“Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi Cuma Hutbelerinde Hocalara Zorla Okutulmalı
“Özgür Basın Yok Edildi. Basın Diye Bir Şey Yok Artık.
“Şimdi TC Devleti’nin Kurumlarını Tırnaklarını Kendi Ellerimizle Bize Söktürdüler.
“Yargıtay’ın garip kararı: “17/25 Aralıktan Önce Bir Dini Motif Çizen Bu Örgüte Dâhil “Olanlar Kabahat İşlemiştir; 17/25 Aralıktan Sonra Terör Örgütü Niteliği Kazandıktan “Sonra Buna Dahil Olanlar Terör Suçu İşlemiştir.
“Ülkemizdeki Suriyeliler Gelecekte Büyük Sorun Olacak
“Kuvayi Milliye’deki Gibi Ortak Akıl Oluşturmalıyız
“Son Dört Seçimde 15 İle 17 Milyon Seçmen Sandığa Gitmiyor”.
Ülkemizin iç ve dış siyasetindeki yanlış uygulamalar, rüşvet, yolsuzluk ve öteki siyasal, sosyal, hukuk, yönetim kusurlarından doğan huzursuzluğun, bundan doğan belirsizliğin ülke genelinde sorun olduğu günümüzde, bu konuşmanın yararlı olacağını düşünerek, akademisyen ve hukuk adamı Avukat Hasan Erçelebi’nin konuşmasının okuyucularımız için de yararlı olacağı düşüncesi ile aşağıya alıyoruz.
“-Konuşmama bir soru ile başlıyorum, Türkiye nereye gidiyor. Türkiye nereye gidiyor derken, bunu değişik bölümlere de ayırmak lazım. Toplumsal olarak, ekonomik olarak, eğitim olarak nereye gidiyor, siyasi olarak nereye gidiyor, işte bütün bu soruları sizlerle dertleşeceğiz, bir noktaya getireceğiz.
Öncelikle Türkiye nereye gidiyor sorusunun cevabını ararken önce bir teşhis yapmamız lazım. Sonra tedaviyi yapacağız, sonra da aklımızın erdiğince bu da bunun çözümüdür, diyeceğiz, çıkarken bir çözümle çıkmaya çalışacağız.
Şu anda içinde bulunduğumuz toplum nasıl bir toplumsal zemin üzerine oturuyor. Yani şu anda toplumumuzda ne gibi özellikler gözlüyoruz. Ben şöyle belirledim: Şu anda toplumda
Benim gözlemlerime göre müthiş bir yozlaşma var. Nasıl yozlaşma var? Kültürümüzden bir uzaklaşma var; yerleşmiş davranışlarımızdan bir uzaklaşma var. Nedir bunlar? BU yozlaşma nedir?
Öncelikle toplumda son derece hızlı bir şekilde bireyselleşmeye doğru gidiyoruz. Eskiden bir toplusallık vardı, fakültelerde öğrencilerde vardı, mahallede komşular arasında vardı; köyde şehirde yaşayanlarda bir toplumsallık vardı. Şimdi bu 70 li yılların sonlarında ve 80 li yıllarda “bireyin özgürlüğü” adı altında yükseldi. Çoğumuz alkışladık, “birey özgür olmalıdır”; sonra bu birey özgür olmalıdır” rüzgârı öyle bir noktaya geldi ki, şu anda aile içinde bile toplumsallık nerede ise kalmadı ve hepimiz bir birey olarak yalnız başımızayız. Yani hepimiz bireyci olduk. Yolda birisinin ayağı kayıyor, düşüyor, koşmuyoruz onu kaldırmak için. Diyoruz şimdi 112 gelir, birisi telefon eder, niye sen telefon etmiyorsun?
Bir arkadaşım eskide, mesela çalışanlar, aybaşına üç beş gün kala, “bana bir elli lira ver aybaşında vereyim” dediğimiz zaman, a tabi şimdi var mı öyle bir şey, şimdi bankamatiğe gidiyorsunuz oradan alıyorsunuz, o da hemen faiz yazıyor Para isteyemiyor böyle bir davranış biçimi kalmadı.
İletimsizlik var, aramızda birbirimizden haberimiz olmuyor. Ne yapıyoruz, mesaj çekiyoruz, onu da günler sonra bakıyoruz ve sıcak temas dediğimiz şey olmuyor. Bayramlarda mesaj çekiyor, kardeşler birbirlerine, oğul ana babaya. Ben bayramlarda mesaj çekenlere cevap vermiyorum. Bir teknoloji bağımlılığı başladı, şu büyük bir dosta, aynı zaman da büyük bir düşman (eline aldığı cep telefonunun göstererek). Yabancılar bunun teknolojisin i bize vermeden kendileri gönderdiler ve Türk halkı bunu çok sevdi. Herkesin elinde bu var.
Bakın bir haftadır bu konferansa hazırlık yapıyorum ve gözlem yapıyorum. Toplu taşım araçlarında yollarda bütün gençler, yaşı özellikle 30 un altında, 40 ın altında olanlar kulaklarına birer kulaklık, ellerinde cep telefonu öyle gidiyor, dünyadan haberi yok, bazen yürürken birilerine çarpıyor, her yerde her yerde. Gerçekten büyük bir zarar ama bunun zararını ne zaman anlarız, bilmiyorum, şu anda çok ilginç bir şey. Yeşilay Derneği şu anda bu gün, teknoloji bağımlılığıyla ilgili seminer yapıyor. Demek ki sigara gibi, uyuşturucu gibi bu da başka bir bağımlılık yapan bir şey, tehlikeli bir şey şu anda onu yapıyor. Bunu çevremizde de gözüküyoruz.
