Anayasada yazılı temel hak ve özgürlükler kullanılmadığına göre Türkiye’de anayasa yoktur.
Anayasa yoktur ama kuvvetler ayrılığı da yoktur. Kuvvetler ayrılığı olmadığı için anaysa da yoktur.
Türkiye’de anayasasında yazılı olmasına rağmen kuvvetler ayrılığı yoktur.
Türk milleti aldatılarak kuvvetler ayrılığı yok edilmiştir.
Kuvvetler ayrılığı bu anayasanın yazılı “değiştirilemez” hükmüne rağmen değiştirilerek anayasaya aykırı bir anayasa değişikliği yapılmıştır.
halk oylaması da evrensel hukuk ilkelerine aykırı bir biçimde yapılmıştır.
Türkiye’nin bırakın demokrasisinin geleceğini Türkiye’nin kaderiyle oynayan, birtakım seçimler geçirdik
5 Aralık 2018 tarihinde kurulan Ulusal Egemenlik ve Emek Platformu’nun ortaklaşa düzenledikleri Anayasaya Aykırı Anayasa Değişiklikleri Sempozyumu (bilgi şöleni), 1.3.2019 günü TBB Balgat Özdemir Özok Kültür Tesisleri salonunda düzenlendi. Platformun kurucuları arasında bulunan Ankara Barosu Cumhuriyet Kurulu, Cumhuriyet Kadınları Derneği, Cumhuriyetçi Birlik Platformu, Tüketici Hakları Derneği, Türkiye Emekli Subaylar Derneği, Ulusal Eğitim Derneği, Türkiye Gençlik Birliği, Türkiye Gençlik Birliği, Türkiye Liseliler Birliğinin destekleri ile öteki bazı dernekleri; öteki vakıf, sendika federasyon, konfederasyon ve çeşitli meslek örgütlerinin katkıları ile düzenlenen bilgi şölenine, dallarında birer hukuk uzmanı olan şu konuşmacılar katıldılar:
Avukat Selcik Ulusoy’un moderatörlüğünde Prof. Dr. Hikmet Sami Türk, Prof. Dr. Ümit Kocasakal, E. C.Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu (1), Prof Dr. Sencer İmer. Tüm konuşmacılar, AKP iktidarında değiştirilen anayasaya aykırı, anayasa değişiklikler, anayasaya aykırı hukuksuzluklar, hukuka aykırı uygulamalar üzerinde izleyicilerin heyecanla özenle izledikleri konuşmalar yaptılar.
Ancak bu yararlı konuşmaların dört duvar arasında kalmamasına gönlümüz razı olmadığı için, biz de büyük emek harcayarak banda aldığımız bu konuşmaları okuyucuya da sunmak istedik. İnternette uzun yazıların okunması zor olacağı için bu dört konuşmacının konuşmalarını bölümler halinde sunacağız. Umarız beğenilir ve hatalar affolunur.
Bilgi şölenin ikinci konuşmacısı E.Yargıtay Cumhuriyet Onursal Başsavcı Sabih Kanadoğlu konuşmasında şunları söyledi: (Bu hukukçumuzun adı anons edilince salonda müthiş bir alkış oldu)
“-Bundan tam 230 yıl önce Fransızlar “İnsan Ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”ni hazırladılar ve bildiri ile bir saptama yaptılar. Dediler ki, “eğer haklar güvenceye alınmıyorsa ve o ülkede kuvvetler ayrılığı yoksa anayasa da yok demektir”. Bu saptama çok doğruydu hatta daha da ileri giderek şunu da söyleyebiliriz, her şeyden önce kâğıt üzerinde var olan hatta kullanılmıyorsa anayasa uygulanamıyorsa o kâğıt üzerindeki anayasaya rağmen o ülkenin anayasası yoktur. Şimdi Türk anayasasına baktığımızda orada basın özgürlüğünü görürüsünüz, toplantı ve gösteri yürüyüşleri vardır, ifade özgürlüğü vardır, aklınıza gelen bütün temel hak ve özgürlükler anayasada yer almıştır. Peki, bunlar uygulanabilmek temidir? Hayır, kullanılmamaktadır, o halde Türkiye’de anayasa yoktur.
