Eylül 2016
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Birisi Lozan'mı dedi? - Yılmaz Özdemir
Cumhuriyet ve Tam Bağımsızlık karşıtları her fırsatta Lozan Antlaşması’nın bir zafer değil bir yenilgi olduğunu söylerler. Çünkü Lozan’da Türkiye Tam Bağımsızlığını bütün dünyaya kabul ettirmiş ve Cumhuriyet’in ilanının önü açılmıştır.

Şöyle bir tarihe bakalım Lozan Antlaşmasını bu güne kadar yok sayan Amerikan’ın Temsilciler Meclisi üyesi William UPSHAW 1927"de ne diyor;

"Lozan anlaşması, Timurlenk kadar hunhar, Korkunç İvan kadar sefih ve kafatasları piramidi üzerine oturan Cengiz Han kadar kepaze olan bir diktatörün, zekice yürüttüğü politikasının bir toplamıdır. Bu canavar savaştan bıkmış bir dünyaya, tüm uygar uluslara onursuzluk getiren bir anlaşmayı kabul ettirmiştir. Buna her yerde Türk Zaferi dediler! Dünya parlamentolarını bu anlaşmayı kabule ikna ettiler ve büyük sermaye grupları, ticaret erbabı ve bazı din temsilcileri bile Türkiye’yi uygar uluslar masasında, uluslar arası bir konuk durumuna yükselterek, Amerika’yı yüksek ülkülerinden uzaklaştırmada birleştiler. "

Ve İngiltere’nin Lozan’daki temsilcisi George Curzon, İsmet İnönü’ye şöyle der;

‘’Konferanstan bir neticeye varacağız. Ama biz memnun ayrılmayacağız. Hiçbir işte bizi memnun etmiyorsunuz. Hiçbir dediğimizi, makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın kabul etmiyorsunuz. Hepsini reddediyorsunuz. En nihayet şu kanaate vardık ki, ne reddederseniz hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır. İmar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende var bir de bu yanımdakinde. (ABD gözlemcisi Richard Washburn Child) Unutmayın, ne reddederseniz hepsi cebimdedir. Nereden para bulacaksınız, Fransızlardan mı? Para kimsede yok. Ancak biz verebiliriz. Memnun olmazsak kimden alacaksınız? Harap bir memleketi nasıl kurtaracaksınız? İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkartıp size göstereceğiz!’’

İşte Lozan’da Türkiye’nin karşısında olanların söylediklerinde sadece iki tanesi.

Bütün bunlara karşılık Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Lozan Antlaşması için bakın neler söylüyor.

“Lozan barış masasında söz konusu olan meseleler, üç dört senelik yeni bir döneme ait ve yalnız onunla sınırlı kalmıyordu. Konferansta yüzyılların hesapları görülüyordu. Bu kadar eski, bu kadar karışık, bu kadar kirli hesapların içinden çıkmak elbette o kadar basit ve kolay olmayacaktı.” “Lozan barış masasında söz konusu olan meseleler, üç dört senelik yeni bir döneme ait ve yalnız onunla sınırlı kalmıyordu. Konferansta yüzyılların hesapları görülüyordu. Bu kadar eski, bu kadar karışık, bu kadar kirli hesapların içinden çıkmak elbette o kadar basit ve kolay olmayacaktı.”

Ve

“Bu antlaşma Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın ortadan kalkmasını ifade eder bir belgedir. Osmanlı dönemine ait tarihte benzeri görülmemiş bir siyasi zafer eseridir.”

Kısacası; LOZAN TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE’DİR.

 Yılmaz Özdemir

Türkiye’de sivil bir darbenin gelişini seyrederek yaşamaktayız
16. 08,2016 tarihli “Kalkışmayı ranta ve kendi çıkarına mı kullanmaya başladı “başlıklı yazımda
“15 Temmuz gecesi Fetöcü hainlerin kanlı darbe girişiminden sonra kahraman halkımızı Türkiye genelinde alanlara bir ay müddetle bedavaya taşıdılar.
Meydanlarda ikramlar vardı.
Söz konusu vatan savunması olunca akan sular durulur elbette ama…
Şehitlerimiz, yaralılarımız oldu…
Hastane masrafları, şehit ailelerine, gazilere aylık bağlamalar…
Bunların bir bedeli olacaktı tabi.
Ortada verilen sözler var.
Tabi bunlar helal olsun diyorum.
Ne var ki Güneydoğu da şehit düşenlere, gazilere de aynen yapılmalıdır” demiştim.  Yılmaz Özdil dün (28.Eylül.2016) Sözcü gazetesindeki köşesinde “Terör şehitleri kimin şehitleri?” diye sorarak başlamış yazısına.
Enfes bir yazı…
Özdil çok önemli bir konuya daha değinmiş.
(15 Temmuz gazileri gazi de, terör gazileri niyazi mi?)diye sormuş.
Evet, terör gazileri niyazi mi?
Elbette değil, onlar Türk Milletinin bağrından çıkan evlatlarımızdır.
Devlet neden ayrım yapıyor?
15 Temmuz gazilerine gösterilen özen çok zor şartlar altında yaşamlarını sürdürmeye çalışan tüm gazilerimize neden gösterilmiyor?
Özdil, gazi sayılmanın yasal durumlarını açıklamış.
Gazi olmanın şartı %40 engelli olmakmış, % 39 olursa engelli sayılmıyormuş.
Bu ne vicdansız yasadır böyle?
Askerliği bir şekilde yapmayanlar, kısa dönem yapanlar veya torpilli olup doğuya gitmeden büyük kentlerde kantin işletenler askerliğin ne olduğunu bilemezler tabi.
Ailede teröristler tarafından kahbece şehit edilen oğulları, yakınları da yoktur.
Eh bir elleri yağda, bir elleri de balda, tuzu kuru olunca şehitler için usulen birkaç sözle başsağlığı dilerler.
Üzülmüş numarası yaparlar.
Çünkü bir evladı kaybetmenin acısını bilmezler.
                                                               ***
Hiç bilmedikleri bölgede bazen eksi 40 derecenin altında, bazen güneşin kavurucu sıcağında sırtlarında 40 kilo teçhizatla yürümek, gece gündüz demeden ölüme meydan okurcasına vatan toprağı için savaşmanın ne olduğunu bilemezler.
 Ailelerin, davullu zurnalı askere yolladıkları aslan gibi oğullarının hain bir pusuda patlayan tonlarca bombalar ile şehit olmasının veya kolu bacağı kopmuş, yüzü yanmış, gözünü kaybetmiş, aylarca hastane köşelerinde acı ile yaşam savaşı vererek evine sakat dönmesinin acısını bilemezler.
Yanındaki arkadaşının parçalanarak can vermesini gören bir askerin psikolojisini anlamazlar.
Ve gazi sayılmaları için utanmadan şart koşarlar.
Gazilerimizin seslerini duymayan devlet olur mu?
Bazen onların haklı yakınmalarını basından öğreniyoruz.
Doğu ve Güneydoğu illerinde görev yaptıkları sırada girdikleri çatışmalarda yaralanan, birçoğu vücudunda kurşun ve şarapnel parçası taşıyan çocuklarımızın, kardeşlerimizin   gazilik unvanı alabilmek için yıllardır mücadele ettiklerini görüyor, duyuyoruz.
Bu devletin büyük ayıbıdır.
Çıkarılan utanç olan yasa gereği yaşama tutunmaya çalışan vatandaşlarımızın gazi sayılmaları için ille de kollarını, bacaklarını yitirmeleri mi gerek?
Genelde fakir çocukların kısa bir eğitimden sonra savaş batağına gönderildiklerini duyuyoruz.
Çıktıkları eve benzer yapıları, ailelerini görüyoruz.
Yoksulluk sarmış dört bir yanı.
15 Temmuz şehitlerine, gazilerine yapılan maddi manevi destek, bağlanan aylık alınan evler aynen güneydoğu, doğu ve Irak topraklarında şehit olanların ailelerine de yapılmalıdır.
Gazi sayılmak için utanç şartları kaldırılmalıdır.
                                                          ***
OHAL’i uzatan Erdoğan görüyoruz ki 15 Temmuz gecesi  “ben % 50 ile seçilen cumhurbaşkanı, başkomutanım” demesi ile ayrımcılığını göstermişti zaten.
Onun için sadece % 50 var.
Hastanelerde yandaşını ziyaret ediyor ama yan odada yatan diğer yaralıya uğramıyorlar bile.
Binlerce asker, memur çalışan ihbarlarla veya yandaş olmadığı için tutuklandılar mesleklerinden ihraç edildiler.
Önce tutukluyorlar sonra araştırıyorlar.
Böyle adalet olur mu?
Türkiye’de çıkarılan OHAL ile bir şeyler değişiyor.
Buna rejimin değişmesine hazırlık demek daha doğru olur.
FETÖ’nün başarısız darbesi Erdoğan’a yaramış oldu.
Yenikapı ruhunu sırf kendi çıkarına döndürdüğünü görüyoruz.
Şimdi şu sıralara yaptığı muhtarlar toplantısında "Lozan'ı bize zafer diye yutturmaya çalıştılar"  dedi.
Bu sözlerin ne manaya geldiğini anlamamak için geri zekâlı olmak gerek.
Darbe gecesi söylemiş olduğu “bu girişim bize Allah’ın lütfudur” sözlerinin kokusu iyice meydana çıkmıştır artık.
OHAL, Erdoğan’ın başına buyruk hareket etmesine ,yasal bir durum elde etmesini gerçekleştirmiştir.
Yani kısacası, Türkiye’de sivil bir darbenin gelişini seyrederek yaşamaktayız.
Buna sessiz kalmamalıyız…
Tünay Süer
29.09.2016

Korsanlar Gelini Kaçırıp Padişaha Nikâhladılar - Cevat Kulaksız

Türk’lerle Hısım Olmaya Öğünen Fransız Elçisi-
Osmanlının Yükselme devrinde fetihlerle ülke o kadar büyümüştü ki, Akdeniz baştanbaşa Osmanlı gölü halini almıştı. İşte bu kocaman Osmanlı gölü kıyılarından, gerek Hıristiyan ülkeleri, gerekse başka ülkelerin gemileri, denizcileri Akdeniz’de ticaret için bir yerden bir yere gitmek durumunda idi. Bu kocaman Osmanlı Gölünde (Akdeniz’de) başka ülkelerin korsanları olduğu gibi, Osmanlının da dehşetli korsanları vardı. Bu yazımızda, Fransa kıyılarında Türk korsanlarının, gemi ile gelin giden Fransa kralının kızını kaçırıp İstanbul’a getirmeleri ve Türk padişahı ile nikâh edilmesini anlatan ilginç bir olayı, tarihi bir kaynaktan aktararak size sunmak istedik.
 “Fatih Sultan Mehmet Han’ın babası olan Sultan ll. Murat (d.1404-ö-1451) zamanında, denizlerde korsanlık ve leventlik eden iki levent kaptanı, büyük bir kalyona rastladılar ve onu göz açtırmadan yakaladılar. Meğerse Fransa Kralı kızı Nache de la Bazory’i, kendine denk olan başka bir krala vermiş, çeyiz ve eşyalara, maiyeti ve hizmetçileri ile gemiye koyup göndermiş. Müslümanlar Tanrının inayeti ile gemiyi ele geçirince, gerçeği öğrenirler ve hiç vakit yitirmeden padişaha götürüp armağan ederler. Bir Türk Atasözü vardır, böyle durumları dile getirir; gelin ata binmiş gör kimin bahtına; gelini ata bindirmişler ya nasip demişler”.
Padişah Sultan Murat görür ki, bu kız sanat kaleminin bir eşini bir daha yazmamış olduğu, kâinat ressamının dünya yüzünde bir benzerini daha çizmemiş bulunduğu bir dilberdir; ancak yüce Tanrı’nın bir bağışıdır. Oğuz taifesinin bir atasözünde olduğu gibi “kim yudu, kim taradı, sohbet kime yaradı” diyerek onu haremine alır ve gerdeğe girmekle meramına kavuşur. Bilindiği gibi Osmanlı Sultan’larının kaçırıp eş ettikleri bu ikinci gelin. İşte kaçırılan bu gelin Fatih’in anasıdır. Bazı kaynaklar da Fatih’in anasının, “Rumcayı çok iyi konuşan Sırp Despina olduğunu göstermekte. [1]

