Ne acı ki katledilen akademisyenin katilleri bulunmadığı gibi mahkeme dosyası da kayboluyor.
Cavit Orhan Tütengil’in cenazesinde bile cinayet işlendi.
7 Aralık 1979 da bir otobüs durağında katledilen Sosyolog Yazar Dr. Cavit Orhan Tütengil, ölümünün 43 yıldönümünde, Cumhuriyet Gazetesi okurları Kültür Merkezindeki (CUMOK) anma söyleşisine Yazar Dr. Taner Akçam, Tütengil’in kardeşleri Kaya Tütengil, Deniz Tütengil Mazlum’un konuşmacı oldukları 10 Aralık 2022 gün anma gününde geniş bir Cumhuriyet okuru izlediler.
Konuşmalarda, dört katilin kurşunları ile katledilen Cavit Orhan Tütengil’in katillerinin bulunamadığı ve dava dosyasının da kaybolduğunu öğrenen izleyiciler bu dehşet verici ayıp karşısında hayretlerini şaşkınlıkla dile getirdiler.
Kardeşi Deniz Tütengil Mazlum’un açılış konuşması
Anma söyleşisinde C. OrhanTütengil’in kardeşi Deniz Tütengil Mazlum onun yaşam öyküsünü anılarla ekrana yansıtılan görüntülerle anlattığı konuşmasında şunları söyledi:
“-Abim Tarsus’da 1921 yılı doğumlu, Rumi tarihle 338-337 Tarsusiye yayzıyor. Kendisi resmi doğumunu 17 Ocak 1921 olarak söylerdi. Dedemiz köy öğretmeni idi. Ortaöğrenimini Tarsus’ta tamamladıktan sonra İstanbul Haydarpaşa Lisesine giriyor, 1940 yılında mezun oluyor. Dedemizin Soyadı Ali Rauf Öz olarak belirtiliyor. 1934 yılında soyadı kanunun çıktığı zaman Öz soyadını seçiyor. Daha sonra babam o aileyle ilgili bir lakabı almayı düşündüğünden, ailesinin lakabı Tarsus’ta “Tütenler” olduğundan yola çıkarak “Tütengil” soyadı alınmış oluyor ve değişiklik 1946 tarihinde yapılıyor.
Haydarpaşa Lisesini bitirdikten sonra Yüksek Öğretmen Okulu Felsefe bölümüne devam ediyor ve 1940-44 yılları arasında eğitimini burada tamamlıyor. Daha sonra ilk görev yeri Antalya oluyor, ardından Lüleburgaz ve Antalya Aksu Köy Enstitülerinde öğretmenlik yapıyor. İlk görev yeri Antalya Lisesi dedim. Daha sonra Erzincan’da yapılan askerlik görevi ardından Kepirtepe Köy Enstitüsünde göreve başlıyor. Kepirtepe öğretmenliği sırasında küçük bir kitap “Köy Enstitüsü Üzerine Düşünceler” kaleme alıyor, bu kitapta köy enstitülerinin Türkiye için ne kadar değerli olduğunu ve köy enstitülerinin bir rönesans hareketi olduğunu belirtiyor.
Ardından Aksu Köy Enstitüsü yılları başlıyor. Aynı yıllarda annemiz de orada öğretmendi orada tanışıyorlar. Orada orda araştırmalarından iki ciltten oluşan bir derleme var, önsözünde diyor ki:
“- Köy konusunda çalışmayı bekleyen sınıf dışı sosyoloji çalışmalarına istekle katılan öğrencilerimi sevgi ile anmak isterim. Bizi memleketi tanımaya götürecek olan bu yol köy öğretmeni olarak onlara düşen bir vazifeyi işaretlemektedir. Öğretmenlik yapacakları yurt parçalarını çeşitli yönleriyle inceleyen tetkik ve araştırmaları onlardan haklı olarak bekleyeceğiz”. 1950 yılında imzalanmış bu önsöz. 1952 yılında babamız Şükrüye Urugayla Ankara’da evleniyor.
Daha sonra bilgi, görgüsünü arttırmak için yurt dışına Fransa’ya gönderiliyor ve Diyarbakır Lisesinde öğretmenlik yapıyor. Daha sonra 1953 yılında İstanbul Üniversitesinde akademik kariyere başlıyor, asistanlığı sırasında bu fakülteyi e bitiriyor; 1956 yılında tamamladığı doktora tezi Monteskio nun “Siyasi ve İktisadi Fikirleri” başlığı taşıyor. Bu çalışma 1957 yılında Türk Dil Kurumu’nun bilim ödülünü kazanıyor. 1962-63 akademik yılı için bu sefer Britiş Mezzyum’un (British Museum) Kütüphanesinde araştırmalar yapmak üzere (pardon bunları anayım önce) 1960 yılında doçent 1970 yılında profesör oluyor ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinde Gazetecilik Enstitüsünde derseler veriyor, çok sayıda makale kitap yayınlıyor, araştırmalar yapıyor. O kütüphanede araştırma yaparken bir yıl Londra’da yaşadık. Daha sonra buradaki deneyimi ile ilgili Cumhuriyet Gazetesinde yazdığı yazıda şöyle diyor:
“-Bir araştırıcı için hayatımın sayılı günleri kendisini heyecanlandıran eser ve yazılarla karşılaşma günleridir. Dr. Rıza Nur’un yazmalarından sonra Ziya Gökalp’in yayınlanan ilk yazısıyla 1895 yılında Londra’da çıkan İstikbal Gazetesi’nin ilk sayfalarında karşılaşmak yeni bir sayfayı Britiş Mezyum’ daki (British Museum) çalışmalara katacaktı”.
