Kimileri Türk toplumunun uygarlığından söz edilince aslan kesiliyor.
Fakat uygar kavramının hiçbir boyutundan haberleri yok. Türk tarihini ve
uygar dünyayı tanımıyorlar. Türkiye’yi Türk Milli Takımı gibi
tutuyorlar. Büyük bir toplum cehalet ve
patavatsızlığı ülkeyi çağdaş dünyadan uzaklaştırıyor.
Durumu bu insanlara çağdaş ve uygar ülkelerle Türkiye ile
karşılaştırmalar yaparak anlatmak yararlı olabilir. Kente gelmiş, fakat
kentlileşememiş toplum, televizyonda, sinemada, reklamda ve alış-veriş
merkezinde taklit ettiği, yani varlığından haberi olduğu bu dünyayı
seyrediyor. Hangi koşullarda yaşadığını öğrenirse kendi yaşamına
eleştirel bir gözle bakmayı belki akıl eder. Hollanda uygarlığının
Osmanlı’da ve Türkiye’de olamamış çağdaş özelliklerine ilişkin birkaç
gözlem sunacağım. Sanırım kolayca anlaşılabilir.
Uygarlık basit ve tek boyutlu bir olgu değil. Bileşenleri içinde
kültürün bütün verileri, bilim ve teknoloji, üretim, toplumsal
örgütlenme, toplumsal davranışlar, toplumsal dayanışma var. Bunlar
günümüze özgü bir çağdaş çerçevede, birbirlerini tamamlayan bir bütün
olarak örtüşüyor ve kendilerine özgü bir yaşam düzeni yaratıyorlar.
BÜTÜNLEŞEN BİR TOPLUM YAPISI
Toplumun uygarlığı dediğimiz zaman, tarihte var olan bir ürün ya da
niteliklerden değil, günümüzün bilim, sanat ve güncel davranışlardan,
etkinliklerden ve onlarla bütünleşen bütün toplumsal yapıdan söz
ediyoruz. Böyle bir karşılaştırmada Mozart’ın musikisinden söz ettiğimiz
zaman bugünün yaşamında hâlâ yeri olan bir varlıktan söz ediyoruz.
‘Bizde de Itri vardı’ demek çağdaş uygarlık bağlamında anlamsız. Bugün
Itrı’nin ne adını bilen var ne de dinleyen.
Geçmiş kültürle ilgili bilgiler birkaç uzmanın rafında ya da
dolabında olabilir. Doğrusu istenirse, geçmişte var olduğunu
söylediğimiz kültürel ve uygar varlığımız, eğer bugünün yaşamına olumlu
bir katkı getiriyorsa anlam taşır. Yoksa boş bir övüntü olur. Ne Türk
tarihinden ne de İslam tarihinden haberi olmayan sokaktaki adamın ben
İslamcı’yım, Türkçü’yüm demelerinin de anlamı yok. Yahudiliği kabul eden
Hazerler’in ne olduğunu anlamadan, hatta nerede, hangi tarihte
yaşadıklarını bilmeden, Hürrem sultanın bir Hazer casusu olduğunu
TRT’nin televizyon serilerinde seyrederek kültürleşen bir toplumda,
uygarlık savlarının çok komik boyutları var.
Sevgili okuyucular,
Bu toplumun dünyaya katılması için Anadolu halkının İstanbul’a
gelmesi, hatta hali vakti yerinde olanların Paris’e gitmesi yeterli
değil. Otomobil, gökdelen tarlası, elin uzantısı telefon, televizyon
dizisi de yeterli olmuyor. Uygarlık konusunda aydınlanması gerek. Batı
dünyasını tanıyan biri olarak beni etkileyen bazı çağdaş özelliklerden
söz etmek istiyorum.
HOLLANDA-TÜRKİYE
Hollanda Konya ili kadar küçük bir ülke. Nüfusu İstanbul’un yarısı
kadar. Toprağını Kuzey Denizi’nin istilasından duvarlarla koruyor.
İklimsel değişikliğin getireceği felaketleri şimdiden düşünen Hollanda
hükümeti yıllardır Kuzey Denizi’nin yükselmesine karşı gereken setleri
yenileme için bütçeye para koyuyor. Bu denizden çalınmış topraklar
üzerinde Hollanda’nın tarım ürünleri ihracatı, kendisinden on kat
kalabalık Türkiye’ye nerede ise eşit.
Orada toprak gerçekten vatan toprağı. Aşık Veysel’in sadık yârim
dediği vatan toprağı. Çünkü yüzünü balta ile parçalasa bile halkı
zenginleştiriyor. Bizim köylünün yüzüstü bırakmaya mecbur kaldığı, ya da
bir hayal uğruna terk ettiği tarlalar gibi çorak kalmıyor. Orada
toprağın ve tarımın ülke ekonomisine bu katkısı sadece bir teknoloji
farkı değildir. Bir uygarlık farkıdır. Hollandalı toprağının
potansiyelini en üst düzeyde kullanmaktadır. Bu toplum yaşamında aklın
egemenliğini göstermektedir. Türkiye’de tarımın sefaleti toplumsal aklın
yeterince çalışmadığını kanıtlamaktadır. Bu fark akıl, bilim,
teknoloji, insanlık ve uygarlık farkı olarak anlaşılmalıdır.
