“Cumhurbaşkanı olmasaydım, öğretmen olurdum”. G.M.Kemal Atatürk
“Köy Enstitülerinin bütün günahı omuzlarıma, sevabı başkalarına olsun.
O kurumların günahı bile bana yeter.” Hasan Ali Yücel Maarif Vekili
“Ben üç şeyle övünmesini isterim Türkiye’nin. Atatürk’ün gerçekleştirdiği kendine dönüş ve bağımsızlık politikası, Hakkı Tonguç’un gerçekleştirdiği demokratik eğitim ve Nâzım Hikmet’in getirdiği insancıl, ulusal şiir.” Fakir Baykurt
“…öldüğüm zaman Türk milletine iki eser bırakmış olacağım. Biri Köy Enstitüleri, öbürü çok partili hayattır.” İsmet İnönü
Öğretmenliğe ilk atanmam
Köy enstitüleri kapatıldıktan sonra onların yerine kurulan ilköğretmen okullarından, ilk kez 1961-62 öğretim yılında açılan Kırşehir İlköğretmen Okuluna yatılı olarak girmiştim ve ilk mezunlarındanım. 1963-64 yılında Kırşehir İlköğretmen okulunu bitirdikten sonra, Diyarbakır’ın Silvan İlçesinin Gökçetevek köyüne tayin olduğumu öğrendim. O zamanları “öğretmenler ev donatsın” diye her mezun olana 80 lira “donatım parası” vermişlerdi. O zamanları öğretmen açığı ve öğretmenlere gereksinim vardı.
Şimdilerde ise on binlerce öğretmen adayı atama bekliyor. Her yıl binlerce mezunla 400 bine yakın öğretmenin atama beklediğini biliyor muydunuz? Atanamadığı için işsizlik nedeniyle bunalıma girerek hayatlarına son veren intihar eden öğretmen sayısı 2017 itibariyle 42, bugüne kadar ise 50’ye yakın olduğunu ilgililerden öğreniyoruz.(1)
Ayrıca bölücü terör örgütü PKK'nın 1984 ile 2000 arasında şehit ettiği öğretmen sayısı 200'den fazladır, bu arada 1930 da katledilen Mustafa Fehmi Kubilay’ı da bu şehitlere eklememiz gerekir.
Benim çalıştığım Diyarbakır’da 36 tane öğretmen PKK tarafından katledildi. Öğretmen konusuna değinirken bunlara da yer vermek gerekir sanıyorum.
Köyümde
Diyarbakır Silvan’a gidip köyün durumunu öğrenmek istedim. İlçe İlköğretim Müdürü “orada müdürsün” dedi. Ben yeni mezundum nasıl müdür olacaktım diye söylendim. Meğer Bismil taraflarına doğru çöl gibi bir ıssız köyde öğretmen olacaktım.
Diyarbakır-Silvan arasındaki karayolunun ortasında Başnık denilen jandarma karakolunda inip köye yaya gidecekmişim. Çünkü köye hiç araba dolmuş gitmezmiş. Karayolunda inip köye doğru 5-6km yol yüründükten sonra köye varılıyordu. Köyde ne bakkal, ne berber, ne kahvehane hiçbir şey yok ıssız bir düz ovada küçücük bir köy. Hayal kırıklığına uğradım, tek başıma ne yapacaktım. Okulun etrafında çevre duvarı yok, köyün sığırları koyun sürüleri gelip geçiyorlar, ben pencereden onları seyreldim.
Sıkıntılı bir bekleyişten sonra, okulu açtık. Okula 15 yaşlarında çocuklar da gelmişti. Yeni kayıt olacak çocukların hiç birinin nüfus cüzdanları yoktu. Çocuklara adın nedir diye soruyorum, kimi Mekke, kimi Medine, Kimi Arap, kimi Abdulcabbar, kimi Abdulgaffar isimlerini söylüyorlardı. Okulda ve köyde şaşkınlığım gittikçe artıyordu. Herkesin Kürtçe konuştuğu bu ıssız köyde Tanrım ne yapacağım, diye şaşkın durumdaydım.
Sınıfta
Okulumuz bir çatı altında tek odalı lojman, tek odalı bir dershane idi. 50 den fazla öğrencim vardı ve ben tek öğretmendim 12-13 kadar okula yeni kayıt olan birinci sınıf öğrencisi vardı. Hiç birinin nüfus cüzdanı yoktu, Boyun gelişmişliğine, ana babalarını ifadelerine göre yedi yaşına gelmişse kayıt yapmıştım.
Tek odalı dershanede birden beşinci sınıfa kadar değişik sayılarda öğrenci vardı.
Burada okul açılınca birinci sınıfa kayıt olan öğrencilerin hiç birisi Türkçe bilmiyorlar, Kürtçe konuşuyorlardı. Kendi kendime aman Tanrım bunlara Türkçe mi öğreteceğim, okuma yazmamı öğreteceğim diye bocalamaya başladım. Birleştirilmiş sınıf olduğu için tek dershane içinde birden beşe kadar bütün sınıflar vardı.
Öğretmen okulunda bu konuda ayrıntılı bilgiler alamamıştık, başımıza böyle Türkçe bilmeyen öğrencilerin çıkacağını hiç tahmin etmiyordum.
Neyse ilk gün sınıfta birinci sınıflar bana, ben onlara şaşkınca bakışıyorduk. Aman Tanrım ne yapsam diye bocalarken, aklıma bir şey geldi. Beşinci sınıftan bir tercüman çağırdım, ona dedim ki söyle bu birinci sınıflara ben ne söylersem, ne yaparsam onlar da onu söylesinler, diye tembih ettim. Beşinci sınıftan gelen tercüman öğrenci Türkçe bilmeyen birinci sınıflara Kürtçe olarak anlattı. Ben anladınız mı, dedim, tercüman da onlara Kürtçe “anladınız mı” dedi. Onlar başlarını evet anlamında salladılar.
Tercüman beşinci sınıf öğrencisi yerine oturdu. Zaten tek dershanede yan yana duran bütün sınıflar, bizi izliyorlardı.
Ben burnumu tuttum, onlar da burunlarını tuttular, ben –bu burun- diyorum, onlar da burun diyorlardı. Ben çenemi tuttum, bu çene, dedim onlar da çenelerini tuttular, “bu çene” diye koro halinde söylüyorlardı. Yanak, dil, göz, böyle böyle devam ederken onlar da yavaş yavaş Türkçeyi öğreneceklerdi.
Bu vodvil gibi gösteri hepsinin hoşuna gitmiş olmalı ki baktım bir öğrenci yanındaki çimdikledi mi ne yaptıysa, yanındaki çocuk oturduğu yerden seslice hoplayıp sıçradı.
Ben sinirlendim, “ne yapıyorsun eşek herif” dedim, onlar da hep bir ağızdan “ne yapıyorsun eşek herif” diyorlardı. “Ulan susun eşekler” dedim, onlar da yine koro şeklinde “ne yapıyorsun eşek herif”!
Öteki ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci sınıf öğrencileri işlerini bırakmışlar şaşkınlıkla bakıyorlardı.
Ben ne yapacağımı şaşırdım, sinir ve yorgunluk başladığı sırada, birinci sınıftan bir öğrenci ayağa kalkarak yanıma doğru yaklaştı. Bana, “muallim muallim vallah billâh fışfışım” dedi.
(Köylüler öğretmen için eski Osmanlıdaki gibi “muallim” diyorlar). Bu argo tavrını o anda anlayamadığım öğrencinin durumunu çok yadırgadığım için, çocuğa ne diyorsun lan deyip bir tokat vurdum. Baktım çocuk altına doğru işiyor.
Hemen beşinci sınıftaki tercüman hızla yanıma geldi, “öğretmenim o çocuğun çişi gelmiş sizden izin istemeye çalışıyor” dedi. Eyvah ben ne yaptım dedim, o çocuğu kucağıma alıp dışarı çıkardım, o tercüman öğrenciyi yanıma çağırdım, evlerine gönderdim, üstünü donunu değiştirsin diye.
İçeri girdim, çocuklar gülüyor, ben gülüyorum, onlara, “çocuklar bir yanlış anlama oldu, ama ben söylettim, ben ne söylersem onlar da onu söylesinler, diye.
Bu tatlı bir anı olarak kaldı. Çok kısa zamanda hem Türkçe hem de okuma yazma öğrenmeye başladılar.
O yıl 1964-1865 öğretim yılında, bu ücra köyden kurtulayım diye askere gitme kararı aldırdım. Öğretim yılı sonunda yaz tatilinde okulumdan ayrıldım, kendi köyüm olan Kırşehir-Kaman İlçesi Yelek Köyüne geldim ki, zaten hasta olan babam ölmüş, yani cenazesine bile katılamadım. Nisan ayında ölünce, bana bir türlü ulaşamamışlar. İlköğretim Müdürüne telefon ediyorlar, o da, “yol bel telefon yok nasıl ileteceğiz, zaten tek öğretmen, o cenaze için giderse okul, çocuklar öğretmensiz kalır, 10-15 gün okul kapalı kalır” diyerek bana haber vermemiş veya verememiş.
tezek
Okulda soba ile ısınıyor, tezek yakıyorduk.
Ben ilkokulda okuduğum sıralarda 1950 li yıllarda, okula giderken koltuğumuzun altına bir odun parçası, bulamazsak bir tezek koyar öyle giderdik, sobada yakıp ısınmak için.
Aradan zaman geçti 1960 lı yıllarda (1964 de) öğretmen oldum. Diyarbakır Silvan Gökçetevek Köyünde okulda sobada yakıp ısınmak için öğrencilerim okula tezekle gelirlerdi. Gerçi 1950 li yıllarda kendi köyümdeki ilkokulda okurken, koltuğumun altında tezekle okula giderdim.
Oradan Ağrı’nın Diyadin İlçesi Sürmelikoç diye bir köyüne er öğretmen olarak gittim orada da tezek yakardık.
1969 da Çiçekdağı Haydarlı köyüne tayin oldum, orada da tezek yakardık.1970 li yıllarda kendi köyüm olan Kaman’ın Yelek Köyüne öğretmen olarak geldim; kendi köyümde de yarı tezek-yarı odun yakmaya devam ettik.
Tezek deyip geçmeyin, kömürün, doğalgazın henüz bulunmadığı binlerce yıl, insanlar ya ormandaki ağaçları, ya da birlikte yaşadığı hayvan gübresinden elde ettiği tezekle ısınmışlardı. Onun için tezek o devrin köylüsü için değerli idi.
Erzurumlu bir köylünün Erzurum pazarına tezek götürürken, kendisi kağnının önünde yürür, arkadaki tezek yüklü kağnının üstünde de çocuğu oturmakta. Bir an gelir ki çocuk tezeklerin üstünden kağnıdan düşer. Arkadan gelmekte olan başka bir köylü yolcu kağnıcıya bağırırmış, “uleeen çocuk düştü çocuk” kağnıcı geriye dönmüş ki, düşen çocuk kalkıp yürümeye başlarken, kağnıcı önemsemez bir tavırla, “ben de tezek düştü sandım”demiş.
Köy enstitüleri
Bilindiği gibi Köy Enstitüleri, ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 17 Nisan 1940 tarihli ve 3803 sayılı yasa ile açılmış okullardır. Tümüyle Türkiye’ye özgü olan bu eğitim projesini 28 Aralık 1938 tarihinde Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Ali YÜCEL ve Genel Md. İsmail Hakkı TONGUÇ yönetmişlerdi. Kapatıldığı 1954 yılına dek Köy enstitülerinde 1.308 kadın ve 15.943 erkek, toplam 17.251 köy öğretmeni yetişmişti. Bütün -7 bölgede 21 okul- 1954’te kapatılarak “İş için, iş içinde eğitim” uygulamasına son verildi.
Kapatılmasında suçlananlar İnönü / ağalık (aşiret) düzeni deniyor!
Köy Enstitülerinden önce eğitim ve kültür durumumuza bir göz atalım
1923 e kadar eğitim öğretim o kadar geri idi ki, özgür araştırma ve sorgulamaya gerek duymayan eğitim kurumları, dinsel baskı üzerine kurulu Osmanlı’nın denetiminde okullardı. “Coğrafya dersleri harita üzerinde veriliyor diye eğitim bakanının görevden alınmasını” düşünenlerin egemenliğindeki çağ dışı okullardı. Ne ki 1923 de 6 ve daha yukarı yaşlardaki kadın nüfusun yalnızca binde 4 ü (% 0,4) okuryazardı. Müslüman Türk kızlarına-kadınlarına birkaç duayı ezberletmenin ötesinde bir eğitim verilmezdi. (sf 228) Devrin sibyan mektepleri, mahalle mektepleri, medreseler “Çin’den bilim almak” şöyle dursun, her türlü yeniliği kâfirlik sayan bağnazlık odaklarına dönüşmüştü. Cumhuriyet kurulduğunda halkın %90 nından çoğu, kadın nüfusun ise %99 dan çoğu okuryazar bile değildi. İstanbul gibi birkaç vilayet dışında hiçbir şehirde beldede ortaokul ve mesleki eğitim kurumu yoktu. Tüm yurttaki öğretmen sayısı 3000 i geçmiyordu; bunların da yarsısı öğretmen okulu çıkışlı değildi. Erkek öğretmen okullarındaki toplam öğrenci sayısı 400, kız öğretmen okullarında ise 300 öğrenci vardı.
4 Kasım 1920 günü, Balıkesir (o zamanki adı Karesi) milletvekili Vehbi Bey, TBMM de şu acı ve düşündürücü tabloyu anlatıyordu:
“Bir kasabada yalnızca birkaç yüz hane gayr-ı Müslim ve buna karşılık binlerce hane Müslüman yaşadığı halde, gayrimüslimlerin düzenli ilkokulları, ortaokulları, yüksek öğrenim görmüş öğretmenleri olduğunu görüyoruz. Buna karşılık onbinlerce Müslüman nüfusun bir tek okulu yoktur”. Aynı toplantıda kimi milletvekilleri “kendi illerinde hiçbir okul bulunmadığını, yüksek öğrenimli iki kişi bulmaya olanak bulunmadığını” acı dille anlatıyorlardı. (sf 229)
Cumhuriyetten önce kız okullarındaki erkek hocalar harem ağalarından seçiliyordu. Kadınların tiyatroda rol almaları yasak olduğu gibi, kadınların tiyatroya gitmeleri bile yasaktı. 1915 yılında Tıbbiye Mektebi’ne alınan kız öğrenciler, bir perdeyle erkek ve kız öğrencilere ait iki ayrı bölmeye ayrılmıştı. (sf 201) Sonunda kız öğrenciler buna karşı çıkarak perdeyi yırtmışlar, “biz kendimize güveniyoruz” demişler, “erkekler kendilerine güvenmiyorlar mı”, demişler. (202)
Gerçek zenginlik ve güç kaynağı olan bu tarım dışı sanat ve meslekler, geri kafalı yalancı hocaların desteği ile “gâvur mesleği” olarak tanıtılıyordu. İstanbul’da bile, oğlu doktor olmak istediği için, imam babanın o kadar tuhafına giden güya sapkınca olan bu durumu görünce, “hemen beni diri diri gömün de, bu ayıbımı kimse görmesin” dediğini mahalle halkı yakınıyordu. (Namık Kemal’in Cezmi romanında geçmekte) Toplum o kadar geri idi ki, Büyük Taarruz öncesinde sağlanabilen 100 Fransız yapısı kamyonun ancak 20 sini çalıştırabilecek sayıda araç sürücüsü bulunabilmişti.(2)
İşte Köy Enstitüler açılmadan önce Türk toplumunun durumu böyle idi.
1924 yılında İstanbul’daki tek üniversite olan Darulfünun bahçesinde fotoğraf çektiren birkaç öğrenciyi, resmi günah sayan Darülfunun öğretmenleri öğrencileri cezalandırmıştı. (sf 259)
Kısaca ülkenin okuma yazma, kültür, bilim düzeyi bu denli çağın gerisinde idi. Artık eğitim, kültür alanında çok acele ve sağlam çalışma ve girişimde bulunulmalı idi.
Öğretmene kurulan bu kumpas
Eskiden, Cumhuriyetin ilk yıllarında öğretmenler şimdiki gibi devlet bütçesinden maaş almazlardı, belediye özel idarelerinden, il genel kurullarından maaş alırlardı.