FATİH’İN ANASI BİR HIRİSTİYANDI, KORSANLAR KAÇIRIP BABASINA HEDİYE ETTİLER.
Söylendiğine göre, gelin giderken Türk Korsanlarca kaçırılan ve Fatih’in anası olan bu kadın uzun süre Müslüman olmadı, ancak Fatih Sultan Mehmet’e hamile kalınca İslam Dinini kabul etti. Bunun üzerine, Türk’ler tarafından İspanya’dan alınan Kalya Kalesi Fransa Krala bağışlandı. [2]
 “Bir gün Hafız Paşa’nın vezirliği zamanında, sarayın arz odasında oturuyordum. Fransa elçisi oraya geldi. Sadrazam dışarıya çıkınca bir saat kadar elçi ile baş başa bu konu üzerinde konuştuk. Bununla çok övündü ve dedi ki: “Fatih Sultan Mehmet’ten sonra gelen padişahlar Fransa Kralının akrabasıdır; topraklarımız öteden beri Osmanlı Topraklarına bitişik olduğu hald­­e tarafımızdan hiçbir Fransa Kralı’nın hiç bir zaman kalelerine ve beylerine dostluktan başka bir davranışta bulunulmadı. İşte kralımız hısımlık haklarına böyle saygı duyar; o temiz talihli kız Müslüman olmadı, bu gün de türbesi kapalı ve kilitlidir; çoğu kez Galata’dan geçerken cami haremine uğrar ve türbesine bakarız”.
Fakat birkaç gün önce, Allah tarafından olacak bir rastlantı sonucu olarak, sanki elçiye cevap hazırlamak istiyormuşuz gibi, bazı ahbaplarla bu konuyu görüşmüştük ve mesele bir açıklığa kavuşmuş değildi. Sonra özel olarak bir gün gidip türbe bekçisinden sormuştum. Bekçi şunları söylemişti: Her gün sabah vakti üzerinde birer hatim kuran okunur, ancak sultan türbeleri gibi beklenmez ve sürekli olarak kapısı açık tutulmaz; sabah Kuran okunduktan sonra kapısı kapanır” dedi. Bunu elçiye anlattımsa da bir türlü kabul etmedi ve inadından ayak direyerek inadından şaşmadı”.
Görülüyor ki Osmanlı Korsanlarınca, Fransa Kralının kızı başkasına gelin giderken kaçırılıp padişaha nikâhlanıyor. Bu Türk ve Müslüman töresine göre utanç verici bir durum olmasına karşın, Fransa Kralının elçisi bu evlilikten akrabalık çıkarıyor. İstanbul’un alındığı o muhteşem gücün olduğu çağda düşünmeye değer… O nedenle mi ki, Kanuni zamanında ilk kapitülasyonlar Fransa’ya veriliyor? [3]
Korsanlar Gelini Kaçırıp Padişaha Nikâhladılar - Cevat Kulaksız

PADİŞAHLAR TÜRK KIZLARINI NEDEN ALMIYORLARDI
Osmanlı Padişahlarının çoğunun eşleri yabancı kökenli Hıristiyan’dılar. Esir pazarı dâhil, çevredeki her diyardan nerede güzel bir kız, kadın var, onu alıp getirirler bir eşya gibi padişaha sunarlardı, Hıristiyan kızlarından sonra özellikle Çerkez kızları tercih edilirdi. Peki, devletin temelini oluşturan Türklerde kız yok mu idi. Vardı da, nedense, Türkler İslamlığı kabul ettikten sonra, padişahlar Türk halkını da, Türk dilini de “kaba-kobat” diye beğenmiyorlar, dışlıyorlardı. Sadece Türk kızlarını değil, öteki Türk çocuklarını da dışlıyorlardı; onun için Hıristiyan çocuklarını devşirme ile seçip İstanbul’a getiriyorlar, Enderun okuluna kadar eğitip İslami usullerle yetiştiriyorlardı. Bunlar devleti en üst makamlarına kadar yükseliyorlar, vezir, sadrazam oluyorlardı. Onun için şimdiki Başbakana denk olan sadrazamların çoğunluğu böyle yetişmişti. Öyle ki içlerinde Ermeni, Rum, Arnavut, Boşnak vb kökenli sadrazamlar vardı. [4]
 Padişahların Türk kızlarını almamalarının nedenini bazıları şöyle açıklıyor: “Padişahlar Türk kızı alsalardı, Anadolu’nun dört yanı “padişahların akraba”larıyla dolar, bunlardan bazıları, tıpkı Avrupa aristokratlarının yaptığı gibi, saraya dayanarak halka zulmedebilirlerdi. Padişahlar, kendilerine eş olarak “meçhul kızlar” seçmek suretiyle, Anadolu halkını aristokrat baskısından korumuşlardır”. [5]
(Osmanlı İmparatorluğunda 288 sadrazam geldi gitti. Bu 288 Sadrazamdan sadece 88’i Türk’tür. 200 Sadrazamımız ise Türk değildir. Bizim Ermeni asıllı iki sadrazamımız oldu. Biri Maraş, öteki Malatya Ermenilerindendi. Meşrutiyetle birlikte Ermenilere 29 sivil paşalık, 12 bakanlık, 30 milletvekilliği, 7 Büyükelçilik, 11 Konsolosluk, 11 üniversite öğretim üyeliği verdik) [6]

“DÜĞÜNDE TUZAK “KİME NİYET KİME KISMET”
Osman Gazi, komşu tekfurların kıskançlık ve hileleri ile bir düğün davetinde tuzağa düşürülüp öldürülmek istenir. Yarhisar Tekfurunun kızı Horafira, Bilecik Tekfurunun oğluna verilmiş, onların düğünü olduğundan ve komşu Osman Gazi de bu düğüne davetlidir. Şanlı Beyliği hızla ilerliyor, genişliyor, tekfurlar da bundan korkmaktadırlar.                        
Kendisinin düğün tuzağında yakalanarak esir alınacağı planını, Osman Gazi, dostu olan Harmankaya hâkimi Köse Mihail’den öğrenir, tuzaklarına karşı tuzak kurar. Düğünün yapıldığı Çakırpınar yakınlarındaki derin bir vadide silâhlı askerlerini bekletir. Onların tuzağı işlemeye başlaması ve Osman Gazi’nin bir işareti ile gizlenen askerleri ummadıkları bir baskınla onların tuzaklarını bozdular. Düğünde, gelinlik kıyafetleriyle Horofira kaçırılıp oğlu Orhan’la nikâhlanır (d.12981-ö.1362). Yeni adı “Nilüfer” olur. Nilüfer Hatun’dan Orhan Gazi’nin Süleyman, Murat (Hüdavendigar) adlı oğulları olur. Bundan sonra Bursa yakınlarından akan ırmağın adı da “Nilüfer” olur. Nilüfer, aynı zamanda günümüzde Osmangazi, Yıldırım'dan sonra Bursa'nın, üçüncü büyük ilçesidir.
Bu tür olaylar için, günümüzde de söylenen bir atasözü vardır: “Gelin ata binmiş gör kimin kapısına inmiş” Ayrıca Oğuz’lardan kalan bir atasözü de şöyle der: “Kim yudu, kim taradı sohbet kime yaradı”.
Bu kız kaçırma olayından sonra, salt Osman ile dost olmak için, Bizans İmparatoru 3. Andronikos Paleologos 15 yaşındaki kızı Prensenses Asporçe’yi ikinci eş olarak Orhan’a verdi, anlaşma yaptı.  Daha sonra Bizans İmparatoru olan Vl. Yoannis Kantakuzinos, yine Osmanlı ile barış olsun diye, 17 yaşındaki Teodora’yı (60 yaşındaki) Orhan’a üçüncü eş olarak verdi, antlaşma yaptı. [7]
Osmanlı’nın kuruluş yıllarında öylesine evlilikler olmuş ki, bazı şehirler çeyiz olarak geline verilmiş, (buna başka bir yazımızda değineceğiz).
Aradan 560 yıl kadar zaman geçtikten sonra, Osmanlı Padişahı Abdulaziz [8] 1-11 Temmuz 1867 yılında Paris ziyaretinde bir söylentinin doğruluğunu araştırmak istedi. Söylentiye göre, Napolyon Bonapart’ın ilk karısı İmparatoriçe Jozefin’in akrabasından Aimer de Rivery, korsanlar tarafından esir edilip Osmanlı Sarayı’na satılmış ve Nakşidil Valide Sultan olarak İkinci Sultan Mahmud’u dünyaya getirmişti. (Şu işe bakın, Hıristiyanların, hem de kralların gelinleri, kızları kaçırılıp padişahlara eş yapılıyor).
Kaçırılan Sultan Azizi’in büyük annesi idi. Padişah, bu ailenin Fransa’daki akrabalarını gizlice aramış, bunlardan Baron de Gransey ile Fuad Paşa’yı görüştürmüştü.[9]

Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com

SONNOTLAR                

[1] Milliyet 4-9-2004 Sf: 21 Güneri Civaoğlu
[2] Padişah Anaları Ali Kemal Meram Sf:18–50
[3] Peçevi Tarihi İbrahim Peçevi Sahaf Neşriyat Yurdu 1968 Cilt:1 Sf: 244–245
[4] Damat Halil Paşa (1. sadareti) 17 Kasım 1616-18 Ocak 1619 Zeytunlu  Ermenisi. 2 dönem sadrazamlık yapmıştır. Tevkii Nişancı Mehmed Paşa  Ekim 1717- 9 Mayıs 1718 Ermeni  Kayseri köylüsü
[5] https://evladiosmanli.blogspot.com.tr/2011/12/padisahlar-neden-turk-kizi-almazlardi.html
[6] https://sahipkiran.org/2014.03.18/milletimiz-ve-tarihimiz/
[7] Hoca Sadeddin Efendi Tacu’t Tevarih Hoca Sadedin Efendi Cilt:11,Sf: 33–36)
[8] Abdülazi  (Osmanlı Türkçesi: d. 8 Şubat 1830 – ö. 4 Haziran 1876), 32. Osmanlı padişahı ve 111. İslam halifesidir. II. Mahmud ve Pertevniyal Sultan'ın oğlu, Abdülmecid'in  kardeşidir.  Abdülaziz 25 Haziran 1861 tarihinde kardeşinin ölümü üzerine, 31 yaşında iken tahta geçmiştir.
[9] Yazılmamış Tarihimiz Cemal Kutay Milliyet Yayınları sf 106

II abdülhamid döneminden ilginç olaylar - Cevat Kulaksız
AKP iktidarının özellikle TBMM Başkanı İsmail Kahraman Abdulhamid’in doğumunun 174. Yılını kutlaması gibi Abdulhamid merakını görünce,  madem gündem böyle diyerek biz de bu padişah hakkında bazı ilginç ayrıntıları vermek istedik.
GATA'nın İstanbul Haydarpaşa hastanesi, ülkemizin en büyüklerinden biri. 15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrasında askeriyenin elinden alınıp Sağlık Bakanlığı'na bağlandı, başına örtülü bir kadın getirildi. İsmi de “Sultan Abdülhamit Hastanesi oldu?
Sultan Abdülhamit Osmanlı'nın 34. padişahı. 1876 yılında tahta çıktı, 1909'da 31 Mart irtica ayaklanması sonrasında indirilip Selanik'e sürgün edildi. Korkak, vesveseli bir adamdı. Padişah olur olmaz Meclis'i kapadığını, kullandığı hafiyelerin para karşılığında verdiği düzmece jurnallerle on binlerce yurtsever insanı sürgün ettiğini, Mithat Paşa'yı zindanda boğdurduğunu tarihin sayfalarında yazılı.
Tıpkı şimdiki AKP-RTE iktidarının yandaş basını gizli açık ödeneklerle beslediği, muhalif  gazetecileri kumpaslarla hapse attırdığı, RTÜK le kırbaçladığı gibi, Abdulhamid’de kendi kafasında olan Volkan ve Mizan gibi gerici gazeteleri para vererek kollarken, muhalif gazete ve gazetecileri cezalandırıyor,  Namık Kemal, Şinasi gibi Nice yurtseveri,  gazetecileri çok uzak yerlere (Taif, Fizan, Yemen'e ) sürgün ediyordu.  Ama şimdikileri hafiyelerden bin beter muhaliflerin telefonlarını dinliyor kumpaslar kuruyordu.  Bu aydınların bazılarını zindanlarda boğdurmuş, hafiyeleriyle jurnallerle 33 sene kan kusturmuştur.  Mısır'ı Tunus'u Kıbrıs'ı Sırbistan'ı Karadağ'ı Romanya'yı, toplam 1.5 milyon kilometrekare toprağı kaybetmişiz.
Amcası padişah Abdülaziz'in darbeye niyetlenen askerler tarafından öldürüldüğüne, donanma mensuplarının bu işte büyük rolü olduğuna inanırdı.
Tahta çıkınca ilk işi, o günlerin en güçlü deniz kuvvetlerinden biri olan Osmanlı Donanması'nı Haliç'e hapsetmek oldu. Donanmanın günün birinde Yıldız Sarayı'nı bombalayıp kendisini tahttan indireceğinden korkuyordu. Osmanlı Donanması orada yıllar boyu çürüyüp elden çıktı. (Nedense, Abdulhamid’ci görülen günümüz AKP-RTE iktidarı da, orduya kurulan Ergenekon kumpasında denizcileri Silivri Zindanlarına göndermişti
Abdulhamid’in denizcilerden kıcık kaptığını bilen gerici askerler, Asâr-ı Şevket Zırhlısı Kaptanı Deniz Binbaşı Ali Kabuli Bey, gerici askerlerce sokaklarda sürüklenerek Yıldız Sarayı'na kadar götürüldü ve Abdülhamit'in gözleri önünde öldürüldü. Ali Kabuli’nin kesilen başı bir sopanın ucuna takılarak sokaklarda dolaştırıldı! (https://interaktif.sol.org.tr/31-Mart/)
II abdülhamid döneminden ilginç olaylar - Cevat KulaksızII abdülhamid döneminden ilginç olaylar - Cevat KulaksızII abdülhamid döneminden ilginç olaylar - Cevat Kulaksız
İŞGALCİ RUSLAR İSTANBUL’A ONUR ANITI DİKTİLER


