Güncel sözlükte ‘Aydınlanma’ İngilizce ‘Enlightment’ sözcüğü karşılığı kullanılıyor. Aydın ise iyi öğretim almış, bazen entelektüel, bazen de aydın kafalı, ileri düşünceli, çağdaş anlamına kullanılıyor. Bizde entelektüel karşılığı bir sözcük yok. Bu da doğal. Çünkü felsefeyi yadsımış bir gelenekte dünyayı kavramsal düzeyde yorumlayacak adam yetişemezdi. Batılıların kullandığı ‘entelektüel’ sözcüğü okumuş, iyi yetişmiş ya da çağdaşın üstünde kavramlarla düşünen, felsefi düzeyde düşünen bir aydın demek.
Biz önce din kökenli Arapça, sonra Fars edebiyatından Farsça bir sözlük aldık. Sonra bunlardan bir ‘Hybrid’ Osmanlıca icat ettik. Fakat Osmanlıca yazılmış, özgün entelektüel ve bugün okunan hiçbir yapıt ve düşünce yoktur. Belki medreseyi hortlatmaya çalışan İmam-Hatip okullarında olabilir.
Düşünce tarihimizi incelersek Osmanlı’dan İslam’a geçmiş, ya da Cumhuriyet çağına uzanmış, uluslararası bir değer taşıyan hiçbir kavram yok. Varsa Arapça ve Farsça kökenlidir. Osmanlı’nın düşünce ve yayın tarihinde kopya etmediğimiz hiçbir fikir yok! Kopya etmediğimiz bir teknik de yok. Dolayısıyla ürettiğimiz, patenti bize ait, araç da yok.
Bu gözlem şok edicidir. İrdelenmelidir. Günün birinde, göçer döneminde yarattığımız, ‘üzengi’ türünden bir araç belki bulunur. Bunlara karşın bizim birçok dilden önce gelişmiş ve hâlâ gelişmeye devam eden olağanüstü bir dilimiz var. Dilin bu özel durumu ile göçerin her şeyi taklit etmesi arasında bir ilişki kurulabilir. Sosyal antropologlar ve dilciler bu konuya aydınlık getirebilirler.
SADECE ALICI VE TAKLİT EDİCİ
Lâle Devri’nden başlayarak imparatorluğunun batışına kadar Osmanlı dünyası her alanda sadece alıcı ve taklit edicidir. Bunun Cumhuriyet yolunu açtığını yadsıyamayız. Cumhuriyeti kuranlar Osmanlı askerleridir.
Bilimsel aydınlanmamızı ve İslam dünyasında başka eşi olmayan çağdaşlık devrimimizi doğru anlamayanların bir çoğu, geçmişi geleceklerine üstün düşünen tutuculardır. Bunların çoğunluğu ne aydın ne de entelektüeldir. İslam dünyasının dış dünya ile ilişkilerini kuranlar işadamları ve politikacılardır. İlişkiler ise içeriden dışarı değil, dışarıdan içeri doğru kurulur. Başka türlüsü olanaksızdır. Çünkü biz hiç satıcı olmadık. Hep müşteri olduk.
Sevgili okuyucular,
Bu sorunlara entelektüel açıdan, yani kavramsal boşluklar açısından bakarsak, dünya ile ilişkilerimizi daha doğru bir yola sokmak olanağı olabilir. Türkiye’deki kaosun 1950’den bu yana kamuoyuna empoze edilmiş, parçalayıcı ve çağdışı, kavramsallaşamamış ikilemlerden kaynaklandığına inanıyorum. Türkiye’de ideolojinin kuruluğu ve yavanlığı, daha doğrusu politik pragmatizme feda edilmiş varlığı, partilere egemen olan düşüncenin entelektüel düzeye çıkamamasından ve halkı uyutacak sloganlara indirgemesinden kaynaklanır.
EMPERYALİZMİN KAOSU VE AMACI
İslam dünyasındaki eşsiz devrimci hareketi gerçekleştiren Kurtuluş Savaşı sonrası rejiminin, Avrupa’da moda olan politik ideolojilere saplanmadan imparatorluktan arta kalan fakir ve cahil Anadolu’da, saplantısız bir çağdaş demokrasi ideolojisini yerleştirmeye çalışması, dünya tarihinde eşi olmayan bir politik ve pragmatik deha eseridir. Ve Türkiye’nin bunu Mustafa Kemal’in dehası kadar ona yardımcı olan genç Osmanlı kuşaklarının sağduyusuna da borçluyuz. Bu devrim sadece İslam tarihinde değil, dünya tarihinde de eşsizdir.
İkinci Dünya Savaşı galipleri önce CHP’yi devirerek yerine İslam’a taviz vererek iktidarda kalmaya çalışan bir idealsiz politik grup oluşturdular. O günden başlayarak Türkiye’deki partiler Batıdan içeriksiz olarak alınan etiketler arkasında torbalar içine sıkıştırılan kitle partileri oldu. Halk demokrasi sözcüğünün ne anlama geldiğini bugüne kadar öğrenmiş değil. Başımıza gelen ve adına hükümet dediğimiz yönetim kurguları demokrasi sözcüğünü de sık sık tekrarlayarak, İslam dünyasının tek çağdaş devriminden taviz verdiler.
