Muhteşem bir yapı, müthiş bir para harcanmış. Yürüyen merdivenler, asansörler, otoparklar; önce aşağı inip abdest alınan yerleri dolaştım. Müthiş bir kalabalık, girenler, çıkanlar abdest alanlar. Duvarda suyu konuşturan, bilgisayarda yazılıp duvara yapıştırılan bir yazı vardı. Güçlükle üst kata çıktım, caminin içine girmek için. Kapının önünde bir görevli genç adam, “kadınlar bu tarafa”, “erkekler bu tarafa” diye seç kat yaparak yardımcı oluyordu. İçeri girerken, role role sarılmış ayakkabı poşetleri vardı. Herkes bir poşet alıp ayakkabısını içine koyup camiye giriyordu.
İçeri girdim, oturacak, duracak yer yoktu, elimde poşet içinde ayakkabı camiden geri çıktım. Dışarıya-bahçeye kilimler seriliyordu, içeri giremeyenler sıraleyin oturuyorlardı kilimlere.
Benim vücudumda bir kırgınlık vardı o gün, Ankara’nın ayazında dışarıda namaz kılmak beni korkuttu, hasta olurum korkusu ile orayı terk ettim. Çünkü bir gün önce saçlarımı tıraş ettirmiş, iyice kısalttırmıştım. Ne zaman böylesine bir tıraş olsam çoğunlukla hasta olurum.
Karşı Çerkez Sokağa yürürken, kendi kendime, kimseler duymadan “İstanbul Çamlıca’ya, Ankara’da Opera Meydanına, her vilayete en muhteşem camileri yapsak kalkınmış mı olacağız” diyerek bir özeleştiri yaptım. İşte bu cami daha iyi görünsün diye, 10-12 katlı TİKO binasını, İller Bankasının Cumhuriyet binalarını yıktılar. Neyse devam edelim.
Namazı kaçırırım endişesi ile acele olarak Çerkez Sokaktaki, her tarafı rutubet kokan, yakın çevreden seyyar satıcıların bağırtıları duyulan camiye girdim, orada da yer yoktu. Sırtımda her zaman taşıdığım çanta ile üst kata çıktım, orada zorlukla oturacak bir yer buldum, daha ezan okunmuyor, hoca vaaz veriyordu.
Namazdan sonra dışarı çıktım, yerli yabancı dilenciler, Kuran Kursuna para toplayanlar durmadan değişik biçimde para istiyorlardı. Sokakta yürüyorsunuz, yanınızdan yörenizden Arapça konuşanlar gelip geçiyorlar, bu manzarayı görünce sanki turistik bir şehirdeymiş gibi sanırsınız. Sokaklarda kucağında çocukları ile Arap kadınları dileniyorlardı, kucaklarındaki o çocuklar nasıl böyle saatlerce uyuyorlardı. Bu manzarayı Ulus’un hemen sokağında görebilirsiniz.
Bir saat sonra oradan çıktım, otobüsle Kızılay’a gittim, Güvenpark’tan geçerken buket halinde çiçek satanları geçtim, sonra bir kaldırımda elinde gitarı ile müzik yapan bir genç gördüm, gitar kabının içine bir kâğıt koymuş, kâğıtta “KIRAMIZI BÖYLE ÖDÜYORUZ” vardı sanırım. Resmini çektim bir lira attım.
Parkta yürürken bir ayakkabı boyacısının bir sözü kapsam alanıma girdi, ayakkabısını boyadığı adama, “abi ayakkabı satıcısı ile cep telefonu satıcısına hiç güvenmeyeceksin, tümüyle yalancılar” diyordu. Acep doğru mu ki diye kendi kendime düşündüm.
Yine kaldırımda yürürken, bir Milli Piyango satıcısında dans eden bir Noel Baba gördüm. Alli güllü, sakallı bildiğimiz Noel Baba heykeline öylesine elektrikli bir sistem kurmuşlar, aynı yerinde hiç durmadan dans ediyordu. Dans eden Noel Baba’nın arkasında bir masada sıra sıra biletler dizili idi, gelip geçenler Noel Baba’ya bakıp bakıp gülümsüyorlardı. Noel Baba’nın arkasındaki bir reklam panosunda büyük harflerle şöyle albenili bir yazı okunuyordu: “GEÇEN SENENİN TALİHLİSİ BİLETİNİ BU BAYİİDEN ALMIŞTIR”. Artık doğrumudur, yanlış mıdır, bilemiyoruz, ama reklam kıyak.
Biraz daha yürüdüm, bir kaldırımda kardan adam gibi, başka bir Milli Piyango bilet satıcısına rastladım. Adam vücudunun her yanını piyango biletlerle donatmış ki, her yanı bilet; hele başına piyango biletleriyle öylesine bir şapka yapmış ki, uzaktan bakınca sanırsınız bir Kızılderili.
Ankara’nın belli başlı semtlerini alıcı gözüyle bir dolaşırsanız, böylesine ilginç şeylerle karşılaşmanız mümkündür.
Aynı Gün Metroda
Saat ilerlemişti, beni gezdirmemi bekleyen köpeğim Badi aklıma düştü, yavaş yavaş Metro’ya yürüdüm. Kızılay-Batıkent Metrosuna bindim. Öylesine bir kalabalık vardı ki, anlatılamaz. Önce yer kapıp oturma şansını yakalayan gençlerin bazıları nedense uykuya dalmışlardı, kimi gençler öylesine bir ders çalışma çabası içindeydiler ki, içimden maşallah ne gayretliler diye söylendim!