Prof. Dr. Özer Ozankaya kitabında, Hamdullah Suphi Tanrıöver’in 1928 yılında verdiği bir konferansından öğretmene, eğitime kurulan tuzak ve kumpas konusunda şunları nakletmektedir:
“- İl genel kurullarının şimdiki örgütlenişine göre üyelerin bir bölümü, halkın okumasından korkan, midesini ve kesesini bütün asalaklar gibi büyük kitlelerin bilgisizlik ve aymazlığı sayesinde dolduran kimselerdir…Köylünün alın terini ve emeklerinin bütün ürününü hiçbir zahmet çekmeksizin elinden alan bu ağaların, halka eğitim veren bir işte içtenlikle çalışabilecekleri nasıl düşünülebilir? Bunlar için bir çare vardır: Bütün okulları kapatmak ve yerlerine eski sübyan okullarını ve medreseleri koymak. (Şaşırmayalım, 1928 den günümüze, 90 yıl sonraya geldiğimizde Sebahattin Zaim Üniversitesi Rektör Yardımcılığı görevini yürüten Prof. Dr. Bülent Arı, kan emen yarasanın ışıktan korktuğu gibi “okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor, ben her zaman cahil halkın ferasetine güveniyorum” demişti ya)
Kastamonu’nun açık sözlü bir gericisi Hacı X ve Hoca Y efendilerin sözleri elimizin altında birer değerli örnektir: Hangi yıl var ki okul öğretmenlerini kaçırtmak için adamlar her yola başvurmaz? Geçen yıl il genel kurulunda öğretmen maaşlarının 300 kuruşa indirilmesini öneren ve kabul ettiren Hacı X efendi, amacını, bir özel eğlence toplantısında şöyle açıklamıştı: “Maaşlarını300 kuruşa indirdiğimizde işten ayrılacaklarını biliyorduk. Nitekim öyle oldu, yerlerine biz istediklerimizi koyacağız”.(3)
Köy Enstitüleri yaparak yaşayarak üreterek öğretiyorlardı
Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Anadolu baştanbaşa şehitler, dullar diyarı idi. Ekonomi sıfır, köylerin hemen hepsinde okul da yok öğretmen de yoktu. Halkımızın çoğu kırsal kesimde nüfusun yüzde 80 lik bölümü köylerde oturuyor ve halkın yüzde 95 den fazlası okuma yazma bilmiyordu. Okuma yazma oranı Cumhuriyet ilk kurulduğu yıllarda yüzde beş bile değildi. Baştanbaşa tezek kokan yurdun 40 bin köyü ve köylüleri aydınlanmaları ve çağdaş olmaları gerekiyordu. Benim küçüklüğümde yaşlılar anlatırdı, daha 1940 lı yıllara kadar bile bazı köylerde okuryazar kimse de bulunmuyordu bile, askerden gurbetten bir mektup geldiği zaman mektup okutmak için ata binen mektup sahibi köy köy mektup okuyacak okuma yazma bilen insan ararlarmış.
İşte bu halkımız bir ana önce okuryazar hale getirilmeli idiler. Osmanlı, çok değişik cephelerde gerekli gereksiz savaşlarda halkını kırdırırken, ekonomisi, tarımı çökmüş Anadolu halkı yoksul ve cahil bırakılmış, köylü sefil perişanlık içinde iken bir de Osmanlının Duyun-u Umumiye’den kalan milyonlarca ödenmesi gereken borç bırakmıştı.
Köy enstitüleri köylüyü toplumu aydınlatıyordu
İşte bu acı gerçekler karşısında Başbakan İsmet İnönü’nün koruyuculuğunda, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından İsmail Hakkı Tonguç’un gayretleri ile köy enstitüleri kurma çabaları ve eğitim seferberliği başladı. Önceleri ilkokul mezunu okuma yazma bilen zeki çocukların –bazıları eğitmen kurslarında üç yıl okuyan ve başarılı olan, okullarda yetiştirildikten sonra köylere eğitmen olarak gönderildiler.
1940 yılından başlayarak, tarım işlerine elverişli geniş arazi bulunan köylerde veya hemen onların yakınlarında Köy Enstitüleri açıldı. Türkiye genelinde seçilen şehirlerden uzak ancak tren yollarına yakın tarıma elverişli 21 bölgede köy okullarına öğretmen yetiştirmek üzere Köy Enstitüleri açıldı.
Buradan yetişen öğretmenler köylülere hem örgün eğitim verecek, okuma yazma ve temel bilgileri kazandıracak, hem de modern tarım bilgi ve tekniklerini, o yörede yapılmayan tarım ürün ve yetiştirme becerilerini de köylüye öğreteceklerdi.
Öylesine bir eğitim kültür seferberliği başlamıştı ki, tüm enstitüler, öğrenci ve öğretmenleri ile kendi bina ve tesislerini kendileri yapıyorlardı. Her köy enstitüsünün kendisine ait tarlaları, bağları, arı kovanları, besi hayvanları, ahırları, atölyeleri vardı. Derslerin yüzde 50 sinde temel örgün eğitim yapılırken, diğer yüzde ellisinde de tarım alanlarında uygulamalı eğitim veriliyordu. Az zamanda enstitüler ürün satmaya bile başlamışlardı. Böylece köylüye de uygulamalı olarak örnek oluyorlar, onlara yeni tarım usul ve uygulamaları gösteriliyordu.
1940-1946 arsında köy enstitülerinde 15 000 dönüm tarla tarımı elverişli hale getirildi ve üretim yapılmıştı. Aynı dönemde 750 000 yeni fidan dikilmişti. Oluşturulan bağların miktarı ise 1200 dönümdü. Ayrıca 150 büyük inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 12 elektrik santralı, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 3 balıkhane, 100 km yol yapılmıştı. Sulama kanalları oluşturularak enstitü öğrencilerinin uygulamalı eğitim gördüğü çiftliklere sulama suyu öğrenciler tarafından getirildi.
“Enstitülerin bahçelerinde sebze yetiştirilmiş, atölyesinde demircilik yapılmış, binalar, birçok yerde öğrencilerin çalışmasıyla inşa edilmiştir. Yaz tatillerinde deneyimli öğrenciler, başka enstitülerin inşaatlarında görevlendirilmiş, yeni yerlerde dayanışma içinde yaşamın üretim içinde zenginliğini tatmışlardır”.(4)
Köy enstitülerinin bu üretken eğitim düzeninin ünü dünyaya yayılmaya başlamıştı. Bazı ülkelerden inceleme yapmak üzere tarım uzmanları gelip görüyorlar ve sisteme hayran kalıyorlardı. Colombia Üniversitesinden Fay Kirby adlı akademisyen ülkemize gelerek Köy Enstitüleri üzerine bir doktora çalışması yapmıştır.
“…toplumu ta derinden etkileyen, izleri günümüze değin süren, cumhuriyetin en değerli eserlerinden biri olan köy enstitüleri üzerine bugüne değin birçok etkinlikler yapılmıştır, 200'ün üzerinde eser vardır, doktora tezi olmuştur, UNESCO bütün geri kalmış ülkelere örnek bir sistem olarak önermiştir, üzerine vakıflar, dernekler kurulmuştur köy enstitüsü sisteminin.
-Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi Gönen Meslek Yüksekokulu Köy Enstitüleri Araştırma ve Uygulama Merkezi burada kurulmuştu geçen yıl- 100'e yakın bilim adamının katıldığı bir çalıştay düzenledi…(5)
Bu çaba içinde olan Köy enstitüleri kapatıldığı 1954 yılına kadar köy enstitülerinde 1308 kadın ve 15943 erkek olmak üzere 17251 köy öğretmeni yetişmişti. Bu okuma azmi içinde mezunlar arasından yazarlar çıkmaya başladı. En çok eser veren köy enstitülerinin yetiştirdiği yazarlardan en öne çıkanlar: Fakir Baykurt, Ümit Kaptancıoğlu, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Ali Dündar, Yusuf Ziya Bahadınlı, Osman Şahin, Hasan Kıyafet, Behzat Ay, Ali Yüce, Adnan Binyazar, Kemal Burkay, Emin Özdemir, Sami Gürel, Osman Bolulu, Mehmet Aydın, Abbas Cılga, Abdullah Özkucur, İsa Öztürk, Pakize Türkoğlu, H. Nedim Şahhüseyinoğlu, Refet Özkangibi önde gelen yazarlar ve düşünürler bu okullarda yetişmişlerdir.
Türkiye NATO’ya üye olduktan sonra köy enstitüleri üzerinde “komünist” baskısı artmaya başladı.
18 Şubat 1952'de, 5886 sayılı yasa ile Türkiye NATO’ya üye olması ile tüm Batı ülkelerinin paralelinde olduğu gibi, Türkiye’de de Komünizme karşı müthiş bir soğuk savaş ve propaganda ile hafiyelik başladı, bunu da en çok ABD destekliyor, kışkırtıyordu. Böylece Türkiye’yi komünizme karşı bir ileri karakol olarak görüyordu. Bu durum ülkemizde ilerici aydınlar üzerinde bir baskı unsuru oldu, özellikle köy enstitüleri ve mezun öğretmenler üzerinde “komünist” kuşkusu ve baskısı oluşmaya başladı. Bu komünist suçlaması ve paranoyası öyle bir hal aldı ki, gericiler her taşın altında adeta bir komünist arar oldular, öylesine birileri birilerine kızdığı zaman onu “komünist”le suçluyordu. Bu komünist baskısı ve dedikodusu 1946 seçimlerinden sonra yavaş yavaş tırmanmaya başladı. Hemen Köy Enstitüleri ile ilgili büyük bir karalama ve iftira kampanyası devam etti.
1946 seçimlerinden sonra ödünler verilmeye başlandı. Daha Menderes Hükümeti göreve gelmeden önce, köy enstitülerinin aleyhindeki dedikoduların rüzgârına kapılan İsmet İnönü Hükümeti, Köy Enstitülerinin kurucuları Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’u görevden aldı. İsmet İnönü, şevkle ümitle kurulmasına destek verdiği köy enstitülerine karşı yapılan propagandaya direnmedi.
Yücel’in yerine Milli Eğitim Bakanı olarak gerici ve tutucu bir politikacı, Tonguç’a ve enstitülere karşı önyargılı olan Reşat Şemsettin Sirer getirildi. O da enstitülerin kapatılması sürecini başlattı; ilk olarak, “bu komünist yuvalarını kapatacağım” diyordu.(6)
“Köylerde görev yapan enstitülü öğretmenlerin kurumları ile ilişkisi kesildi. Ellerinden araç gereçleri alındı. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü, 1947 de kapatıldı. Öğrencilerin yönetimde söz sahibi olmalarına son verildi. Ders dışı çalışmaları kısıtlandı. Karma eğitime son verildi. Enstitüde okuyan kız öğrencileri iki enstitüde topladı. Enstitü kitaplıklarında sakıncalı görülen kitaplar ayıklandı ve yakıldı.
1950 yılında CHP yerine Demokrat Partinin iktidar olmasıyla Köy Enstitülerine eski önem verilmedi. Bu okulların yerine daha çok İmam Hatip okulları açıldı.
1950 Seçimlerinden sonra Demokrat Partinin ünlü demagogu (lafebesi) Tevfik İleri bakan oldu. Köy Enstitülerinin tamamen kapatılması için TBMM’de çalışmaları başlattı”.(7)
Köy enstitüleri, Demokrat Parti’nin Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri’nin önerdiği 6254 Sayılı Yasa ile 1953 yılında kapatıldı, ilköğretmen okulları ile birleştirildi. O yıl mezun vermedi, 1953-1954 Öğretim yılında, daha önce enstitülere kaydolmuş öğrenciler, bir yıl daha okuyarak öğrenim süreleri 6 yıla çıkarılmış ilköğretmen okullarından mezun oldular.(8)
Tevfik İleri, birçok Köy Enstitülü öğretmen hakkında asılsız suçlamalarla soruşturma açtırdı, onları sürgüne gönderdi. Hatta ceza olarak kimi Köy Enstitülü öğretmenlerin askerliklerinde yedek subaylık hakkı alınarak çavuş çıkarıldı.
Balıkesir Muallim Mektebi'nde parasız ve yatılı okuyan Sabahattin Ali, yaşamı boyunca baskılar altında kalmış, hapse atılmış, anavatan adeta ona zehir edildiği için yurdu terk etmek üzere Bulgaristan sınırında, güya ona kılavuzluk yapan ordudan atılan eski Astsubay Ali Ertekin tarafından 2 Nisan 1948 de başına odunla defalarca vurularak öldürüldü.
Köy enstitüleri kapatılırken köy enstitü çıkışlı yazarlar-aydınlar bile yıllarca soruşturmalar geçirdiler, sürgünler yaşadılar, hapislere atıldılar, ne ki, şimdilerde AKP Genel Başkanı Erdoğan'ın hedef gösterdiği İstanbul CHP İl başkanı Canan Kaftancıoğlu'nun kayınpederi Ümit Kaftancıoğlu da ülkücüler tarafından katledildi. Halk kültürü uzmanı, gazeteci- yazar ve TRT yapımcısı Ümit Kaftancıoğlu, 11 Nisan 1980 sabahı İstanbul Radyosu’ndaki işine gitmek için evinden çıktığı sırada ülkücülerin kurduğu pusuda öldürüldü.