II abdülhamid döneminden ilginç olaylar - Cevat Kulaksız
Tarihin acı gerçeklerini görmezden veya bilmezden gelen bazı Abdülhamitçi tutucular ““Ulu Hakan Abdülhamit Han devrinde hiç toprak kaybedilmedi” derler. Oysa Osmanlı en çok topraklarını ll. Abdülhamit zamanında kaybetti.  Ruslar Yeşilköy’e kadar geldi, nerede ise İstanbul bile elden gidiyordu.  Kıbrıs Adasını İngilizlere  rehin mi rüşvet mi  vererek İngiltere sayesinde Rusları durdu.
Dedelerimizin 93 harbi diye andıkları 1877-1878 savaşı sonrasında Rus Ordusu Doğu'dan ve Batı'dan Osmanlı topraklarına girdi. Doğu'da Erzurum işgal edildi, Batı'da şanlı Plevne savunması sonrasında başkent İstanbul'un kapısına dayandı.
Vatan elden giderken Cuma namazı dışında Abdülhamit sarayında oturuyor, hiç dışarı çıkmıyordu.

Düşman ordusu o günlerde Rumca adı Ayastefanos olan bugünkü Yeşilköy'e kadar girdi ve orada yıllarca kaldı. Ruslar oraya Abdülhamit'in izniyle 1895 de sekiz katlı apartman yüksekliğindeki kocaman süslü bir zafer anıtı yaptılar.  19 yıl durduktan sonra Osmanlı Teşkilatı Muhsusa tarafından 1914 de havaya uçurulmuştur.
O dönemin tarihini özetledikten sonra şimdi gelelim Abdulhamid dönemindeki başka garipliklere.
II Abdülhamit  (1876–1909–76 yıl yaşadı En büyük tutkusu marangozluk idi. Sarayın bir köşesine marangoz atölyesi yaptırmıştı. Atölyenin altına da gizli kasa gibi bir bölme yaptırmış, bütün altınları paraları oraya saklıyormuş. Tahttan indirilince mücevherler paralar oradan çıkartıldı, hazineye verildi.
Bu padişah da seks düşkünü idi; bir yandan seks gücünü artırması için kuvvet macunları yiyor, Ermeni doktorunun önerisi ile horoz beyni yiyordu. Bunun için sarayda her gün 30 horoz kesiliyordu. Kitaptan, bilimden, uygarlığın her çeşidinden nefret ediyordu. O kadar bilim ve medeniyet karşıtı olaylar oluyordu ki, şu örnek buna bir kanıttır:” Abdülhamid’e şöyle bir jurnal verilir:”….Gerek elektriğin keşfi hakkında gerekse telsiz telgraf hakkında mekteplerde ders verilmemesi, gazetelerde söz edilmemesi, bunlara ilişkin alet edevatın memlekete girmesine izin verilmemesi”. Ülke böyle cahil adamların elinde geriliğe götürülüyordu.
II.Abdülhamid’in kuşkularının elektrik, tramvay, telefon gibi otomobilin ülkemize girmesini zorlaştırmıştır. Saraya suikast için sessizce yaklaşmalarına bir neden olarak gösterdiği at arabalarının tekerleklerindeki lastikleri sökecek denli evhamlı olan padişah, Sadrazam Avlonyalı Ferit Paşa’nın araba alma isteğini kesin şekilde men ederek şiddetle azarlamış, aldığı arabanın tekerleklerini söktürmüştür.
Bu evhamlı padişah, donanmanın dehşetli toplarının atışını ve tahribatını görünce, sarayı topa tutarlar korkusuyla, donanmanın manevra yapmasını bile yasaklamış, savaş gemileri limanlarda adeta paslanmıştır.
II abdülhamid döneminden ilginç olaylar - Cevat Kulaksız
Abdülhamit kendi ülkesindeki basın ve aydınlar üzerinde insafsızca ajanlı hafiyeli korkunç bir sansür uygularken, Avrupa basınında padişah için çok ilginç ve özgürce karikatürler yayınlanıyordu. Evhamlılığı o kadar ileri idi ki, insanların, suçluların fotoğraflarına bakarak hüküm verir. Mahpustaki katillerin tüm resimlerini çektirip parmaklarını inceler; tüm katillerin orta ve başparmaklarının büyük olduğunu gözlemleyince, bu parmakların kesilmesinin caiz olacağını düşünürdü.
2. Abdülhamit, Yıldız Albümleri Mekke-Medine’ adlı kitapta da padişahın fotoğraf merakıyla ilgili bilgilere yer veriliyor ve kendisinin büyük bir insan sarrafı (fizyonomist) kabul edildiğine işaret ediliyor: “İddialara göre tahta çıkışının 25. yılında hapishanelerdeki mahkûmların fotoğraflarını çektirmiş, altına mahkûmiyet sebeplerini yazdırmış, fotoğraftan seçtiği mahkûmlara af çıkarmıştır. Askeri okula kaydolacak çocukları da fotoğraflardan seçmiştir” deniliyor. Yazıda Hüseyin Atıf Bey’in sözlerine de yer veriliyor:
“Sözü canilere getirdi: ‘Bir İngilizce kitabın tercümesini okumuş idim. Çünkü vaka-yı cinaiyeye (cinayet vakalarına) merakım vardır. O kitapta, canilerin ekserisinin başparmağının ucu şahadet parmağının ortadaki boğumunu geçiyor, çok uzun oluyor, elleri yabani bir hayvan pençesi şeklini alıyor diye görmüş idim. Merak bu ya, o zaman emrettim. Hapishanelerde ne kadar kanlı katil varsa hepsinin fotoğraflarını aldırdım. Filhakika başparmak hemen hepsinde uzun idi. Hem de her şeyi benziyor. Lakin eller her şahısta başta şekilde oluyor. Avrupa’da bundan bi’l-istifade canilerin resimlerinden bi’t-tatbik erbab-i ceraimi (suçluları) yakalıyorlar’ gibi hikâyelerde bulundu.”
İlk iş olarak ülkede hafiyecilik teşkilatı kurdu. Ülkede bilimi, aydınlığı, hürriyeti, Cumhuriyeti savunan bilim ve sanat adamları üzerinde öylesine bir baskı kurmuştu ki, Türk aydınları Namık Kemal ve öteki nice aydınlar ülkelerini terk et zorunda kalmışlardı. Türk Yazar, Gazetecileri, Gazeteleri üzerinde korkunç bir baskı ve istibdat estirmişti 33 yıl. Bu dayanılmaz baskı ve istibdada dayanamaya aydınlar II. Abdülhamid için “Kızıl Sultan” diye nefretlerini dile getiriyorlardı.  Padişah öylesine vehim içinde idi ki, donanmanın top atışlarından korkuyor, donanmanın tatbikat yapmasından, savaş gemilerinin denize açılmasından korktuğu için, gemilerin denize açılmasını yasaklamış, donanma limanlarda çürümüştü adeta.
II abdülhamid döneminden ilginç olaylar - Cevat Kulaksız

Avrupalı bir dergi, bir karikatüründe Abdülhamid’i ıstakoz gibi gösterince, Osmanlı’da ıstakoz kelimesi yasaklanmış! (İkinci Meşrutiyet Basınında İmge ve Emperyalizm kitabından).
Fatih’le başlayan bütün padişahlar, Türk’lerden çok Arnavut, Rum, Ermeni, Yahudi kökenli kimseleri devletin üst kademelerine getiriyorlardı. Bu nasıl bir Türk Devleti ki, asıl devletin temelini teşkil eden Türk’ler dışlanıyor, yabancılar tercih ediliyordu. Padişahların hemen hepsinin anaları da, karıları da yabanı kökenli; Evlenmek için Türk kızlarını tercih etmedikleri bir yana, Devlet kademelerine Hıristiyan Rum, Ermeni gibi yabancıları getiriyorlardı. Yeniçerilerin, Sadrazamların, öteki vezirlerin çok büyük çoğunluğu Arnavut, Rum, Ermeni, Yahudi, Arap vb yabacılardan oluşmuştu. 622 yıl süren Osmanlı saltanatında 214 sadrazamdan Öztürk soyundan ancak 25–30 sadrazam vardı.
Ayrıca, saraylar, konaklar, yalılar, camiler, medreseler, kervansaraylar Ermenilere yaptırılıyordu.
Oysa Batı’da bilim, sanat, basın ve özgür düşünüce alabildiğine ilerlemekte idi. Osmanlı ise baskı ve geriliğin batağında yıkılışa doğru hızla ilerliyordu.   Arnavut ve Ermenilere (yerli halka göre) ilgisi çok fazla idi. Bunun için Rum ve Ermeniler büyükelçilikten nazırlığa kadar çeşitli hizmetler veriliyordu.
II abdülhamid döneminden ilginç olaylar - Cevat Kulaksız
Berlin’de toplanan barış kongresine gönderilen Osmanlı heyetini temsil eden kurulun başkanı, Aleksandr Karatodori Paşa idi (1879–1881) Maliye Nazırı Agop Kazaysan Paşa adında Ermeni idi. 3.12.1908 de Sadrazamlığa (başbakanlığa) getirdiği Tunuslu Hayrettin Paşa tek kelime Türkçe bilmeyen Arap-Zenci karması cahil bir adamdı.
2.Meşrutiyet Meclisinde 60 Türk, 60 Arap, 25 Arnavut, 20 Acem, 12 Kürt, 11 Laz, 23 Rum, 12 Ermeni,15 Yahudi, 4 Bulgar,3 Sırp,1 Romen, 15 Çerkez, 8 Gürcü, 7 Tatar milletvekilleri vardı. Bu karmakarışık mecliste Türkçe Bilmeyen milletvekilleri bile vardı.
II. Abdülhamid’in II. Meşrutiyette tahttan indirilmesinden sonra, Sultan Hamit’e yakın ve de jurnalciler tutuklandılar. Bunlardan tevkif edilen Sultan Hamit devri ileri gelenlerinden serasker (Harbiye Nazırı) Rıza Paşa orduya iki yüz bin altın, Bahriye Nazırı Hasan Rami Paşa yüz sin altın vererek özgürlüğüne kavuştular; bunu diğerleri takip etti.
Ayrıca II. Abdülhamid’in Alman Doyçe Bank ve Doyçe Orient Bank bankalarında saklanan 1.080.000 altını orduya bağışlamak zorunda kaldı. Halil Menteşe’nin naklettiğine göre, 1909–1918 arası Devlet Şûrası ve Mebusan Meclisleri Reislerinden Hariciye Nazırı, Cumhuriyet devrinde müstakil Muğla Milletvekili Halil Menteşe, Sultan Hamit gerek nakit, gerek mücevher ve diğer koleksiyonların satış geliri olarak ordu ve donanmaya armağanının iki milyon altını çok geçtiğini öğrenmiştir.
II abdülhamid döneminden ilginç olaylar - Cevat Kulaksız
Bu muazzam servetin günümüzdeki karşılığı yüz milyarlar altından fazladır. Vay… Vay… Halk, devlet, ordu, ilimde, ekonomide her yönden geri, yoksul kalmışken ve halktan çalınıp, saklanan altınlara bak! Padişahın ve paşaların bankalardaki altınları dünyalar kadar, devlet perişan, halk perişan, ordu perişan; öteden beri devlet böyle yönetilmiş demek ki!
Sarayındaki cahil Arnavut baçivanlara “mareşallık veren ll. Abdülhamit, 33 yıllık saltanatından sonra, 27.4.1909 günü tahttan indirilip Selanik’e sürülürken, yanına Hiristiyan kökenli karılarıyla 8 oğlu ve 9 kızını da yanına katmışlardı.
ll. Abdülhamit’in gerçek adları birer Hiristiyan olan karıları, Lucien, Sylvia, İliana, Helga, Etiene, Mariça, Zarah, Sevilla, Lester, Rosanna, Ruth, Meri, Elisa, idi. Bu isimlerin başına birer Sultan eklenip Arapça isimler verilmişti. (Bedrifelek, Behice, Bihdar, Dilpeseni, Emsalinur, Mezide, Müşfika, Nazikeda, Peyeste vb. isimler takılmıştı.) II. Abdülhamid öldüğü zaman, padişahın cenaze alayı geçerken pencereden başlarını uzatarak, kadınlar şöyle inlemişlerdir:
“-Kırk paraya ekmek yediren, yirmi paraya kömür yaktıran padişahım, bizi kime bırakıp da gidiyorsun?”.