Anayasa yoktur ama kuvvetler ayrılığı da yoktur. Kuvvetler ayrılığı olmadığı için anaysa da yoktur. Anayasamıza bakarsak ikinci madde de Cumhuriyetin nitelikleri teker teker sayıldıktan sonra orada şimdiye kadar pek görülmeyen, dikkat çekmeyen, üzerinde durulmayan bir hüküm vardır. Orada başlangıçta sayılan ilkeler ikinci madde içinde bir hükümdür. Nedir bu başlangıçta sayılan ilkeler? Kuvvetler ayrılığı ilkesidir; başlangıç bölümünde bakarsanız kuvvetler ayrılığını katı bir şekilde olmamakla beraber bir işbirliği halinde anayasada yer alan değiştirilemeyen, değiştirilmesi dahi teklif edilmeyen bir hüküm olduğunu görürsünüz. O halde bu hüküm başlangıç bölümünde yer alıyorsa kuvvetler ayrılığı o zaman uygulamada kuvvetler ayrılığı var mıdır ona bakmak lazım. Baktığımızda şunu göreceğiz, artık Türkiye’de anayasasında yazılı olmasına rağmen kuvvetler ayrılığı yoktur. O halde 230 yıllık o saptamaya göre Türkiye’de şu anda anayasa yoktur. Çünkü değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez bir halde bu anayasa değişikliğinin çeşitli maddelerine yedirilerek ve Türk milleti aldatılarak kuvvetler ayrılığı yok edilmiştir. Kuvvetler ayrılığı denetimde bir denge unsurudur, eğer denetim ve denge yoksa o ülkede kuvvetler ayrılığı zaten yoktur.
O halde kuvvetlerin birbirini denetleyebileceği işbirliği yapabileceği bir sistem tek edilerek, yok edilerek kuvvetler ayrılığı bu anayasanın yazılı “değiştirilemez” hükmüne rağmen değiştirilerek anayasaya aykırı bir anayasa değişikliği yapılmıştır.
Gerçekten halk oylaması da evrensel hukuk ilkelerine aykırı bir biçimde yapılmıştır. Siyasi iktidarın iktidara gelmeden önce ve hemen sonrasında dayandıkları “Venedik Komisyonu” belirli bir şekilde demokrasiye kavuşmak için çalışan Doğu Avrupa ülkelerine anayasa yapmaları için yardım için kurulmuş bir komisyondur. Bu komisyon halk oylamasına sunulan metinlerin herhalde ayrı ayrı birbirine eklenerek yapılmamasını ve halkın her sunulan belli madde için oy kullanmasını sağlanmasını ön görmesine rağmen halk oylamaları toptan aldatıcı kandırıcı biçimde hazırlanarak halk oylaması yapılmasına sunulmuştur.
O halde ben bir de şunu eklemek istiyorum, Anayasanın 11. Maddesi çok açıktır. Anayasa hükümleri yasama, yürütme, yargı organlarının idare makamlarını kuruluşları ve kişileri bağlar, bağlar da yine anayasanın 67. Maddesinin son fıkrasında bir hüküm vardır. O hüküm der ki, “seçim kanunlarında yapılacak değişiklikler yürürlüğe girdiği tarihten itibaren yapılacak seçimlerde bir yıl uygulanamaz”. Bu anayasa hükmüdür, o dediğimiz halk oylaması Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) mühürsüz zarf olayıyla yürürlüğe girdi ve o anayasa bu gün geçerli hale geldi. YSK kanuna rağmen sayılmaması lazım gelen zarları sayarak, tam rakamını tespit etmek hiç mümkün olmadı, bir buçuk milyonluk oyu halk oylamasına dâhil etti. O nedenle sanki bir marifet işlemiş gibi yani kanuna karşı hareket etmesine rağmen 27 Aralık 2018 de bir torba kanunun içerisinde bu marifete bir ödül olarak başkan ve beş üyesinin görev süreleri birer yıl uzatıldı. YSK teşkilat görev ve yetkileri önceden 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri Yasasında yer alıyor idi. Bu yasanın içerisinden çıkarılarak YSK Teşkilat ve Yetkileri biçiminde bir ayrı kanunun içine dahil edildi. Ama seçim kanunun olma niteliğini hiçbir şekilde kaybetmedi. 298 Sayılı Kanunun içinde de, o bir seçim kanunun idi, oradan ayrı bir yere koysanız da, o yine bir seçim kanunu idi. Çünkü seçimlerin düzenli biçimde yapılmasının dürüst yapılmasını özellikle sağlamak ve yapılan bütün şikâyetleri, itirazları yazılı karar bağlamak ve bütün tutanakları kazananların mazbatalarını güvenle yapma görevi YSK na aitti. YSK o halde kendi teşkilat görev ve yetkilerinin içinde bulunduğu bir kanunun Seçim Kanunu dışında başka bir adla anılması mümkün değil. O halde 27 Aralık 2018 tarihinden itibaren 27 Aralık 2019 a kadar bu görev uzatma hükmünün uygulanması yasaya aykırıdır. Peki Anayasaya aykırı bir kurulun vermiş olduğu hükümler hukukta bir tek ad taşır. O ad da “yok hükmünde olmak” niteliğidir.