Hollanda Kuzey Denizi’ne setler yükselterek toprağını koruyor. O
denizin rüzgârı ile elektrik üretiyor. Bizim ülkenin aklını kullanmağı
öğrenememiş insanı Karadeniz’de rüzgâr esmediği için (!) köylerdeki
dereleri kurutarak toprağı susuz, köylüleri aç bırakıyor. Sellerin
taşıdığı toprağı da, Hopa’nın ortasına yığıp insanları öldüren kent
planları yapıyor.
BİLGİSİZLİK VE PLANSIZLIĞI BAŞARI GÖSTERENLER
Bu tür olaylarda sadece bilgisizlik ve plansızlık söz konusu olsa
neredeyse onu bile bir başarı olarak görecek cahil-ötesi bir kamuoyu
var. Fakat bunun da ötesinde bir de önlemeyen bir spekülasyon hırsı var.
Karşılaştırma ölçütleri anlamını yitiriyor. Bu noktada cehaletin hoş
gördüğü ahlak boşlukları ortaya çıkıyor. Bu ahlak boşluğu fakir bir
ülkede en kolay aktığı çukuru dolduran su gibi, doğru dürüst
yapılaşamamış kentlerde can alıyor.
Türkiye’nin en büyük uygarlık boşluğu yapılaşmanın çirkinliği ve ülke
kentlerinin tarihi doku ve karakterinin yok edilmesidir. Bu çağdaş Türk
kültürünün vebasıdır.
Türkiye’nin 19. yüzyılı, İstanbul ve bir iki liman kentindeki
gelişmeler dışında, Anadolu kentlerinde bir vilayet binası, tren yolu,
varsa bir istasyon, bir iki okul ve kışla yapılarından ibarettir.
Kentler nüfus olarak büyümezler. Kasabalar bir iki mahalleden oluşur.
Köyler hiç değişmez.
Cumhuriyetin ilk aşamasında özellikle Ankara’daki yatırımlar dışında,
Atatürk ölene kadar fazla bir şey yapılamazdı. İkinci Dünya Savaşı
tehlikesine karşı 1936’dan başlayarak ülke yeniden bir hazırlanma
dönemine girdi. Bu duraklama 1955’e kadar sürdü. Türkiye yapılaşmaya
Menderes’le ve İstanbul’da başladı. O zamandan bu yana aynı ağırlıkla
devam ediyor. Kente göçün 1980’den sonra hızlanmasından sonra, Türkiye
ekonomisi yapı spekülasyonuna kapılandı. Bu ekonominin motoru olarak
devam ediyor. Kente akan köylü hareketi ile örtüşerek günümüzün uygarlık
standartlarını saptıyor ve saptırıyor.
Hollanda ile bir uygarlık karşılaştırılması bağlamında iki tipik
konuyu anlatmaya çalışacağım. Bunlardan biri tarihi kentlerin korunması
sorunu, diğeri musikinin toplum yaşamı içindeki yeridir.
UYGARLIK KARŞILAŞTIRMASI
Avrupa’nın bütün uygar ülkelerinde olduğu gibi, Hollanda’da da büyük
küçük kentlerin tarihi karakterlerinin korunması, Avrupa uygarlığının en
duyarlı olduğu konudur. Hollanda kentlerinin en eskisi Roma çağında
kurulan Maastricht’dir. 2000 yıllık bir tarihi var. 2000 yıllık
yapıtları ve dokusu kuşkusuz yok. Fakat bu bilinç ve algı, Maastricht
gibi bir kente gittiğiniz zaman, kentin ve doğal çevrenin halk
tarafından nasıl korunduğunu ve sayıldığını yabancı gözlemciye
iliklerine kadar hissettiriyor.
Avrupa kentlerinde, İtalya başta olmak üzere, kentler arkeolojik
sitler olarak değil, toplumun tarihle bütünleşmesinin simgeleri olarak
yaşıyorlar. Kent halkları tarihlerinin bir dönemini, ya da bazı
dönemlerini kendilerine tarih içinde bir yer ve bir statü sağlayan bir
kutlu belge olarak bakıyor. Anıtlar ve konutlar, o toprağın tapuları,
kendilerine uygarlık statüsü sağlayan belgelerdir.
Batı uygarlığının bu fiziksel çevre duyarlığına uygarlığın olmazsa
olmazı olan musikiyi de katmam gerek. Maastricht nüfusu 122.000. Bir
konservatuvarı ve dünya çapında bir tıp fakültesi olan üniversitesi var.
Bir musiki kenti, ünlü bir bilim ocağı. Dünya çapında bir hafif klasik
orkestrası da var.
Amsterdam müzeleri, konser salonları ile bir dünya kenti. İstanbul’da
18. yüzyıl sonuna kadar sadece medrese vardı. Ama bir Osmanlı Erasmus’u
yok. Felsefe yok. Spinoza da yok. Bruegel, Rembrand, Van Gogh da yok.
Amsterdam kanallarında 17-18 yüzyılın küçük evleri var. Bizim Haliç
kıyısında evimiz kalmadı. Boğaziçi’nde birkaç ahşap yalı restorasyonu
kaldı. Hollandalıların Philips’i var.
Endonezya’ya gidip koca İslam ülkesini sömürge yapmışlardı. Cezayir korsanı Barbaros olmasaydı donanmamız da olmayacaktı.
Musiki yok, resim yok. Bilim yok. Sanayi de yok. Felsefe de yok.
YASAK var!
Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet
Yorum Gönder