İnsanlar yemeğe gidiyor, yemeğe niçin gidiyorsun, sohbet etmeye gidiyorsun, ama ikisinin elinde böyle karşılıklı oturuyorlar. Ezkaza akrabaya filan gittiğiniz zaman yine bu başlıyor, ama bir muhabbet edelim, yok. Bakın benim dört buçuk yaşında bir torunum var. Çocuk ne diyor, “dede evde o kadar sıkılıyorum ki” diyor. “Annem babam telefonu alıyorlar, benimle hiç ilgilenmiyorlar, bana hiç zaman ayırmıyorlar, ama burada siz benimle oynuyorsunuz, sohbet ediyoruz, burayı çok seviyorum, burada özgürlük var” diyor. Dört buçuk yaşındaki çocuk! Buna bağımlı olunca, buraya hangi yönde mesaj gelirse o yönde yönleniyorlar. Ben suçlamak için söylemiyorum, bizim kuşakta ülke sorunlarına çok hassastık. Bir şey olsa üniversiteler ayağa kalkar. Şu anda ayağa kalkan bir üniversite var mı? En çok iktidarın korktuğu kara cübbeliler yürüdüler. O zaman üç beş tane üniversitemiz vardı, 12 Eylül olmadan önce 17 üniversitemiz vardı, sonra onlar geldiler YÖK ü kurdular 21 oldu, şimdi çoğaldı, nerdeyse 180 üniversitemiz var ama hiç birisinden “bu memleketin eğitimi nereye gidiyor, hukuku nereye gidiyor, ekonomi nereye gidiyor? Bir Allahın kulu kalkıp da bir şey söylemiyorlar. Dolayısıyla teknoloji bağımlılığı dost olduğu kadar da sıkıntılı olduğunu düşünüyorum, bunun yanında bir başka bir şey var, o gerçekten beni çok düşündürüyor. Hepimizin aklıyla alay etmek moda oldu. Bakıyorsunuz TV da haberler, “a bu böyle değildi”, diyorsunuz, ama sizi aptal yerine koyuyorlar. Anki bu ülkede biz yaşamıyoruz. 15 sene önce bu ülkede hükümet yoktu, devlet yoktu, hiçbir şey yoktu, her şey yeniden inşa edildi. Bu da öyle bir moda haline geldi ki, markete giriyorsunuz, reyondaki fiyatla kasadaki fiyat birbirini tutmadığı zaman, orada böyle, burada böyle dediğiniz zaman, “yok canım siz yanlış görmüşsünüz” diyordu, kasiyer de, sizinle dalga geçiyor. Bir moda oldu, bir salgın hastalık gibi oldu. Allah Allah diyorsunuz, bende mi bir şey var, inat ediyorsunuz, gidip bakıyorsunuz, bazen de öyleyse tamam diyorsunuz, belki ben yanlış bakmışım diyorsunuz. Dolayısıyla bu hepimizin aklıyla alay etmek de çok enteresan da, durumu derinden saran bir olay oldu.
Sonuçta çevremize baktığımız zaman yüzü gülmeyen bir toplum olduk. Otobüs durağında bekliyorum, insanlar böyle sanki birer heykel gibi. Oysa orda bekleyenlere, oraya gelenlere durumuna göre “günaydın”, “iyi günler” der, bir selamlaşır. Bu insanı öldürüyor, soruyorum, “günaydın” diyorum, bakıyor. Duymadı galiba diyorum, biraz daha yüksek tonla söylüyorum, “günaydın” diyorum, bazen “aleyküm selam” diyor, bazen çok küçük harflerle “günaydın” diyor. Şimdi insanlar sanki pimi çekilmiş bomba gibi birbirlerinin üzerine bir anlamda saldırmak için pusu bekliyor gibi. Bazen otobüslerde bir sebepten gürültü patırtı oluyor, oysa hiç gerek yok, o toplu taşım aracı. İnsan ilerlerken birbirine çarpabilir, “kusura bakma özür dilerim, elimde olmadan oldu”. Maşallah otobüs şoförleri böyle gidip geliyorlar, ama bir tahammül bile, bir hoş görü bile kalmadı.
Yardımlaşma, dayanışma komşuluk ilişkileri bitti. Hepimiz aşağı yukarı apartmanlarda yaşıyoruz, kaç komşumuza gidip geliyoruz; kaç tanesinin ne olduğunu biliyoruz. Bazen üst katta cenaze var, haberimiz yok, alt katta nişan var, düğün var haberimiz yok.
Şimdi bütün bunlar toplumsal ilişkilerin kopmasına en azından zayıflamasına yol açıyor. Bu sefer insanlar birbirleriyle iletişim içinde olamıyorlar. Dolayısıyla sorunlarını konuşamıyorlar, paylaşamıyorlar, ne bireysel sorunlarını, ne de toplumsal sorunlarını. Zaten medyanın bombardımanı altında kalıyor, herkes; medya ne pompalarsa, onu dinlemek durumunda kalıyorlar. Yolda bazen karşılaşıyoruz, “yav hocam, TV na çıkmıyorsunuz”. Devamlı TV da iletişim isteniyor. Diyoruz, “biz ambargoluyuz, çıkarmıyorlar, çıkardılar da biz mi çıkmadık”, filan. Hep oradan bekliyor iletişimi, hep oradan ne enjekte edilirse, onu alıyor. Tabi bunun sonucunda da bu yozlaşma dediğimiz olay toplumu tanınmaz bir hale getiriyor. İçine kapanık, birbiriyle iletişim kurmayan, toplumsal olaylarda tepki vermeyen ve birey olduğu için, yalnız kaldığı için ben bunun yanında acaba “medya güçlendi de her şeyi duyar mı oldu, yoksa arttı mı bilmiyoruz.
Kadın cinayetleri var, önleyebilecek misiniz, bir bakıyorsunuz, kadını kocası kesme şeker gibi doğramış, sevgilisi doğramış, erkek arkadaşı doğramış. Böyle bir şey olabilir mi. Sonra biraz araştırıyorsunuz, bazen soruyorlar, “sen bu erkek arkadaşınla nerede tanıştın” “burada”
Denizli’de akrabalardan bir olay anlatayım. Arkadaşlar, çağırıyorlar, “o gel, o gel”. Bir hanımefendi ile bir beyefendi yemekte tanışıyorlar. İşte Ayşe, Hasan, tamam güzel; yemek iki saat sürüyor, iki saat sonra, erkek hanımefendiye diyor ki, “bizim eve gidip bir kahve içer miyiz” diyor. “A memnuniyetle” diyor hanımefendi, gidiyorlar, sabaha karşı beyefendi hanımefendiyi kesme şeker gibi doğruyor.
Şimdi burada bir hata varsa, doğrayanı haklı çıkaracak bir şeyimiz yok, o cani, o katil, iyi de sen yemekte “merhaba” diyen bir beyefendi ile evine yalnız başına kahve içmeye ne diye gidersin kardeşim.