Ayakta dikilenleri rahatsız etmemek için sırtımdaki çantayı yanıma alıp, oturan 70-75 yaşlarında görülen iri yarı bir adamın önüne dikildim. Kulakları ağır duyuyor olmalı ki, biraz sesli konuşuyordu. Meraklıyımdır, böyle konuşmaları izlemeye, gözlemeye.
Metroda giderken, insanlarımız bazen öylesine bir ülke sorunlarını düşünüyorlar, öylesine eleştiri yapıyorlar ki şaşarsınız. Pahalılıktan, ülke sorunlarından bahisle sohbet ediyorlardı, 70-75 yaşındaki adamla yanındaki. 70-75 yaşında görülen adam yanındakine, “arhadaş memleketi iyi idare edemiyorlar demek ki, bu işlere duçar oluyoruz” diyordu. Ben de araya girip, bir salvo atış yaptım, “amıca o zaman oy vermeyeceksin, oyunu iyi vereceksin”diye bir laf ettim. Biraz sesli perdeden, adam şöyle dedi: “Ne olacak arhadaş, bir kilo makarnaya, yarım ton kömüre oy veriyorlar bazı şerefsizler” Aman yavaş konuş, ortam iyi değil, diye uyaracaktım ki, kapıya yakın 4-5 adım öteden kalın bıyıklı, amele tipli birisi, duymuş olmalı ki seslice:
“-Şerefsiz sensin, bizim hükümete şerefsiz diyemezsin”gibi bir laf etti. Anlaşıldı, bir kömürcü, makarnacı meydana çıktı, diye söylendim; sözü başka mecralara çekmek isteyen sanki bir kışkırtıcı idi.
Ben, “konu başka sen uzaktan anlamadın” diye havayı yumuşatmak istedim. 70-75 yaşındaki adam, baktı ki belanın ucu göründü, “Yav arkadaş biz İsrail’e diyoruz, Kudüs meselesinden” dedi, gündeme uygun bir lafla ortamı düzelmeye çalıştı. O sırada metro treni bir istasyonda durdu, tepki gösteren adam metrodan indi, kayboldu.
İçeridekiler sessizce bıyıklarının altından gülüyorlardı. Hasılı hemen her gün gidip geldiğim metroda, halk otobüslerinde ilginç olaylara tanık oluyorum.
Bir ülkede demokrasi sakatlanır, faşizm uç verirse bu tür olaylar da tırmanır.
Cevat Kulaksız
Yorum Gönder
YAZIYA EKLEMEYİ UNUTTUĞUM BÖLÜM:
İlk kez geldiğim camide gördüklerimi aktarırken, şunları da eklemeden geçemeyeceğim. Ankara’nın, İstanbul’un en merkezi yerine ve de Türkiye’nin bütün kentlerine dünyanın en modern, en büyük camilerini yapmış olsak ülkemiz aydınlanmış, kalkınmış mı olacak. Hatta ülkemizdeki bütün okullarını imam hatip okuluna dönüştürsek, kalkınmış bir devlet mi olacağız. Kesinlikle mümkün değil, bununla ancak cahiller kandırılır, çünkü dinle-mezheple kalkınmış bir tek devlet yok dünyamızda.
Kaldı ki, AKP-RTE iktidarı 15 yıldır dinci politika, okulların birçoğunu imam hatibe dönüştürmesine rağmen, okullarımızda eğitim öğretim düzeyi gittikçe düşmekte. Ne ki bizzat RTE söylemişti, “eğitimde kültürde geri kaldık” diye.
Osmanlı da Böyle Yapardı:
Günümüzden 500 yıl önceye bakalım. Avrupa’da matbaa bulunmuş (1452 de), Rönesans’ın itici ivmesiyle Avrupa devletleri hızlı bir şekilde bilim ve icatlarda, keşiflerde muazzam bir hamle yaparken, Osmanlı, bu buluşları küçümsüyor, “kefere kurnazlığı” diyerek bu hamleleri yadsıyordu. Şuraya geleceğim, hani cami demiştik ya, işte Avrupa böylesine bilimsel hamleler yaparken, Osmanlı, tıpkı RTE nin yaptığı gibi büyük büyük camiler yapıyordu. Ayasofya’dan daha büyük cami yapma çabasında idiler. Yaptılar da, Edirne’deki Selimiye’nin kubbe genişliği de, yüksekliği de Ayasofya’dan büyük. Peki neden bilimsel çabalardan geri kaldı? Ama öte yandan Osmanlı bilime üç yüz yıl ilgisiz kaldı. Ülkenin en yüksek eğitim kurumlarından Medreselerden müspet ilimleri kaldırıyorlardı. Hele ileriki yıllarda Osmanlı borç altında iken, borç bulup saraylar yapıyorlardı. Şimdi söyler misiniz, RTE nin oraya buraya kocaman cami yapması, okulları imam hatibe çevirmesi, Osmanlının yukarıdaki düşünce ve uygulamasına benzemiyor muydu?
Öyleyse Osmanlı da, RTE de bilim ve bilimsel dünyadan geri bir bakış açısında olduğuna göre, ülkeyi Osmanlı da, RTE de yanlış yönetiyor demektir. Yorum ve takdir sizindir.
Cevat Kulaksız