Çok sayıda kitabı Cumhuriyet yayınlarında çıktı, babamızın özel hayatında Cumhuriyet Gazetesi’nin özel bir yeri var. 12 Temmuz 1972 yılında Cumhuriyet gazetesi yönetim kuruluna seçiliyor, yaşamını kaybettiği güne kadar da bu görevi sürdürüyor. 7 Aralık 1979 sabahı silahlı bir saldırıya maruz kaldı yaşamını kaybetti ve Türkiye’de binlerce aydın masum insan gibi faili meçhul diye nitelendirilen bir cinayetin kurbanı oldu. Bu olay üzerine 8 Aralık 1979 tarihli Uğur Mumcu Köşe yazısında şöyle diyordu:
“-Bu terörü kim finanse ediyor, bu silahları yurda kim sokuyor, kim veriyor bu silahları gençlerin eline teröristlere, teröristleri kim koruyor kim destekliyor kim koruyor? Kim besliyor? Nerden dönüyor bu değirmeni suyu nerden besleniyor? Başsağlığı dilekleriyle ağıt yazılarıyla değil, korkmadan yılmadan gerçeğe parmağımızı basarak yapalım bu görevi. Vah Tütengil Hoca vah sen demi bu namussuz kör kurşunlara kurban gidecektin. Senin gibi aydın senin gibi yürekli insanların bizden beklediği bu kan gölünün ortasındaki ardındaki gerçekleri ortaya sermek değil midir? Elimizde bu kalem tuttukça bu görevi yapmaya çalışacağız”.
Ne yazık ki biliyoruz ki Uğur Mumcu’nun 24 Ocak 1993’te benzer bir biçimde canına kıyılmasıyla ortaya çıkan bu görevini sürdüremedi.
9 Aralık 1979 günü İstanbul üniversitesinden uğurladık babamı törenle. Daha sonra o sırada çok vahim olaylar yaşandı, camide yapılan cenaze töreninde girişler engellenmeye çalışıldı, hatta açılan ateş sonucunda o gün 18 yaşındaki bir genç Osman Şenyurt hayatını kaybetti. Bu cenaze töreninde epey şiddet uygulandı. Babamız Tütengil öldürüldüğünde 58 yaşında idi. Katilleri onları azmettirenler hesap vermedi, soruşturma dosyası kaybedildi ve Türkiye yasaları gereğince zaman aşımına uğradı. Deniyor ki “insanlık suçlarının zaman aşımı olmaz”. Oluyor maalesef ve oldu.
Mezar taşındaki bir yazıdan alıntı şu alıntı yer alıyor. Ünlü Sanatçı Edebiyatçı Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun ölümü üzerine kaleme aldığı bir yazıdan bir alıntı yer alıyor. “Dünyamızı güzelleştirmeye bakalım, can dostlarım ölümünden sonra yaşamanın bedeli dünyamızı güzelleştirme doğrultusundaki çabalardadır”.
“Yeni Ufuklar dergisinde 1967 yılında yayınlanan “Korku Duvarı” başlıklı yazısından alıntılarla bitirmek istiyorum, diyor ki kendisi:
“Korkunun bir kaynağı içinde yaşadığımız ortam ise öteki kaynağında kendimizdir, ortamdan gelen korkular günü birlik yaşamaktan yaşandığı gibi bazı çevrelerin seyrek yarattığı korkular da olabilir. Bu sebeple olayları iyi değerlendirmek yasalardan yana olan hakları ödevleri kuşkusuzca kullanmak gerekir. Kişinin kendisinden gelen korkulara gelince, ataların da söylediği gibi “korkunun ecele faydası yoktur”. Üstelik yiğit insanın bir kez ölmesine karşılık korkak kişi sık sık ölür. İnsanları ve toplumları mutlu kılmanın ölçüleri çağlarla birlikte değişiyor. Günümüz toplumlarında mutluluğun aracısı insanı her türlü korkudan azade kılmak olmuştur. Bu sonuç niyeti göze alan aydınların sayısı arttıkça bir özlem olmaktan çıkıp gerçekleşir. Yeter ki aydınlar korku duvarını geride bırakmış olsunlar”.
Biz korku duvarını geride dışarıda bırakmış bir babanın çocukları olmaktan gurur duyuyoruz, onu kaybettiğimiz zaman Turhan Selçuk Cumhuriyet gazetesinde onu yanan bir meşale biçiminde çizmişti. Onu kırk üç yıl sonra bile anmamız onun hala meşalesinin henüz sönmediğini ya da hala yandığını gösteriyor”. Kızının göz yaşları yanaklarına doğru süzülüyordu.
Dr. Yazar Taner Akçam’ın konuşması
Anma söyleşisinin ikinci bölümünde Araştırmacı Yazar Taner Akçam konuşmasında şanları söyledi:
“Bu iki güzel insanla olmak benim için onur, sizlerle olmak benim için onur. Cavit Orhan Tütengil hocamla ilgili burada konuşuyor olmak benim için çok büyük bir onur. Edebiyatla ilgili çalışmamda köy enstitüleri ve babamla ilgili yazarların yapıtları olmuştu. O zaman bir şekilde böyle sağa sola vura vura, önüme çıkan kitapları okuya okuya T.C.nin kuruluşundan sonraki birtakım gelişmeleri ben birileri gibi “aydınlanma” olarak nitelendirmedim. Ben Rönesans dedim ve üç yıllık bir çalışma ki 500’e yakın kaynak kitap üzerinden özellikle de 20. Yüzyılın ve 21 yüzyılın başında otopsi masasın yatırılmak istenen Cumhuriyet ki, büyük liberal aydınlar ihanetlik gördü bu ülke. O sırada onlara yanıt vermek için yaptığım o çalışma sırasında, geceli gündüzlü yaptığım çalışma sırasında Rönesansın en uygun terim olduğunu o konuda bir karar vermiştim ve hep onu kullandım.
Sonradan karşıma Cavit Orhan çıktı. Tütengil hocamın önce bu terimi kullanmış olduğunu görünce gerçekten de doğru bir seçim yaptığımı yerinde bir seçim yapmış olduğumu gördüm. Bir de Sabahattin Eyüboğlu vardır bu konuda, ısrarla bunun üzerinde duran Sabahattin Eyüboğlu 1932 yılında İstanbul Üniversitesi Romanoloji kürsüsüne tayin olunca başlamış Garganto çevirisine başlamış, ancak 74 yılında ölmeden az önce Ezra Arat ve Vedat Günyol’un yardımlarıyla çeviriyi tamamlayabilmiş. Çok yoğun yaşayan bir insandı çünkü. Cavit Hoca’nın köy enstitüleri ve genelde o dönem yaşanan birtakım gelişmelere Rönesans deyişi aslında onun ne kadar gerçekten de çok önemli bir sosyal bilim insanı olduğunu bir sosyoloji bilim insanı olduğunu da çok açık göstermektedir. Bunlar birtakım rastlantılarla olmadı olaylar, bakın seçtiğimiz bir konu da çok önemli Cavit Orhan Hoca’nın, yani bunda da bir çeşit bir deha bir çeşit önsezi var gibi geliyor bana. Bugün yeryüzünde Türkiye ve özellikle ve yakın coğrafyalarda inanır mısınız yüz yıl içerisinde köylü diye bir zümre bırakmadılar. O üreten insanları o küçücük toprakla kendine yeten ve kapitalizme emperyalizme karşı belli ölçüde direnen o insanları o zümreyi tamamen yok ettiler. Bu bilinçli bir seçimdir ve bu seçim içerisinde de öldürülen insanlar yok edilen insanlar şuurda sağda solda beyinsiz iki tane tetikçinin seçerek yaptığı işler değil.
Zaten Cavit Hoca’nın öldürüldükten sonra dosyanın tamamen kaybolması ve onun arkasındaki, bu öldürme emrinin arkasındaki çok büyük isimlerin yani o dönemin liderlerinin adlarının geçiyor olması da çok anlamlıdır. Gerçekten de biz bunları yaşadık gördük, kendisi de bir şekilde yaşadı diyelim. 20 Kasım 1970 günü Ümit Doğanay’ın cenazesi törenine katılır. Ümit Doğanay’ın töreninde olaylar çıkar. Polise müdahale edenler söz anlatmaya çalışanlar arasında Cavit Orhan hocamız da vardır. Orada kalabalığın camiye girmesi engellenir ve sonuçta olayların hemen üstünden 20 Kasım’dan 7 Aralığa ne geçiyor, 15 gün sonra da aynı olay kendi başına gelir. Nasıl bir ülkede yaşıyoruz biz ve nelere göz yumuluyor, emperyalizmin yerli ortakları Türkiye’de nasıl bir bilim katline yol açıyorlar görün bakın. Türkiye bugün gerçekten de acınacak bir durumda. Umudumuzu hiçbir zaman yitirmedik biz, hala dipdiri yürüyoruz yolumuzda ama şu gerçeğe bir bakın üniversiteler Türkiye’de değil 60 lı yılların Cavit Hoca’nın çok üstünde özenle durduğu o “1961 Anayasasının getirdiği özgürlükler ortamında araştırma özgürlüğü çok önemlidir” der. 1961 Anayasası da araştırmayı bir tür özgürlük olarak tanır insanlarına yurttaşlarına, araştırma hakkı çok önemlidir ve araştıran bir insandır, bir ömrünü araştırmaya ayırmıştır. Çok önemlidir, gerçekten de sonuçta ortaya çıkan şeylere bakıyoruz bilim insanı bütün kitapları baştan sona kadar ben birkaç gündür daha yoğun bir şekilde onun kitaplarını okumaya çalışıyorum, sayfaların arasında istatistiklerin arasında rakamların arasında tabloların arasında FAO’nun bütün uluslararası kuruluşların UNESCO’nun raporları arsında bir taraftan Hasanoğlan Köyü ile ilgili bir yapılmış araştırmanın neticesinden tutun, işte filanca devlet bakanının yaptığı konuşmada köylerle ilgili verdiği bir takım rakamlardan tutun Cavit Orhan Hoca asla afaki asla gelişigüzel konuşmaz, Cavit Orhan Hoca bir sosyal bilim insanıdır. Mutlaka konuştuklarının arkasında rakamlar vardır, gerçekler vardır. O kadar gerçekçidir ki, kendisinin 48 yılında yayınlanmış ve ne yazık ki piyasada yok kitapları, bu da işin bir gerçeği. Ben dijital ortamda bir yerden aldım. İş bankasına hem telefon ettim hem e-posta attım, yani kitaplarının birçoğu bitmiş basmıyorlar. Nadir kitaptan arıyoruz buluyoruz bir tek Cumhuriyetin bastığı bir kitap var, kolayca bulunabilen elimizin altında, diğer kitaplarına ulaşmak o kadar zor ki, bunlar da önemli gerçekler. El birliği ile de bu işin üstüne gitmek lazım.
İş bankası madem bunun yayın hakkını aldın, yayınlamak zorundasın bitmiştir diye oraya koyamazsın. Gerçekten de bütün kitapları baştan sona kadar araştırma ürünü çok önemli kitaplar.
Cavit Orhan Hoca’ya neden bu katli vacip emri verildi. Bunun üzerine biraz akıl yürütmeye çalıştığımız zaman ne görüyoruz biliyorsunuz. Üç ayrı tarihte üç ayrı Ziya Gökalp kitabı yayınladığını görüyoruz ve hemen hemen köy enstitüleri ile kitabında olmak üzere birçok yapıtında Ziya Gökalp’in adını sevgi ile andığını görüyoruz, oysa onun öldürüldüğü o tarihlerde Ziya Gökalp’in adı, kafadan arındırılmış, işte “Rusya’dan para alan kızıl komünistler ana baba din iman bilmez kızıl komünistleri öldürecek tetikçilerin lideri olarak ideoloğu olarak tanıtılan şimdi daha yakın zamanda. Ben Ziya Gökalp’in Yusuf Akçura’nın adlarını günlük paylaşılan bir paylaşınca önce yakın insanlar isyan ettiler “bu faşist liderleri niye yazıyorsun” diye. Ne ilgisi var, bunlar gerçekten de namuslu sosyoloji insanları, namuslu bilim insanlar, hele Ziya Gökalp’in bu günkü faşist anlayışı ile o bilim insanlarını yok eden anlayışla hiçbir ilgisi yok. Ziya Gökalp bugünkü muhafazakâr sağ kanadın bugün var olsa hücum edeceği bir isimdir. Türkçe ezan okunmasından yana, İslam dinin Türkçe gereklerini yerine getirilmesinden yana olan bir insanın bugünkü muhafazakâr kanatta ne olabilir acaba düşünün. Ve düşününü ki, bu insanlar o gün o tetiği çeken insanlar bugün birçok karanlık odakların oyuncağı olan insanlar Ziya Gökalp’i iyi tanımış olsunlar. Ziya Gökalp’in Türk harsı kavramı üzerinden geliştirilen bir düşünce ile köy enstitülerinin kurulmuş olduğunu görsünler. Bakın bunu söylüyor Cavit Orhan Hoca, “işte” diyor “köye doğru aydınları orada bulacakları hars köy enstitülerinde bulundu ve orada yaşama geçirilmeye çalışıldı” diyor. Cavit Orhan Hoca’nın şu saptamasına bakın, yani “köy enstitüleri yüzde yüz kendi kaynaklarımızdan çıkmış doğmuş ve köydeki gerçekliği göz önüne sermiş bir olgudur, deneyim” diyor. Çok önemli bir saptama, ama aynı zamanda çok duygusal değil, o bir bilim insanı. Diyor ki: “köy enstitüleri tek yanlı bir eğitim çabası ile köylerin kalkındırılamayacağının en açık örneğidir”, diyor. Çok açık yüreklilikle bunu kendisi de kabul ediyor. Bugün başka türlü bakanlar da var, çok hamasi farklı bir şekilde, anki köy enstitüleri açılınca her şey Türkiye’de düzelecekmiş konuşanlar da var. Bunlar yanlış, her şeyden önce olayı çok yönlü çok boyutlu ele almak lazım. Bu bir ilk sorundur. Bu bakımdan ada Şevket Süreyya Aydemir’in işte yapıtına vurgu yapar, der ki, “köydeki sorun önce dirlik sorunudur”, yani köyde üreticinin geleceği garantiye alınmadan köydeki ekonomik durumda eğitimle birlikte güçlendirmeden onun ayakta kalabilmesi onun öğrenebilmesi mümkün değil. BU vurgusunu da çok açıkça yapar der ki, “tek yanlı eğitim çabasıyla köylerin kalkındırılamayacağı anlaşılmış oldu”. Aynı şekilde 1961 yılında her şeye elini uzatır her şey okur görür, 1961 yılında Akçadağ Köy Enstitüsünün kurucusu devrimci eğitimci Şerif Tekben onun da adını saygıyla anıyorum. Şerif Tekben’in İmece dergisinde 1 Kasım 1961 tarihinde bir yazısı yayınlanır. Şerif Tekben orda okulu olan köylerle okulu olmayan köyleri karşılaştırır ve yıllar sonra karşılaştırdığı bu karşılaştırmadan sonra der ki, “bu iki köy arasında çok önemli bir fark yok”, yani olayı bir eğitim yönüyle ele alırsanız bu işin içinden çıkamazsınız.
Cavit Orhan Hoca’nın özellikle vurguladığı gerçeklerden birisi de bu, sosyoloji profesörü olmak sosyal bilimi uzmanı olmaktır. Böylesine nesnel görünmeyi ve nesnel ifade etmeyi gerektirir, o da bunun gereğini yapmış ve o dönemde köyle ilgili doğru dürüst bir araştırma kurumunun bulunmamış olmasına dikkat çekmiş kendisi. Çok enteresan bir alıntı yapmış “ABD de bile köy sosyoloji okulu bulunuyor, bizde bu konuda hiçbir kuruluş yok” demiş. Tombi’nin (Toynbee) bir şeyini almış, şehirle köy arasındaki uçurumu dile getiren bir İngiliz, (İngiliz tarihçi), “çok enteresan bir adamdır, Avrupalı onu çok iyi takip eder, 1954 yılında basılan bir yapının sekizinci cildinde post modern tarifini başlangıcını şöyle tarif ediyor Toynbe , “Batı dışındaki entelejansların modernliğin sırlarına vakıf olup bunları Batıya karşı kullanma yolundaki çabaları Toynbee nin post modern çağın başlangıcı konusundaki düşünceleri bu ikincisi üzerine yoğunlaşıyordu” diyor Teri Endrsin. Verdiği örnekler Naji Japonya’sı, Bolşevik Rusya, Kemalist Türkiye ve Maocu Çin, 1954 yılı bu kitabın baskısı. Bu dört örnekten birisi olan ve o tarihlerde dünya üzerindeki yeri bile bilinmeyen Türkiye o tarihten itibaren emperyalizmin NATO güçlerinin çok özellikle üzerinde duracakları ve bu günlere getirecekleri bir kültür operasyonu uygulayacakları bir ülke olacaktır.
Gerçekten de kendisi hem birçok araştırmayı kitaplarına konu etmiş almış istatistikleri rakamları, şemaları tabloları almış, ama aynı zamanda bunlarla yetinmemiş kendisi de de doğrudan araştırmalar yapmış bir bilim insanıdır. Adapazarı’nın 12 köyünde birden Arifiye Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmenleri de yanına alarak ilk öğreten ilköğretim okulu öğrencilerini de yanına alarak 12 köyü içeren bir araştırma yapmış ve çok önemli bulgulara ulaşmış. Köylerde pancar ve pirinç ekiminin başlandığını, tarım ve ziraata suni gübrenin girmiş olduğunu, maden su işletmesi açılmış olduğunu, makineli tarımla birlikte yarıcıların köylerden şehirlere göçmüş olduğunu ve daha birçok bulgular var.
Bu yayınlanan araştırması çok ilgi görünce Bursa ve Bolu köylerinde yaptığı araştırmaları yayınlamış. Kendisi de doğrudan araştırmalar yapmış, bir de köy enstitülerine ilişkin değerlendirmelerinde çok önemli nokta var, benim de katıldığım kendisine. Köy enstitüleri bize çok önemli aydınlar kazandırmış. Zaten çok da birçok yerde bunu ifade etmiş. Mahmut Makal’ın Bizim Köy adlı yapıtının yayınlanmış olmasını Türkiye’de sosyolojik açıdan çok önemli olan bir değerlendirmesi vardır.
Yine 1961 yılında Şerif Tekben’in araştırmasını aldıktan sonra Köy İşleri Bakanlığının kurulmasından sonra 1973 yılında, bunu çok olumlu bulur Köy İşleri Bakanlığının kurulmasını. Değerlendirmelerden sonra da eğitimin köyde çok fazla bir değişikliğe yol açamamış olduğunu bir kanıtı olarak da Dursun Akçam’ın Analar ve Çocuklar kitabını örnek verir. Bu da her şeyin farkına varan bir kişi olduğunu gösterir, bir şeye varmak için her şeyi değerlendirmeye çalışıyor.
Bu arada başka şeyler de çıktı karşımıza Cavit Hoca’yı araştırırken 27 Mayıs 1960 sonrası yedek subaylara köylerde öğretmenlik görevi veriyorlar, bu arada Remzi İnanç’ın da 1961 tarihli bir mektubu var. Onu da değerlendirmeleri arasına alıyor, onun üzerinden de Türkiye’de yapılması gerekenleri anlatıyor. Küba’da yüz bin kişinin katıldığı yüz bin öğrencinin katıldığı ülkede okuryazar olmayan bir tek kişi bile bırakmayacak eğitim seferberliğini örnek uygulama olarak gösterir.
Tabi köyden şehire göç üzerinde çok durmuş, üç beş yılda bir yazdığı yazılarda, yazdığı kitaplarda bu konudaki gelişmeleri değişim rakamlarla vererek üstünde çok önemle durmuş. Şehire göçen köy zümresinin orada oluşturduğu sorunlar üzerine durmaya başlamış. Gecekonduların Türkiye’deki o günkü sorunlar arasında ne kadar önemli bir yer tuttuğu üzerine de gene önemli bir çalışma yapmış.
Sosyal Bilimlerde Araştırma ve Metot diye bir kitap yazmış çok önemli bir kitap araştırmacılara yol gösteren yön gösteren orada da 1961 Anayasasının araştırma hakkının iyi değerlendirmesi gerektiğini vurgular.
OICD- FAO-ÜNESKO günü gününe onların yayınlarını takip eder. Türkiye’de böylesine uyanık bütün dünyadaki gelişmeleri takip eden bir bilim insanı bugün var mıdır bilmiyorum, sanmıyorum. Derinliğine böyle bir davaya kendini sınayan böyle bir bilim insanı yoktur.
Köyden şehire göç sadece Türkiye’nin sorunu değil, Asya’da Afrika’da birçok yerlerde de emperyalizm bu köy olayını kendi önünde büyük bir engel olarak görmektedir. Tonbeey’nin dikkat çektiği 1954 yılındaki bu olay emperyalizmin ileriye dönük planlarında çok iyi değerlendirilmiş ve artık Türkiye’de üreten köy kalmadı. Bir insanların toprağından koparılması, iki kültüründen koparılması. Kültüründen nasıl koparılıyor, bir taraftan milyonlarca sığınmacı geldi, bir tarafta insanlar kendi geleneksel yaşamlarından koparıldı. Ve o göçle birlikte, gene Türkiye’de az gelişmişliğin sosyolojisine ilişkin değerlendirmelerinde bu ikili sistemin varlığından söz eden bir tarafta kapitalist üretim güçleri, bir tarafta halen varlığını sürdüren kapitalizm.
Son çalışmam Atilla İlhan üzerinden Cumhuriyet Kültür tarihi üzerine bir kitap hazırlıyorum. Orada Atila İlhan diyor ki, “demokratik devrim tamamlanmıştır, ne de bu demokratik devrim diye tartışıp duruyorsunuz, Mustafa Kemal yaptı bitirdi”. Çok enteresan yani bu kadar edebiyat sanat insanın ayakları bu kadar ülkesinin dışında olabilir. Cavit Orhan Tütengil bütün yapıtlarında baştan sona Türkiye’de feodalizmin nasıl var olduğunu, Ziya Gökalp’ten alarak bugüne kadar, kendi öldürüldüğü güne kadar gelerek; bugün de var, bugün de hala Türkiye’de topraksız köylü var, üretici sömüren ilişkiler prekapitalist ilişkilerdir. Üreticinin örgütsüz olduğu her yerde prekapitalizm vardır. Türkiye’de bugün küçücük çocukların ırzına geçen, küçücük çocukları kullanan cemaat ve tarikatların arkasındaki güç yan sermayedir.
Onlar köy çevresinden göçtüler şimdi, şehir çevrelerinde şeriat ve cemaat ağalarını oluşturdular. Ve insanlarımızı gerici politikaların politik arabalarına onlar bağlıyorlar onlar götürüyorlar. Onun için de hala ellerini kollarını sallayarak geziyorlar, altı yaşındaki çocuğa tecavüz edenler. Hala onlara seslerini çıkarmıyorlar. Onun için de İstanbul Sözleşmesi bir gece kaldırılabiliyor, çünkü onların ihtiyaçlarına var, oylarına ihtiyaçları var. Nedir bu zümre bunun arkasındaki güç işte aracılık tefecilik ve bir ucu da bunların Mecliste yumruğu atan, Feto’ya tutun bütün cemaat ve tarikatlar, kimisi açıktan kimisi örtülü bir şekilde emperyalizmin gizli servisleri dirsek teması halindedir. Bunlar çok önemli gerçeklerdir. Bu önemli gerçeklerin arkasındaki sosyolojik sınıfsal analizleri Cavit Orhan Tütengil Hocamızın kitaplarında onun yazdıklarında çok rahat bir şekilde görebiliyorsunuz.
1945 durmamış araştırmalar yapmış, durmamış yapılan araştırmalardan alıntılar yapmış. 1945 ile 1960 yılları arasındaki okul sayısı kahve sayısı, cami mescit sayısını karşılaştırmış. Okul sayısındaki artış 15 yılda yüzde elli, kahve sayısında artış yüzde 400, cami mescit sayısındaki artış yüzde 1200; bu nedenle Cavit Hoca büyük bir kaynaktır. Edinin dursun bir köşede.
Ben Anadolu Rönesansı ile çalışırken Türkiye’de bize ihanet eden liberal aydınların dayandıkları iki tane Batılı Şarkiyatçı var. Bunlardan biri Fransız Etyen, biri de Hollandalı Ericyan Führerdir. Erikyan Führer, bunları sivil tarih olarak okuttu bizim öğretim üyelerimiz. O liberal aydın geçinenler, öğrencilerine ödev verdiler ben Beşikdüzü Köy Enstitüsü ile ilgili bir toplantıda konuşurken, Ardeşen Derneği ile birlikte düzenlemiştik Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği olarak toplantıda konuşurken, demiştim ki, Vakıf Üniversitelerinde özel üniversitelerinde Ericyan Führer’in Türkiye’de modernleşme sivil tarih olarak okutuluyor dedim. Ericyan Führer 1954 seçimlerini değerlendirirken der ki o seçimde hala CHP dört ilde Demokrat Parti’den daha çok oy almıştır, çünkü oralarda mütekallibe toprak ağalığı çok yaygındır.
1954 seçimlerinde CHP’nin Demokrat Partinin çok oy aldığı iller Sinop Kars Malatya Tunceli. Cavit Orhan Tütengil’in aynı tarihlerde bakan konuşmasından bakan istatistiklerinden aldığı rakamlar var. Ağa ve ağa köyü olmayan dört köy. Yalana atmaya bakar mısınız, Cavit Hoca her yerde her zaman karşımıza bir sosyal bilimler kaynağı olarak toplumsal bir kaynağı olarak karşımıza çıkabilir.
Ziya Gökalp ile değerlendirmelerinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Diyor ki Ziya Gökalp “milliyette şecere aranmaz, atlarda şecere aramak gerek”, bu günkü ırkçılara bunları okutmak lazım. “Eğer at seçiyorlarsa şeceresine baksınlar, milliyette buna bakılmaz” diyor Ziya Gökalp.
Köy enstitülerinin meydana çıkardığı en büyük gerçek köylümüzde pek çok meziyet ve kabiliyetlerin mevcut olduğudur. Olayı bir aydınlanma çabası olarak görüp bir aydınlatan bir de aydınlanan kesim olarak görüp, tembel, miskin, uyuşuk köylüleri aydınlatan bir Kemalizm olarak tarif edenler var. Bunlar zaten gerici kanadın eline çok büyük malzeme veriyorlar. Bu yaptıkları tarifle. Oysa köy enstitülerinde Aşık Veyseller var, Ali İzzetler var, köy enstitülerinde köylüler derslere de giriyorlar hafta sonu şenliklerine de katılıyorlar. Köy enstitüleri halk kültürünün doğrudan doğruya ayağa kalktığı evrensel bilgi ve estetikle kucaklaştığı yerler ve köyde var olan değerler üzerinden köy enstitüleri açılıyor ve devam ediyor. Tonguç Baba her olanakta bunu sık sık vurgular. “Köy enstitüleri Türk inkılabının millet temelinde başlamış olan hayırlı Rönesans hareketidir. Türk aydının vazifesi bu hayırlı rönesansın üzerine titremek olmalıdır”. Ama olmadı o dönem köy enstitülerini pazarlık konusu yaptılar, Batılı emperyalistlerle. Şimdi de alternatif yol üretenlerle yola çıkanlar da İngiltere’de para buluyorlar, Amerika’da bilim buluyorlar. Bunlara üzülüyoruz. G.M. Kemal bizim değerlerimiz üzerinden emperyalizme kafa tutmuştu, köy enstitüler bizim değerlerimiz üzerinden kurulmuş bina edilmişti. Biz özgüvenimize kendi kendimize yeten bir politikayla dünyaya kafa tuttuk ve örnek olarak gösterildik. 1945 ten sonra olay değişti Hasan Ali Yücel’in atmaması, köy enstitüsü düşmanı Şemsettin Sirer’in Maarif vekili yapılması, Rauf İnan’ın görevden alınması arkasından Tonguç’un görevden alınması, köy enstitülerinde karma eğitime son verilmesi gibi adımlarla biz emperyalizme aslında yaptığımız o bütün olumlu şeyleri satmış solduk. Buna aracı olarak da kim kullanıldı devlet kasalarında Mustafa Kemal’in ve yanındaki insanların 1789 Fransız İhtilaline bakarak kendileri ne burjuvaydı ne de gönül olarak burjuvaziyle ilgili bir bağları vardı. Ama diyorlardı ki “Batı’daki Fransız İhtilalini yapan o sınıf Türkiye’de de herhalde Cumhuriyete sahip çıkacaktır.