Cevat Kulaksız

KAYNAKLAR
1- Yazılmamış Tarihimiz Seçmeler Cemal Kutay Sf:230–244)
2- Çankaya Falih Rıfkı Atay Sf:136
3-İstanbul Ansiklopedisi Cilt: 5 Sf: 182)
4-Radikal Gazetesi 30.5.2006,
5-Resimler internetten alındı.
6-Padişah Anaları. Ali Kemal Meram. Sf: 619–631-635-637
https://interaktif.sol.org.tr/31-Mart/

Mırıldanmak! - Gündüz Akgül
Bir süre önce İstanbul’da Abdullah Çakıroğlu adında kendini bilmez biri, şort giydiği için Belediye otobüsünde hemşire Ayşegül Terzi’ye saldırarak yüzüne tekme atarak yaraladı.
Olay kamuoyunda haklı olarak büyük tepki çekti.
Bu konuda çok yazılıp çizildiği için yazmayı düşünmüyordum.
 “Hoşuna gitmeyebilir, mırıldanırsın...” dendiğinde yazmak zorunlu hale geldi.
Bunu söylem bir yurttaş ait olsaydı yine önemsemez ve yazmazdım.
Ancak yurttaşların güvenliğinden sorumlu bir görevde bulunan Başbakan tarafından söylenince yazmamak olmazdı.
Herhalde mırıldanan sadece mırrrrrr diye ses çıkarmayacak, bu mırıldamanın içinde suç oluşturacak hakaret, tehdit ve şantaj olabileceğini Sayın Başbakanın herkesten iyi bilmesi gerekmektedir.
Nitekim saldırgan eylemini gerçekleştirirken ayni zamanda, “Şort giyen kadınlar ölmeli” diye nara atarak mağduru tehdit etmektende (mırıldanmaktan) geri kalmamıştır.
Daha sonraki açıklamalarında " Giyimini beğenmediğim insanları döverim. " diyerek pervasızca davranmıştı.
Sosyal medyadaki paylaşımımda da, "Açık gezen kadın karımdır" terbiyesizliğini yapmıştır.
Bu günlere durup dururken gelmedik.
Uzun süredir kadınlarımızı ikinci sınıf yurttaş görenlerin söylemlerine baktığımızda, bu tür olayların meydana gelebileceği önceden belli olmuştur.
Örneğin;
-“Dekolte giyen kadınlar tecavüzü göze almalı, parfüm haramdır, topuklu ayakkabı ayete aykırıdır.”
-“Hamilelerin sokağa çıkması terbiyesizliktir.”
-“Eşinin dans etmesine izin veren erkek deyyustur.”
-“Kahkaha atan kadınlar iffetsizdir”
-“Kadın başlarına ne işleri var o saatte orada”
Bu söylemlerin önlemi alınmadıkça mahalle baskısı artacak daha çok Ayşegül Terzi olayına tanık olacağız.
Anasaya Mahkemesi (AYM) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Türbanın şeriat simgesi olduğu ve kamu alanlarında kullanılmayacağı konusunda bağlayıcı kararları olmasına karşı, kamu alanının en zirvesineden anaokulu bebelerine kadar giydirebilen türbana karşı, bugüne kadar Ayşegül Terzi’ye karşı gerçekleştirilen bir eylem gibi eylemin yapıldığına kimse tanık olmamıştır.
Yapılmasıda uygun değildir.
Kamu alanı dışında kendilerince kadın özgürlüğü kabul edilen türbana kimse karışmadığı gibi mırıldanmamıştır.
Yetkili kurumlar bağlayıcı mahkeme kararlarını uygulamak adına Kamu alanında türbanı engellemek istediklerinde de mevcut iktidar tarafında çeşitli cezalarla karşılaşmışlardır.
Yetkililerin en başta gelen görevi yurttaşların yaşam hakkını ve güvenliğini korumak ve mırıldanmaları önlemektir.

24.09.2016
Gündüz AKGÜL 
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Türkiye’de neden çok yoksul var? - Gürbüz Evren
Hesabımla ilgili bir sorunu çözmek için Ankara-Bahçelievler 7. Cadde’deki banka şubeme gitmiştim.
Şube müdiresi hanımefendiyi beklerken, tam karşımdaki bankta, başını babasının koluna yaslamış, yorgun gözlerle bana doğru bakan 6-7 yaşlarında bir kız çocuğunu fark ettim.
Ağzında bir maske vardı.
Oyuncak bebeğini göğsüne bastırmış, sıkı sıkı tutuyordu.
Bir ara göz göze geldik.
El salladım.
Aynı şekilde yanıt verdi.
Sonra babasının kolunu çekiştirerek beni işaret etti.
Genç adam bana bakınca, başımla selam verdim.
İşitebileceğim bir ses tonuyla ‘Merhaba’ dedi.
Bu arada, sıra numarası ekranda beliren, yanlarındaki yaşlı adam oturduğu yerden kalkıp, gişeye yönelince, ben de onun yerine geçtim.
Küçük kızın yanına oturunca sordum; “Adın ne güzel kız?”
Utandı, önüne baktı.
Babası, “Kızım adını söylesene” deyince, “Gamze” yanıtını verdi.
Önemli bir hastalığı olduğu solgun yüzünden belliydi.
Ama çocuk işte, hasta bile olsa ela gözlerinin derinliklerinden yaşam fışkırıyordu.
Çocuk yanı, kalkıp bankanın içinde koşturmasını istiyor, hasta yanı ise dur otur yerinde diyordu sanki.
Çocuklarla sohbet etmeyi çok severim.
Gamze ile de konuşmaya başlayacaktım ki, sevinçten gözleri parlayarak anne diye bağırdı ve oturduğu yerden kalkıp, bankanın kapısından girmekte olan genç kadına doğru koştu.
Zayıf ve solgun yüzlü kadın, kollarını açarak Gamze’yi kucakladı.
Birkaç kez, bir anne yavrusunu nasıl öperse işte öyle öptü.
Sonra kucağında kızı, gelip eşinin yanına oturdu.
Anne ile kızı aralarında konuşurken, dayanamadım, Gamze’nin babasına çocuğunuz hasta mı diye sordum.
Gözlerine hüzün çökmüş, sıkıntıları yüzüne yansımış, 35-40 yaşlarındaki adam, “Kızım uzun süredir hasta. Lösemi” dedi.
Yutkundum.
Kelimeler boğazımda düğümlendi.
Sıcak bastı, yüzümde terler birikti.
Sorduğuma, soracağıma pişman oldum.
Gamze’nin babası imdadıma yetişerek, “Merak etmeyin, bu sorulara alıştık” dedi ve belki de, yüzlerce kez tekrarladığı hikâyeyi bir solukta bana da anlattı.
Kahramanmaraş’ta yaşayan aile, tam 1 yıl önce, ateşi çok yükseldiğinde Gamze’yi götürdükleri doktorun istediği tahlilleri yaptırınca, hastalık ortaya çıkmış.
Erken teşhis olunca, doktorun tavsiyesi üzerine Ankara’ya gelmişler.
Birkaç ay sonra da, tedavinin olumlu sonuçlarını almaya başlamışlar.
Ancak Gamze’nin kaldığı serviste, aynı hastalıktan tedavi gören çocuklardan 2’si hayatını kaybedince, moralleri bozulmuş.
Ne iş yaptığını ve tedavi masraflarını nasıl karşıladıklarını sordum.
Çevrelerindeki herkesin yardım etmek için seferber olduğunu söyleyen baba, “Lokantada garsonluk yapıyorum. Maddi durumumuz iyi değil. Kızım hastanede tedavi görürken, kalacak yerimiz olmadığı için parklarda yattığımız günler oldu. Hastane ve ilaç masraflarını karşılamak için neyimiz varsa sattık. Allah’a şükür 3 ay önce bir hayırsever imdadımıza yetişti. Tedavi masraflarını üstlendi. Ayrıca bu bankada adımıza açtığı hesaba her ay belli bir miktar para yatırıyor. Hastanede tedavi gören birçok çocuğun aileleri de bizim gibi fakir. Keşke onlara da yardım eden olsa” dedi içini çekerek.
Biz konuşurken, Gamze annesine beni göstererek, “Bu amca babamla ve benimle arkadaş oldu” dedi.
Giderek bana daha çok ısınan küçük kızın, çocuklarıma ilişkin sorularını yanıtladım.
Sohbet sürerken, görüşeceğim banka müdiresinin odasından çıkarak, bana seslendiğini duydum.
Onların da gişedeki sırası gelmişti.
Vedalaşıp ayrılırken, Gamze’ye baktım.
Küçük kız, gişenin önünde, bir eliyle annesinin diğer eliyle de babasının bacağına tutunmuştu.
Birkaç kez seslendim.
Beni duyunca, dönüp baktı.
El salladım.
Hasta bir çocuk nasıl bakarsa, işte öyle bakarak, o da bana el salladı.
Bu son görüntü, hiç unutamayacağım bir fotoğraf karesi gibi kazındı belleğime.
İşte o gün başladım lösemili çocukların yoksul ailelerine nasıl yardım edebilirim diye düşünmeye.
Kitap yazmanın en önemli nedenlerinden biri toplumu aydınlatmak olmalıdır. Bugüne kadar yayınladığım tüm kitaplarda temel kaygım, okuyuculara, ilk kez benden duyacakları bilgileri aktarmak oldu.
Türkiye’de neden çok yoksul var? - Gürbüz Evren

“Berikan Yayınlarından” çıkan “Facebook Yokken Buralar Tarlaydı” adlı 10. kitabımı ise bilgilerimi paylaşmak amacıyla değil, çocukları Lösemili yani Kan Kanseri hastalığına yakalanmış ve tedavi gören yoksul ailelere yardımcı olmak için yayınladım.
Yaklaşık 1,5 yıl önce piyasaya çıkan, ama tanıtımı yapılamadığı için hedeflediğim kitlelere ulaşmayan kitabın tüm gelirini, lösemili çocukların tedavisi için çalışan ‘LÖSEV’ gibi kurumlara bağışlamanın derdindeyim.
İnternet sitelerinden kolaylıkla alabileceğiniz ve bir solukta okuyacağınız 128 sayfalık kitaptan haberdar olmayanların, küçük Gamze’nin, ilk sayfalarda anlattığım hikâyesini bilmesi de mümkün değildi.
Bu yazı ile sadece kitabı değil Gamze ve onun durumundaki binlerce çocuğu da kamuoyuna hatırlatmak istedim.
Önünüzdeki yazı nedeniyle adımı ilk kez duyacak kimi okuyucular, nasıl biri olduğumu merak edecek, aralarında, duygu sömürü yaptığımı düşünenler de çıkacaktır.
Yaklaşık 12 yıldır Kanal B televizyonunda hazırlayıp sunduğum ve her Cuma akşamı saat 21.30’da yayınlanan Bekleme Odası adlı programı izlediklerinde, hakkımda bir kanıya varacaklarını düşünüyorum.
Çünkü ekran çok şeffaftır ve asla yanıltmaz.
Yüzdeki bir ifade, bakışlar, kurulan cümleler, hatta tek bir söz bile ekrandaki kişinin ne olduğunu ortaya koymaya yeter.
Her iktidar döneminde yoksulluğun sürdüğü Türkiye’de Sosyal Devlet olamadığımız sürece, geçen yazıda bahsettiğim, şehit düşerek ailesini kurtarmayı düşünen Mustafa gibi gençlerimizin ve bu yazıdaki Gamze gibi çocuklarımızın acıklı hikâyeleri hiç bitmez.

Gürbüz Evren /Gerçekgündem

Yüreğine sağlık Tuncay Özkan - Tünay Süer
Epeydir sesi soluğu çıkmıyordu. Yine kendisini tutamamış içindekini dışarı vurmuş.
Ne demiş?
“Ali Bulaç, Şahin Alpay, Mehmet Altan ve Ahmet Turan Alkan gibi bu ülkenin vicdanı olmuş insanların darbecilikten içeri atılması rezalettir.”
Dedim ya, kendisini tutamamış.
İşte böyle, CHP nin ilkeleriyle, 6 okla uzaktan yakından ilgisi olmayan içerideki Truva atları yüzünden parti bir türlü iktidar olamıyor.
Adamda kabahat yok çünkü nereden geldiği partiye ne şekilde girdiği belli.
Delegenin muhalefetine rağmen kadınlar için olan kotadan içeri sızdırıldı.
Üst makamlara kadar getirildi.
O zamanlar yazmış olduğum bir yazıda anlatmıştım.
Erbakan’ın Fazilet Partisinden Rize Milletvekili seçilmiş, sonra devamı Saadet Partisinden Rize Belediye Başkanı adayı olmuş ama seçilemeyince partiden ayrılmış dünya görüşü belli, Atatürk’e kefere diyen bir adam bulunmaz Hint kumaşı gibi partiye hileli bir yolla sokuldu.
Milletvekillerine yazmış olduğu “Tarihi dönüm noktasında CHP “ başlıklı 22 sayfalık mektuptaki sözleri bana kafayı yedirtmişti adeta.
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na konulan çekincelerin kaldırılmasından tutun, yeni anayasada Türk Milleti yerine “Türkiye Milleti” kavramının konulmasını ve yine anayasadan Laikliğin kaldırılmasını isteyen, CHP nin sorunun 6 Ok olduğunu söyleyen bir bu kişinin ne kadar CHP li olabileceğini varın düşünün.
İşte bu şahıs şimdi sosyal medyadan mesaj atmış ve birilerini kendisine yakın bulduğu için korumaya kalkmış.
Tuncay Özkan da cevabını vermiş kendisine. Ağzına sağlık.
Bu kişi hatırlarsanız Ergenekon davasından yargılanan aydınlarımıza, komutan ve askerlerimize  “akıl hastaları” demişti.
Ona göre Ergenekon davalarında yıllarca suçsuz masum insanların darbeci denilerek zindanlara kapatılmaları rezalet değildi.
Adamın Türk Ordusuna, Türkiye Cumhuriyetine ve ulusalcılara karşı alerjisi var.
Ne işse kendi ağzından ailesinin onun CHP ye geçmesini istemediklerini duymuştuk.
Yani adamın kanı başka yere çekiyor ve Atatürk’ten nefret ediyor.
Olabilir, o zaman yeri CHP olmamalıydı.
Neden AKP veya HDP değil de ille CHP?
Kılıçdaroğlu onu partiye davet edebilir netice itibariyle beynindeki o düşüncelerle
kabul etmeyebilirdi.
Kimse onu zorlamamıştı.
CHP ye gelmesinin başka nedenleri vardı demekki…
                                                           ***
Tutuklanan gazeteciler
Öte yandan elbette basın özgür olmalıdır ve eleştiri düşünce özgürlüğü kabul edilmelidir ama hakarete varan sözler ve halkı kine, nefrete yönlendirecek yazılar yazmanın bir bedeli de olmalıdır mutlaka.
Yüzlerce Atatürkçü insanın tutuklanmalarını “Fatih Camiini bombalayacaklardı ”gibi kumpas manşetlerle desteklemek gazetecilik midir?
“Suç uydurma, sahte delil üretme, iftira, suç işlemek amacıyla örgüt kurma veya bir örgüte üye olmak ”gazetecilik midir?
Mesela Taraf Gazetesi yazarı Mehmet Baransu’nun yaptığı gazetecilik miydi?
Mesela Ahmet Altan’ın 2012 de yazdığı bir yazıda:
Kemalizm’in ruhunu esir aldığı bir toplumda, herkes kendisinden bir "tek parti ve tek adam" arıyor, bunu o kadar çaresizce arıyor ki Dersim'de Alevileri katletmeyi "yüksek şuur" olarak kabul eden Atatürk'ün resimleri Alevilerin cem evlerinde asılı duruyor.
Kendi kardeşlerini öldüren bir liderin resmini ibadethanelerine asıyorlar.
Hiç rahatsız olmuyorlar bundan.
Kemalist sistemin parçalandığı bir çağda, Kemalizm'le açıktan hesaplaşacak siyasi bir partinin var olamaması, ülkenin, toplumun, siyasetin durumunu göstermeye yetiyor herhalde.”demesi hangi gazeteciliğe sığar?
Gerçek gazeteci ilk önce tarafsız olmalıdır.
Toplumun; gözü, kulağı, dili olmalıdır.
Devlete değil, kamuya çalışmalıdır,
Topluma karşı sorumluluğunu unutmayacak, kalemini satmayacaktır.
En önemlisi devleti çökertmek için çalışmayacaktır.
Şimdi biz darbelere karşı durduk diye martaval okumaları hiç inandırıcı değildir.
Onlar her devrin gazetecileri olmuşlardır.
Tünay Süer
23.09.2016
https://www.ensonhaber.com/ahmet-altandan-resepsiyon-yazisi-2012-04-25.html
https://turkalevi.com/2012/04/25 met-altan-sen-kimsin/

Fetullah Gülen Siyaset Meydanında

FETÖ hakkında şimdi duyduklarımızı 1999 yılında, tam 17 yıl önce, Türkan Saylan, Siyaset Meydanı programında anlatmıştı. Bu konuda ülkemiz için tehlikeyi bilen Saylan'ın FETÖ açıklamalarını aşağıya alıyoruz.
Ali Kırca'nın 19 Haziran'da 1999'da sunduğu Siyaset Meydanı'nda Türkan Saylan, FETÖ yapılanmasının nasıl çocukluktan bu yana devlet kadrolarına, eğitime, askeri kadrolara sızdığını ve kimliklerini nasıl gizlediklerini anlatmıştı. Aşağıda o tarihli bandın çözümünü yaparak, Fetö’nün Adliyeye ve Mülkiyeye sızmanın usul ve yöntemini anlattığı konuşmasının bölümünün metnini sunuyoruz. Nasıl bir sinsi din adamı olduğunu bu konuşmalardan ta o zamanları hükümetler, ilgililer anlamalıydı.  Anlıyorlardı da, 17/25 Aralık bozuşmasına kadar laik TC ni yıkmak için paralel hareket ediyorlardı.  Aslında Fetö’yü kollayan, büyümesini sağlayan günümüze kadar gelen dinci-gerici iktidarlardı.
Türkan Saylan 17 Yıl Önce Fetö Tehlikesini Söylemişti - Cevat Kulaksız

FETÖ’NÜN DEVLETİ ELE GEÇİRME HAZIRLIK KONUŞMASI
15-20 yıl önce nice aydınlarımız Fetüllah Gülen’in ülkeyi, ülke yönetimini nasıl ele geçirmenin yöntemlerini açıklamakta olduğunu aşağıdaki band çözümünden açıkça görmekteyiz. Bu tehlikeyi çok yıllar önce nice aydınlarımız yazılarında, kitaplarında, konferanslarında dile getirdiler. Ama Uğur Mumcu’dan Necip Haplemitoğlu’na kadar bunları dile getiren nice aydınlarımızın kimileri katledildi, kimileri hapse atıldı. Konuyu uzatmadan Fetüllah Galen’in ülkemizi 15 Temmuz darbesine getiren süreçte konuşmalarından bir tanesini aşağıya alıyoruz.  İşte Fetullah Gülen’in mülkiyeyi, adliyeyi ele geçirme tasarıları, planları, görüşleri:
“Arkadaşlarımızın mevcudiyetimizin İslami geleceğimiz adına işin garantisidir bunlar. Bu açıdan adliye de bir mülkiyede başka hayati bir müessesede başka ayağında bizim arkadaşlarımın mevcudiyeti öyle ferdi mevcudiyeti ele alıp değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim o ünitelerde garantimizdir. Bizim varlığımızın bunlar nabzıdır ve varlığımızın teminatıdır bir ölçüde. Eğer şimdiden mevcudiyetlerini korumasalar, arkadan gelenlerin mevcudiyetini koruyamayız. Korumada şimdi onları korumağa çalıştığımız gibi zorlanırız, bir ölçüde ve geleceğe de o müessese olarak yürüyemeyiz yani, o müesseseyle beraber. Aynı zamanda geleceğe yürümemizin için de geleceğe işe adliye ve mülkiyenin olduğu şekilde de yürüyemeyiz geleceğe. Mevcut muhafaza edilmeli yine tasavvufu ifade ile diyelim, mevcut muhafaza edilmeli mevcut aranmalı yani.
Hep mekutu avlama peşinde olmalıyız, acaba ya bunun ne ihtiyacı var nasıl takviye edilmeli bu, denmeli. Bir de şu araştırılmalı, daha takviye edilmeli, fakat mevcuttan da bir ölçü taviz verilmemelidir. ……Fevkalade korunmaya alınmalı, katiyen zayiata gidilmemeli, zayiata meydan verilmemelidir. Bu açıdan bizim ister bu daireden, ister o daireden böylece arkadaşlarımızın korunması çok önemlidir. Bu korunma mevzunda da şimdi arz ettiğim gibi belki şimdi işin esnekliğinden istifade edebilirler çoğu orada. Hukuki kuralları yumuşatabilirler, kimi zaman vardır, yani kanunlar pek vaaz edilir.  Hâkimin vicdani ve takdir hakkı onları yumuşatır, insani hale getirir.
Şimdi bir taraftan onu yaparsan, diğer taraftan da bir yönü ile o kurallara kaidelere yine hukuki prensipleri müsaade ettiği ne kadar esnekliğe müsaade ediyorsa, onun için de biraz kural kanun adamı olmalarıyla istikbale yürüyebilirler. Yoksa siz burada adliyede karar veririsiniz, orada mülkiyede sıkı izahatta bulunursunuz. Fakat yukarı hep bunu bozarsa, bu insanlar bir mülkiyeye dönüyorum, bir adliyeye dönüyorum. Yargıtay kararlarınızı bozarsa, Danıştay sizin karşınıza çıkarsa, daha yüksek mahkeme sizin kararlarınızın hilafına kararlar verirse, öbür tarafta teksiye amirleriniz aleyhte kararlar ihtar ederse, bu istikbale yürümezsiniz yani, takılır yollarda kalırsınız.
Bu açıdan bir taraftan o kanun ve kararları kullanma biçimi, biraz evvel arz ettim esneklik içinde, diğer taraftan da “kanun ve kural adamı olma imajını uyarma, yani harfiyen riayet ediyorlar bunlar”, denmeli. Mümtazen ölçülerin arkasında bu vardır. Sizin ilerdeki dönemde daha önemli, daha hayati yerlere gelmenizin arkasında da bu vardır yani. Sezilmeden, mevcudiyetinizi hissettirmeden çok ilerilere gitme, işte bu iki müessese olduğu gibi hayati dinamik bu kısım üniversitelerde de söz konusudur. Ta ilerilere gitme böyle can damarları içinde dolaşma ve sonra eğer dönülüp gelinecekse yara alınmadan, hissedilmeden dönüp geriye gelme meselesi. Geleceğimiz adına çok önemli esaslardır, bu hususlar, mutlaka riayet edilmesi lazımdır, bunun işleyişini. Akıl kurallar inde belki kavrarlar ama fakat sistem, sistem etrafındaki fikrin bu mevzu adına bir şeyler söyleme, düşünme ister idare de, ister adliyede, çok önemli şeylerdir. Arkadaşlarımızın iştikak kabiliyetlerimize esneklik kazandırır.
Bu işin diğer tarafı, ben diyorum ki bunlar gelip geçici şeyler, beşeri olan şeyler, ancak tıpkı beşer gibi fanidir onlar gelir giderler. Beşer olmayan şeyler, ezelden gelen şeyler ebede namzettirler onlar devam ettirirler, devam edeceklerdir.” 
Siyaset Meydanı’nın yöneticisi Ali Kırca, devreye girerek şöyle dedi: 
“Bu konuşma böyle devam edecek, tartışmanın ilerleyen bölümlerinde konu ile ilgili olan kısımlarını da ekleme getireceğiz, çünkü gerçekten de çok sayıda faks var. O saatte izleyemeyen seyircilerimizin yenide izlenmesi yayınlanması, izlenmesi doğrultusunda talepleri var. Şimdi bu konuşmayı da aktardık, adliye ve mülkiye ile ilgili, bazı konuları dile getiriyordu, Sayın Gülen bu konuşmasında. Sayın Prof. Dr. Türkan Saylan’a sormak istiyorum, siz dinlediğinizde nasıl değerlendirdiniz?

