Üçüncü Ahmet Han’ın Veziriazam Ali Paşa, Varadin’de yapılan savaş sonunda şehit olduğu zaman malları, devrin kuralları gereği padişah adına müsadere edildi.
Ali Paşa ilim irfan sahibi, kitabı, okumayı sever, maarife tutkun bir vezirdi. Zengin kütüphanesine topladığı yalnız kitapların fihristi dört cildi buluyordu. Hayatında kurduğu kütüphaneye kitapların bir kısmını naklettirmiş, diğerleri müsadere edilen malları arasında kalmıştı. Kütüphaneye alınmadı çünkü kütüphaneye alınmayan Osmanlı’da yadsınan bilim kitapları idi…Bu hazin durum Rönesans tan 300, matbaanın icadından 260 yıl önce idi.
Vakıf gereğince bu kitapların da kütüphanesine yerleştirilmesi gerekiyordu. Şehit serdarın mallarını tespit edenler, kitaplar arasında tarih, felsefe, astronomi, tıp ve edebiyata ait eserler de gördü. Şehit Ali Paşa, Mora seferi sonunda eski Yunan kültür hayatına ait birçok eserler getirmişti.
Padişah, bu kitapların vakfının şer’an caiz olup olmadığını, Şeyhülislam’dan sordu. Müftü Efendi, “olmaz…Bunların vakfı caiz değildir…” dedi. Yani “bunlar kütüphaneye konulamaz, sakıncalı” demek istiyor.
Avrupa’da, Rönesansçın baskın etkisi ile 300 yıldır bilim ve sanatlarda çok hızlı ilerlemeler varken, hızla gerilemekte olan Osmanlı’nın Şeyhülislamı bilim ve felsefe kitaplarını sakıncalı görüyor, vakıf kütüphanesine koydurmuyordu. Tıpkı bu örnekte olduğu gibi, Osmanlı bilime, bilim kitaplarına önem vermediği ve ilme ilgisiz kaldığı için çağın gerisinde kalmıştı.
Osmanlı’nın 250 yıl önceki bilime ve bilim kitaplarını yadsıması öyleydi de, günümüzde nasıldı? Günümüzde de, hemen hemen aynı gibi görünüyor, basılmamış kitaplar için davalar açılıyor, yazarlar, akademisyenler, bilim insanları hapislere atılmıyor mu? TÜBİTAK gibi bazı bilimsel bir kurumların başına liyakatli değil, yandaşlar atanmıyor muydu? Laikliği, bilimselliği yadsıyan Cumhurbaşkanı RTE nin atadığı rektörlere bakıyoruz, en çok oy alan değil, en az alan aday atanıyor; sonradan bakıyoruz ki, 15 Temmuz darbesinden sonra bu atanan rektörlerin hepsinin FETÖ’cu olduklarını ve tutuklandıklarını öğreniyoruz.
Şimdi lll Ahmet’in, Ordu Kadısı Sunullah Efendi’ye gönderdiği hattı hümayunun bu bölümüne göz atalım:
“…Üç ciltte mestur (baş ağrısı) olan kitaplarının defterlerinde yazıldığı üzere her bir fenden olanı başkaca ve alelicmal (Toplu olarak, topluca.) defteri ve Mora seferi avdetinden sonra aldığı kütüb (kitap, kitaplar) henüz bu defterlere kayıt olunmakla onların dahi defteri mazbut ve hususu mezkür a’lemül ülemaül mütebahhihirin (bilgileri pek çok olan alem üleması), bilfiil Şeyhulislam ve müftünam (Hoca ile talebeler arasındaki bir kitaba başlangıç ziyafeti) olan Mevlana Ebu İshak İsmail Adam- Allahü Teala fazluhudan (faziletli) istifa olundukta kütübü kasiresi (pek çok kitaplar)olan Zeydin Felsefe ve Nücum (Astronomi) ve Ekazib (uydurma, yalanla) ile meşhun (dolu) olan eş’ar (şiirler) ve tevarihe (tarihe) müteallik (alakalı) kitapları dahi vakıfta dahil olmaz. Olmakule kütübün (kitaplar) vakfı mütearif (tanış)değildir” diye fetvayi şerife verilmekle…”
Kitabın önemini ve kitapların halka ulaştırmanın önemini bilen Şehit Ali Paşa kendi evinde binlerce kitabı biriktirirken, 1715 yılında kendi adını taşıyan kütüphane kurmuştur.
