknarı tohumu. Hindistan, 289 sahil çamı.
Irak 20 Musul fıstığı. İngiltere 50 kiraz ağacı, 50 porsuk, 100 karaçam, 50 meşe.
İspanya 1 karaağaç, 1 selvi, 4 sahil çamı, 1 dişbudak, 2 kestane, 3 ardıç, 1 ceviz, 1 meşe. İsrail, 30 sahil çamı; İsveç, 10 huş ağacı; İtalya 5 karayemiş, 5 selvi, 8 fıstık çamı, 10 mavi selvi, 5 karaçam, 7 sedir; Japonya 35 kiraz ağacı; Kanada 30 akçaağaç. Kıbrıs, 5 çam; Mısır 8 akkavak, 6 katalpa, 6 gladiçya, 6 akasya, 6 salkım akasya; Norveç 12 gürgen; Portekiz 50 selvi, 50 sahil çamı.
Yugoslavya 10 ıhlamur, 5 sofora, 5 kestane, 10 erguvan, 10 çınar, 20 kavak, 5 katalpa, 5 fındık, 5 maklora, 10 çitlenbik, 20 meşe, 20 polyanta gül, 20 gül, 19 mazı, 11 selvi, 5 ardıç, 8 karaçam, 10 huş, 1 alıç, 10 taflan, 10 berberis, 2 mavi sedir, 20 yatık ardıç, 10 leylak, 6 karayemiş, 6 mahonya, 3 porsuk, 10 söğüt.
Yunanistan 5 kayın, 5 göknar, 5 porsuk, 5 çobanpüskülü, 5 karaçam fidanı gönderdi.
Bu gün, Atatürk aleyhinde utanmazca rüzgârlar estiren gerici bu iktidarı bir düşünün? Atatürk’e sevgi, saygı ifadesi olarak bu güzel ağaçları gönderen bu ülkelerin birçoğu ile aramız şimdilerde bozuk veya limoni. Oysa dünyanın hayran kaldığı Atatürk, sağlığında düşman bilinen nice “düvellerle” savaşmış, yine aynı devletlerle sağlığında dost olmuş eşsiz bir önderdir. Öldüğünde bu ülkelerden gönderilen bu ağaçlar ona olan sevginin, saygının ifadesi idi. Bir de onu düşman gibi gören günümüzün hainlerini düşünün…
Yazısından yararlandığım ve esinlendiğim Sevgili Yılmaz Özdil’in şu ifadeleri ile bu bölümü bitirelim. Yılmaz Özdil yazısında şöyle diyor:
“Anıtkabirde saygı duruşunda rüzgârın sesini dinleyin lütfen. O ağaçların hışırtısını kulağınıza taşıyacaktır ki o ağaçlar… Mustafa Kemal Atatürk'ün neden gelmiş geçmiş en büyük devlet adamı olduğunu size fısıldayacaktır”. 1
Rehberimiz Akademisyen Celal Köksal Anıtkabir hakkında gezidekilere şunları anlattı.
Gezi sırasında baştan Aslanlı Yolun girişinden başlayarak gezerken rehberimiz Celal Köksal şunları anlattı:
ANIKKABİR GİRİRŞİ ASLANLI YOL
“-Anıtkabir’i bu gün başka bir gözle göreceğiz. Çoğumuz Anıtkabiri 40 tonluk büyük bir kaya parçası olarak bilir, ama değil. Anıtkabir’in yeri bir Frig yerleşim alanıydı, Frigler MÖ 1200 lerde Batıdan geliyorlar buralara yerleşiyorlar, burası bir Frigya alanı.
Atatürk bir toplantı sırasında “artık beni Çanakaya’da bir yere defnedersiniz, diyor. “Ama benim böyle bir ısrarım da yok, artık halkım beni nereye uygun görürse oraya defnetsinler” diyor.
Atatürk’ün hakka yürümesinden sonra, toplantılar sonucunda burasına defnedilmesine karar kılındı, çünkü 1953 de Atatürk’ün naşı buraya getirildi. Dikmen teperline bakın karşıda Oradan Elmadağ, Hüseyin Gazi tepeleri ve Etlik sırtları bir yarım daire, yarım ay, bu da ortada bir yıldız (Anıtkabir), o da manidar, o açıdan buranın seçilmesi önemli.
Buranın 15 bin kişilik 750 dönüm aslında arazisi, 15 bin kişilik tören alanı var, tören alanında Aslanlı yoldan 262 metrelik Aslanlı yol. Bu yoldaki parkeler düzgün döşenmiş, ama oraya gittiğimiz zaman oradaki parkeler, taşlar, beşer onar santim aralıklı döşenmiş. Çünkü eğer dikkatli basmazsan, o oyuklara dikkatli bakmaz da aşağı bakmazsan ayağını burkma ihtimali var, niye başını öne eğdiriyor? Varlığımızı borçlu olduğumuz insan huzuruna gidiyoruz, onun için yere bakarak gidiyoruz.
Burada laylay lom yok, haha hihi yok, çok değişik kuralları var.
Şimdi burada on tane kule var. Bu kulelerin her birinin ayrı adı var, mesele şu İstiklal kulesi, bu Hürriyet kulesi; İstiklal kulesinin içinde bir rölyef var, o rölyefte bir kartal var, asker kılıçlı, kartal istikbalin, göklerin yıldızı ya o yüzden kartal; burada da bir at kafası var, at da özgürlüğün simgesi ve duvarlarda da Atatürk’ün özlü sözleri var. Bundan hariç bu şeylerin ortasında mızrak ucu var, kulelerin ortasında tam tepede. Türk çadırlarının orta direğinde de böyle mızrak ucu var. O açıdan bu simge. İstiklal kulesinin ön duvarında üç tane kadın heykeli var, bu kadınlar Anadolu’nun bereketinin simgesi, buğday başağı tutuyor, ikisi, birisi arkada ağlıyor elini yüzüne tutmuş, öteki de Tanrıdan rahmet diliyor, atam için.
Rehber Uzman Eşliğinde Anıtkabir’i Gezdik - Cevat Kulaksız
Burada TC de katkısı olan üç tane erkek heykeli var; asker, köylü ve aydın. Bu kuleye girelim, sonra devam edeceğiz 262 metre tören alanına gideceğiz.
Biz iki numaradayız şimdi. 262 m Aslanlı yol orada 24 tane 12 Aslan var. Bu aslanların 24 tane olmasının nedeni, bu şuna bağlanıyor, 24 saat nöbet, ikincisi de 24 Oğuz Boyu’nun simgesi. Bu aslanlar sempatik, dişlerini gösteriyor ama sempatik, Hitti aslanı bunlar. Hitit aslanları çok sevimlidir, bazı aslanlar gibi yırtıcı biçimde saldırıcı görünmüyor, saldırgan değil, çok sempatikler ama dişlerini gösteriyorlar, gereğinde ben dişlerimi de gösteririm demektir, o.
Şimdi o rölyeflerden bahsetmiştim ya, asker bakın elinde kılıç, yanında kartal, böyle öbür tarafta da bir at kafası var. At da özgürlüğün simgesi, duvarda Atatürk’ün özlü sözleri var. En tepede de Türk halı kilim motifleri görüyoruz, her yerde var.
Buradaki güllerin de çiçeklerin de anlamı var. Burada her ey Kırmızı beyazdır, mesela çelenk koyacaksınız, öyle tek başına öyle benim canım istedi diye tek başına getirip koyamıyorsunuz. Anıtkabir komutanlığına müracaat ediyorsunuz, o çiçekleri çiçekçiler bilir onun ebatları vardır ve karanfildir, başka bir çiçek koyamazsınız, canım istedi ben gül koyuyorum, olmaz.
Aslanlı yoldaki çiçeklere bakarsanız, eğer güller kırmızıysa aşağıdaki çiçekler beyaz; güller beyazsa aşağıdaki çiçekler kırmızı. Her şey kırmızı beyaz burada.
Tören Alanı: Tören alanı 15 bin kişilik. Bu kule de Mehmetçik kulesi, kuledeki rolyef dışarıda; oğlunu askere gönderen bir anne gözüküyor dışarıda.
Burası da Zafer Kulesi, bu kulede bir asker kılıcını yere saplamış, karşıdan gelen düşmana “dur” diyor ve onun altında da, meşe ağacını çok göreceğiz. Meşe zaferin simgesidir, çok meşe göreceğiz.
Anılarımızın yazdığı bir defter vardı, o deftere ben başkomutanlık meydan savaşı yazıyordu ya, içeride, başkomutanlığın yanlış olduğunu, başkomutanın doğrudan doğruya bizzat, içerisinde olduğunu gösterdiği için, başkomutanlık değil, “Başkomutan Meydan Savaşı” olması gerekir, diye oraya ben yazdım, anı defterine. Akşam evde Anıtkabir komutanı aradı beni, yıllar önce ama “hocam bir harp dairesini araştırdık, değdiniz doğru, nitekim sildirdik, oradan doğrusunu bıraktık”, dediler. Oradaki lık eki biraz aralıklı kaldı, ötekilerin aralığı başkomutan baş ve komutan arsındaki mesafe şu kadarsa lık eki ayrıldığı için o orada gözüküyor, benim de çok hoşum gidiyor, komutanlığa-Anıtkabir’e bir katkım oldu diye.
Dönünce İsmet İnönü’nün mezarı var. Daha önce mozolenin olduğu yerde, yedi metre altında olduğu yerde, bölümde 20 tane galeri var. Bu 20 galeri Atatürk’ten sonra ki, 20 tane Cumhurbaşkanı için düşünülmüş galeri idi, 20 tanesi. Sonradan vazgeçildi bir tek İsmet Paşa’nın mezarı kaldı. İyi ki de vazgeçildi Atatürk’ün olduğu yer, galeri 10 ncu galeri. Abdullah Gül 11. Cumhurbaşkanı idi.
Burada rölyef yok, sadece Atatürk’ün sözleri var, duvarların üstünde. Bu top arabası, Atatürk’ün naşını Dolmabahçe’den Sarayburnu’na götüren arabadır. Şurada gördüğümüz maketlerde 18-20 tane bir amiral, onlardan Anıtkabir komutanlığına hediye etti. Bu yerli mi, yersiz mi o ayrı, tam yerine kondu gayet güzel, Anıtkabir komutanlığına hediyesi, emekli amiral.
Şimdi buradan tam orta yerde İsmet Paşa’nın mezarını göreceğiz. Ondan sonra Atatürk’ün tören arabası, tören arabasının orda da yine bir rölyef var. Burada İsmet Paşa’nın mezarı, o galeriler, 20 tane galeri Atatürk’ten sonra gelen Cumhurbaşkanları için düşünülmüş. Sonra 80 den sonra devlet mezarlığına taşınacak. Cemal Gürsel, Cevdet Sunay oradaydı. Taşındı onlar, iyi ki de taşındı. Atatürk’ün, saydığımız zaman 10. Galeri, 11 ve 12 şu ana yaşıyor.
Burası 1941 yılında inşaatına başlandı, iki tane Türk mimarın projesi kazandı. Dünyadan 40 tane proje geldi, iki tane Türk mimarının projesi uygulandı, 41 de başlandı, 53 de 15 yıl sonra Atatürk’ün naaşı buraya nakledildi. Mimaride kullanılan taşlar, tam mermerleşmemiş traverten taşları.
Rehber Uzman Eşliğinde Anıtkabir’i Gezdik - Cevat Kulaksız
Bu kulede tarlada çalışan iki tane köylü var kadın erkek ve onların önünde onları koruyan kılıcını uzatmış bir asker var. Atatürk’ün tören arabası, ileride 23 Nisan kulesinde de Atatürk’ün özel arabasını göreceğiz.
Şu kule 23 Nisan kulesi, şurada bir leke görülmekte o meleğin eteğinde 23 Nisan 1920 yazılı elinde de Meclisin anahtarı var.
Buradan kulelerin üzerinde mızrak uçlarını görebiliyoruz.
Bayrak direği Nazmi Cemal adında Türk asıllı bir Amerikalı, bayrak direği fabrikatörü tarafından yaptırıldı, zamanın en yüksek yekpare gövdeli çelik gövdeli bir bayrak direği idi. 33.53 m (otuz üç metre elli santimetre) dört metresi aşağıda. Bu gara geldiği zaman oradan buraya özel ray döşendi, öyle o rayların üstünde getirildi buraya. Buradaki bayrak hiç inmiyor, bu bayrak eski diye düşünüldüğü zaman değişik kurumlara verilebiliyor bu bayraklar.
Şöyle dizilelim merdivene topluca bir resim çektirelim.
Buradaki kılıç Türk ulusunun taarruz gücünün gösteriyor. Kılıç taarruz bu savunma, aydınlanma, meşe ağacı zafer, barış öbür tarafta, zeytin. Şöyle baktığımızda Çankaya köşkü buradan rahatlıkla görünüyor. Aydınlanma, zafer ve barış.
Karşıda Sakarya Savaşının rölyefleri var. Sağdan itibaren atın önünde bir delikanlı evini terk etmiş, insanlar var. Sakarya Savaşının hangi koşullarda yapıldığını söylemeye gerek yok, asker yok, para yok, yiyecek yok, ordu yok daha doğrusu, hepsi dağıtılmış. Sakarya savaşına subaylar savaşı deniliyor buna. Atatürk de burayı “melhamei kubra” diye adlandırıyor yani büyük kanlı savaş. 22 gün 22 gece devam ediyor melhamei kubra, çok korkunç bir savaş. Tabi Kuvaayi Milliye’den sonra Ali Fuat Cebesoy, Kuvayi Milliye kuvvetlerinin başında haziranda ordu kurma çabası başladı, ilk defa Ocak ayında Yunan kuvvetleri durduruldu, Bozhoyük tarafında. 1. 2. İnönü savaşları ve Sakarya Savaşı. Atatürk’e diyorlar,  “nereden başımıza açtın,  hadi kurtar bakalım şimdi nasıl yapacaksak” Atatürk de diyor, “tamam kurtarırım, ama bana başkomutanlık yetkisini vereceksiniz üç ay” diyor. Üç ay zorla. İki grup var, bir Atatürk’e inanan, Mustafa Kemal bu işi başarır”; biri de, “yav zaten ordu yok, para yok bir an evvel başımızdan gitsin de ne olursa olsun” diyen Atatürk düşmanları. İki taraf da isteyerek Atatürk’e başkomutanlık yetkisi verdi. O da çıkardı “tekâlifi Milliye” yasasını çıkardı.
Savaşların geçtiği Kurtuluş Savaşı ve Büyük Taarruzun geçtiği yerler için Kütahya ve Eskişehir için özel Tekâlifi Milliye Yasası çıkarıldı. Vatandaşın atına, malına, samanına, arpasına, yulafına el konulacak.
Atatürk aldı bu yasayı “Tekâlifi Milliye” halk malının yüzde 40 ı orduya verilecek, zaferden sonra ödenmek koşuluyla. Savaş yok kafasında, zafer var, nasıl olsa kazanacağız. Zaten de bakın yani savaş devam ederken burada Milli Eğitim Şurası toplanıyor.
Bütün sağdan itibaren (duvardaki rölyeften) Sakarya’ya başlayalım. Asker arkada yumruğunu bağlamış, bir genç gözüküyor. Tamam, memleketi terk ediyorum ama gelince bunun hesabını soracağım. Önünde araba devrilmiş, arabayı deviren insanlar önünde diz kırmış arabayı itiyorlar, insanlar gerçekten çok zor durumda. Merdivenin hemen başlangıcında diz çökmüş bir kadın görüyor musunuz? O savaşa gidenlere kılıç hediye ediyor. Yukarıda yine bir melek var, elinde bir çelenk var, onu da gördünüz uçuyor, o çelenk kutsuyor. Ülke gerçekten çok korkunç savaştan sonra bilirsiniz ki, askerin sayısında azalma olur, şehit sayısı nedeni ile. Ama burada Sakarya savaşından sonra asker sayısında artış var. Niye, millet bakıyor ki bu koşullarda bile savaş kazanılmış, asker gelmeye başlıyor bu sefer. Kaçaklar bile askerliğe geri dönüyorlar. İnsanlar çok üzgün, ama en arkada, en solda bize göre bir kadınla simgelenmiş anavatan, onun arkasında bir meşe ağacı, önde de diz çökmüş, zaferi müjdeleyen bir insanı görüyoruz.
İçeriye girelim, büyük taarruzu orada anlatacağım. Bu kule Misaki Milli kulesi, (ulusal ant) kılıcın üstüne üst üste konmuş eller yemin ediyorlar, ulusal andı ulusal yemini simgeliyor.
Bu müzede 1938 de Atatürk’e hediye edilmiş veya Atatürk’ün kullandığı eşyalar bulunmakta. Bu eserlerde 1938 den beri hiçbir değişiklik yok. Şu duvarın arkasında Atatürk’ün nüfus kâğıdı var, hemen onun arkasında bir baston var. Eğitim yaparken, dayanırken tek mermi atıyor.
Aşağıdaki sönen Osmanlı İmparatorluğunun meşalesi sönüyor, onun üstündeki yeni TC nin meşalesi. Şu bayrak Hatay bayrağı, Atatürk çizdi bu bayrağın modelini, şeklini; dedi ki “bu bayrağın içindeki yıldız dolmayacak Hatay anavatana katılmadan”. 1939 Atatürk’ün ölümüne neden olan zaten Hatay çok önemlidir. “40 asırlık Hatay nasıl anavatan dışında kalır” diye mesajı da var. Orada bir gösteri yaptı Adana’da, Atatürk görmedi Hatay’ın anavatana katılışını 1939 da. Tayfur Sökmenoğlu ilk cumhurbaşkanı ve son cumhurbaşkanı plebisitle 1939 da anavatana katıldı. Kimdi Tayfur Sökmenoğlu, MHP Milletvekili Cumhur Sökmenoğlu’nun, Meclis başkan vekilliği de yaptı. Hatay Atatürk’ün sağlığında anavatana katılmadığı için bu bayrağın içi boş kaldı.

ÇANAKKALE SİPERLERİNDE
Savaşlarda çok tevatürler olur, uzun uzadıya abartılı da olsa öyküler, anılar anlatılır. Çanakkale savaşlarını simgeleyen resimler, Seyit Onbaşı 276 kg lık top mermisi taşıyor. Bizim 276 kg lık mermi atacak topumuz yoktu o zaman. 215 kg vardı.
İlk resimde karşıda üç boyutlu görülen Çanakkale savaşları ile ilgili resimler görülmekte. Derler ki bomba atılan siperde patlıyordu. Düşmanla aramızdaki siperler 8 m ye kadar düşmüştü. Bombayı elinize atıp pimini çekip karşı tarafa atıyorsunuz, karşı taraf anında bombayı alıp tekrar atılan sipere atıyor, bomba atılan siperde patlıyor, yani bomba elinde patlamış gibi. Atatürk dünya tarihinde görülmedik üç olayın sahibi:
1-34 yaşında ölümü göze alabilen bir yarbay. Yukarıdan emir almadan, Liman Von Sanders yukarıda Saroz körfezinde bekletiliyor. Emir almadan asker yürütüyor. Bu subay için ölümdür, divan harplik bir olaydır. Mustafa Kemal bunu göze alıyor. Subay Mustafa Kemal 34 yaşında, sonra askerlerine, “ben size ölmeyi emrediyorum” diyecek kadar kendine güvenen, askerine güvenen bir komutan ve onun ölüm emrine hiç gözünü kırpmadan itaat eden bir asker var.
Başka bir şey daha var, “hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır” Sakarya Savaşında söylenmiş bir söz.
Onun için diyoruz ki, “Çanakkale Türkiye’nin önsözü, Lozan son sözüdür”
Birinci dünya savaşı, biz savaşı kaybettik. Mustafa Kemal’e Yıldırım Orduları komutanlığını vermişlerdi. Mustafa Kemal, biriliği lağvedilince İstanbul Şişli’deki eve döner. O evde Kurtuluş Savaşı’nın karargâhını kurdu, kafasında Kurtuluş Savaşı var, ama komutanlarla sürekli teması var. Orda bir Avustralyalı bir general, ayağı yok, tek bacağı yok, Çanakkale’de koptu. Bu diyor ki, Mustafa Kemal’in orda olduğunu duyduğu için görüşünü talep ediyor, tamam görüşelim” diyor, Mustafa Kemal Paşa.
Görüşme sırasında diyor ki, “paşam bizi nasıl yendiniz”? Lütfedin sizden dinlemek istiyorum”, diyor. Bir kâğıt kalem verin, diyor, bir kroki çiziyor, kağıt da yok, kalem de yok. Yaverinden bir kalem alıyor, bir kroki çiziyor, filan gün filan saatte neden devam etmediniz diyor. Diyor, “asker yordundu. Avustralyalı,           filan gün filan saatte neden devam etmediniz, deyince, “yine askerimiz yorgundu deyince, aynı misafir Avustralyalı, “ gördünüz mü, biz bir şey yapmadık, sizi yorgunluk susuzluk yendi” diyor. Sonra ayağa kalkıyor, “beyefendi ben şimdiye kadar sizin gibi bir âlicenap bir adam görmedim” diyor Atatürk’e sarılıyor, ayağı koparılmış bir adamın karşısında adama saygısını gösteriyor. Aynı Avustralyalı, Atatürk hakka yürüdükten sonra cenaze törenine katılmak üzere İngiliz hükümetine başvuruyor törene katılmak için. Mareşal olarak geliyor, Sarayburnu’na giderken top arabasının arkasında yürür, köprünün üstünde böyle uzun bir şey vardı, takma bacak gibi şeyler yoktu o zaman estetik, kocaman takma bacak bütün bir şey, bu kalçadan itibaren kocaman bir şey, onunla o tak tak bir şey de değil sürekli protez de değil, takma bacak. O takırtıya insan hem ağlıyor hem yürüyor.
Ertesi gün insanlar da ağlıyor o arada, ertesi gün Ankara’daki törenleri, yine o yaşlı adam yürüyemiyor, Halkevlerinde bir balkon buldular, balkon, ayağının altına bir sandalye koydular. O sandalyede son törendeki insan geçene kadar ayakta korteji selamladı. Böylesine yiğit bir insanın mirasçısıyız.

BURADAN GERİYE İŞGAL GÜNLERİNE DÖNÜLÜR
Yine orada M. Kemal Paşa işgal kuvvetleri komutanı bir resepsiyon (kabul yeri) veriyor, M. Kemal’i de çağırıyorlar. M. Kemal gidiyor tam işgal kuvvetleri komutanının karşısına sandalyeyi atıyor, pis pis bakıyor adama. Adam rahatsız olmuyor, yaverini gönderiyor ve gayet diplomatik bir şekilde yaver, diplomatikçe söylüyor. “İşgal kuvvetleri komutanı, sizin yüksek rütbeli komutan kıyafeti ile oturmanızı istemiyor” diyor, açıkça. Mustafa Kemal ayağa kalkıyor, herkes dinliyor, ne diyecek acaba diye”. Mustafa Kemal şöyle diyor: “Komutanınıza söyleyin burada,  M. Kemal hiç savaş kaybetmemiştir, hatta Anafartalar’da komutanınızı bozguna uğratan Mustafa Kemal, en yüksek kıyafetle burada oturmayı hak ediyor, öyle değil mi?”.
Komutan da duyuyor tabi ve Atanın (Mustafa Kemal’in) şerefine kadeh kaldırmak zorunda kalıyor. Öylesine yiğit bir insanın mirasçılarız, diyorum hala.

SEYİT ONBAŞI’NIN KÖYÜNDE
Atatürk sonradan Havran’a Seyit Onbaşı’nın memleketine gidiyor. Orada diyor ki, “burada benim bir onbaşım vardı, onu bana getirin”.  Onbaşıya gidiyorlar, artık savaştan sonra onbaşı odun kömürü yapan bir gariban. Odun kömür yaparken, zannediyor ki, yine korucular geldi, kaçıyor, yakalayamıyorlar adamı, sonunda yakalamışlar, gelirken de, giyecek temiz elbisesi olmadığı için malmüdürünün elbiselerini giydiriyorlar adama. Elbise başkasının olduğu belli, paçaları burada, kolları burada, Atatürk halini hatırını soruyor, “iyiyim, iyilik sağlık paşam” Seyit. Paşa, “benden bir isteğin var mı, son bir defa yardımcı olayım” diyor. Seyit Onbaşı, köyünde odundan kömür elde edip satarak geçimini sağlamaktadır. Kolcular, ormancılar, Seyit odun kestiği için, onu sık sık yakalayıp cezalandırıyorlar. Seyit diyor ki Atatürk’e, “Paşam bu kolcular bir daha beni rahatsız etmesinler, onlara söyleyiver” diyor. İsteği bu.
18 Mart’ta Avustralya ANZAK gazileri geldi Çanakkale’de onları gördüm. Bir tane adamı getirdiler, gazi imiş, tık yok, binlerce kişi, ayağa kalktılar huşu ile adamı yerine oturturken herkesten alkış alkış, ellerin gazileri öyle. Bizim gazimiz de Seyit Onbaşı odun kömürü yaparken öyle.
(Çanakkale savaşlarını Anlatan, gösteren resimlerin önünden geçerken, top tüfek sesleri yankılanıyor).
Akademisyen Celal Köksal rehberliğinde, Ulusal Eğitim Derneği üyeleri, Anıtkabir müze ve öteki birimlerinde gözlem ve izlemeleri devam etti. Sonun Anıtkabir’in değişik birimlerinde resim çektirerek dağıldılar.
Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com
SONNOTLAR




1 Yılmaz ÖZDİL - 10 Kasım 2016 - Sözcü

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget