Bu Cumartesim Daha Farklıydı
BAŞIMDAKİ ŞAPKA:
Giden 10 Ekim Cumartesi günü, Ankara Gar önündeki patlama olayı, benim için hiç hatırlanmayacak bir gündü, aklımdan hiç çıkmıyor, çünkü olaydan bir buçuk saat sonra olay yerine gelmiş, dehşetli bir manzara ile karşılaştığımı bundan önceki yazımda anlatmıştım. Bu olayla ilgili olarak öyküsünü biraz sonra anlatacağım başımda taşıdığım bu şapkayı her giyişimde bu olayı hatırlar, üzüntümden gözyaşlarımı tutamıyorum halen. Ama bu hazin olayı başımdaki şapka bana hatırlattığı için de, üzüntüm bir yana, yitirdiğimiz gencecik canlarımızın ruhuna dua etmeme de neden oluyor. İşte bu Gar patlamasındaki 10 Ekim Cumartesi bir yana, 17 Ekim Cumartesim de biraz farklı geçti, benim için.
17 Ekim Cumartesi günü, Çankaya Belediyesi Kültür Merkezinde, Başta Çankaya Belediyesi ile Ulusal Eğitim Derneği ile birlikte dört kuruluşun düzenlediği, “Cumhuriyetimizin 100. Yılına Doğru Eğitimimiz” konulu etkinliklerde, mesleğinde uzman eğitimcilerin katıldığı bir dizi konferanslara katıldım. Şimdilik, konferanslarda konuşmaların içeriğine değinmeden, gün içinde ilginç bulduğum bazı olayları sizinle paylaşmak istedim.
BOŞ KOLTUKLARA KONUŞTULAR
Konferanslardaki konuşmaların öğleden sonraki bölümlerine katılabildim. İşte bu cumartesi gününde ilgimi çeken bazı olayları kısaca anlatmak istiyorum.
Resmini de çektim, inanır mısınız, salonun koltuklarının çoğu boştu; bir sürü aydın insan-profesörler, saatlerce süren konuşmalarında boş koltuklara hitap ettiler, desem yalan olmaz. 500 kişilik salonda 20-30 kişiye varmaz izleyici vardı. “Başkent Ankara’da salonların böyle boş olması ne hazin” diye söylenenler vardı. “Milletçe gazete-kitap okumuyoruz, konferansları dinlemiyoruz, ne olacak bu toplum” diye söylenenler vardı.
ANLATAMADIĞIM BİR ANEKTOT
“ Bindiğim Eşeğin Benden Akıllı Olmasını İstemem”
Konuşmaların sonunda soru cevap bölümünde, önce “Güncel Köy Enstitüleri Nasıl Olmalı” başlıklı konuşmayı yapan Prof. Dr. Semih Koray’a, salonda bulunan Doç Dr. Hüner Tuncer, “Köy Ensilerinin kapanması nasıl oldu, her farklı şeyler anlatıyor” biçiminde bir soru sordu. Bu konuda veya başka konuda söz almak isteyenler parmak kaldırıyorlar, ben kâh ses alma, kâh resim çekme telaşında iken, söz sıra sırası da gelmeyince aşağıdaki, konu ile anekdotu anlatamadım:
(Bu anekdotu (hikayecik), Antalya’da bir zamanlar, Prof. Dr. Çetin Yetkin’in yönetiminde yayın yapan Müdafaa-i Hukuk Dergisi’nde okumuştum).
Menderes Hükümetinin 1950 de iktidara geldiği günlerde, çok partili hayata geçildiği, Köy Enstitülerinin aleyhinde rüzgârların estirildiği, Cumhuriyet Devrimlerine karşı irticacın palazlandığı, Köy Enstitülerinin kapatılması için önerge verildiği günlerde, Meclis kulisinde DP milletvekilleri Köy Enstitülerinin kapatılması konusunda görüşmeler yapılıyormuş. Aralarında bulunan toprak ağası Eskişehir DP Milletvekili Emin Sazak, milletvekili arkadaşlarına şöyle dermiş: “Arkadaşlar, ben bindiğim eşeğin benden akıllı olmasını ister miyim”.
İşte bu söz bile, Köy Enstitülerinin Türk Köylüsü üzerindeki aydınlatma etkisini göstermektedir. Açıkça, devrin sömürgen muktedirleri Türk halkının aydınlanmasını istemiyorlardı. Bunların uzantıları olanlar, dini kullanarak halk üzerindeki irticai hâkimiyetlerini halen sürdürmekteler.
BAŞIMDAKİ ŞAPKA
Konferanslar, sabahtan akşama kadar peş peşe gruplar halinde devam ettiği için gerek konuşmacılar, gerek salondakiler sıkılmış, yorulmuşlardı. Günü organize edenler, lobide kokteyl yiyecek içecek ikramında bulunmuşlardı. Ben de, Gar patlamasının hatırası şapkamı başıma taktım, kokteyl masalarına doğru yaklaştım. Birçokları başımdaki şapkaya bakıyorlardı, çünkü benden başka şapkalı kimse yoktu. Günün anısına, telefonumu oradan birilerine verip resmimi çekmesini rica ettim.
Başımdaki şapka, 10 Ekim günü Ankara Gar’ının önündeki meydanda patlayan bombanın anısıydı. O gün patlamadan bir buçuk saat sonrası olay yerine gelmiştim. Meydan cesetlerle doluydu, gururla taşıdıkları pankartları ölülerin üstüne örtmüşlerdi. Kaldırımlara, çimlere yaralanan, ölenlerin özel eşyaları saçılmıştı. Katılımcıların vatandaşlara dağıtacakları poşetler dolusu şapkalar kaldırımlarda duruyordu, kimi saçılmış, kimi poşetler içindeydi. İşte ben de, günün anısı olarak bir şapka alarak başıma taktım. Her başıma taktıkça, onları, burnumun direği sızlayarak, gözlerim dolarak ve rahmetle anarak anarım ve de yanarım.
MEYDANDA SAMBACILAR
Kokteyl sonunda şapka başımda, otobüs durağına doğru yürümeğe başladım. Hava, ortam iyice kararmıştı. Atatürk Bulvarı ile İnönü Bulvarı’nın kesiştiği meydana geldiğim zaman, aman Tanrım hiç görmediğim bir çalgıcı grubuna rastladım. Çalgıları farklı, kılık kıyafetleri farklıydı, giysileri allı güllü Kızılderili kıyafetine benziyordu. İkisi bu çalgı eşliğinde giysileri ile dans ediyorlardı. Önlerinde para atılması için ağaçtan bir çanak vardı. Selam verip nereli olduklarını sordum, cevap vermediler, sanırım anlamadıkları için. Yanlarında Türkçe bilen bir kız daha vardı, ona sordum, o da “bunlar Güney Amerikalı” dedi. Yan tarafta, yere serili bir bez üstünde, karanlıkta seçebildiğim kadarıyla, ağaç, bambu, bezlerden yapılmış oyuncaklar görülüyordu; dans edenler demek ki onları satarken, gelip geçenler de para çanaklarına para atıyorlardı. Kendi kendime, Ankara’nın yerli dilencileri, Suriyeli dilencileri yanında, bir de Amerikalı sambacılar da mı gelirmiş, diye söylenerek, gecenin karanlığında eve gitmek üzere metroya doğru yürüdüm.
Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com
Yorum Gönder