MATBAA BULUNALI 260 YIL OLMUŞ OSMANLI BİLİM KİTABINA KARŞI ÇIKIYOR.
Osmanlının şu kafasına bakınız. Yıl 1710, matbaa 1450 yılında bulunmuş, aradan 260 yıl geçmiş Osmanlı ülkesinde daha matbaa yok. Devletin en yetkili din adamı Şeyhülislam, “bilim kitaplarının kütüphaneye konması caiz değil” diyerek fetva veriyor, bilim kitaplarına karşı çıkıyor. Gerek ulema “gâvur icadı Kuran basılmaz” diyen baskısı, gerekse el yazmacılarının tepkisi yüzünden matbaayı getirmiyorlar, Osmanlı ülkesine. Ama bu bilime karşı duruş, orduyu da devleti de, toplumu da geriletiyor. Buna bağlı olarak bütün sınırlardan, çağın koşullarına uyulmadığı için feryatlı yardım istekleri geliyor. Ama başkent İstanbul zevk ve sefa içinde. Artık Osmanlı taa Cumhuriyet devrine adar aldığı ülkeleri, toprakları hızla terk etmeye başlıyor. Devlet çatırdıyor, ama çağdaşlaşma yolunda hiçbir tedbir yok. Batı’da Rönesans’ın ve matbaanın itici ivmesiyle Avrupa’da şehir şehir, ülke ülke peş peşe matbaa makineleri kuruluyor, binlerce bilim kitapları basılıyordu. İşte bu etkenler nedeni ile Orta Çağın karanlığından silkinen Avrupa’da bilim, sanat, buluş ve keşiflerde inanılmaz ilerlemeler oluyordu. Bu ışıklı doğrultuda laiklik düşüncesi ve demokrasi anlayışı hızla gelişmeye başladı. Osmanlı’da ise, matbaanın getirilmesine karşı durmak bir yana, bilim kitaplarını bile kabul etmek istemiyorlardı. Bu ortamda ne bilim gelişir, ne demokrasi oluşur. Türkiye’de ise, Atatürk’ün ileri görüşlü devrimci anlayışı ile ezanla başlayan Türkçe ibadet, ne yazık ki, oy avcılığı yapan cahil politikacılar yüzünden bu Türk Rönesans’ı amacına ulaşamamıştır. Günümüzde bile geriye gitmekte.
İNCİL ANA DİLE ÇEVRİLİNCE HALK GERÇEĞİ GÖRDÜ VE UYANMAYA BAŞLADI
Avrupa’da, ayrıca dinde reform yapılarak, İncil’in ana dile çevrilmesine direnen papazlara karşı, İncil Avrupa’nın bütün dillerine yavaş yavaş çevrilince, Avrupa Hristiyan halkı baktılar ki, Allahın kitabı olan İncil’in söylediği ile halkı sömüren papazların dedikleri çok farklı. Böylece Orta çağ boyunca halkı sömüren papazların hemogonyası kırılmış oldu, toplum bilinçlenmeye ve bilime sarılmaya başladı.
Bizde ise, ne ki Araplar dışındaki bütün İslam ülkelerinde, “Kuran Allahın kitabı başka dile çevrilemez” diye direnme tam 1400 yıldır devam ediyor. Din adamının imajının “Türkçe ibadetle” sarsılacağının korkusu içindeydiler. Onun için de, halka anlamını bilmedikleri yüzlerce sayfalık Kuranı, kâh Kuran kurslarında, kâh imam hatiplerde ezberletiyorlar. Şimdi aklı başında olanlar kendi kendine sormalılar, yüzlerce sayfalık anlamını bilemediğimiz Kuranı herkese zorla ezberletsek, ezberlesek aydın bir insan, ulema demeyeyim de, bilim adamımı oluruz? Kesinlikle mümkün değil. Dilden kaynaklanan dindeki anlaşılmazlık durumu nedeni ile ortaya halkı andıran nice Saidi Nursi’ler, Fetö’lar, dinsel teröristler, şıhlar, şeyhler, müritler ortaya ortaya çıkar ve kaos yaratır.