Birkaç gün önce TV larda görmüşsünüzdür, asker nöbet anında, bu telefonla konuşuyor, o sırada nöbetçi olan başçavuş da orada dolaşırken onu görüyor, kafasına miğferle vuruyor. Adam da ölüyor, asker ölüyor. Şimdi bağırıyorlar, efendim şöyle oldu, böyle oldu, tamam, komutanın izah edilir bir tarafı yok, adam öldü.
İyi de sevgili kardeşim askerdesin, nöbettesin, bununla konuşmanın âlemi ne. Yozlaşma dedik ya, bakalım hukuk ne diyecek, tabi varsa o da ayrı bir konu.
Demin dediniz, bir de kedi meselesi var, o da ayrı bir şey. Yani şunu söylüyorum, o bireyselleşme, o toplumdan kopma insanları gergin hale getirdi. Hakikaten hepimiz, sanki böyle içimizde yaşayan o canavarı dışarıya çıkarmaya başladık, bu hiç hayra alamat bir durum değil.
Devletin kurumları örselene örselene yok edildi, şu anda bir devlet kurumu ben tanımıyorum, var da, varsa var ama kendisi yok, eskiden. Eskiden ne derdik, “yargı yargı, hakim hakim, savcı savcı, dr dr, emniyet emniyet, ordu ordu, ordumuz var dünyanın en büyük iki üç ordusundan biri, akşam rahat yatıyorum, güzel. Kaldı mı? Aşağı yukarı hepimiz devlette görev yaptık, şimdi ben düşünüyorum, bu gün tekrar geriye dönsem acaba, görev yaptığım sıralarda üniversite çok aktif işler yaptım. Saydı bir kısmını, bu gün tekrar o göreve atansam, emin olun onun yaptıklarının dörtte üçünü yapmam. Çünkü her şey bir yerinden bulunup, bir kulak kuyruk takılıp, haydi bakalım. Şimdi gerek var mı? Kedinin tırnaklarını sökerseniz fare tutmaz, aslanın pençelerini sökerseniz hiçbir iş yapmaz.
Şimdi Tc Devletinin Kurumlarını Tırnaklarını Kendi Ellerimizle Bize Söktürdüler.
Askerin başına çuval geçirildi, bir şey olmadı; burada değerli tarih bilimcilerimiz var, söz bana düşmez onlara düşer, ama benim bildiğim kadarıyla Türk tarihinde askerimizin başına hiçbir zaman çuval geçirilmedi. Öyle bir harekâtta yapılacak iş bellidir, çatışmaya girmektir, herkes şehit olabilir, ama o onursuzluk yaşanmazdı. Bu bir denemeydi ve arkasından devamı geldi geldi o kurumumuz örselendi zedelendi.
Yargı yargı” diyorduk, şimdi var mı yargı bağımsızlığı diye bir şey. En üst yargı organları çok ilginç kararlar veriyor. Geçen hafta değerli yargıtayımız bir karar açıkladı, ben taze hukuku yeni bitirmiş bir öğrenci olarak anlayamadım. DİYOR Kİ, “17/25 ARALIKTAN ÖNCE BİR DİNİ MOTİF ÇİZEN BU ÖRGÜTE DAHİL OLANLAR KABAHAT İŞLEMİŞTİR; 17/25 ARALIKTAN SONRA TERÖR ÖRGÜTÜ NİTELİĞİ KAZANDIKTAN SONRA BUNA DAHİL OLANLAR TERÖR SUÇU İŞLEMİŞTİR. Öyle bir şey var mı arkadaşlar. Böyle bir şey var mı? O zaman içerdeki her hükümlü kendine göre bir milat yapar, der ki, “ben şu tarihte milat yaptım, o tarihten önce hiçbir suç işlemedim, beni tahliye edin, Böyle bir şey olabilir mi? Gerçekten Yargıtay yapıyor bunu. Hiçbir hukuk fakültesinden de hiç biri kalkıp da, yav ne diyorsunuz, böyle bir şey mi olur? Yani suç suçtur. Öyle bir şey olur mu? Neyse, bakacağız.
Parlamentomuza bakıyoruz, acaba buradan bir çözüm çıkar mı diye. Oradan da maalesef bir çözüm çıkmıyor. İktidara sahip olanlar, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinde söylediği gibi, “Sayısal çoğunluğumuz var” diyor. Muhalefet olanlar da “bizim sayımız zaten yetmiyor” diyor. Ama hiçbir zaman şunu gözlüyorum, sayıyorum. En önemli görüşmelerde bile muhalefet orada tam kadro olmuyor. Oysa hiç uzağa gitmeye gerek yok, herkes kendi tarihini okusa, ana muhalefet kendi tarihini okusa 1950-60 yılları arasında 33 kişi kalan CHP sinin İsmet Paşa’nın önderliğinde Demokrat partiyle nasıl mücadele ettiğini okusa bu gün için sonuçlar çıkarılacak. Ama onu göremiyoruz.
Evet, bir OHAL ilan edildi ve ne zaman biteceğini bilmiyoruz. Muhtemelen bitmeyecek, bir iktidar değişikliği olmadığı sürece Türkiye’de OHAL bitmeyecek. Bu 19 a devam eder, 23 e devam eder, 27 devam eder, 50 ye devam eder. Her zaman da bir kulp bulunur, sayısal çoğunluk da vardır, “indir kaldır”, sayısal çoğunluk da olmasına rağmen meşruiyet konusunda sıkıntı olursa zaten Meclis’te koltuk değnekleri vardır, dolayısıyla onlar vasıtasıyla da meşruiyet de kazanılır sadece, iktidar partisi değil denir.
ÖZGÜR BASIN YOK EDİLDİ. Basın diye bir şey yok artık. Biz de şikâyet ediyoruz, bizim haberlerimiz basında yer almıyor, geçen sene rahmetli Ecevit’i kaybettiğimiz yılın yıldönümünde değerli bir gazeteciyi çağırdık, dedik ki, “bizim hiçbir şeyimizi vermiyorsunuz, haber yapmıyorsunuz”. Dedi ki, “bakın Türkiye’de bütün haberler her gün bir merkezde toplanıyor, orada filtre ediliyor, ondan sonra servis ediliyor, dolayısıyla bizim yapacak bir şeyimiz yok” Bu gün yandaşına da baksan, candaşına da baksan kaç tane TV varsa, 10 tane 20 tane aç dinle haberleri hep aynıdır. Çünkü aynı merkez, filtre ve servis. Tartışma programlarına bakın aynı insanlar; bir gün orda, bir gün orda yani yandaşı da, candaşı da aynı. Dolayısıyla insanlarımız da onlara bakıp yönlendirilip umutsuzluğa sevk ediliyor. Arkasından bütün bunlardan sonra kocaman bir yalan söyleniliyor. Diyor ki, “kardeşim bu ülkede muhaliflerin oyu yüzde 30-35 dir, iktidara sahip olanlar yüzde 60-65 dir” Koca bir yalandır. Bunun bilimsel temeli de yoktur. Rahmetli Ecevit’in bize söylediği bir söz vardır, çok doğrudur, “sağa sıkışmış sol seçmenler” o zaman sağ sol nedir, dediğimiz zaman, dini bir temele oturmuyor sağ sol, ekonomik temele oturuyor, sömürenler, sömürülenler. Eğer bu ülkede sömürenler yüzde 70 se o zaman denecek bir laf yok, o zaman dönelim işe bilimsel bakalım. B öyle bir umutsuzluğa da kapılmayalım bu ülkede belki ülkede yüzde beş mutlu azınlık vardır. Ama geriye kalan yüzde 95 alın teriyle çalışan insanlardır. O zaman hedef yüzde 95 dir, ona gitmek lazımdır. Sen kardeşim neden olman gereken yerde değilsin? O insanlarla temas kurmak lazım. Tabi şimdi o insanlarla temas kurmak yetiyor mu? Biraz temas işlemek gerekiyor. Neden?
Son yıllarda Köroğlu’nun dediği gibi “tüfek icat oldu mertlik bozuldu”, insanlar toplumumuz önce yoksullaştırıldı, sonra köleleştirildi. Nasıl oldu? İnsanlar işsiz bırakıldı, yoksul bırakıldı ve sonra da dedin ki bu zat, bu faiz lobisi, sendika bilmem ne, “ben sana her gün ekmek vereceğim, merak etme, her gün gelecek”.
“Ankara’da İki Milyon Aile Belediyeden Çeşitli Yardım Aliyor”.
Ankara örneğini alalım, Ankara’da bir önceki görevden alınan Belediye Başkanı Melih Gökçek’in yüz elli bin aileye günlük iaşe yardımı yaptığını düşünüyordum. Bizdeki bilgiler öyleydi. Ancak ayrılırken yaptığı konuşmada ki ben o konuşmaları akademik olarak izlerim odama kapanırım not alarak, orada kendi ifadesiyle Melih Gökçek “377 bin aileye günlük ekmek yardımı yapıyoruz” diyor. Bakın 377 bin aile, kişi değil. Bu aileler, sizlerin bizlerin üç kişilik aileler değil, en az on kişi. Bir milyon 200 bin aileye kömür desteği, 437 bin yaşlıya yardım, 342 bin engelliye destek. Şimdi seçimler yapıyoruz, hadi bakalım o taraf işte gördüğünüz gibi en az iki milyon oy artıda başlıyor. Hangimiz aday olsak geriden başlıyoruz. Peki, bunu yenmek mümkün değil mi? Çünkü o insanları suçlayarak değil, sadaka madaka hayır, şimdi o insanların o hale gelmesi mevcut düzenin bir ürünüdür.
Ekonomi büyümüyor, yüzde iki oldu herhalde para alışverişidir, yatırım yok. Devlet tamamıyla elini eteğini yatırımdan çekti. Eskiden İktisadi Devlet Teşekkülleri vardı, onları tukakaka yaptık, Sümerbank’ımızı, Etibank’ımızı her şeyimiz gitti. Şimdi bu sefer iş dünyası dedi ki, “tamam ben istediğim kadar üretirim, kapının önüne de yedekleri koyarım” Futbol takımı gibi düşünün, yedekler var sahada oyuncular var, ama kulübedeki yedekler sahadaki oyuncuyu hep tehdit ediyor, “iyi oynamazsan bak burada yedeği var”. Şu anda da iş dünyası içerde çalışanlarını mühendisinden işçisine kapının önündekileri tehdit ediyor, “burada beş milyon yedek var” diyor. Şimdi bu beş milyon kayıtlı olanlar, bir de umudunu kesenler var. Dolayısıyla gerçekten üretemeyen bir ekonomi.
Özel Sektör Yatırım Yapmıyorsa Devlet Ekonomiye Girip Yatırım Yapacak.
İşte o zaman bunlara çare ne; çare gayet basit, devlet ekonomiye girecek yatırım yapacak, bunun başka yolu yok. Özel sektör yatırım yapmıyorsa, “biz bakalım”, yok öyle bir şey. İşte onun için, Atatürk’ü çok anlamak, çok iyi okumak, çok iyi hatmetmek gerekiyor.
Bunun yanında bakıyorsunuz, “Türkiye’de yatırımlar niye yok, yabancı şöyle oldu, böyle oldu” adam önünü göremiyor. Bir gece bakıyorsun adamın malına el koyuyorsun, adam gelecek göremiyor. Kızıyorsun, sen diyorsun filancıya selam verdiydin, ben de senin malına el koyuyorum. Adam niye yatırım yapsın o zaman. Gezi olaylarından atılan gaz fişeklerinden rahatsızlanan insanlar, oradaki yakın bir otele girdiler, sığındılar diye otelin sahibi olanlara yapmadıkları kalmadı; nasıl bir toplum, nerede demokrasi falan.
Eskiden gelir adaletsizliğini tartışırdık, şimdi artık o tartışma da ortadan kalktı, şimdi artık zaten tartışacak da bir şey yok ortada. Bu gün asgari ücretle iş bulan kendisini müsteşarlık kadrosuna, atanmış diye düşünüyor. Dolayısıyla gelir düzeyi eskiden yüzde 20 lik gruplar falan olurdu. Şimdi onlar filan kalktı. Bir tarafta gerçekten üstelik normal karı artık kimse benimsemiyor. İlla yurt dışına gidip oralarda daha iyi karlar elde etmek.