TÜRKAN SAYLAN 17 YIL ÖNCE TEHLİKEYİ SÖYLE ANLATMIŞTI:
“Ben bütün Türkiye’nin bu bandları dikkatle dinlemesini istiyorum, bizim değerlendirmemizin yanında. Bu inanılmaz bir olay ve giyimiyle kuşamıyla ifadesiyle, ben hekim olduğum için tabi daha da ciddi bir şekilde yorumluyorum. Ortada ciddi bir sağlık sorunu mevcut olduğu olan bir kişinin TC nin nasıl ele geçirileceği konusunda talimatları var. Ben bir öğretim üyesi olarak onun ürünlerini her zaman görmek durumundayım. Öğrencilerimizin nasıl çeşitli okullarda, çeşitli evlerde nasıl beyninin yıkandığını ve öyle bir bilim kurgusal bir olayın içerisine çekildiğini, en akıllıların en çalışkanlarının nasıl kafasının farklı yönlere götürmüş, birtakım çelişkiler içinde olan ve geleceğinin dünyasını ele geçirmek için böyle bir insanın peşinden sürüklenen değerli insanlarımız, çocuklarımız olduğunu görüyorum.  Her zaman için ve adeta şu anda da düşündüm. Belki de bütün Türkiye’de yaralı gençlerimiz, yaralı insanlarımız var, bu cemaatin içine çekilmiş ve oralarda beyni yıkanmış çocuklarımız belki de bir işkence rehabilitasyon merkezi gibi bu olay kapandıktan, bittikten sonra bu gençlerin rehabilitasyonu için bir kurumun oluşması gerekir, d,ye düşünüyorum.
Şöyle bir örnek vermek istiyorum, bundan uzun yıllar evvel Fatih’te, önce bunlar fen liselerine el attılar. Çünkü en akıllı çocuklar bunlardı ve bir özel fen lisesine TÜBİTAK tarafından Atatürk için bir konferans vermek için gönderilmiştim. Aradım buldum bu yeri, o zamanları çok izbe bir yerde idi ve hiç hazırlıklı değillerdi. Ben çocukları topladım, Atatürk konusunda bazı şeyler söyledim. O sırada da, hepsi erkekti bu çocukların. Dedim ki, “hepiniz erkeksiniz normal bir okul değil burası ne yapacaksınız çocuklar üniversiteye gidince” diye şaka yaptım. Konuşmamın sonunda bir çocuk geldi yanıma, usulcacık sokuldu, adeta böyle sarılmak istercesine, “hocam”, dedi, “güzel şeyler anlattınız ama siz biliyor musunuz,” dedi, “biz çok başarılıyız, çünkü hiç kız yok aramızda. Kızlar şeytandır, onlar aramızda olmadığı için biz başarılıyız”.
Şimdi kızların şeytan olduğunu öğrenen bir çocuğun bilim kafası nasıl gelişebilir, hayata nasıl uyum sağlayabilir. Nasıl TC nin çağdaş, laik demokratik düzenine uyum gösterebilir? Evet, kolaylıkla Cumhuriyet, Atatürk düşmanı olabilir.
Yine öğretmen liselerinin bir tanesinin öğrencilerinin belli bir demokratik modern dershanelere kayıt edildiğini öğrendik, böyle bir duyum aldık. Baktık ki bu çocuklar buralara paraları ödüyorlar,  makbuz alıyorlar, fakat oralara devam etmiyorlar. Allah Allah ne var bunun arkasında dedik. Meğerse bu çocuklar oralarda aldıkları makbuzları ilerde kullanmak üzere bu kuruluşun bu cemaatin özel eğitim yerlerinde eğitiliyorlar, çünkü askeriyeye gireceklerdi. Orada başvurdukları zaman bu makbuzları gösterecekler. Böyle Türkiye’nin her tarafının gözümüzün önünde görüyoruz. Bu dış ülkelerde de geçerli. Biz eğitim kanalıyla bu çocuklarla karşılaşıyoruz. İlk sorduğumuz hangi lise, bur vermek için özellikle karşılıklı görüşmemizde, “hangi okulda okudun, hangi dershaneye gittin, peki bu dershaneden sonra yatlı mı okudun burada, “evet” “hayır”. Peki, kampa da gittin mi, artık kampa da gitmiş, bir ay iki ay o kampa girmiş, çocuk tamamen burada biraz önce dinlediğimiz kasetteki bilgilerle ideolojiyle ilgili yetişmiş, gizli olarak Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı, ama görünüşte bunu kılık kıyafet itibariyle pek ipucu vermeyen halde karşımızda. Ama gerçekten kafaları son derece karışmış, her birinin eğer yapısında da varsa bir psikopati ile zaman içerinde ortaya çıkacağı bir durum var. Yani bu çok vahim, bunlar doktor oluyorlar, bunlar, biraz evvel söylendiği gibi vali, kaymakam, polis oluyorlar, bunlar öğretmen oluyorlar, en büyüğü. Onun için biliyoruz ki, şimdi artık yılların deneyimiyle öğretmen yetiştiren kurumlar, siyasetçi yetiştiren kurumlar, yönetici yetiştiren kurumlar son derece tehlike altında, bu insanların kuşatması altında, çünkü bu çocukların çoğu yetenekli ta kaynaklarında bulunarak getirilen, özel eğitimden geçirilen çok yoksul çocuklardır. Dolayısıyla para açısından, yurt bulma açısından, kitaplarını alma açısından böyle bir kuruma muhtaç. Kolaylıkla içine giriyorlar ve daha sonra bu öğretilen geçen ağabeyler, hatta bazı yerlerde ablalar bu çocukları eğitiyorlar. Bu eğitmenin sırasında da, öyle dayak kötek işkence falan yok. Tamamen dinsel öğeleri kullanarak, ya da din doğmalarını kullanarak bu çocuklar bir şekilde yakalanıyorlar. Örneğin yanlış yapan çocuk Allah tokadı” diye bir ceza görüyor, Allah tokadı elinden kaleminin düşmesi, ayağının sürtmesi, kapıya çarpması ve böylece kendisini kötü işler yapmış onlara uyum sağlamamış cezalandırılmış çocuk olarak görüyorlar. Böylece ruhsal bunalımlar içerisinde yaşıyorlar. Böyle insanlarla sürekli biz karşı karşıyayız. Eğer Türkiye çağdaş, laik bir Türkiye ise ve bu insanlarımızın birisinde birazıcık akıl varsa madalyonun ön yüzünü değil, arka yüzünü görmek zorundalar. Bu bilimkurgu olayının bir yerde durması gerekiyor. Ama en önemli zarar siyasetçilerden geliyor. Çünkü siyasetçiler ne yazık ki Cumhuriyetin temel ilkelerini sadece bir yemin gibi okuyup  ondan sonra hangi tarikattan, hangi  cemaatten oy alırız kaygısını taşıdıkları için her zaman bu insanlarla bir şekilde temas kurma yarışı içerisindeler. Bu sağcısıyla, solcusuyla, ortasıyla her siyaset grubunda bu mevcut ve dolayısıyla hani “iyi tarikatlar vardır” diyebilen siyasetçilerimiz de karşımızda. Bunun bir şekilde çözülmesi lazım. Bu olayın ne boyutlara vardığının bilinmesi gerekiyor.
Son olarak bizim birçok Özbekistanlı öğrencimizi bir anda geri çektiler. Bir dersi kalmış mezun olmaya yakın çocuklar, bildiğiniz gibi, Özbekistan’da bir büyük darbe teşebbüsü oldu, oranın başkanını Fetullahçılar desteklediler, bu günkü gazetede mevcut, isimleri var yakalanmışlar, geri göndermişler hatta İstanbul Emniyet Müdürü, şu anda Özbekistan’a gidip bu işi incelemeye başlayacakmış. Bin tane öğrenciyi geri çektiler. Özbekistan’daki Türk okullarını kapattılar. Bu iş öylesine sarmış öylesine yanlışlar yapılıyor ki, bu sadece Türkiye’nin içini değil, Türkiye’yi dışarıdan da tehlikeye sokan bir örgütlenme şeması içerisinde sürüp gidiyor.
Birazcık abartılı bir şey olacak ama bir zamanlar Rusya’daki Rasputin’in davranışlarıyla paralellik görüyorum bu olayın içinde yani bir yerlere hâkim olmak bilimkurgu bilimlerinde olduğu gibi birileri geliyor, dünyayı fethediyor, ondan sonra bir anda boşalıyor olay, böyle bir sonuç bekliyorum. Yani bir yerde bir balon gibi sönmesini düşünüyorum. Çünkü bir sürü mağdur insan var ortada ve hiç kimse konuşamıyor. Herkes tehdit altında, belki bu konuşmadan sonra bizim başımıza ne gelecek onu da bilmiyoruz”.
 Kanser hastası, ölüm arifesinde olan bir bilim adamının Türkan Saylan’ın evine yapılan polis baskınlarını, cenazesinde iktidarın olumsuz tavrını; Türkan Saylan’dan Sanatçı Tarık Akan’a kadar iktidarın cenaze de bile ayırımcı tavrını gördüğümüzde üzülmekten kendimizi alamıyoruz. Hükümetin, iktidarın, Cumhurbaşkanının ayırımcılık yapmadan herkesi kucaklamasını isterdik.
Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com

Cevat Kulaksız

Her şey tamam, bir Abdülhamid eksikti - Tünay Süer
TBMM Başkanı İsmail Kahraman, "Sultan 2. Abdülhamid’i ve Dönemi Uluslararası Sempozyumu" tanıtım toplantısında konuşmuş.
Sempozyumu neden tertiplediğini anlatmış.
Tarihimiz açısından unutulmayacak bir yeri olan  (!) böylesi bir hükümdara vefa borcumuz varmış.
O tahta çıktıktan sonra anayasal parlamenter sisteme geçişle ilgili çalışmaları Dolmabahçe Sarayı'nda başlatmış, ardından 1. Meşrutiyet 3 Aralık 1876'da ilan edilmiş ve Meclisi Mebusan ilk toplantısını 19 Mart 1877'de bu sarayda (Dolmabahçe) gerçekleştirmiş miş.
Kahraman’ın “Laiklik anayasada olmamalıdır” sözlerini neden dediği çok iyi anlaşılıyor böylece…
Mecliste böyle bir başkanın olması AKP ve amacı için olsa da bence talihsizliktir.

Üçüncü Ahmet Han’ın Veziriazam Ali Paşa, Varadin’de yapılan savaş sonunda şehit olduğu zaman malları,  devrin kuralları gereği padişah adına müsadere edildi.
Şehit Ali Paşa’nın Kitapları ve Anımsattıkları - Cevat Kulaksız

Ali Paşa ilim irfan sahibi, kitabı, okumayı sever, maarife tutkun bir vezirdi.  Zengin kütüphanesine topladığı yalnız kitapların fihristi dört cildi buluyordu. Hayatında kurduğu kütüphaneye kitapların bir kısmını naklettirmiş, diğerleri müsadere edilen malları arasında kalmıştı. Kütüphaneye alınmadı çünkü kütüphaneye alınmayan Osmanlı’da yadsınan bilim kitapları idi…Bu hazin durum Rönesans tan 300, matbaanın icadından 260 yıl önce idi.

