Şeriat devletinin kurumları yürürlüğe sokulmaktadır.
Ergenekon olayı, ordunun bir kısmını belli bir gerekçeyle saf dışı bırakmaya yönelikti; 15 Temmuz olayı da ordunun başka bir kesimini doğru-yanlış başka bir şekilde tırpanlamak olayıdır, bunu demokrasi diye satmaya kalktı.
Cemaatin gazetesi Bugün’de yazarlık yapan rektör atandı
Devletin başında oturan bir kişi “dindar ve kindar gençlik yetiştireceksiniz” demek hakkını nereden alıyor.
Türkiye’nin Kemalist düzenini daha İslami bir yapıyla değiştirmeye yöneliyorlar.
Muammer Aksoy’un katili: “Ben Yekta Güngör Özden’i öldürmekte görevli idim”
Ülkemizin en seçkin aydınlarından Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy’un katledilişlerinin her yıl anılarına düzenlenen 27 Adalet ve Demokrasi Haftası, çeşitli salonlarda panel ve konferanslar, dinleti ve öteki anma etkinlikleriyle devam ediyor. 25 Ocak günkü sekiz etkinlik değişik salonlarda sürdürüldü. Biz de Türk Hukuk Kurumu’nun (THK) kendi salonunda düzenlediği “Muammer Aksoy-Uğur Mumcu Düşün Mesajları ve anılar” konu başlıklı Uluç Gürkan, Yekta Güngör Özden ve Av. Nail Gürman’ın konuşmacı olarak katıldığı söyleşiye katıldı.
Konuşmalardan önce Türk Hukuk Kurumu
Başkanı Av. Yaşar Çıtak konuşmasında şunları söyledi:
“Biz de bir hukukçu olarak haftanın bileşenlerindeniz. Biz Muammer Aksoy ve Uğur Mumcu’yu laik Cumhuriyetin devrim şehitleri olarak görüyoruz. Türk Hukuk Kurumu’nun diğer kuruluşlardan farkı var, Muammer Aksoy 33 yıl bu kurumda 57 den vefatına kadar başkanlık yapmıştır. Uğur Mumcu Muammer Aksoy’un yönetim kurulunda birkaç dönem görev aldı, o da hocayla birlikte yönetim kurulu üyeliği yaptı.
Bir başka devrimci, Doğan Öz, katledildiğinde 77 de yine bu kurumun üyesiydi. Bu Cumhuriyetin devrim şehitleri içerisinde bu arkadaşlar bu kurumun üyesiydi, ben de öteki arkadaşlarla 40 yıldır bu kurumda üye olarak görev yapıyorum. (Yaşar Çıtak panel konuşmacılarını kısaca tanıttıktan sonra, üç söyleşicinin konuşmalarına geçildi)
İlk sunumunu yapan Av. Nail Gürman şunları söyledi:
“İki gündem var bugün anıları ve düşünceleri; anılarıyla başlayacağım. Lise yıllarımda elime geçen bir dergi okuyordum. Turancıların o zamanki Nihal Atsız’ın Toplum dergisi idi, bir Muammer Aksoy ile Aydın Yalçın’ın beraber çıkardıkları Forum dergisi idi. Sene 1965, Muammer Aksoy, Ecevit’in Ortanın solu hareketinde yürütme kurulu üyesiydi. Uzun yıllar THK genel sekreterliği yaptım; sosyal demokrasi konferansları verdim. CHP çatısı altında çeşitli görevlerde beraber olduk. Baro başkanlığını beraber yaşadık. (141-142-163 maddelerin kaldırılması konusunda yaptıkları çalışmaları anlattı)
“Bu gün hocayı anarken, bence çok daha baştan başlamalıyız bu günkü ortamda. Bence çok daha baştan başlamalıyız bu günkü ortamda. 1923 Devrimlerinin başlangıcından itibaren adım adım 1946 seçimlerinde CHP kaybettikten sonra CHP sinin 17. Kurultayında adım adım zafiyet başlamıştır. İdeolojide eksiklikler başlamıştır ve bu güne kadar gelmiştir. Bu gün içinde bulunduğumuz durumun hangi koşullarda gerçekleşmiş olduğunu bilmek zorundayız ve buna göre başımızı kaldırmak zorundayız, ona göre sesimizi yükseltmek zorundayız. Çok büyük sıkıntı içindedir rejim bunu hepimiz biliyoruz. Bu nedenle elimizin erdiği dilimizin döndüğü bu toplantıların hepsinde bir dayanışma içinde ve bunu dışarıya taşıyarak bazı gerçekleri zülfiyare dokunsa da konuşmak durumundayız.
Düşünce yaşamının başından itibaren, bunu 1923 e inanan insan olarak söylüyorum. Mustafa Kemal’in getirdiği altı okun, ilkenin bu gün hala bizim için şart ve geçerli olduğu kanısındayım. O kadar kötü noktalara gelmiştir ki, (burada bir kitaptan alıntı okudu) “tarihsel gericilik güncel ilericiliği kapsayan bir usul değil, ona cevap verebilen bir unsur da değil. 1992-1993 yeni CHP hareketi bu döneme cevap vermekte yetersiz kalmış ve bu günkü çöküntüye uğramıştır. Yeni bir ekonomik ve sosyal dayanışma modeli ortaya çıkmıştır. Bunun bir arka planı vardır. Bunu dinamik hale getiren parti nihayet AKP olmuştur”. Üstelik AKP siyasal İslam’ın kendi içindeki metaformozunun “ilerici demokrat partisi olarak karşımıza durmaktadır. Bu gün güncel ilericilik pozisyonu tarihsel ilericiliği aşmıştır. Bu gün Avrupa Birliği (AB) raporlarında da, “Kemalizm Türkiye’de yer yer zaman zaman bir engel teşkil etmektedir”, sözünü birazda bu ikinci kuşak demokrasi asılmayla Kemalizm de eklenmesiyle ortaya çıkan kireçlenmeye bağlı olarak düşünmek zorundayız”, diyor.
Aşama aşama devir devir zaman zaman parti parti, her partinin siyasi mücadelesi içinde 1923 devriminin özü şu veya bu şekilde parça parça edilmiştir. Devrimlere saygı duyuyorum zamanın gelişimine saygı duyuyorum. Ortanın solu, Demokratik Sol, Sosyal Demokrasi, Yeni sol, bunlar nedir, hangisi acaba 1923 devrimini açarak, gelişerek bunu ortaya gelebilmiştir. Üyesi olduğum partiyi de buna katarak söylemek zorundayım.
“Devletçilik modeli geçmiştir” dendi, küresel ekonomi dünya anlayışıdır dendi. BU gün vakti zamanında devletçiliği kötüleyen bir insanları bir tarafa bırakıyorum. Şu özelleştirme kepazeliğinden sonra, şu özelleştirme dediğimizden sonra geldiğimiz halde 1923 devriminin devletçilik ilkesini arıyor muyuz aramıyor muyuz. Gerçek bildiğimiz mi doğru, sahip çıkamadığımız mı?
Küreselleştirme stresine katıldı toplum. Basınıyla, siyasi partisiyle, yandaşıyla uzaktakiyle hepsiyle beraber, Atatürk’e ve 1923 e bir mahcup bakış içine girdik, çok geride kaldık dedik.
*
Ergenekon olayı, ordunun bir kısmını belli bir gerekçeyle saf dışı bırakmaya yönelikti; 15 Temmuz olayı da ordunun başka bir kesimini doğru-yanlış başka bir şekilde tırpanlamak olayıdır, bunu demokrasi diye satmaya kalktı.
Turbanı bir demokratik özgürlük meselesi olara kabul ettik, bu gün geldi noktaya bakın. Şimdi bu demokrasiyi o turbanla başlayarak bu gün gelinen noktayı koruyamıyor, demokrasi altında kaldı, kalıyor. Ordu karşıtlığı, darbe karşıtlığı bilmem ne karşıtlığıyla 1834 de Osmanlının açtığı harbokullarını askeri okulları kapattık.
(Bir yazıdan bir parça okudu): “Prof. Dr. Erhan Afyoncu Milli Savunma Üniversitesinin başına atandı. Fakat Feto’dan kurtarılmak istenen o okulların başına atanan Afyoncu’nun Cemaatin gazetesi Bugün’de altı yıl boyunca yazarlık yaptığı ortaya çıktı. Afyoncu’nun 17 Aralıktan sonra yazarlığa devam ettiği anlaşıldı”. Bütün şartlanmalardan ifade etmeye çalışıyorum, 1923 ÜN YARATICISI, VARLIĞI VE KORUYUCU OLAN BİR UNSURDU TC NİN SİLAHLI KUVVETLERİ. Adım adım buradan başladı ayaklar altına alındı, bu ilki yapıldı. Bunu seyreden herkes bana göre yanlış yapmıştır, hala seyrediliyor. Bu bir ordu düşmanlığıyla veya ordu ittifakıyla falan basit kavramlarla ifade edilecek mesele değil.
1923 ün ana ilkelerinden zaman zaman o şekilde bu şekilde “yok devletçilik yanlıştır, yok laiklikte turban olur mu, üniversitede kızlar niye başlarını örtmesinler” diyerek adım adım bu hale getirildik”.
İşin esasını vermek bilmek zorundayız, içinde bulunduğumuz çukurun ne derece derin olduğunu görmek zorundayız. Çok rica ederim devletin başında oturan bir kişi “DİNDAR VE KİNDAR GENÇLİK YETİŞTİRECEKSİNİZ” DEMEK HAKKINI NEREDEN ALIYOR. Hangi muhalefet partisinin karşısında bunu söylemek fikrini kendisinde buluyor. Böyle şey olur mu?
Ne yazık ki 1923 ün özünden uzaklaştığımız ölçüde Muammer Aksoylardan uzaklaştı, 1923 ün özünden uzaklaştığımız ölçüde Cumhuriyetten uzaklaştık. Uğur Mumcu’dan uzaklaştık. Buna inanan insanlardan uzaklaştık. O halde bir şeyler yapmalıyız. Demokrasi özgürlüklerin yok edilmesi için yaratılmış bir rejim değildir. Demokrasi de kendini korumak zorundadır. Bizi adeta bir salam politikasıyla iktidar partisi muhalefet partisi ordaki parti buradaki parti, orası burası bu noktaya getirmiştir.
Siyasi partiler şunu savunuyor, işte şuraya gideceğiz, buraya gideceğiz, hedef şudur bunların hepsi ne yazık ki suni hedeflerdir, hedeften uzaklaşılmıştır. Bu hedeften uzaklaşılmakta sorumlu olanlar turbanı demokrasi olarak değerlendirenler ve bu şekilde de demokrasiye sahip çıkamayanlar, GEÇENLERDE RESMİ GAZETEDE YAYINLANAN KEPAZELİĞİ BİLİYORUZ DEĞİL Mİ, ŞERİAT DEVLETİNİN KURUMLARI YÜRÜRLÜĞE SOKULMAKTADIR. Ebuzehir mi edinecek, böyle demokrasi olur mu? Demokrasi bunun için mi var, tam tersi, demokraside özgür insan Cumhuriyetini 1923 ünü savunmak zorundadır ve görevindedir. Bunu bilelim hep beraber sevgi ile saygı ile duygu ile tabi ki anacağız, ama bizim için ölen bu insanlara bize yükledikleri görevi de hatırlamak zorundayız. Eskiler derlerdi ki, “bir dokun bin ah işit kasei fafundan”benim düşüncem budur, işin özünü kim savunacaksa ortaya çıksın. Siyaseti siyasi partiyi devleti siyasi geleceği bir tarafa bırakarak cesurca dürüstçe ortaya çıksın biz de hep beraber yürüyelim, yoksa geçen bir yerde okudum, muhakkak ki Cumhuriyetin çatısı olan siyasi örgütler vardır. Ama ben CHP yetkililerine bir öneride bulunacağım, bu TV lara çıkıp bu tetikçilerle konuşmayın ne işiniz var orada, bırakın orada körler sağırlar biri birini ağırlar. Yani Karagöz iktidar, Hacivat muhalefet bu mektup bu demokrasiye layık değildir, bize münasip değildir”.
Uluç Gürkan’ın konuşması:
“-Muammer Aksoy hocamdı, ondan çok şeyler öğrendim, inancın cesaretine sahip olmayı öğrendim, koşullar ne olursa olsun, inancın gereğini yapmak, Muammer Hoca’dan bunu öğrendim.
Uğur Mumcu arkadaşımdı, gazeteciliğe birlikte başladık. Uğur Mumcu ile birlikte yargılandık; onun yazılarında yazı işleri müdürü idim. 12 Mart faşist cuntası tarafından aynı gece birlikte gözaltına alındık. Gözaltında iken çok sıkışıktık ikişer ranzayı yan yana getirip birlikte yatıyorduk. O gözaltı günlerinde Uğur’un acıyı bal eyleme, hüznü coşkuya dönüştürmeye dönük eşsiz mizah anlayışına yaşayarak tanık oldum.
Devrim gazetesinde Uğur’la birlikte olduğum için eğlence arıyoruz o gözaltı gününde. Özellikle Zülfü Livaneli bize takılıp duruyordu, tahrik etmeye çalışıyordu. Diyordu ki, “bir işe kalktınız 9 Martı beceremediniz 12 Martı başımıza musallat ettirdiniz ne biçim adamlarsınız siz”. Uğur cevap vermek istiyor ama sıkıntıda. Bir gün 19 Mayıs’a kısa bir süre kalmıştı, uçaklar uçuyor, gökyüzünde gürültü. Uğur da yukarıda ranzada oturuyor, “ya Uluç şu postalarlı versene” dedi. Verdim, pat diye aşağı atladı, elinde bir kalem “bakan olmak isteyenler adını yazdırsın” dedi.
Uğur’la birlikte hakkımızda dava var, o “askere gidelim, askerde bu davaların geçmesini sağlayabiliriz” dedi. O davalar bizi askerde de Tuzla Piyade Okulunda yakaladı. Uğur daha okulu bitirmeden cezaevine girdi. Dava sonunda her ikimize de “Türk ordusunda rütbe takamaz, sakıncalı piyade” kararı verildi. Birlikte dava açtık, davayı o sakıncalı piyadeler arasında sadece ben ve Uğur Mumcu kazandı. Babam rahmetli çok üzüldü, bir deftere “Türk Milleti adına as teğmenliğe naspedilmiştir” diye yazdırmış. Biz o dava kararları ile askerlik yoklaması yaptırmak için askerlik şubesine gittik. Uğur asteğmenliğe naspedilemiyor çünkü okulu bitirmemiş. Ne yapacağını şaşırdı, Uğur oradaki adama dedi ki, bu asteğmen be astsubayım dedi. Adam ciddiye aldı, deftere astsubay diye yazarken Uğur as dedi, gerçek durum anlaşılamadı askerliğini yapmıştır diye not düştü.
Askerde Uğur da içinde bulunduğu zamanda bizi haftada bizi yıkanmaya götürürlerdi.
Muammer Aksoy’la tutuklandık Mamak Askeri Cezaevin yan yana iki odada üçer ranza 12 kişi kalıyoruz, Mumtaz Soysal, Sadun Aren, Fakir Baykurt, İlhami Soysal alt üstü ranzalar. Bir haber geldi, Muammer Aksoy’u tutuklamışlar getirecekler, bizim olduğumuz odaya bir tekli yatak. Mümtaz Hoca, o sakin yumuşak uzlaşmacı haliyle birden bire demir parmaklıklara tırmandı, o demir parmaklıkları yumruklamaya başladı, kulaklarımda hala çınlayan bir sesle, “Muammer Hoca’yı buraya sığdıramazsınız” diye bas bas bağırdı. Muammer Hoca’yı getirdiler hakikaten sığdıramadılar. Sığdıramadıkları için katlettiler. Ama hiç kuşku yok ki ne Uğur’u ne Muammer Aksoy’u mezara da sığdıramadılar, onlar hala nefes alıyorlar.
“Bazı insanlar ölmüş olsa da, hala nefes alırlar”, Uğur Muammer Hoca ölmüş olsa da hala nefes alıyorlar. 24 Ocak 31 Ocak Uğur’la Muammer Hoca’nı katledildiği günleri hatırlatıyor. 27 yıldır Türkiye’nin dört yanında bir araya geliyoruz, biz anmıyoruz onlara nefes veriyoruz onların nefesi oluyoruz, onları yaşatıyoruz, yaşatmak zorundayız, yaşatmamız kaçınılmaz.
Onların kaybı, bir sürü insan birlikte o dönemde 1980 li yılların ikinci yarısı 1990 lı yıllara doğru neoliberal kapital düzenin yükseliş döneminde Türkiye’de katledildiler. Ama Uğur’la Muammer Hoca’nın kaybının sonuçları çok ağır oldu. O ağırlığı kaldırıp atmalıyız. Onun altında dizlerimiz titreyerek yaşayamayız, yaşamamalıyız.
Uğur katledildikten bir ay sonra 24 Şubat 1993 günü TBMM İnsan Hakları Komisyonunun olağanüstü toplantı daveti geldi. Hayrola İnsan Hakları Komisyonu niye toplanıyor, nedir gündem, dedik, “SAİDİ NURSİ’YE İADEİ İTİBAR”. Çılgına döndüm birkaç arkadaş gittik, “o komisyonun darma dağın ederiz” dedik. Bunu gündeme getirmek için Uğur Mumcu’nun katlini mi beklediniz. Çünkü Uğur yazılarıyla, Muammer Hoca ise eylemleriyle bunun karşısında dimdik kale idi. İnsan Hakları Komisyonu’nun o olağanüstü toplantısını engelledik.
Kültür Bakanlığı müsteşar yardımcısı Kültür Bakanlığının kütüphanelerinde Saidi Nursi ile Nazım Hikmet’in kitaplarının bir arada okunması kampanyasını başlattı. Saidi Nursi Uğur’un katlinden sonra merak nerden niçin, bu benim ilgimi çekti. Doğruyu buldun mu bilmiyorum “Atatürk’ün izinde Türkiye dünyayı değiştirecek” diye bir kitap çalışması yaptım O sırada bir şey gördüm, bağlantı bu mu? Hiç “İsevi Müslümanlığı” diye bir şey duydunuz mu?
Saidi Nursi Mektubat adlı o Beduizuaman külliyatı dedikleri şeylerde, internette var İsevi Müslümanlığı diye yazarsanız o mektuba çıkıyor. Şu aynen Evangelis Hristiyanlar gibi, “İsa zamanı geldiğinde dönecek ve elinde kılıcı İslam İmparatorluğunu kuracak”, çünkü İsa İslamiyeti getirmiş sonra bozulmuş Hristiyanlık olarak, İsa gelecek”. Bunu gördükten sonra, her gördüğüm Sadi Nursi diyene, sen önce Muhammedin İsa’dan üstün olduğun u kabul et de ondan sonra konuş filan diye. Hz. Muhammedi yok ediyorlar, böyle bir anlayış var. Ve Fetullah Gülen ‘in kitaplarında da var, İsa’nın dönüşü hatta Aksiyon dergisinde, bu Feto’ya savaş açılmadan önceki günlerde İsa kapak oldu, dünya onun dönüşünü bekliyor. Şu Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) derken İslam coğrafyasında Hıristiyanlara böyle yakınlık duyan “İsevi Müslümanlığı” diye geçinen o Nurcular mı esas alınıyor. Bu bağlantıyı şunun için de değer buluyorum, Uğur ve Muammer Aksoy’un o dönekdeki bir sürü cinayetin katliyle bağlantılı olarak. Bakın 1980 li yılların ikinci yarısında Neo liberal kapitalist düzen, Regin, Techir isimleriyle yükselir, Sovyet sistemi dağılır, Sovyetler Birliği çökerken, dağılırken, parçalanırken kapitalizmin nihai zaferi tarihi sonu diye Fukilama kitaplar yazarken Türkiye’de çok enteresan bir gelişme oldu. İki Amerikalı eski Amerikan istihbaratçı Uğur Mumcu’nun “karanlıklar prensi CIA İstasyon şefi” diye deşifre ettiği Graham Fuller ve “ Paul Hanze Türkiye’yi mesken tuttular. Aynen “Kemalizmin miadı dolmuştur” ellerin o meşhur ran konprayşının raporu, “Kemalizm’in miadı dolmuştur, Türkiye zamanın ruhunu yakalayıp küresel kapitalizmle bütünleşmelidir, yani İslam’la barışmalıdır”.
Türkiye’deki müttefikleri kimdi, o tarihte anımsayalım, birden bire türeyen İkinci Cumhuriyetçiler, bir kısım liberaller, Uğur onlara “Liboş” derdi. O liberallerin eski Sovyetler Birliğinde hayal kırıklığında uğradıklarını ifade eden Marksiz akım, Altan kardeşler filan, Uğur yine onların ipliğini pazara çıkarıyordu “liboşlar, liboş dönekler” diye. Onlar ve Nurculuk hareketi içinde yükseltilen Fetullah Gülen. Bunlar o zaman ortaya çıktılar. Böyle bir Amerikan projesiyle Türkiye’yi beyin yıkama noktasına getirdiler. Devrin cumhurbaşkanı sonra başbakanı rahmetli Turgut Özal da ikinci cumhuriyetçiler için hazırlanan kitaplara sponsor oluyordu. Böyle bir kampanya yaşanıyordu Türkiye’de. Neydi mesele? Uğur’un katlinden sonra Muammer Hoca eylemleri ile karşı çıkarken derken bakın hanesine bu Türkiye’deki direnişi örgütlemede 1989 yılında Atatürkçü Düşünce Derneğini de kurması da mutlaka iş.
Bir de Sovyet sistemi çöküp dağılınca bir ses çıktı tarihin derinliğinde, ideolojiler öldü, artık mücadele medeniyetler temenindedir. Tam Uğur katledildikten sonra Ocak Amerikanın bir dergisinde dış politikasının düzenlendiği o yılın ikinci çeyrek dergisinde Harvırdlı Profesör Paul Hanze’nin Medeniyet çatışması diye bir makalesi çıktı. Diyordu ki artık ideolojiler öldü, medeniyetinin uygarlığı olan kapitalizmin karşısındaki düşman ideolojik değildir, komünizm değildir medeniyettir, medeniyetin elinde din o dini de sınırları kanlıdır” diyerek İslam olarak tanımlıyor. Sınırları kanlıdır derken, orada bir noktada kafama takılan, dünyada sanırım sınırları kanlı halkı Müslüman olan tek ülke Türkiye’dir. Türkiye’ye de 1996 yılında bu Harvırdlı profesör kitaba çevirirken bu medeniyetler çatışması yaklaşımını bir ödev görev biçti. Bu 2001 İkiz kule saldırılarından sonra Amerika dış politikasının da esası oldu. Ve bu gün yaşadığımız senaryo şimdi söyleyeceğim Harvırdlı profesörün bana göre şu tasfiyesini yeniden düşünün, diyor ki, “Türkiye İslam’a öncülük etmelidir”, kapitalizme uygarlıklar çatışmasını sona erdirmek için. “Bunun tarihsel kökleri vardır” diyor. Türk Ermeni çatışması, Türk Ermeni çatışması dediğinde, Harvırdlı profesör, dünyada o tarihe kadar şu anda sayısı 60 ı aşmış bulunan Ermeni Soykırımını tanıma kararlarının sadece yedi tanesi var. Harvırdlı profesör bunu yazdı, birtakım parlamentolar Avrupa’da, keşfettiler ardı ardına Türkiye aleyhine karar almaya başladılar, yani bu bir güncel politikaya dönüştü.
Türkiye buna son vermelidir, İslam’a yeniden öncülük etmelidir, bunun için her şeye sahip Askeri gücü, ekonomi gücü, insan gücü her şeyi var ama Atatürk Türkiye’yi öyle bir laik ülke olarak tanımlamış ki, bunu yapması imkânsız. O halde aynen; 1-Türkiye Atatürk’ün mirasının Lenin’in Rusya’nın Lenin’in mirasını elde ettiğinden daha keskin biçimde ret etmelidir. 2- Atatürk’ün kalibresinde bir lideri siyasi dini meşruiyeti ön plana çıkaracak şekilde pazarlamalıdır. O tarihler de basın da var, Abranovic, Amerikalı Türkiye ile çok ilgili bir kişidir CIA li büyükelçilik filan yaptı çok yerde o tarihte İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı olan Tayyip Beyle çok önemli görüşmeler yaptı.
Şimdi karşı karşıya olduğumuz bu senaryo bu senaryodur. Bu senaryonun işlerlik kazanabilmesi için Uğur Mumcuyla Muammer Aksoy’la diğer onlarca Cumhuriyetçi devrimci Atatürkçü aydınımızın katli bu senaryonun cinayetler bölümüdür. Bizim temel hedefimiz ve görevimiz, bu senaryoyu değiştirmek olmalıdır. Bu senaryoyu değiştirmek deyince bir fıkrayla anlatmak istiyorum.
Temel kovboy filmlerini çok seviyormuş. Yaşadığı yere bir kovboy filmi gelmiş, seyretmiş kahvede arkadaşlarına Dursun İdris anlatıyor. “Yav akşam biz de gideceğiz o filme”. Temel elli kere olsun giderim o filme demiş, gitmişler, oturuyorlar. Temel ortada Dursun sağında İdris solunda, seyrediyorlar, heyecanlı bir sahne. Kızılderili’yi kovalıyorlar kovboylar Amerikan askerleri filan, Kızılderili’nin atı hızlı arayı açıyor ama karşısında bir uçurum, düştü düşecek. Temelin sağında Dursun solunda İdris çok heyecanlı, Temel sakin, eğilmiş “heyecanlanma uşağım” demiş, düşmeyecek öbür tarafa geçecek heyecanlanma düşmeyecek”, biraz sonra Kızılderili’nin atı düşmüş, İdris’le Dursun bunu yumruklamaya başlamış, “hani düşmeyecekti”. Ne bileyim bunun böyle aptal olduğunu öğleyin geldiğimde de düşmüştü.
Senaryoyu değiştirmemiz, senaryo oyuncularının akıllanmasını beklememiz gerekir. Bu senaryoyu değiştirirsek 1923 Türk devrimi gerçekten geçmişte kalmadı. Bu günün dünyası için de bir demokrasi, iki barış, üç refah projesi olarak bütün canlılığıyla hayatta olduğunu aynen 1922 yılında Gandi söylediği gibi, İngilizlere meydan okurken, “Mustafa Kemal’in utkusunun mazlum küreselleşmenin altında ezilen mazlum ve tutsak uluslar için dünya genelinde bir özgürlük ve bağımsızlık sancağı olduğunu ortaya koyacağız.
Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy yaşamlarını bu mücadeleye adamışlardı, onlar yarıda bıraktırılmış yolundan saptırılmış Kemalist Devrimini yeniden başlatmak ve tamamlamaya yaşamlarını adamışlardı. Ama onun karşısındaki değiştirilmesi mutlaka değiştirmemiz gereken senaryo Türkiye’nin Kemalist düzenini daha İslami bir yapıyla değiştirmeye yöneliyorlar. Oysa bakın Medeniyetler Çatışması tezi doğrultusunda o sırada cemaat temelinde bu gün Libya’yı, dünden bu güne Irak, Suriye bütün İslam coğrafyasını kan gölüne çeviren o etnik dediği Cemaat temelindeki çatışmaları bir barış ortamına dönüştürecektir. Bu konuda Atatürk’ün “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesi dünyaya bırakılmış en büyük slogandır ve içini doldurma konusunda Türk Ulusu için yaptığı tanım. “TC devletini kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir”. Türk halkına demiyor, Türkiye bir coğrafya, halklarına demiyor halkına; etnik kökeniniz ne olursa olsun, dini inancınız ne olursa olsun bu coğrafyanın Türkiye halkısınız. Bir arada yaşamayı ortaya koyuyor. Ben şu an etnik sorunlar nedeni ile kendi içinde sıkıntılar yaşayan İngiltere özellikle Bretic konusunda İrlanda İskoçya konusunda sıkıntılar yaşıyor. Fransa’da İspanya’da Atatürk’ün bu sözünün tarih süreci içinde kendi ülkelerine nasıl uyarlandığına çalışmalara tanık oldum. Bizi unutunuz, dünya bu akademik çalışmayı yapıyor. Türkiye’de Atatürk’ün gerçekleştirdiği 1923 devrimi bir demokrasi projesidir. Egemenliği alıp gökyüzünden yeryüzüne indirdiler, insanları özgürleştirdiler, Türk insanını. Kulu, tabayı özgür yurttaş haline dönüştürdüler. Bu değerli nedenle de, o diktatörlük denilen tek parti Birinci Dünya Savaşı sonrasında faşist İtalya’ya, Nazi Almanya’ya karşı direnen Avrupa’nın radikal demokratik partilerin oluşturduğu demokrasi enternasyonaline fiilen davet edilmişti. Bunu da unutmuş durumdayız, bize unutturulmuş durumda. Hâlbuki Cumhuriyet Halk Fırkasının tarihçesinde bir demokrasi abidesi olarak bu belgeler duruyor anı olarak. Yaktılar bunları 12 Eylül’de bunları ama bunlar var duruyor. Bu bağlamda bir demokrasi abidesidir bu nedenle de 1789 Fransız Devrimi Batılı ülkelerin demokratikleşmesinde hangi etkiyi yarattıysa, 1923 Türk Devrimi de halkı Müslüman olan ülkelerde bir demokratik etki fitili mutlaka olmalıdır, yapılmalıdır, refah projesidir. 1929 ekonomik buhranına karşı Atatürk’ün gerçekleştirdiği üretim odaklı, planlama ağırlıklı, karma ekonomik modeli bu gün öncülüğünü Kempric Üniversitesinde Güney Kore asıllı İngiliz iktisatçının başını çektiği biçimde “dünyada ilk kez uygulayan Atatürk’tür” dediği “devlet güdümlü kalkınma stratejisi sonu geldi” denilen büyük protestolara neden olan küreselleşmenin karşısında Alternatif olarak gene akademik çalışmalara konu oldu.
Türkiye’de bunları yeniden yaşama geçirdik. Unuttuğumuz bize unutturulan Atatürk’ün bu gün de Gandi’nin yüz yıl sonra da geçerliliğini koruyan bir özgürlük ve bağımsızlık sancağı olduğunu yüksek sesle haykırmalıyız. Bunun için yapmamız gereken denildiği gibi. Uğur Mumcu’yu Muammer Aksoy’u burada anıp ondan sonra görevimizi yaptık diye bir kenara çekilmemeli.
Adalet ve Demokrasi Haftasını bir haftalık bir etkinlik olarak algılamamak, bütün yıla bütün yaşamımıza yaymak sadece burada bilgilerimizi tazelemek ritim çalışması gibi algılamak, yani ikinci bir Muammer Aksoy, ikinci Uğur Mumcu olmayı içselleştirmek konumunda ve zorundayız. Çünkü Muammer Hocam da, arkadaşım Uğur da ikinci Mustafa Kemal’diler. Atatürk’ün vasiyeti 1930 lu yılların ikinci yarısında hemen daha Atatürk sağlıklı iken Dolmabahçe Sarayında bir grup genç kendisini ziyaret ediyor. Gençlerden biri biraz sohbetten sonra “paşam bize Mustafa Kemal’i anlatırmısınız” diyor.
Bir an duraksamış, cevap bir vasiyet. “İki Mustafa Kemal vardır, biri ben fani ölümlü Mustafa Kemal. İkinci Mustafa Kemal’i ben olarak tarif edemem o ben değilim. O Türkiye’nin dört bir yanıdır. Örneğin Adalet ve demokrasi haftasında Türkiye’nin dört bir yanında bir araya gelen Uğur Mumcu’yu, Muammer Aksoy’u sadece anmaya değil yeniden anlamaya, onları yeniden yaşatmaya, onları yeniden nefes vermeye çalışan, sizin olduğu gibi bizim olduğumuz gibi, aydınlık Türkiye’yi çağdaş Türkiye’yi daha demokratik, insan haklarına saygılı eşit vatandaşlık yaklaşımlarını içeren ülkeyi hayal eden insanları tarif etmiş, öğretmeniyle avukatıyla herkes. Ben onların rüyasını temsil ediyorum demiş. O ikinci Mustafa Kemal sizsiniz demiş, gençlere. Başarılı olması kaçınılmaz olması muhakkak olan Mustafa Kemal odur.
Uğur Mumcu Muammer Aksoy, ikinci Mustafa Kemal oldukları için küresel kapitalizmin Türkiye’ye biçilen rolün önünde engel oldukları o istenilen hızda oluşmasına yazılarıyla eylemleriyle oluşturdukları kuruluşlarla öncülükleriyle birer kaya gibi dikildikleri için katledildiler. Onların boşlukluğu şaşkınlıkta bazı faturaları bize getirdi. Ama artık o faturaları ödememek bir anlamda Atatürk’ün Muammer hocamın Uğur Mumcu’nun omzundan inip onlar gibi mücadeleye girmemiz gerektiğini vurgulamak istiyorum. Çünkü onların omuzlarında kaldığımız sürece galiba fazla ağır geliyoruz. Onların dahi dizlerini titretiyoruz. Buna hakkımız yok diyorum ve sizleri ikinci Muammer Aksoylar, ikinci Uğur Mumcular olarak saygı selamlıyorum.
Son konuşmacı olarak Yekta Güngör Özden şu konuşmayı yaptı:
“-Bu iki değerli arkadaşımın güzel anlatımından sonra bana anlatılacak başka bir şey kalmadığı için size bazı anıları anlatmak istiyorum.
Muammer Aksoy’’la Bahçelievler’de karşı karşıyaydı. Birden bire kapımız çalındı polisler eve girdiler, şaşırdım ben beni bir yere götürecekler diye. “Aman Balkona çıkmayın, Muammer Aksoy’u vurdular, büyük olaylar var, size de bir şey yapılabilir” diye. Tabi büyük üzüntü ile karşıladım. Benim evin numarası 23, Muammer Bey’in numarası 20 idi. Biri sağında biri solunda Bahçelievler’in ikinci caddesinde. Büyük üzüntü yaşadık.
Bu olaydan tam hatırlayamadım bir gün otobüste Muammer Bey’e rastladım, aynı troleybüse biniyoruz. Bana dedi ki “Yektacığım, Turgut Özal’ın yemin törenine gittin mi” dedi. Ona “hocam, benim yalana şahitlik yaptığımı kimse söyleyemedi, ona öyle söyledim.
Aradan birkaç zaman geçti, beni bürosuna toplantıya çağırdı, Bahçelievler ikinci caddede, evlerimiz karşılıklı, onun bürosu 35 numara bizim ev 23 numara idi. Gittim oraya baktım içeride Profesör Mustafa Altıntaş, Prof Anıl Çeçen var. “Bunları da anlaştıramıyorum, bunları uzlaştırmada bana yardımcı olur musun” dedi. Atatürkçü Düşünce Derneğinin demek ki kuruluş günleri idi. O yapılanma içerisinde onların alacakları rol, çizecekleri program neydi bilmiyorum, sizinle anlaşılmaz zaten dedi, toplantıyı bıraktı ikisi de gittiler, çünkü hocanın anlattıkları beklentileri karşısında Altıntaş’la Çeçen’in yaklaşımları tamamen birbirine zıddı. Hocalar anlaşılamadı.
Aradan daha çok zaman geçmeden Uğur Mumcu ile benzer yanlarımız vardı, ben ondan sonra, Türk Hukuk Kurumu Başkanı olmuşum, o da benden sonra Ankara Barosu başkanı olmuştu. İkimizin aynı yeri grev yapmasının bir birlikteliği vardı. O bakımdan zaman zaman görüşüp anlaşıyorduk, kendisiyle. Fakat Muammer Hoca’nın çalışkanlığı öğretkenliği ile kimse başa çıkacak gibi değildi; özellikle Ankara Barosundaki çalışmalarında zaman zaman bir araya gelip dertleştiğimizde “avukatlığın ne durumda olduğunu, Türkiye’de hukuk devletinin çatısının çöktüğünü, bu bakımdan hukukçulara büyük görev düştüğünü” anlatarak yakınmalarını dile getiriyordu.
Seyit Söz, Muammer Aksoy’u öldüren sanığı tutukladıklarında kendisinin verdiği ifadede şu geçiyor, ifadede şu geçiyor oradan aldım, tutanaklarda öyle yazılı: “BEN YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN’İ ÖLDÜRMEKTE GÖREVLİ İDİM, ancak kendisi korunuyordu, ne kadar kapısına gittimse orada bir bekçi veya bir askerin olduğunu görüyordum. O bakımdan bana verilen sürenin sonu geldi Muammer Hocayı izledim ve katlettim, bana verilen görevi tamamladım, diyor sanık. Böyle kötü anlatımlarla, insanı üzen olaylarla yoğrulan yüreğim hepimizin yufka yerlerinde Muammer Aksoy’un sevgisi saygısı yatıyor.
Öbür taraftan Uğur Mumcuyla da bazı yalancılar bazı ahlaksız, bazı niteliksiz kişiler yanlışlar yazdılar. Örneğin İmran Öktem’in yürüyüşünü biz hükümete yönetime haber vererek Önder Sav ile ben düzenlemiştim, bunu Atilla Sav abimiz de yakından bilir. Bu yürüyüş sırasında Maltepe’den Koç Yurdunun önünde Tandoğan alanına doğru yürürken aramızdan bazı gençler, Amerikan teşkilatının sivil çalışanlar bulunduğu binaya taş atmaya başlamışlar. Bana haber verdiler. Hemen geldim, ne oluyor dedim, baktım taşlamaya devam ediyor. Dedim ki, “çocuklar yapmayın, bizim yürüyüşümüzün soyluğuna, saygınlığına aykırı bu davranış Amerikalılara da bizim de karşı olduğumuz kendilerine bağışık olmadığımız durumlar var, ama bu yürüyüşün saygınlığını bozar, onuru zedeler” dedim. O sırada da Uğur geldi, “yav karışmayın” falan dedi. Dedim, “Uğur’cuğum karışmayın demek de doğru değil, çünkü bu söz bize gelecek ileride düzenle başa çıkamazlar” diye laf ederler dedim. Bu kadar konuştuk. Rahmetli Teoman Evren geldi, Uğur’a dedi ki, “sen de buradan git” bana da “senin de söylediğin yeter” dedi. Biz vazgeçtik. Ama öyle buhtanlı insanlar çıktılar ki bu konuşmayı Uğur’la benin karşılıklı tokatladığımız biçimde yazdılar yansıttılar. Hiç alakası yok.
Ve Anayasa başkanlığım döneminde Uğur’u, ölümünden bir hafta önce öğle yemeğinde mahkemede ağırladım başkanlık odasında ve Anayasa başkanlığı seçimlerinde de, onun profesör bir arkadaşımız adını vermeyeceğim, o da ilişiği nedeni ile benim adaylığım karşısında onu eleştiren yazılar yayınladı. Yani beni istemese, sevmese, bana karşı saygısı olmasa zaten bunu yapmazdı. Uğur böyle çabuk ona buna alt üst tutacak onun bunun önünde eğilecek bir kişilik sahibi değildi. O bakıdan Türkiye’de her zaman olan, olmasını artık doğal karşılamasını bıkkınlık getirdiğimiz, utandığımız, kınadığımız olan yandaşlıklar, karşıtlıklar yalancılıklar her bağlamda söylüyorum, bunu baylarla bayanlarla yapıyorlar, ona yakın olanlar da bunu yaptı. Beni Uğur Mumcu Vakfında açılışa çağıran Uğurun vefatından sonra töreni benim başlattığımı isteyen eşi bile kitabında benim aleyhinde yazı yazdı. İstanbul’a otobüsle beraber gittik, kim ne söylediyse, kim nasıl kandırdıysa hanımefendiyi tuttu Uğur’la ilgili yazdığı kitapta beni kendisi Uğur’un ölümünden sonra davet ettiği halde beni beklediği halde, açılışı bana yaptırdığı halde benim aleyhimde yazılar yazdı.
Şimdi insanların gerçekle olan bağlantısı koptuğunda ahlaklarındaki gedik ortaya çıkıyor. Benim Uğur’la ilgili söylenecek hiç olumsuz bir sözüm yok, Uğur seçkin bir gazeteci idi, iyi bir Atatürk’çü idi, iyi bir savaşan yazardı Uğur. Yani Uğur korkusuzdu, çekinmiyordu, bildiği doğruları ne pahasına olursa olsun savunan bir yüreğin sahibi idi. O bakımdan giderek örneklerini az bulduğumuz bu değerler içerisinde Uğur siyasetle basın alanında unutulması olanaksız bir kişidir.
1990 da şu gördüğünüz Çağdaş Türk Dili Dergisi 623 ncu sayfasında Muammer Aksoy’un saygı ile anısına” diyerek bir şiirini okudu sözünü bitirdi.
Karşılıklı soru cevap ve katkılarla söyleşi sona erdi.
Yorum Gönder