Asıl adı Garip Tatar olan Ümit Kaftancıoğlu da tıpkı Hrant Dink cinayetinde olduğu gibi ilk önce tehdit edilip ardından hedef gösterildi.
Böylece gerici iktidarlarılar köy enstitülerini savunan aydınlanmacı aydınlarımızı hapislere atıp süründürdüler, Köy enstitülerini hep savunan Sabahattin Ali’den Uğur Mumculara, Necip Haplemitoğluna kadar nice seçkin aydınlarımız evlerinin önünde katledildiler. Onların uzantıları böylece iktidara geldiler, şimdilerde en şeytani planlarla iktidardan gitmiyorlar.
Şu anda Cumhuriyet tarihinin en gerici yönetimi ve yöneticisi iktidarda, Kuvayi Milliye Kahramanlarına saldırıyor, Cumhuriyetin değerlerini kötülüyor, Cumhuriyeti kazanımlarını satıp savıyor. Ülkeyi keşke iyi yönetseler bari görüp yaşadığımız gibi ülke her alanda geriye gitmekte.(9)
Köy enstitüsü aleyhinde dedikodular
Menderes’in köy enstitüleri hakkında dedikleri
Köy Enstitülerinin çok beğenildiğini gören DP Başbakanı Adnan Menderes aynen şöyle diyor:
“-Köy enstitüleri yöneten kesimden daha akıllı bir vatandaş profili (görüntü) oluşturuyor… Bu, Kabul edilemez...” Düşünün, TC nin bir Başbakanı Menderes, bir kurumun, bir vatandaşlarının daha bilgili, daha aydın olmasını istemiyor, bu aklın alamadığı bir şey.
Bir devletin başbakanı, kendi vatandaşlarının çok beğenilen, çok daha akıllı, çok daha zengin, çok daha bilimle donatılmış vatandaş olmasını istemez mi?
İşte Menderes’ten 75 yıl sonra, Menderes’i kendilerine rehber sayan 2002 den sonra gelen TC nin en gerici ve yıkıcı iktidarının bir akademisyeni bundan da beter bir laf edebiliyor. Bu iktidar bakıyor ki, tahsil-okuma düzeyi arttıkça, kendilerine verilen oy oranının azaldığını görünce, cahillere ümit bağlıyor.
Sebahattin Zaim Üniversitesi Rektör Yardımcılığı görevini yürüten Prof. Dr. Bülent Arı, "okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor, ben her zaman cahil halkın ferasetine güveniyorum" diyebiliyor. Cahillerden medet uman bu akademisyen Prof. Dr. Bülent Arı, iktidarca ödüllendirilerek YÖK Denetleme Kurulu üyeliğine atandı. Gerisini siz düşünün.(10)
Rus Casusu Köy Öğretmeni Mahmut Makal
Mahmut Makal’ın başına gelenler:
O yıllarda öylesine yıkıcı ve akıl dışı dedikodular yayılıyordu ki komedi gibi olaylar anlatılıyordu.
Ünlü Köy romancılarından Köy Enstitüsü çıkışlı Mahmut Makal Aksaray’ın Demirci köyünde öğretmendir. Evine bir radyo alır. O zamanları radyonun çamaşır ipi gibi gerilen bir anteni, bir de toprağa sokulan anteni olurdu. Radyo yayınları öyle alınıyordu.
Köylüler Niğde Valiliğine şikâyet ediyorlar, “çamaşır ipi gibi gerdiği telle Rusya’ya haber veriyor, toprağa soktuğu telle Rusya’dan haber alıyor” diye.
Üstelik vali şikâyeti ciddiye alıyor ve Mahmut Makal’ı tutukluyor, hapse atıyor.
*
Orak çekice benzeyen bina
Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünde bir müzik okulu yapıldı. Okulun planları olarak, Ünlü Yazar Sabahattin Eyüboğlu’nun mimar eşi Mualla Eyüboğlu müzik okulu olduğu için kuyruklu piyano motifine uygun bir plan çizdi.
Bu plan orak-çekice benziyormuş, diye dedikodu yayarlar, havadan bakınca orak-çekici andırıyormuş, işte böylece komünist propagandası yapılıyormuş.
Ankara’lılar, helikoptere veya uçağa binecekler havadan bu binayı görecekler ve komünizmi benimseyeceklermiş.
*
Stalin’in burnu
TRT Yapımcısı, Yazar Nazmi Kal başından geçen Stalin’in burnu ile ilgili bir dedikodulu anısını kitabında şöyle anlatmakta:
Tarih 1953 ortaokulda öğrenciyim. Babam kahveden eve geldi. Girer girmez heyecanla “oğlum şu Türkçe kitabını getir” dedi.
Getirdim, baktı. Baha Dürder’in Türkçe ders kitabı idi; kitabın kapağında bir ağaç motifi vardı. Babam o ağacın bir yerini parmakları ile kapatıyor bakıyor, çeviriyor başka tarafa bakıyor.
“Baba ne yapıyorsun” dedim.
“Bak burada Stalin’in burnunun resmi var. Bu kitapla komünizm propagandası yapılıyor” dedi.
Köy enstitülü çıkışlı öğretmenlere saldırılar başladı
Meğer kahvede böyle komünizm dedikodusu yapıyorlarmış.(11)
Köy enstitüleri aleyhinde 1950 iktidarı ve pusuya yatmış gericilerin organize olmuş propagandaları ile bu aydınlanma okulları 1954 de kapatıldıktan sonra, bu yıkıcı olumsuz propaganda enstitüsü mezunu öğretmenlere yöneldi. Köylerde Atatürk devrimlerini savunan, öğretmeye çalışan öğretmenler aleyhinde gerici imamlar, sömürücü ağalar, oy hırsına kapılan kasaba politikacıları eliyle yayılmaya başladı. Bu saldırı ve propagandalar artan oranda devam etti, Devletin, Cumhuriyetin köye gönderdiği tek memur olan öğretmenler böylece orada burada saldırıya uğramaya başladılar. Üstelik bu propaganda rüzgârına kapılan Niğde Valisinin Mahmut Makal’ı tutukladığı örneğinde olduğu gibi, nice yöneticiler de öğretmenlere baskıyı sürdürdüler.
Böylece devam ederek, sonunda Refah Partisinden tutun da şimdilerde Cumhuriyetin bütün değerlerine, laikliğe, Atatürk’e saldıran, Laik TC ni yıkmaya çalışan AKP gibi gerici iktidarı yarattı. Şimdilerde ülkemiz, dünyanın hayran kaldığı Atatürk’ün devrimci rotasından saptırılmanın sancılarını, kaosunu yaşamakta.
Kinyas Kartal’dan samimi itiraf:
Köy Enstitülerini kim kapatmış:
1900 yılında Çarlık Rusya’sında doğan, Brukan aşireti lideri, 1960'larda 15 yıl milletvekilliği ve sonra da Meclis Başkanlığı da yapan Kinyas Kartal’ın Köy Enstitülerinin kapatılması ile ilgili anısına anlattıklarına bir bakalım.
“-Köy enstitüleri kesinlikle komünist uygulama değildi. Doğuda en yüksek eğitim gören insan benim. Üstelik Rus ordusunda görev yapmış biriyim. Köy Enstitüleri bizim devlet üzerindeki gücümüzü kaldırmaya yönelikti. Bunu içimize sindiremedik. Benim Van yöresinde 258 köyüm var. Bunlar devletten çok bana bağlıdırlar. Ben ne dersem onu yaparlar.
Bu köylerdeki halk bana tapar. Ne işi varsa bana sorar. Evlenecek, boşanacak, askere gidecek, mahkemesi nesi varsa gelir bana danışırdı. Ama Köy Enstitüleri açıldıktan sonra 5 köyüme köy enstitüsü mezunu geldi ve bu köylerden artık kimse bana gelip danışmamaya başladı.
Ben düşündüm 200 köyümün hepsine köy enstitüsü mezunu gelirse benim ağalığım ne olur, sıfıra düşer! Köylere öğretmenler gidince benim gücümden başka güçler olduğunu öğrendiler.
Böyleyse benim harekete geçmem gerekir dedim ve doğudaki bütün ağalara telefon ettim onları topladım. Ağaları örgütledim, örgütlü olarak Demokrat Parti ile pazarlığa girdik Köy Enstitülerini kapattık”.
Demokrat Parti iktidara geldikten sonra 27 OCAK 1954’te çıkarılan kanunla köy enstitüleri kapatılarak günümüze ve geleceğe ışık saçacak güneşimiz resmen batırıldı.
Köy enstitüleri kapatılmasaydı:
– Fırsat ve olanak eşitliği sağlanırdı.
– Ezberleyen öğrenci değil de okuyan, üreten, düşünen öğrenciler başarılı olurdu.
– Öğrenciler okullarına cep harçlıklarıyla değil emekleriyle “katkı” yaparlardı.
– Demokrasi yalnızca kitaplardaki tanımlarda değil yaşamın ta içinde olurdu.
– Daha nitelikli öğretmenler yetişirdi.
– Öğrenciler verilenle yetinmez, araştırır, bulur ve tartışırlardı.
– Boş zamanlarını müzik dinleyerek değil enstrüman çalarak;
takım fanatikliği ile değil spor yaparak, müzik yaparak değerlendirirlerdi.(12)
Müzik dedim de, köy enstitülerinde ve ilköğretmen okullarında müzik çok önemli idi; her öğrenci mandolin, bağlama, flüt de olsa bir müzik aleti çalardı. Bizler köy enstitüleri geleneği olarak, mandolinle İstiklal Marşı ve en az iki parça çalmadıkça mezun olamazdık. İki yıl önce 50 kadar emekli öğretmenle Gönen Köy Enstitüsüne ve civarına bir gezi düzenlemiştik. Gönen Köy Enstitüsü binalarının arasında boyumuzdan büyük ve çürümeye yüz tutmuş kocaman bir mandolin heykeli görmüştük. Bu okulun müziğe verdiği önemi yansıtır.
Enstitünün iki ve üç katları yatakhane olan bir binasının altında bulunan yönetici odalarına halı döşenmişti, mescit gibi. İçeri girerken ayakkabıyı çıkarıp terlik giyiyordunuz sanki bir mescide giriliyormuş sanırsınız, tuvalet ve banyolarında ağaçtan takunyalar vardı. 1940 lı yıllarda devrim şarkılarının, türkülerinin söylendiği o binalar mescide çevrilmişti.
Enstitünün yanında zamanında ekilip biçilen üretim yapılan 8 veya 10 dönüm kadar bir bahçe veya tarla gördük, içindeki ağaçlar kurumuş, paslanmış makineler çürümeye terk edilmiş, inanır mısınız o tarla içinde benim boyumda otlar vardı, içinde yürümekte zorluk çektik. O boş duran tarla becerikli ellerde nasıl ürün vermezdi.
1940 lardan kalma lojmanların kapıları pencereleri kırılmış, duvarları sapsağlam duruyordu.
Biz şu an yalnızca matematik problemlerini hızlı çözen çocuklar yetiştiriyoruz.
Hepsi bu. Ötesi yok…
Her şeyden önce köylerin kenarlarına kurulan köy enstitüleri, köylüyü de eğitiyor, onu daha iyi üretken hale getiriyorlardı. Eğer köy enstitüleri on yıl daha kapatılmasa idi, köylü daha aydın, daha bilinçli bir üretici olurdu, üretim artardı. Şimdilerde tarımın, çiftçilerin düştüğü durumu görüyoruz, artık tarlalar boş yatıyor, köylü geçinemediği için, üretimi bırakmış, şehirde belki bir kapıcı, bir bekçi olurum ümidi ile köyünü terk ediyor, şehirlerin varoşlarına gecekondudan oluşan adeta şehirden ayrı bir köy kuruyor. Ne şehir kültürüne alışıyor, ne de köy kültüründen ayrılıyor. Üretim durmuş, devlet Cumhuriyetin kazanımları olan fabrikaları, tesisleri satıp tarım ürünü saman buğday, soğan, patates alıyor.
Şimdilerde geldiğimiz nokta bu.
KÖY ENSTİTÜLERİ MARŞI
Sürer, eker, biçeriz güvenip ötesine.
Milletin her kazancı, milletin kesesine.
Toplandık baş çiftçinin Atatürk'ün sesine
Toprakla savaş için ziraat cephesine.
Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz.
Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz.
İnsanı insan eden, ilkin bu soy, bu toprak
En yeni aletlerle, en içten çalışarak,
Türk için, yine yakın dünyaya örnek olmak,
Kafa dinç, el nasırlı, gönül rahat, alın ak.
Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz.
Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz.
Kuracağız öz yurtta dirliği, düzenliği.
Yıkıyor engelleri ulus egemenliği.
Görsün köyler bolluğu, rahatlığı, şenliği.
Bizimdir o yenilmek bilmeyen Türk benliği
Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz.
Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz.
* Güftesi B. Kemal çağlar tarafından yazılan ve bestesi
Adnan Saygun tarafından yapılan bu marş,
önce 'ZİRAAT MARŞI' olarak düzenlenmiş daha
sonra bütün köy enstitülerinin ortak marşı olmuştur.(13)
KÖY ENSTİTÜLERİ
Onlar, Köy çocuklarıydı.
Köy çocuklarıydı
Kurumuş çalılar gibiydiler bozkırda.
Kavrulmuş ekinler gibiydiler.
Geldiler,
Yalın ayakları
Ve
Yırtık mintanlarıyla geldiler,
Gönen’e, Aksu’ya, Kepirtepe’ye.
Ezilmiş, sömürülmüş, horlanmış
Ve
Unutulmuştular bin yıldır.
Ferhat oldular,
Yardılar İdris Dağını.
Gürül gürül akıttılar suyunu,
Hasanoğlan’a.
Köroğlu oldular,
Kafa tuttular Bolu Beylerine.
Yıktılar saltanatını ağaların.
Tolstoy’u Balzac’ı okudular koyun güderken.
Mozart’ı, Bethoven’i çaldılar dağ başlarında.
Moliere’i, Sophokles’i oynadılar.
Horon teptiler Beşikdüzü’nde kol kola.
Halay çektiler Yıldızeli’nde türkülerle.
Diz vurdular Ortaklar’da efece...
Siz,
Her gece,
Mehtaba çıkarken Heybeli’de,
Onlar,
Duvar ördüler,
Çatı çattılar.
Yıldızlara bakarak yaz geceleri,
Harman yerlerinde yattılar.
Kazma salladılar yorulmadan.
Kerpiç döktüler
Kerpiç.
Sızlanmadılar hiç.
Yakıştı nasırlı ellerine,
Kitap ve çekiç.
Başladı yurt harmanında imece...
Bir gece,
Karanlık inlerinden sinsice,
Brütüsler çıktı ansızın.
Çektiler zehirli hançerlerini,
Vurdular sırtlarından haince...
Çıktı mağaralarından yarasalar,
Çıktı halk düşmanları,
Üşüştü sülükler gibi üstümüze.
Emdiler kanımızı,
Doymadılar.
Yıktılar umudunu Türkiyemin.
Aydınlık bir Türkiye gelir aklıma,
Kalkınmış bir Türkiye gelir,
Köy Enstitüleri denince. (14)
Özbek İncebayraktar
Cevat Kulaksız
Cevat Kulaksız SONNOTLAR
(1)https://www.yenicaggazetesi.com.tr/2-yilda-42-ogretmen-atanamadigi-icin-hayatina-son-verdi-190060h.htm
(2)Cumhuriyet Çınarı Özer Ozankaya Kültür Bakanlığı Yayınları 1994 sf 229 (Cümle sonlarında yazılı sayfa numaraları bu kitaptan alınmıştır).
(3) Cumhuriyet Çınarı Özer Ozankaya Kültür Bakanlığı Yayınları 1994 sf 240-241
(4)ttp://www.gercekedebiyat.com/haber-detay/koy-enstituleri-ve-edebiyat-b-sadik-albayrak/1527
(5) h Denizli CHP Milletvekili Mustafa Gazalcı’nın TBMM de 22. Dönem 4. Yasama Yılı 89. Birleşim 18/Nisan /2006 Salı günü, Köy Enstitülerinin kuruluşunun 66. Yıldönümü nedeni ile yaptığı konuşmadan
(6) Atatürk’ün Diktiği Ağaçlar Nazmi Kal 2016 sf 371
(7)https://odatv.com/tbmmde-yapilan-o-gizli-oturumda-neler-konusuldu--2911101200.html
(8) Çağdaşlaşma Sürecinde Öğretmen okulları Kaim Elban 2015 Sf 152 (Cümle sonlarında yazılı sayfa numaraları bu kitaptan alınmıştır).
(9)https://www.gercekedebiyat.com/haber-detay/koy-enstituleri-ve-edebiyat-b-sadik-albayrak/1527
(10)https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/645718/_Cahil_kesime_guveniyorum__diyen_profesor_YOK_Denetleme_Kurulu_uyeligine_atandi.html
(11) Atatürk’ün Diktiği Ağaçlar Nazmi Kal 2016 sf 372-373
(12)https://ahmetsaltik.net/tag/koy-enstitulerini-ben-kapattirdim-kinyas-kartal/
(13)https://www.koyenstitulerivakfi.org.tr/?pnum=8&pt=MAR%C5%9EIMIZ
(14)https://ismettetik.blogspot.com/2012/02/ozbek-incebayraktar-koy-enstituleri.html
Yorum Gönder