Tabi bütün bunların temelinde, eğitim sistemimizin insan gücü var.
Eğitim Her Zaman İktidarların Rahat Bırakmadıkları Bir Alandır.
Çünkü siyasi iktidarlar eğitimin yetiştirdiği genç kuşaklarla ayakta duracaktır. Cumhuriyetten önce “padişahım çok yaşa” diye bağıra bağıra giden öğrenciler, Cumhuriyetten sonra, “Türküm doğruyum, çalışkanım” diye girdi. Bu yeni bir ulus yaratmanın projesiydi. Doğrudur, insanın bilinçaltına yerleştiriyorsunuz, şimdi ne oldu, bu da kaldırıldı, şimdi artık insanlar her gün bir değişiklikle sanki bir köşe kapmaca oynanıyor. Eğitimin niteliğinden bahseden yok. Eğitim Fakültelerimizden ses seda yok, Milli Eğitim Bakanlığı evlere şenlik, “hele bakalım, mükemmel bir insan, hiç yüzü gülmeyen toplumu güldürebiliyor bazen.
Peki, Ne olacak? Ne olacak, yeni baştan düzenlenecek.
Evvelemirde Türkiye’de yıllardır süren eleyici eğitim sisteminden vazgeçmemiz lazımdır. Eğitimin insan harcama gibi bir amacı olamaz.
Şimdi Soru: Üniversiteye girmenin ön koşulu lise mezunu olmak mıdır? Üniversite sınavında yeterli puanı almak mıdır? Ön koşul hangisidir. Yani diyelim ki, lise mezunu olmayan bir öğrenci en yüksek puanı alsa, bir fakülteye kayıt olabilir mi? Olamaz.
Peki, o zaman liseye kadar getiriyorsunuz, getiriyorsunuz, liseyi bitiren çocuğa diyorsunuz ki, bir dakika arkadaş ben bir sınav yapacağım, evet, sen ona göre hayatını belirleyeceksin. Varsayalım ki, sınava giren iki milyon öğrenci bütün soruları doğru cevapladı, ne yapacaksınız. Ha dur, sen ilçe de mi doğdun, köyde mi doğdun, ona göre ananın adı ne, babanın adı ne. Senin doğum tarihin ne, ona göre ben onu sıralayacağım”.
Eğitim bir haktır, insan hakkıdır, bunu her ne şart olursa olsun engelleyemez siniz. Ama yıllardır bu eleyici sınavlarla insanımız örseleniyor. Bakın dört beş sene önce Çanakkale Üniversitesine bir grup öğrenci geldi. Tam o sırada da, bu İsrail’deki büyükelçimizin o oturduğu sandalye ile ilgili bir kriz çıkmıştı, öğrenciler onu bana sordular, “bu neden böyle” dediler. Ben de onlara şu cevabı verdim, dedim ki, “o büyükelçi siyasal bilgiler fakültesine girmek için üniversite sınavlarında örselendi, örselendi ondan sonra büyükelçi oldu. Ne olduğunun, nereye oturduğunun farkına varamadı.
Ama İsmet Paşa Lozan’da kendisi üniversite sınavlarında örselenmediği için oturduğu yere baktı, “buda bir eşitsizlik var”, dedi, oturmadı oraya. Kalktı, ara verdirdi, konferansa dediğim zaman, gençler hem çok güldüler, hem alkışladılar. Dediler ki, bunu düşünmemiştik”.
Üniversite sınavları çağa uyarlanmış bir engizisyon mahkemesidir, gençlerimiz için, bunları örseliyor, önce aileleri arasında, sonra toplum arasında sanki onlar başarısız insanlarmış gibi oluyor. Sonra da göreve geldikleri zaman da, hep boyun eğen, irdelemeyen, sorgulamayan insan haline geliyor. Bu daha önceki sınavlar için de geçerli. Dolayısıyla Türkiye bu sınavlardan vazgeçmeli. Peki, ne yapmalı? Biz 1973 yılında çıkardık, Milli eğitim Temel Kanunu, yöneltme diyor. Bu gün bir sürü testlerimiz var, şu anda.
Hepimiz sağlık kontrolü için nereye gidiyoruz. Doktora gittiğimiz zaman bir kan tahlili getir diyor, götürüyoruz, bakıyor, “senin kollestirolün var”, şunun var bunun var, orada her şey var. Peki, insanı yeteneğini, bu çoklu zekâyla buldular son zamanlarda eğitimciler çok da güzel, bunları ölçmek çok mu zor? Bunları yapmak çok mu zor? Çağdaş dünya, gelişmiş dünya nasıl yapıyor. Hiç olmazsa bilmiyorsan kopya çek, ama öyle değil işte, insanı örselemek, tabi. Bütün bunların kaynağı nedir, dediğimiz zaman, o zamanlarda moda oldu, hep dış kaynaklı, Amerika Amerika Amerika şimdi o zaman bir hikâyecik (hikâyecik) anlatayım size, Amerika’yla ilgili:
“12 Eylül’de darbe olmuş, partiler kapatılmış, Bülent Ecevit CHP nin genel başkanlığından ayrılmış, parti tamamıyla Genel Sekreter Mustafa Üstündağ’ın üstüne kalmış. Diyor ki, ben Erol Tuncer Abimden dinledim, onun da kulaklarını çınlatalım, her gün veya iki güne bir, bir yerlerde toplanıyoruz. Bazen evlerimizde bazen bir lokantada konuşuyoruz, konuşuyoruz, yine dönemin Dış İşleri Bakanı Gündüz Ökçün hocamız demiş ki, “bütün bunları Amerika yaptı, bütün bunlar; Amerika da dedi ya, “bizim çocuklar”, rahmetli Üstündağ dayanamamış, demiş ki: “Bak hoca”, demiş, “tamam Amerika’yı anladık da demiş, biz ne yaptık”, demiş.
Şimdi, hiçbir zaman dışarıya havale edip oraya buraya havale edip, kendi sorumluluğumuzdan sıyrılmamamız lazım, biz ne yapacağız? Ne yapmalıyız, bu soruyu hep kendimize sormamız lazım.
Evet Eğitim sistemini dejenere (yozlaştırma) etmek için, yıllar öncesinden başlayan bir proje var, o da nedir? Bir mesleği dejenere etmek için en güzel yolu, o meslekten olmayanları o mesleğe enjekte etmektir. Bize eğitim mesleğine ziraat mühendislerimiz enjekte edildi, başka meslekler enjekte edildi. Kim bunlar? Bunlar öğretmen olmadı, neden “ben mühendisim”, dedi, geçici olarak oradan maaş aldı. Sonra dönüldü, hadi bakalım biz sınav yapıyoruz, fakültelerin verdiği diplomaları kabul etmiyoruz, o da gitti. Şimdi de geldi, “sözleşmeli öğretmen”, SÖZLEŞMELİ ÖĞRETMEN BIRAKIN OLMAZ. Çünkü öğretmenle öğrenci arasında eğitim, iki stratejik öge arasında duygusal bağ vardır, olmalıdır, ama siz yevmiyeli işçi gibi üç ay çalıştırıyorsunuz öğretmeni, sonra ne oldu, sözleşme bitti başka öğretmen geldi. İki ay sonra teki gitti bu geldi. Böyle eğitim-öğretim sistemi olmaz.
Atanamayana Öğretmenler: Neden var atanamayan öğretmenler? Çünkü bir eğitim planlaması yapmıyoruz, var mı eğitim planlaması? Bir taraftan diyelim ki, İngilizce öğretmeni bulamıyoruz. Bir taraftan da beden eğitimi öğretmen fazlalığı var. Bu genci zamanında oraya yönlendirsek olmaz mıydı, olurdu. Bütün bunlar insan kaynağı savurganlığı ve bizim ülkemiz için de çok pahalıya mal oluyor.
Ülkemizdeki Suriyeliler Gelecekte Büyük Sorun Olacak.
Benim gözlemlediğim katılırsınız, katılmazsınız bir önemli tehlikeli gelecekle ilgili bize enjekte edilen insani değerlerle, ama ben o kanaatte değilim kişisel olarak, ülkemizi bir şekilde gönderilen beş milyona yakın Suriyeliler. Dünyaya bakıyoruz bu konuda herkes sessiz bizim ülkemizde, marketlerin önünü görüyorum, çocuklar orda, şimdi o çocuklar travmayla (vurukla) büyüyor. Hepimize poşetlerle oradan çıkarken o çocuklar kin ve nefretlerini içlerine atıyorlar. Yavaş yavaş başladı. Bir süre sonra bu ülkede kap kaç hırsızlık gasp ne varsa olacak. Bu insanları tekrar geldikleri yerlere göndermek mümkün olmayacak. Yeni bir etnik grup, yeni bir kökene dayalı ayırımcılık olacak ve gelecekte büyük bir sorun olacak, çok büyük bir sorun.
Bunun için ne yapılabilir, bilmiyorum.
Bütün bunların temelinde ne var? Niye bunlar bu kadar böyle yapılıyor? Bütün bunların temelinde üniter TC nin devlet yapısı var. 17 Aralık 2014 de iktidarın Kızılay’da maytaplarla kutladığı AB İlerleme Raporunda birkaç nokta var. O maytaplarla gözümüzü boyadılar.
1-Diyor ki, Türkiye’deki etnik gruplara özgürlük. Kim bunlar, Aleviler ve Kürtler, oysa bunlar asli grup etnik grup değil.
2- Bütün (fırtına da orada kopuyor bence) “Fırat ve Dicle’nin sularının uluslar arası bir konsersuyuma devredilmesi” diyor. Dünyada tatlı su savaşları yakındır. Çünkü tatlı su giderek azalıyor. Fırat ve Dicle’ye göz dikilmiş durumdadır. Onun için bu BOP projesi Orta Doğu’da haritalar değişecek, küçük küçük şehir devletleri oluşup büyük devletler onlarla daha kolay anlaşacak, çünkü onlar ekonomik olarak her yönüyle zayıf oldukları için onlarla anlaşmak daha kolay olacak. Ama üniter bir devletle anlaşmak çok zor. Zaten o yüzden o 16 Nisan referandumu yapıldı ve dendi ki, “kardeşim bu Türkiye ile biz uğraşırken hükümetle anlaşıyoruz, Başbakan yan çiziyor, Cumhurbaşkanı ile anlaşıyoruz, yargı karşımıza çıkıyor, yargıyı şöyle yapıyoruz öteki kurum karşımıza çıkıyor, en iyisi biz bir yolunu bulup tek adam yöntemi bulalım, biz bir adamla anlaşalım, her şey bitsin” . Olay budur, onun için hedef Üniter yapıya sahip TC dir, tek yol bu.
Bunlar görebildiğimiz teşhisler. Tedavi. Yok mu tedavi, var tabi. Daima pozitif bakmak lazım, “yandık öldük” hayır hayır. Şu anda şartlar ne olursa olsun, 19 Mayıs 1919 dan daha kötü değil. En azından bakın böyle toplanabiliyoruz. Birbirimizden haberdar olabiliyoruz. O zaman peki o zaman ne yapmalı? Öncelikle pozitif düşüneceğiz, öğretilmiş çaresizliğe itilmeyeceğiz, öğretilmiş çaresiz nedir biliyorsunuz. Kısaca anlatalım. Yapılan deneyler ve bir pire var, pireyi koyuyorlar fanusa alttan ısıtıyorlar, zıplıyor, zıplıyor, üstü kapalı. Hep düşüyor, “ben buradan çıkamayacağım galiba sonra üstteki baskıyı alınca yine ısıtıyorlar, artık sıçramıyor artık orda baskı var sanıyor.
Atatürk’ün Gençliğe Hitabesini Cuma Hutbelerinde Hocalara Zorla Okutulmalı
Yine başka deney: Bir akvaryumun içine ortaya bir cam koyuyorlar, bir tarafta köpekbalığı var, bir tarafta diğer balıklar var; köpekbalığı saldırıyor, cama vuruyor, saldırıyor cama vuruyor. Bir süre sonra ortadakini kaldırıyorlar, artık saldırmıyor, cam var sanıyor.
Şimdi bizim ülkemizde de halkımıza öğretilmiş çaresizlik. Şimdi gidiyorsun anlatıyorsun, “tamam” diyor, “peki” diyor çare ne diyor, “abi alternatif yok” diyor. Nasıl alternatif yok. Alternatif önce sensin, kendinsin, diyeceksin ki, “arkadaş ben varım burada”, “komşum var, arkadaşım var, asker arkadaşım var, mahalle arkadaşım var”. Bu böyle düşünülmüyor, öğretilmiş çaresizliği yıkmamız lazım. Alternatif tabi ki var. Alternatif önce kendimiziz, sonra da hepimiz beraberiz. Çare burada, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi, her gün okuyalım, aç karnına tok karnına, bence uzun bir süre Cuma hutbelerinde de hocalara zorunlu kılmak lazım.
Bakın bir şey dikkatimi çeker yıllardır, bu konuda sizin de görüşlerinize ihtiyacım var. Atatürk’ün bu nutkun sonunda Türk Gençliğine olan söz sözlerinin bir üst paragrafı var. O üst paragraf diyor ki, bu gün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal yıkımların yarattığı uyanıklığın ve bu sevgili yurdun her köşesinin sulayan kanların karşılığıdır. Bu sonucu Türk gençliğine emanet ediyorum. Böyle bana yarı yoldan başlıyor gibi geliyor Gençliğe Hitabesi; başlıyor hemen “Ey Türk Gençliği” tamam da, benim sizlere hitap etmem için önce bir giriş yapmam lazım, niçin “eyy” diyorum. İşte bu üst paragraf gerçekten neden alınmadı merak ediyorum. Çünkü bu emperyalist güçler hiç bu uyumamışlardır. Atatürk son saatlerini yaşarken, yan odada Amerika ile bir zeytinyağı anlaşması var hep gizli tutulan. Yani orada, öbür tarafta Atatürk son dakikalarını, son saatlerini yaşarken yan odada böyle bir şey yapıldığı iddia edilir.
Acaba burada da bir şey mi var, diye merak ediyorum. Şu Atatürk’ün Gençliğe Hitabesindeki her şey bu gün yaşadıklarımız. Ama çıkış da burada. Hiç umutsuz olmaya gerek yok, çünkü burası Anadolu. Yüzlerce binlerce medeniyet gelmiş geçmiş ve güçlü olan kalmış burada. Gücümüzü yitirdiğimiz zaman burada kalmayacağız, onu da bilelim. Öyle sanılmasın ki “üç beş vilayeti veriri de biz de kurtuluruz”, hayır öyle bir şey yok. Zaten başka bir yanlış da, bana göre, efendim, “1071 de Anadolu’ya Türkleri, Anadolu’nun kapıları Türklere açıldı;” hayır bu büyük bir yanlıştır. Neden yanlıştır? Çünkü Atatürk, 1935 yılı Meclisi açış konuşmasında diyor ki, “Alacahöyük’de Türk Tarih Kurumumuzun yapmış olduğu kazılar sonucunda elde ettiğimiz yeni bilgi ve bulgular var. Bu yeni bilgi ve bulgular, 3500 yıllık Anadolu Türk Tarihi ile ilgilidir”, diyor. O halde biz Anadolu’nun kiracısı değil ev sahibiyiz. Eğer “1071 de biz buraya geldik” dersek, Batı da bize der ki, “siz burayı işgal ettiniz”. Hayır, biz Anadolu’yu işgal etmedik, Anadolu bizim ana vatanımız. Bu tarihi yanlışlıklardan da vaz geçmemiz gerekir. 1071 de Alpaslan gelmiş, hoş geldi sefa geldi. Anadolu boş muydu, değildi.
Peki, Ne Yapmalıyız? “Ortak Akıl Oluşturmalıyız”.
Hepimiz ayrı ayrı yerlerde mücadele etmek yerine, aynı nasıl Kuvayi Milliye bütün Anadolu’daki güçleri bir araya getirdi, bir araya gelmeliyiz. Ne yapmalıyız? Meclis’te partiler var, dışında var, sendikalar var, dernekler var, bu toplumun bir takım güçleri var. Bunlardan bir danışma meclisi oluşturmalıyız, acil ve her kurumdan eşit sayıda. “Ben büyüğüm benim ki on kişi olsun, senin ki iki kişi olsun” değil; Ulusal Eğitim Derneğinden iki kişi, Siyasi partilerden iki kişi, derneklerden iki kişi, sendikalardan ikişer kişi, bir danışma meclisi. Aynı Sivas Kongresi, Erzurum Kongresi, Amasya Kongresi gibi, bu danışma meclisi bundan sonraki seçim ve eylem stratejilerini belirlemelidir. Aksi halde bütün yükü Meclisteki muhalefet partisine yüklediğimiz zaman, zaman zaman onunda aklının ermediği, onun da aklının biraz kıt geldiği yerler oluyor. Çünkü karşımızdaki rakibin çok sayıda yerli ve yabancı danışmanı var. Balık gibi elimizden sıyrılıyor, tam yakaladık, diyoruz, hemen sıyrılıyor, “oo tamam medyada aman aman onun karşılığında “ortak aklı oluşturmamız lazım ki bu akıl var bence, bunu bir an önce harekete geçirmeliyiz.
Hedefe kilitlenmemiz lazım. Neme lazımcılık yok. Şimdi kaldırdılar, Meclis taburundan girerken kocaman bir yazı vardı. Araba park yerine girerken okumak zorunda kalırdım, o yazıyı. Çok nefis bir yazıydı: “Hiçbir mazeret başarının yerini tutmaz”. Efendim şöyle oldu, böyle oldu, mazeret yok. Ne diyor Atatürk, “Ya İstiklal Ya Ölüm” Bazı şeyler siyah beyazdır, evet yaşamda pek çok şeyler gri tonlarda gerçekleşir ama bazı şeyler siyah beyazdır. Var mısın, yok musun, başardın mı, başarmadın mı? Onun için hedefe kilitlenmek çok önemli.