Bugünkü kaos Batılı emperyalistlerin her zaman destekledikleri ortaçağda kalmış ilkel ve tavizci bir İslamcı hareketin başarısıdır. Fakat İslami bir başarı değildir. Neokapitalizm’in son ayakta kalma şansı ya da yaşamını uzatma şansı olan 1.5 milyarlık İslam dünyasının sömürge statüsünü uzatma stratejisinin karmaşık oyunlarının sonucudur.
Türkiye bu oyuna hayır diyebilecek bir ekonomik güce ve entelektüel olgunluğa, 1960’dan bu yana devam eden ve 1980’de bir fırtınaya dönüşen politik süreç içinde erişememiştir. Gerçi benim gibilerin bu yorumları yapabilmeleri bile İslam dünyasına Cumhuriyet Devriminin açtığı pencerelerden olmaktadır. Ne var ki bu pencereler demokrasi komedisinde oynayan son aktörlerin kafalarında henüz açılmış değildir.
BATILI POLİTİKANIN OYUNCAĞI
Türkiye’nin içinden geçtiği uluslararası politik macerada Batılı politikanın oyuncağı olan aydın sınıfının olayları az gelişmiş etkitepki ve korku mekanizmaları içinde nasıl geçirdiğini biyografilerden, röportajlardan, romanlardan biliyoruz.
Bu kişisel işkence, cinayet, eziyet öyküleri ve bunlara eklenen hukuki ve politik komediler gelişememiş bir toplum manzarası sergilemek ötesinde, ilkel bir entelektüel ortamı teşhir ediyor. Bu ilkelliği hemen her gün idarecilerin ve politikacıların iç karartıcı, utandırıcı davranış ve konuşmalarında izliyoruz. Bunların gazetelerde sergilenmesi onları etkilemiyor. O zaman Türk toplumunun sadece bilgisinden, duyarlığından değil, daha önemlisi, kesinlikle geri kalmış entelektüel yetersizliğinin içine düştüğümüz kaosun nedeni olduğunu hissediyoruz. Türkiye’de gerçek aydının umutsuzluğu bu noktada başlıyor. Sömürücüler çok acımasız, halk çok bilgisiz ve kaygısız, halkın temsilcileri de çok gaddar olabiliyor.
Bizim gibi toplumların (milyarlar), iklimsel bir felaket bekleyen bir dünyada, kurtuluşları mucizelere bağlı. Bunlar da ilkel politik örgütlenmenin değil, toplumların entelektüel güçlerinin yoğunlaşıp etkili olmasını gerektiriyor. Bu gerçekleşmezse sonuç önce sömürge olmak. Sonra dünyanın sonunu beklemek.
Sevgili okuyucular,
Bu yorumlar size çok ürkütücü gelmesin. İnsanların çoğu, farkında olmasalar da, zaten bu koşullarda yaşıyorlar. Sömürülüyorlar. Hem içeriden, hem dışarıdan. Yarınlarından emin değiller. Devletleri idare edenler de insanların yaşamı ile kumar oynayabiliyorlar.
Dünyanın birçok ülkesinin, İslam dünyasının ve Türkiye’nin yakın geleceğinin uçurum kenarında olması ve bazı ülkelerin, özellikle kuzey yarım küresinde yaşayan Avrupa, Kuzey Amerika ve Kanada’nın (buna Asya’da Japonya’da katılabilir) daha dengeli, biraz daha güvenli bir gelecek umut etmeleri, bugünkü egemen konumu elde etmeleri, entelektüel gelişmelerinin bize göre çok uzun bir dönemde oluşmasının sonucudur.
Bunu dünya tarihçileri Rönesans’tan bugüne uzanan 500 yılın ürünü olarak görür. Bu gelişme hiçbir kendini bilen tarihçinin yapıtında ya da düşüncesinde bir askeri zaferler tarihi değildir. Doğu Asya’nın Batıya bilim ve teknolojide yaklaşmış olması Avrupa’nın öncülüğünü değiştirmiyor. Bir ortaçağ davranışı ile buna dini motivasyonla karşı çıkmak, İslam dünyasının geri kalmış olmasını ve zavallılığını da ortadan kaldırmıyor.
Türkiye İkinci Dünya Savaşı sonrasını Batının bir piyonu olarak oynamanın cezasını çekiyor. Bunun politik boyutu yanında, ondan da ağır bir kültürel boyutu var. İslam’ın en parlak çağını yaşamamış olan Türkler Osmanlı döneminde ne İslam’ın gerçek kültürel mirasçıları oldular ne de Avrupa Rönesansı sonrası Batılı gelişmelere ortak oldular. Osmanlı, İslam kültür tarihinde marjinal bir fenomendir. Avrupa kültür tarihinin bir parçası olmamıştır. Dünya kültür ve uygarlık tarihinde de adı geçmiyor.
15 yıllık Cumhuriyet dönemi bize bir basamak atlattı ve orada kaldık. Bu geride kalışın en önemli nedeni çağdaş uygarlığa ulaşmamızı sağlayacak entelektüel düşüncenin gelişmemesidir. Bunun sonucu da kavram üretme kısırlığıdır. Cumhuriyetin çağdaşlık ölçütleri ad olarak kullanıldı. Fakat kavramlaşmadığı için sadece içi boşalan kabuk olarak kaldılar.
Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet
Yorum Gönder