Peki görev süresi mükafaten ödül olarak bir gün uzatılan ancak, uygulanmasını bir sene uygulanma olanağı bulunmayan bir hükümle eğer görevini ifa eder ve bu seçimler bu kurul tarafından yürütülür ise, alınacak bütün hükümler “yok hükmünde” olacağı için yapılacak 31 Mart seçiminin neticesi ne olacaktır?
İleride seçime katılan kaybeden veya kazanan herhangi bir kişi veya kuruluşun bu yok hükmündeki karara ve bu kararda “yok hükmünde” olan bir kurulun hüküm altına aldığı bir kararlarla yapılmış ise, yapılacak şikâyet itiraz nasıl bir sonuç verecektir? Kime ne tür bir avantaj sağlayacaktır. Çünkü bu konuda düşünerek hareket eden benim sevdiğim arkadaşım Eminağaoğlu bu konuda gerekli başvuruları yaptı. Yaptığı başvurular hem YSK na oldu, hem de Yargıtay ve Danıştay. Yargıtay ve Danıştaya “siz anayasayı uygulamak durumundasınız sizi de bağlar, çünkü 11. Maddeyi biraz önce okudum söyledim, o halde siz bu uygulanamayacağına göre hemen YSK luna seçim yapmak zorundasınız. Çünkü görev süreleri Ocak ayı içerisinde bitmektedir. Bunların yerine yeni üyeleri seçiniz” diye başvurdu. Yargıtay ve Danıştay, “bu kanunla sonuçlandırıldı biz karar veremeyiz” dediler ret ettiler. Hiç olmayan bir şey yapıldı, kendi görev süresi tartışılan bir kurul, gerçekte kendisinin görev süresinin uzatıldığını ve halen de görev için bile olduklarını karar altına aldı. Yani bir kurul kendisinin görev süresi hakkında söz sahibi yapıldı.
Yalnız orada da enteresan bir şey oldu, üç başvuru v ardı, bunlardan birincisi oy birliği ile karar verildi, ikincisinde bir karşı oy çıktı, üçüncüsünde de iki ay karşı oy çıktı. Buradan da anlaşılıyor ki zaman geçtikçe yapmış oldukları bir işin anayasaya karşı bir davranış eylem olduğunu yavaş yavaş farkına varmağa başladılar.
Biraz önce sorduğum sorunun, biraz daha çarsak nedeni şu olur. Burada gerçekte yok hükmünde bir kurul tarafından verilmiş bir kararların meşruiyet sorunu çıkaracağını söylemiştim. Bu seçimlerden sonra AYM ne bireysel hak ihlali olduğundan bahisle başvurulduğuna ne olacaktır. Denebilir ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) sadece genel seçimlerde yapılacak şikâyetleri ve itirazları incelemekte ve yerel seçimleri dikkate almamaktadır. Gerçekte bunun yerel seçimler hakkında ileri sürülmüş, bir iddianın dışında bir iddia olduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü seçimlerin şikâyet ve itirazlara konu olacak biçimde cereyan edecek şikâyet değildir bu. Bu, seçimlerin düzen içinde dürüst yapılmasını ve yapılacak bütün şikâyet ve itirazları karara bağlama yetkisine sahip olduğunu kurulun gerçekte herhangi bir kuruldan farklı olmadığını, bu kurulun aslında yok hükmünde olduğunun ileri sürülmesi istenir. Anayasa mahkemesinin başvuranın kişiliğine, niteliğine ve gücüne göre her türlü kararı vereceği ortada ise, o halde 31 Mart seçimlerinde bizi bir tehlike beklemektedir.
O halde anayasaya aykırı değişikliklerinden önce biz bu gün anayasanın neden uygulanmadığını sorgulamak durumundayız.
Seçim kuşkusuz demokrasinin olmazsa olmazıdır ama her şey demek değildir. Öncelikle seçimlerin taşıdığı önem itibariyle dürüst bir şekilde yapıldığını ve yetkili görevlinin anayasal kurumlar tarafından yönetildiğini bilmek her sade vatandaşın yurttaşın en tabi en doğal hakkıdır. 2002 yılından itibaren YSK Türk demokrasisinde bir sorun olmaya başladı. Gerçekte 1950 den beri YSK nun Türk demokrasisinin yüz akıydı. Onun başkanlığını yapan çok değerli Recai Seçkin’den, Muammer Elçin’e, İsmet Yanıkömeroğlu’nun ruhlarına rahmet dileyerek saygılarımı sunarım. (Alkışlar)
Geldiğimiz noktayı düşünün bir de, Türkiye’nin bırakın demokrasisinin geleceğini Türkiye’nin kaderiyle oynayan, oynanan birtakım seçimler geçirdik. 2002 seçimleri Genç Parti olayıyla, DEHAP oylarıyla seçimlerin kaderini değiştiren kararlar da ortaya çıktı. Ama herhalde Türk seçimleri için geleceği karartan olay 2008 yılında gerçekte anayasaya rağmen çıkarılan kanunları uygulamasıyla hız aldı. 2008 de seçmen kütüklerini düzenleme yetkisi sadece ve sadece YSK da iken adrese dayalı kayıt sistemi ile seçmen kütüklerini düzenleme asıl yetkisi YSK dan alındı ve İçişleri Bakanlığına bağlı Nüfus ve Vatandaşlık İşler Genel Müdürlüğüne verildi. Onların hazırladığı adrese dayalı kayıt seçmen kütüğü oldu. Ayrıca bütün seçim sonuçlarının toplandığı UYAP Adalet Bakanlığına bağlı. Peki Adalet Bakanlığına ve İçişleri Bakanlığına bağlı bir yürütme organının düzenlediği seçimlerin dürüstlüğünü nasıl ileri sürebilirsiniz ve nasıl SES SESSİZ denilen bir sistemle Amerika’dan, Almanya’dan ve Yunanistan’dan kovulan bir sistemle biz seçim yapıyoruz ve seçimlerin gelecekte çok rahat bir şekilde dürüst şeffaf ve inandırıcı olacağına inanmak da bizden bekleniyor. O halde bizim için “evet doğrudur anayasanın ruhuna söylediğim gibi özüne değiştirilmesi teklif edilemeyeceği hükümlerini değiştiren bir anayasa değişikliği ile karşı karşıya kaldık. Önümüzdeki seçim “beka sorunu” deniyor. Bir yerel seçimin “beka sorunu” olduğunu ileri sürmek, birisinin söylediği gibi hakikaten, “insanın zekâsıyla alay etmek demektir”. Ama birilerinin beka sorunu olduğunun hiç sorun yok.(Alkışlar) Ama bu seçimlerin Türk demokrasisi bakımından bu ucube anayasadan kurtulduğunun ışığını verebilmesi bakımından bizim için fevkalade önemi vardır. Onun için küsmenin darılmanın kızmanın hiç zamanı değildir. Çünkü ne olursa olsun 31 Martta ya ucube bir sistem daha ucube bir şekilde üzerimize bir baskı aracı olarak ağırlığını daha çok hissettirecektir. Ya da tünelde ışık görülecektir.(Alkışlar)
Cevat Kulaksız
Cevat Kulaksız
SONNOTLARSabih Kanadoğlu (1938 - .... )
20 Mayıs 1938'de Menemen'de doğdu. Ortaöğrenimini İzmir'de bitirdikten sonra, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdi. 1959 yılında buradan mezun olduktan sonra, askerliğini Çubuk'ta yedek subay piyade asteğmen ve teğmen olarak yaptı.
Burhaniye Hâkim Adayı olarak mesleğe başlayan Kanadoğlu, sırasıyla Orhaneli ve Erzurum Cumhuriyet Savcılığı, Bingöl Sulh Hakimliği, Tokat ve Kırşehir Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı, İzmir Ceza Hakimliği ve Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesi ile Adli Yargı Adalet Komisyonu görevlerinde bulundu.
"Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Hukuku" adlı eserinin yanı sıra çeşitli yerlerde yayınlanmış makaleleri bulunan ve 1984 yılında Yargıtay Üyeliğine seçilen Sabih Kanadoğlu Yargıtay Büyük Genel Kurulunca 1994 ve 1998 yıllarında iki kez Yargıtay On birinci Ceza Dairesi Başkanlığına seçildi.
Yargıtay On birinci Ceza Dairesi Başkanı iken, Yargıtay Büyük Genel Kurulunca gösterilen adaylar arasından 19 Aralık 2000 tarihinde Cumhurbaşkanınca Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına seçildi.
Yorum Gönder