Arap ve İran baskısı ve propagandası ile nice Müslüman ülkesi buna, yani Kuranı ana dile çevirip, ana dilde ibadet yapmaya cesaret edemiyorlar. Özellikle Suudi Arabistan yönetimi, dini devlet yönetimine katmayı kafasına takmış olan laiklik düşmanı liderlere rüşvet veya bağış vererek o ülkedeki laiklik düşüncesini kırmaya çalışıyorlar. Suudi Karlı, RTE sülale vakfına yüz milyon doları, Malezya Başbakanına 680 milyon dolar niçin verdi acaba düşünün. [1]
İşte yukarıda açıklamaya çalıştığımız halkın aydınlanmasında “ana dilde ibadet” in önemini gören Atatürk, ülkemizde de “anadilde ibadet” çalışmalarına başladı. Ezan “Tanrı uludur…” diye ilk olarak 29 Ocak 1932’de Fatih Camii’nde okutturuldu. Türkçe Kur’an, tekbir ve kamet, 3 Şubat 1932’ye rastlayan Kadir Gecesinde Ayasofya Camii’ndeki mevlidde okundu. Menderes’in iktidara gelmesi ile oy avcılığı ile hele Atatürk’ün aydınlanmacı devrimci düşüncesine ihanet edilerek 17 Haziran 1950’de ezanın asli kelimeleriyle okunması serbest edildi. Ülkemizde tam 17 yıl ezan Türkçe okundu. Oysa ezan “Allah kelamı” değildir, hadis ve ayet değildir; sadece Müslümanları namaza çağıran Arapça bir toplanma istemidir.
Şair Ziya Gökalp de Türkçe ezan ve ibadete öylesine inanmıştı ki aşağıdaki destansı dizeleri ile bunu savunuyordu:
“Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur.
Köylü anlar manasını namazdaki duanın
Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kuran okunur
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda’nın
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın.”
Ezanın ve dinin Türkçeleşmesini ve kuranın anlayarak okunmasını, önemli olanın kuranın manasını anlamak olduğunu savunanlardan biri de İstiklal marşının şairi Mehmet Akif’tir. Mehmet Akif Kuranın manasını anlamanın önemli olduğunu bir şiirinde şu şekilde ifade etmiştir:
Çünkü biz bilmiyoruz dini, evet, bilseydik,
Çare yok, gösteremezdik bu kadar sersemlik.
“Böyle gördük dedemizden!” diye izmihlali
Boylayan bir sürü milletlerin olsun hali,
İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de!
Yoksa bir maksat aranmaz mı bu ayetlerde?
Lafzı muhkem yalnız, anlaşılan, Kuran’ın:
Çünkü kaydında değil hiçbirimiz mananın
Ya açar Nazm-ı Celil’in, bakarız yaprağına;
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için. ( Mehmet Akif Ersoy Safahat, s 153) [2]
Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com
SONNOTLAR
[1] BBC Arapça'nın verdiği habere göre 2013 yılında eski Suud Kralı Abdullah bin Abdulaziz tarafından Malezya Başbakanı Necip Abdürrezzak'ın hesabına aktarılan 681 milyon doların İhvan'a karşı baskı uygulanması ve ülkede İhvan'la bağlantılı yapılara izin verilmemesi için gönderildiği belirtildi.
https://www.hicretder.org.tr/haberdetay/Suudi-Arabistan-Malezya-basbakanina-Ihvana-baski-kurmasi-icin-para-aktardi/8961
[2] https://tibbiyelihikmet.wordpress.com/2014/01/08/osmanli-zamaninda-da-ezan-turkce-okunmustu/
Yorum Gönder