Son dört beş seçimde gözlüyorum, bakıyorum akademik olarak 15 ile 17 milyon seçmen sandığa gitmiyor son dört beş seçimde. Rakip bütün insanlarını topluyor, götürüyor. Hatta ne diyor, “mezardaki ölmüşleri bile götürün” diyor. Peki, gitmeyen Kim? Gitmeyen muhalefet tarafında duran ya da mevcut iktidara vermeyecek olan. 17 milyon, bunun hadi diyelim bunun beş milyonu şöyle ya da böyle bir şekilde, ama bir on milyon var sağlam, bunlar niye gitmiyorlar. Niye götürülemiyor bunlar? Bunları niye harekete geçiremiyoruz. Bunların yollarını aramamız bulmamız lazım. Mutlaka ortak akıl durduracaktır.
Anayasa gereği olmasına rağmen düzenleyici kanunlar çıkmadı. Altı ayda çıkması lazım çıkmadı. Muhtemelen Mart ayında çıkacak. Bunların içerisinde Seçim Kanunu ile Siyasi Partiler Kanunu olacak. Kendisine göre ayarlayacak, zaten şu anda ayarlanmış durumda. Artık bundan sonra seçim 50 atı bir e dayanıyor, hepimiz birer birer önemliyiz. O zaman oyunun kuralları buysa buna göre kendimizi geliştirmemiz, buna göre stratejimizi kurmamız lazım. Yani bir tek futbol teknik direktörünün yaptığını yapmamız lazım. Kural değişmişse ona göre takımı ayarlayacaksınız.
Futboldan açılmışken, hakikaten bu teknik direktörlerin çok sevdiğim bir sözleri var, TV da izliyorum, adamın takımı yenilmiş beş sıfır, altı sıfır, çıkıyor adam diyor ki, “evet”, diyor, “istediğimiz gibi oynayamadık, yenildik, rakip rakımı tebrik ederim, biz bunu unuttuk önümüzdeki maçlara bakıyoruz” diyor, nefis bir olay. Biz de, geçmişte “sen bana bunu dediydin” vb.” Bunu bırakalım arkadaşlar. Ne yapacağız önümüze bakacağız. Aynı Mevlana’nın dediği gibi, “geçmişte ne varsa geçmişte kaldı cancağızım, bu gün yeni şeyler söylemek lazım” Devamlı ileriye bakacağız. “Dün sen şöyle yaptıydın”. Hayır, onlar geçmişte kaldı.
Bir başka şeye sığınıyoruz, “program şöyle, aynı sistem, oylar bilmem ne oldu”. Böyle bir şey yok. Neden? Yüksek Seçim Kurulu (YSK), seçime katılan bütün siyasi partilere eş zamanlı uç veriyor. Yani ben genel merkezimde YSK nda eş zamanlı sandık sandık sonuçları görüyorum, ekranda görüyorum. Yapmam gereken karşı taraftan şüpheleniyorum ya, yapmam gereken o sandıktaki müşahidimin bana vereceği bilgi ve belgeyi karşılaştırmam. Sandıkta şöyle böyle oldu tartışmasına, “adam mühürsüz zarfı sandığa atarken senin müşahidin nerede idi. Ben o sandıkta müşahit olsam, “bir dakika arkadaş, sayın başkan, bunu yapamazsın” derim daha olmadı, en azından, geçici bir süre “bir dakika bunu yapamazsın” derim. El koyarım, en azından. Öyle bir şey var mı yok. Sen ne zaman haber alıyorsun, iş bittikten sonra. Peki, YSK unda senin üyen de o toplantıya giriyor, en yüksek oy alan siyasi partinin temsilcisi, o ne dedi? Belli değil. Bağırmakla çağırmakla haklılık olsaydı, mahkemelerde en çok bağıran mübaşirlerdir, onlar haklı olurdu ama onlar haklı olmuyorlar, sadece bağırıyorlar. Sıkı tutacağız, sandığın başında; demek ki olaya kilitlenmek lazım.
Toplumumuz şu anda sıkıntı içinde, içerden ve dışarıdan kuşatılmış durumdayız. Burada sıkıntı ülkenin iyi yönetilmediğidir, hem içeride hem dışarıda. Bütün komşularımızla kavgalı, içerde ayrışmışız. Ben milletvekili oluncaya kadar, üniversite öğretim üyeliğim de dâhil olmak üzere, çok samimi söylüyorum, bu ülkede suni kimdir, alevi kimdir, Kürt kimdir, Türk kimdir bilmiyordum. İlgi alanımın dışındaydı. Ama şimdi öyle ayrışma oldu ki, eskiden şakalaşırdık, şimdi insanlar birbirleriyle “merhaba” demekten çekiniyor; bu çok tehlikeli bir şey. Bunu silmemiz lazım, hoşgörüyle bunu aşmamız lazım. Onun için zor günler, zor durumlar yaşıyoruz. Ama hep diyorum, rehberimiz burada (Atatürk). Ne diyor Amasya Kongresinde Atatürk, “milletin içinde bulunduğu zor durumdan yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır”.
Karşılıklı sorular açıklamalar, konuyu açıklayan tamamlayan konuşmalarla oturum sona erdi.
Cevat Kulaksız
Cevat Kulaksız
Av Hasan Erçelebi Doğum Yeri: Denizli. Doğum Tarihi: 3.5.1955 -
Hasan Erçelebi, 3 Mayıs 1955'te Denizli Tavas'ta doğdu. Babasının adı Enver, annesinin adı Mevlüde'dir. Öğretim Üyesi; Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Eğitim Yönetimi ve Teftiş Planlaması Bölümü'nü bitirdi. Yüksek lisansını aynı fakültede, doktorasını Ankara Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde tamamladı. Denizli Milli Eğitim Müdürlüğü'nde eğitim uzman yardımcısı olarak çalıştı.
Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Denizli Eğitim Yüksekokulu'nda öğretim görevlisi olarak ders verdi. Yardımcı doçent oldu. Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Kurucu Öğretim Üyesi olarak görev yaptı. Aynı Fakülte'de Dekan Yardımcılığı, Sınıf Öğretmenliği Bölüm Başkanlığı, PAÜ Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü ve Genel Sekreterliği görevlerini yürüttü. ABD Minnesota ve Arizona Üniversitelerinde öğretmen yetiştirme konusunda inceleme ve araştırmalarda bulundu. Araştırmaları değişik yayınlarda yer aldı. 21. Dönem Denizli Milletvekili. Orta düzeyde İngilizce bilen Erçelebi, evli ve 2 çocuk babasıdır.
Yorum Gönder