Devlet olanaklarıyla ihaleleriyle falan filan biz bir burjuva sınıfı yarattık. Onlar da Batı ile kucaklaşabilmek için bizi sattılar açıkçası 1945 ten sonra ve köy enstitüleri pazarlık masasın yatırıldı. Şimdi de sığınmacılar pazarlık masasında ama bizim kültürümüz yok ediliyor, bizim coğrafyamız yok ediliyor, bizim denizlerimiz nehirlerimiz kirletiliyor, bizim ormanlarımız kesiliyor yani bir an önce bizim çocuklarımız kirletiliyor yani bütün güzel geleneklerimiz dayanışmacı imececi geleneklerimiz köy enstitülerinin de üzerinde oturduğu Cavit Orhan Hoca çok önemle üzerinde durduğu, “devlet yatırımıyla köy düzelmez” der. “İstanbul’un bir köyünde birkaç yatırım yapılmış, bunlar hiçbir şey olmaz” der. Yani “köyün imece geleneğinin köyün katılmadığı bir köy yatırımı asla kalıcı olamaz” diye bu konudaki görüşünü bildirir.
“Hayale kapılmayalım” diyor bir taraftan da. Demokrasinin memleketimizde yerleşme şartı ilköğretim seferberliğini nüvesi olan köy enstitülerinin başarısına ve gelişmesine sıkı sıkıya bağlıdır. Ama köy enstitülerinin sihirli değnekleriyle dokundukları her şeyi gülistana çevirecek sihirbazlar değildir. Mahdut imkanları içinde samimi niyet sahibi gerçeğin sinesinden doğup kurulmuş müesseselerdir. Köy davası halinin düğümünün çözümü sadece enstitülerden istemek haksızlık olur. Çünkü köy meselesi Türkiye meselesinin bir başka adından müteradifinden ibarettir” der. Bu köy enstitüleri üzerine notlarda, bunu vurguluyor. Gene Türkiye’deki eğitim olayına da her şeyine de mümkün olduğu kadar bir yorum getirmeye çalışmış.
28 Eylül 3 Ekim günleri arasında toplanan Milli Eğitim Şurasına TÖS ve İlksen ’den yalnızca birer temsilci istenmesi onların da bu temsilciyi göndermemesi üzerine bu şura daha baştan itibaren yöneticilerin dediklerini onaylayan bir şuradır. “Demokratik değildir” diye görüşlerini bildirir Cumhuriyet gazetesine yazdığı yazıda. Konuşmalardan 4 Eylül 1972 de Devlet Bakanı İlhan Öztürk Sivas Kongresinin 53. Yılında konuşuyor diyor ki, “Türkiye’de hala 743 köy ağa köyüdür” diyor, devlet bakanı söylüyor bunu. Ve aynı dönemlerde topraksız ailelerin oranı tüm köylüler arasında yüzde 46,8 gibi bir oran tutmaktadır.
1975 yılında geleceğin Türkiye’si için şunları söylüyormuş Cavit Orhan Hocam umdu aradığı gelişmeler doğrultusunda: “Tarım Toplumundan sanayi toplumuna geçiş aşaması tamamlanacak devlet yurttaş ilişkilerinde sevgi egemen olacaktır”. Olamadı çünkü Cavit Orhan Hoca’yı elimizden aldılar, gerçek bilim insanlarını elimizden aldılar. Ama biz onların hatıralarına biz onların bıraktığı çalışmalara dört elle sarılacağız ve yarınımıza da onların baktığı gibi onurla güvenle bakacağız, araştırmacı olmayı sürdüreceğiz, sessiz kalmayacağız, her yerde onların adını haykıracağız doğru bildiğimiz gerçekleri de haykıracağız”.
Karşılıklı soru cevaplarla söyleşi sona erdi.
Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com