Vakıf gereğince bu kitapların da kütüphanesine yerleştirilmesi gerekiyordu.  Şehit serdarın mallarını tespit edenler,  kitaplar arasında tarih, felsefe, astronomi, tıp ve edebiyata ait eserler de gördü. Şehit Ali Paşa, Mora seferi sonunda eski Yunan kültür hayatına ait birçok eserler getirmişti.
Padişah, bu kitapların vakfının şer’an caiz olup olmadığını,  Şeyhülislam’dan sordu.  Müftü Efendi, “olmaz…Bunların vakfı caiz değildir…” dedi.  Yani “bunlar kütüphaneye konulamaz, sakıncalı” demek istiyor.
Avrupa’da, Rönesansçın baskın etkisi ile 300 yıldır bilim ve sanatlarda çok hızlı ilerlemeler varken, hızla gerilemekte olan Osmanlı’nın Şeyhülislamı bilim ve felsefe kitaplarını sakıncalı görüyor,  vakıf kütüphanesine koydurmuyordu.  Tıpkı bu örnekte olduğu gibi, Osmanlı bilime, bilim kitaplarına önem vermediği ve ilme ilgisiz kaldığı için çağın gerisinde kalmıştı.
Osmanlı’nın 250 yıl önceki bilime ve bilim kitaplarını yadsıması öyleydi de, günümüzde nasıldı? Günümüzde de, hemen hemen aynı gibi görünüyor, basılmamış kitaplar için davalar açılıyor,  yazarlar, akademisyenler, bilim insanları hapislere atılmıyor mu?  TÜBİTAK  gibi bazı bilimsel bir kurumların başına liyakatli değil,  yandaşlar atanmıyor muydu?  Laikliği, bilimselliği yadsıyan Cumhurbaşkanı RTE nin atadığı rektörlere bakıyoruz, en çok oy alan değil, en az alan aday atanıyor; sonradan bakıyoruz ki, 15 Temmuz darbesinden sonra bu atanan rektörlerin hepsinin FETÖ’cu olduklarını ve tutuklandıklarını öğreniyoruz.
Şimdi lll Ahmet’in,  Ordu Kadısı Sunullah Efendi’ye gönderdiği hattı hümayunun bu bölümüne göz atalım:
“…Üç ciltte mestur (baş ağrısı) olan kitaplarının defterlerinde yazıldığı üzere her bir fenden olanı başkaca ve alelicmal (Toplu olarak, topluca.) defteri ve Mora seferi avdetinden sonra aldığı kütüb (kitap, kitaplar) henüz bu defterlere kayıt olunmakla onların dahi defteri mazbut ve hususu mezkür a’lemül ülemaül mütebahhihirin (bilgileri pek çok olan alem üleması), bilfiil Şeyhulislam ve müftünam (Hoca ile talebeler arasındaki bir kitaba başlangıç ziyafeti) olan Mevlana Ebu İshak İsmail Adam- Allahü Teala fazluhudan (faziletli) istifa olundukta kütübü kasiresi  (pek çok kitaplar)olan Zeydin Felsefe ve Nücum (Astronomi) ve Ekazib (uydurma, yalanla) ile meşhun (dolu)  olan eş’ar  (şiirler) ve tevarihe (tarihe)  müteallik (alakalı) kitapları dahi vakıfta dahil olmaz. Olmakule kütübün (kitaplar) vakfı mütearif  (tanış)değildir”  diye fetvayi şerife verilmekle…”
Kitabın önemini ve kitapların halka ulaştırmanın önemini bilen Şehit Ali Paşa  kendi evinde binlerce kitabı biriktirirken, 1715 yılında kendi adını taşıyan kütüphane kurmuştur.

Şehit Ali Paşa’nın Kitapları ve Anımsattıkları - Cevat Kulaksız
MATBAA BULUNALI 260 YIL OLMUŞ OSMANLI BİLİM KİTABINA KARŞI ÇIKIYOR.
Osmanlının şu kafasına bakınız. Yıl 1710,  matbaa 1450 yılında bulunmuş, aradan 260 yıl geçmiş Osmanlı ülkesinde daha matbaa yok. Devletin en yetkili din adamı Şeyhülislam, “bilim kitaplarının kütüphaneye konması caiz değil” diyerek fetva veriyor, bilim kitaplarına karşı çıkıyor.   Gerek ulema “gâvur icadı Kuran basılmaz” diyen baskısı,  gerekse el yazmacılarının tepkisi yüzünden matbaayı getirmiyorlar, Osmanlı ülkesine.  Ama bu bilime karşı duruş,  orduyu da devleti de, toplumu da geriletiyor.  Buna bağlı olarak bütün sınırlardan, çağın koşullarına uyulmadığı için feryatlı yardım istekleri geliyor. Ama başkent İstanbul zevk ve sefa içinde. Artık Osmanlı taa Cumhuriyet devrine adar aldığı ülkeleri, toprakları hızla terk etmeye başlıyor.  Devlet çatırdıyor, ama çağdaşlaşma yolunda hiçbir tedbir yok. Batı’da Rönesans’ın ve matbaanın itici ivmesiyle Avrupa’da şehir şehir,  ülke ülke peş peşe matbaa makineleri kuruluyor, binlerce bilim kitapları basılıyordu.  İşte bu etkenler nedeni ile Orta Çağın karanlığından silkinen Avrupa’da bilim, sanat, buluş ve keşiflerde inanılmaz ilerlemeler oluyordu. Bu ışıklı doğrultuda laiklik düşüncesi ve demokrasi anlayışı hızla gelişmeye başladı.   Osmanlı’da ise, matbaanın getirilmesine karşı durmak bir yana, bilim kitaplarını bile kabul etmek istemiyorlardı. Bu ortamda ne bilim gelişir, ne demokrasi oluşur.  Türkiye’de ise, Atatürk’ün ileri görüşlü devrimci anlayışı ile ezanla başlayan Türkçe ibadet, ne yazık ki,  oy avcılığı yapan cahil politikacılar yüzünden bu Türk Rönesans’ı amacına ulaşamamıştır. Günümüzde bile geriye gitmekte.

Şehit Ali Paşa’nın Kitapları ve Anımsattıkları - Cevat Kulaksız
İNCİL ANA DİLE ÇEVRİLİNCE HALK GERÇEĞİ GÖRDÜ VE UYANMAYA BAŞLADI
Avrupa’da, ayrıca dinde reform yapılarak,  İncil’in ana dile çevrilmesine direnen papazlara karşı, İncil Avrupa’nın bütün dillerine yavaş yavaş  çevrilince,  Avrupa Hristiyan halkı baktılar ki,  Allahın kitabı olan İncil’in söylediği ile halkı sömüren papazların dedikleri çok farklı.  Böylece Orta çağ boyunca halkı sömüren papazların hemogonyası kırılmış oldu, toplum bilinçlenmeye ve bilime sarılmaya başladı.
Bizde ise, ne ki Araplar dışındaki bütün İslam ülkelerinde,  “Kuran Allahın kitabı başka dile çevrilemez” diye direnme tam 1400 yıldır devam ediyor. Din adamının imajının “Türkçe ibadetle” sarsılacağının korkusu içindeydiler.  Onun için de, halka anlamını bilmedikleri yüzlerce sayfalık Kuranı,  kâh Kuran kurslarında, kâh imam hatiplerde ezberletiyorlar. Şimdi aklı başında olanlar kendi kendine sormalılar, yüzlerce sayfalık anlamını bilemediğimiz Kuranı herkese zorla ezberletsek,  ezberlesek aydın bir insan, ulema demeyeyim de, bilim adamımı oluruz? Kesinlikle mümkün değil.  Dilden kaynaklanan dindeki anlaşılmazlık durumu nedeni ile ortaya halkı andıran nice Saidi Nursi’ler, Fetö’lar, dinsel teröristler,  şıhlar,  şeyhler,  müritler ortaya ortaya çıkar ve kaos yaratır.
Arap ve İran baskısı ve propagandası ile nice Müslüman ülkesi buna, yani Kuranı ana dile çevirip, ana dilde ibadet yapmaya cesaret edemiyorlar.  Özellikle Suudi Arabistan yönetimi,  dini devlet yönetimine katmayı kafasına takmış olan laiklik düşmanı liderlere rüşvet veya bağış vererek o ülkedeki laiklik düşüncesini kırmaya çalışıyorlar.  Suudi Karlı, RTE sülale vakfına yüz milyon doları,  Malezya Başbakanına 680 milyon dolar niçin verdi acaba düşünün. [1]
Şehit Ali Paşa’nın Kitapları ve Anımsattıkları - Cevat Kulaksız

İşte yukarıda açıklamaya çalıştığımız halkın aydınlanmasında “ana dilde ibadet” in önemini gören Atatürk, ülkemizde de  “anadilde ibadet” çalışmalarına başladı.  Ezan “Tanrı  uludur…” diye ilk olarak 29 Ocak 1932’de Fatih Camii’nde okutturuldu. Türkçe Kur’an, tekbir ve kamet, 3 Şubat 1932’ye rastlayan Kadir Gecesinde Ayasofya Camii’ndeki mevlidde okundu. Menderes’in iktidara gelmesi ile oy avcılığı ile hele Atatürk’ün aydınlanmacı devrimci düşüncesine ihanet edilerek 17 Haziran 1950’de ezanın asli kelimeleriyle okunması serbest edildi. Ülkemizde tam 17 yıl ezan Türkçe okundu. Oysa ezan “Allah kelamı” değildir, hadis ve ayet değildir;  sadece Müslümanları namaza çağıran Arapça bir toplanma istemidir.
Şair Ziya Gökalp de Türkçe ezan ve ibadete öylesine inanmıştı ki aşağıdaki destansı dizeleri ile bunu savunuyordu:
“Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur.
Köylü anlar manasını namazdaki duanın
Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kuran okunur
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda’nın
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın.”

Ezanın ve dinin Türkçeleşmesini ve kuranın anlayarak okunmasını, önemli olanın kuranın manasını anlamak olduğunu savunanlardan biri de İstiklal marşının şairi Mehmet Akif’tir.  Mehmet Akif Kuranın manasını anlamanın önemli olduğunu bir şiirinde şu şekilde ifade etmiştir:
Çünkü biz bilmiyoruz dini, evet, bilseydik,
Çare yok, gösteremezdik bu kadar sersemlik.
“Böyle gördük dedemizden!” diye izmihlali
Boylayan bir sürü milletlerin olsun hali,
İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de!
Yoksa bir maksat aranmaz mı bu ayetlerde?
 Lafzı muhkem yalnız, anlaşılan, Kuran’ın:
Çünkü kaydında değil hiçbirimiz mananın
Ya açar Nazm-ı Celil’in, bakarız yaprağına;
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için. ( Mehmet Akif Ersoy Safahat, s 153) [2]

Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com

SONNOTLAR

[1]  BBC Arapça'nın verdiği habere göre 2013 yılında eski Suud Kralı Abdullah bin Abdulaziz tarafından Malezya Başbakanı Necip Abdürrezzak'ın hesabına aktarılan 681 milyon doların İhvan'a karşı baskı uygulanması ve ülkede İhvan'la bağlantılı yapılara izin verilmemesi için gönderildiği belirtildi.
https://www.hicretder.org.tr/haberdetay/Suudi-Arabistan-Malezya-basbakanina-Ihvana-baski-kurmasi-icin-para-aktardi/8961

[2] https://tibbiyelihikmet.wordpress.com/2014/01/08/osmanli-zamaninda-da-ezan-turkce-okunmustu/

Kalbimize gömdük - Tünay Süer
Bugün İstanbul tarihi günlerinden birisini daha yaşadı.
A partisinin C partisinin mitingi yoktu.
Vapurlar, metrobüsler, otobüsler bedava değildi.
Öyleyse bu ne kalabalıktı böyle?
Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nun içi, dışı insan seli gibiydi.
Türkiye her gün gelen şehit haberleri ile kahrolurken,  bir devrimcisini zamansız kaybetmenin acısını da yaşıyordu şimdi.
Atatürk ve cumhuriyet sevdalısı, hani derler ya adam gibi adamını, Tarık Akan’ını son yolculuğuna uğurlamadan önce orada toplanmıştı.
Naaşı yerine sahnede büyük bir posteri asılmıştı.

Ağlıyorum - Gündüz Akgül
Sevgili dostlar,
İnsanoğlu üzülünce ağlar, sevinince ağlar, hırslanınca ağlar, kızınca ağlar.
Sıkıldığınız an sıkıntınızı birsiyle paylaşmak gereksinimi nasıl sizi rahatlatıyorsa, ağlamakta bir nevi rahatlamayı ve sinirlerin boşalmasını sağlar.
Yaş ilerledikçe insan daha çok duygusallaşır ve olaylar karşısında daha çabuk duygulanıp ağladığı için, bunu saklamayı da beceremez.
Ben oldum olalı sulu gözlüyüm, olaylardan çabuk etkilenir, duygulanır ve sonuçta ağlarım.
İnsan sevgisi, doğa, sevgisi, hayvan sevgisi ve yurt sevgisi olanlarda duygu yoğunluğunu ayıplamam, değerli bir nitelik sayanlardanım.

İki gün önce kaybettiğimiz değerli sanatçı Tarık Akan benden küçük olduğu için sanat hayatına başladığı günden beri hayranlıkla izleyen bir olarak hakkında söyleyeceklerim var.
-Tarık akan sıradan bir sinema jönü değildi.
-Tuzu kuru insan olmayı değil, eylem adamı olmayı seçti.
-Eziyet gördü, hapis yattı ilkelerinden ödün vermedi.
-Emekçilerin hak arayışlarında, gençlerin haksızlığa karşı direnişlerinde, Silivri’de örülen barikatları yıkmada hep ön saflardaydı.
-Devrimciydi, Atatürkçüydü, aydınlanmacıydı.
-Çağdaş eğitime kendini adamış bir eğitimciydi.
-Nerede haksızlık, hukuksuzluk varsa ilk itirazcıydı.
-Her koşulda dik durmasını bilen, kırılır ama eğilmezdi.
Birçok niteliği kişiliğinde biriktirmiş sevgili Tarık Akan’ı kaybetmenin derin üzüntüsü içinde büyük bir duygu yoğunluğu ile iki gündür ağlıyorum.
Ne mutlu o insanlara ki öbür dünyaya göç ettiklerinde arkasında binlerce ağlayanı olur.
Ülkemizde bu nitelikleri taşıyan ve içinde bulunduğumuz koşullarda çok gereksinim duyduğumuz ve arkasından gözyaşı döktüğümüz insanları peşi sıra kaybettikçe eksiliyoruz.
Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Turan Dursun, Çetin Emeç, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu, Levent Kırca yüreklerimiz burkan, aydınlarımızdı.
Onlar göçüp gittiler, ama yüreklerimizde daima yaşayacaklardır.
Tıpkı Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ü hep yüreğimizde yaşattığımız gibi.
Bu değerlerimizi unutmadık, unutturmayacağız.
Sosyal medyada Tarık Akan’ın arkasından kötü konuşanları bir erdem olan duygu yoğunluğundan yoksun insan sevgisi olmayan insanlar olarak değerlendiriyor ve onun içinde önemsemiyorum.
Sevgili Akan, güle, güle ışıklar içinde uyu “CANIM KARDEŞİM”

18.09.2016
Gündüz AKGÜL 
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Ananın ne işi varmış kerhane kapısında! - Mehmet Halil Arık
I: BÖLÜM

Yakından tanımam adamı… “Abdurrahman Çelebi” olarak kaptığı köşesinden, bir de “ “b.ku boncuklu tv yorumcuları arasında oluşuyla sınırlıdır hakkındaki bilgim.
İfade özgürlüğüne olan saygım, cevap verme arzumu hep elimden almıştır benim.
Ama; susmak “Abdurrahman Çelebi”’lere cesaret verecekse, işin boyutu değişir orda.
Bakın ne diyor, zat-ı muhterem:
- FETÖ operasyonları derinleştikçe siyasete yansımaları kaçınılmaz olacak
Önkoşulu görmezlikten geliniyor olsa da buraya kadar çok doğru bir tespit… (Şayet
“Yargının da yürütmenin de, yasamanın da başı benim” diyen vesayetten yargı kurtarılırsa)
Diyeceklerini bu doğru söylemin arkasına sokup ekliyor yazar. İşte mesele de burada.
- AKP (tabi ki o AK parti diyor) bu günlere eleye eleye geldiği için, diğerleriyle kıyaslandığında sarsıntı (AKP içinde) daha az olacak”. Ve cümlenin de devamını getiriyor: “en sarsıcı yansıma, kendilerini sol ve laik olarak niteleyenlerde olacak.
-
Söylem bu noktada kalsa, ninemin tekerlemesine ekleme yapmadan güler geçerdim:
- “Laf etti bal kabağı, dinlettim sanır mahallenin dangalağı…”
- Sol ve laik bir parti olarak yıllarca "F-Tipi" diye propaganda yapacaksın, “emperyalizmin yeşil kuşak projesi" diyeceksin, Ergenekon- Balyoz davalarında kumpas kurduklarını söyleyeceksin, dahası onunla da kalmayacak binlerce insanı dinlediklerini, bazı siyasi aktörleri komplo kasetleriyle devre dışı bıraktıklarını bile bile onlarla "paralel" ittifak yapacaksın.
Kör şeytan diyor ki;
- Bırak adabı kenara, çıkar ağzından baklayı…”
Ama biz, ne şeytana inananız, ne de şeytan tipli adamların sözlerine kananız… Adam gibi adabımızla deriz diyeceklerimizi…
- Propaganda mıydı solcuların, laiklerin… ulusalcıların yurtseverlerin o günlerdeki feryatları, yoksa uyarı mıydı!?..İşte o koca kafa – içi boşlar… liboşlar, tut kulağından çifte koş’lar, o tehlikeyi o gün görebilselerdi, bugünün kanlı bilançosu yaşanmazdı. Çıkarları görmemeyi gerektiren ortaklığın koşullarına odaklanmışlardı dünün Muhterem(!)övgücüleri. Bu gün içine düştükleri o çirkefli açmazda, yeni kirli “paralellik sıfatları” üretmekle kendilerine yeni çıkış yolları aramaktalar..
O balyoz, o Ergenekon o edepsizce kurgulanan kumpas davaları döneminde, o, ahlaksız siyasi kaset furyasında, o siyasi depremlerin yarattığı kokuşmuşluğu çıkar için kullanma döneminde “özel değil genel… genel!” diyerek siyaseti mahalle karılarının kavgasına tahvil eden zihniyet “paralel” ittifak içinde değildi de, “sol ve laik“ kesim ittifak içinde oldu öyle mi!?...
O inandığınız Allah sizi bildiği gibi yapsın… O işbirliği yaptığınız şeytan sizi bildiği gibi çarpsın!...
Ne deyim!... Bugünün haini Fetulah zibidisine, “Bin yılın Türk Büyüğü” diyerek toz kondurmayan AKP milletvekili şimdi darbe komisyonunda ihaneti araştıracak!...
Hadi canım sen de!... .
“At izi it izine karıştı” ifadesinden, bugünün haini, dünün kendilerine göre saygın Gülen Cemaati ile geçmişte yaşanan iç içe, kolkola güçbirliği ve işbirliğini unutturma talimatı gibi bir yorum çıkarmak çok mu kötü niyetlilik!?... ...

ANANIN NE İŞİ VARMIŞ KERHANE KAPISINDA!...
BÖLÜM II.


TBMM Darbe Araştırma Komisyonu’na AKP tarafından, Fetullah’a “Bin yılın Türk Büyüğü” diyerek toz kondurmayan milletvekili görevlendirilmiş…
Herhalde bu zat-ı muhterem(!)le girecekler inlerine!.. Hadi canım sen de!...
Bir yanda “at izi it izine karıştı”… , diğer yanda geçmişte yaşanan iç içe iş ve güçbirliği ortaklığını silme - unutturma talimatı gibi görünen görevlendirmeler… ...
Olayın 2. boyutu da burada başlıyor…
Kuyrukların nasıl olup da birbirini rahatsız ettiği üzerinde durmayacağız… Bu onların sorunu… Ne var ki; bizim derdimiz, ülkenin sürüklendiği kötü durumdan çekip çıkarılması için, kim hangi pisliği biriktirmişse cebinde ters yüz edilip o pisliklerin dökülmesi.
Şayet,
• “yürütmenin de, yasamanın da, yargının da başının kendisi olduğunu sanan seyis susarsa,
• Yargıçlar ve savcılar cübbelerinin niçin düğmesiz olduklarını anlarlarsa,
• “At izi it izine karıştı” bahanesiyle soruşturmanın uzanacağı bazı “inler”in yolu kesilmezse…
• Yani, kısaca, %99’un güven duyacağı bağımsız, adil, hukuk işletilirse,
kuyruk, at, it, iz, toz kir ve daha ne varsa dökülür ortaya…
Hani demiş ya Koca Yunus:
Yerden göğe küp dizseler // Birbirine bend etseler/
Altından birin çekseler // Seyreyle sen gümbürtüyü.
İşte şimdi, “yerden göğe dizilmiş, birbirine bend edilmiş” küplerden biri çekildi. Bir gümbürtü geldi gelmesine de; bu gümbürtü, henüz o Koca Yunus’un sözünü ettiği gümbürtü değil…
Olacakların yanında henüz tıngırtı bu…
Korkumuz, yıkılan küplerden bazılarının yuvarlanırken, “at izi it izi” bahanesiyle izlerin silinmesi…
Üç-beş yıl öncesine kadar, gizli tanıklı, sırtlarına şeytan cübbesi giydirilmiş hukukun kumpas’lı Balyoz, Ergenekon, Casusluk, Ayışığı, Yakamoz… Eldiven… Merdiven - kardelen davalarının savcılığına soyunanların “at izi it izi” yorumuyla operasyonları kendi sahalarının dışında tutma gayreti izlenimi veriyor olması bana olumlu umut vermiyor. Hatta korkutuyor.
*
Her cümlesi ile fikri sapkınlığı ve çarpıtmayı doruğa çıkarmaya alıştırılmış ”aferin delisi” çok yazar var bu ülkede… Çarpıtıp yansıtmanın bir ruhsal bozukluk olduğunu unutarak;diyor ki biri;
- Siyaseten intihar eyleminden farkı yok bu ilişkinin.(kastettiği CHP FETÖ ilişkisi) Er veya geç bedeli de ödenir.
Aslında CHP'liler 17-25 Aralık darbe girişiminden sonra FETÖ unsurlarıyla yoğun ilişki kurduklarını pek de saklamadı”.” Hatta CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu yasadışı yollarla elde edilen o belge ve bilgileri meydanlarda, Meclis salonlarında açıklamakta sakınca görmedi.
Ve biz de umuyoruz ve inanıyoruz, er veya geç bedeli ödenmelidir. Ayni yollarla sağlanmış Baykal kasedini “Özel değil, genel genel” naraları ile meydan meydan dolaştıranlarında…
Bu gün FETÖ’de olduğu gibi elbet bir gün çıkacaktır, 17//25 Aralık dosyasını açacak yürekli bir savcı da…
TBMM’de parmakla adam aklamanın bedelini de sorgulayacaktır da….
Milletvekilleri bilmelidir ki; aradan yıllar da geçse, Meclis’te kaldırdığınız
O ellerin vebali bir gün gelir yapışır yakanıza.
*
“Kemal Kılıçdaroğlu yasadışı yollarla elde edilen o belge ve bilgileri meydanlarda, Meclis salonlarında açıklamakta sakınca görmedi.” diyerek
CHP’nin (sol ve laik kesimin) FETÖ ile kurduğu ilişkiye bir de kanıt(!) sunuyor:
“Washington'a resmi bir gezi için giden AK Parti milletvekili, gitmişken, Pensilvanya'ya da uğruyor. Çiftliğin kapısından girdikten sonra hiç beklemediği bir sürprizle karşılaşıyor. FETÖ lideri Gülen, bina kapısında birilerini yolcu ediyor.”
İşte o yolcu edilenler solcu ve laikler(miş)….
Hani meşhur hikayedir;
- Anam, ananı kerhane kapısında görmüş
- Anan hırlı kadınmış da, kerhane kapısında onun ne işi varmış!?...
*
Sormazlar mı adama, be adam (adam dediğime bakmayın söz gelişi) … getirmiyorum sözün gerisini…
*
Ah be edep… İzin ver de çıkarayım baklayı ağzımdan!... Bazen gerekiyor!...
Mehmet Halil Arık
Emekli eğitimci - DENİZLİ
mehmethalilarik@gmail.com

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget