“Engelliye acıyarak değil; hayranlıkla bakmalıyız. Çünkü bizim onun gibi engellimiz olmamasına karşın daha engelli gibi davranıyoruz”.
Halkımız “körler sağırlar birbirini ağırlar” özdeyişini yaratmış.
“Altı yılda 30 binin üzerinde engelli bu sınavlar sayesinde istihdam edildi”.
Ulusal Eğitim Derneği’nin her Cumartesi günü düzenlediği eğitim ve kültür konferanslarının bu haftaki konusu, Engelliler Haftası nedeni ile “Toplumun Engelli Algısı ve Hükümetlerin Engelli Politikaları” idi. Konu üzerinde Türkiye Engelliler Konfederasyonu Genel Başkanı Avukat Turhan İçli konuştu.(1)
1.12.2018 günü dernek salonunda yapılan etkinliği dernek üyeleri izlediler.
Gözleri görmeyen engeliler temsilcisi Avukat Turhan İçli, yaptığı, engellilerin tarihte nasıl olumsuz bir algı içinde olduklarını açıklayan konuşmasına başlarken şunları söyledi:
“-45 yıldır engelli hakları mücadelesi içerindeyim. Engelli konusu dünyada ve Türkiye’de epeyce yakın olduğum bir konu; hem uluslar arası planda, hem ulusal planda konunun derinlemesine, işin felsefesini de yaparak katkılar yapmaya çalıştığım, sunduğum bir alan. Kendime özgü yaklaşımlarım var, henüz paylaştırma taraftarı olduğunu bilmediğim konuyu değerlendirirken, kendime özgü bir yöntemle yaklaşımlarım var. Bir Marksız olarak konuyu daha değişik açılardan bakarak sunuyorum. Bu görüşlerin bana ait olduğunu genellikle de paylaşıldığını belirtmek isterim.
Genellikle merak edilen ilk şey, TV programlarına da çıktığımız zaman, halka hitap ettiğimiz zaman da soru-yanıt bölümlerinde ya bu kavram kargaşalığında biz nasıl yaklaşmalıyız. Kimisi sakat dediğim, ya da kör dediğimiz zaman hemen tepki veriyor. Hatta “estafullah” diyenler de oluyor. “Sen hangi engelli grubundasın” diyor, mesela körüm, diyorum, “estafullah” diyor adam. Böyle yaklaşanlar da oluyor.
Sakattan Engelliye
2013 hükümet bir yasa çıkarttı ve dedi ki, “bundan böyle bütün yasalardaki yönetmelikler der ki, sakat, özürlü, ağma vb ne varsa “engelli ola” dedi. Eğer körse, “görme engelli ola,
“sağırsa “işitme engelli ola” dedi ve diğer sözcüklerin kullanılmasını adeta yasakladı. Tabi kanunla isim ne konulabilir, ne yasaklanabilir, bu ancak olsa olsa hükümetlerin çıkaracağı yasaları yönetmelikleri ve düzenlemeleri bağlar. Asla alanda mücadele eden örgütleri bağlamaz. Bir eşyaya kendi ismiyle hitap etmek gerekir, ona o ismi halk uzunca bir tarih içerisinde koymuştur. Onun için bunların yadırganmaması gerektiğini, kullanılması gerektiğini, dilin bir iletişim aracı olduğunu düşünürsek, halkın böyle adlandırdığı şeye başka bir şey demenin faydalı olmadığını düşünüyoruz. Köre “kör” denir, sağıra “sağır” denir, topala “topal” denir. Bu yönüyle bunlardan dolayı bir alınganlık göstermemiz söz konusu değil. Ama sürece sonra katılan sonradan kör ya da, sakatlanan insanlarda bir hassasiyet oluyor. Onlarda alınganlıklar olabiliyor, ban “kör deme” falan; peki ne diyebilirim, o ne demek istiyorsa onu diyebilirsiniz, bu da ayrı bir nezaketle ilgili bir konu. Tabi bilim bu kadar genel kavramlarla derinleşemeyen bir şey. Bilim alanında bu sosyal bilimlerler olabilir, tıp bilimleri olabilir. Farklı isimler kullanılır, yani bir göz doktoru için “kör” demek hiçbir şey demek değildir. Onun için daha farklı kavramlar gerekir. Toplum bilimlerinde şurada, burada yine bu kavramlar yeterli gelmeyebilir, farklı yönlerle de söylenebilir.
Son yıllarda geldikleri nokta, bu “ne diyelim” noktada “engelli” şeklinde oldu. Bu biraz işimize geldi, şöyle geldi, konunun bireysel bir noktaya çekilmesi, kişideki bir sakatlığa çekilip daraltılması yerine olayın toplumsal niteliğine vurgu yapan bir kavram olduğu için biz bunu çok yadırgamadık. Madem öyle dediniz, öyle de kullanabilir, ötekileri terk etmeyi zaten düşünmeyiz ama zaman zaman yeri geldikçe öyle de kullanabiliriz, dedik.
Engeller Konfederasyonu yani bu “engelli” kavramının icat edildiği yıllarda kurulduğu için adına “Engelliler Konfederasyonu” dedik ama federasyonumuz ta 1970 yıllarda kurulduğu için, Türkiye Körler Federasyonu olarak kaldı. Altı nokta Körler Derneği 1950 de kurulduğu için adı öyle olduğu için Altı Nokta Körler Derneği olarak kaldı.
Cinsiyet ayırımcılığı-kadın dışlanmışlığı
Genellikle şöyle bilinir, toplumun ayrımcılığa uğrayan, ilk dışlanan, ötekileşen, kinci, üçüncü, dördüncü yurttaş konumuna sokulan toplumsal kesimi tarihsel olarak hangisidir sorusuna uzunca yıllar kadınlar şeklinde cinsiyet ayırımına dayalı bir yanıt verildi. Ama yaptığımız çalışmalar araştırmalar ortaya koydu ki, bu doğru değil. Kadınların ikinci sınıf konumuna gelmeleri kadın erkek ayrımına dayalı cinsiyet ayırımcılığının bir ürünüydü. Bu da tarihin belirli bir konağında ortaya çıktı. Eski şeyle babahanlık döneminin veya emorgan sınıflamasına göre söylersek, orta barbarlık aşamasının bir ürünüdür, kadın ve erkek ayrışması ve kadına boyun eğdirilişi kadının ikinci cins olarak konumlanması, ötekilendirilmesi ayırımcılığa tabi tutulması; yani tarihin belirli bir evresinde ortaya çıkan bir durumdur.
Sakatlara yönelik ayırımcılık tarihle beraber başlar.
İlk ayırımcılığa tabi tutulan toplumun tutulan kesimi sakatlar ve belki onunla birlikte yaşlılardır. Bunun çok açıklanabilir nedenleri var. Çünkü bütün bu durumlar toplumsal konumlanmalar, aslında üretim ilişkileri alanında da cereyan eder önce. Oradaki gelişmelere göre şekillenir ve sürer. Burada da aynı durumla karşı karşıyayız. İlkel topluluklar gün kazanıp gün yiyen topluluklar. Geçim araçlarını üretme veya geçim araçlarını elde etme, besin kaynaklarına erişme o gün büyük bir sıkıntı. Avcılık dönemini düşünün, toplayıcılık dönemini düşünün, daha sonraki süreçleri düşünün çok büyük bir sıkıntı. Gün bulup gün yiyen hatta çoğu zamanını da aç geçiren bu toplulukların büyük emeklerle büyük fedakârlıklarla sıkıntılarla elde ettiği besin kaynaklarını bu süreçlere katılmayan, bunları elde edilmesine katılmayan bireyleriyle paylaşılması düşünülemezdi, paylaşmadılar zaten. Kimlerle, örneğin sakatlarla paylaşmadılar. Çok yaşlı üretim dışı bireylerle paylaşmak istemediler ve sonuç olarak ne olacaktı, onları ölüme terk etme şeklinde bir ahlak geliştirdiler. Din noktasına gelindiğinde bir din geliştirdiler, böyle emreden gelenekler yarattılar ve bunu bir törensel kutsala dönüştürdüler. Yani sakatların hatta kimi zaman yaşlıların öldürülmesini bir törene bir kutsal faaliyete dönüştürdüler.
Eski Sparta’da ve Atina’da sakat doğan bireylerin sepetlere konularak akarsulara bırakıldığını veya ıssız dağ başlarına bırakıldığını kayıtta bize söylüyor, tarih kayıtları bize söylüyor.
Belki izleyeniniz olmuştur, Narayama Türküsü 1980li yıllarda bir film oynamıştı. Bir Japon filmi, orada da yaşlılarla ilgili durumla ilgili eski tarihle ilgili eski dönemde Japon geleneklerini anlatıyordu. Yaşlılar belirli bir yaşa gelince Narayama diye bir dağa çocukları tarafından götürülmek durumundalar. Yani toplumda artık yerleşik bir ahlak kuralı bu ve orada ölüme terk ediliyorlar. Fakat bu filimde çocukları anne baya kıyamıyorlar bir türlü ve onları bir türlü götürmüyorlar yaşları bir hayli ilerlediği halde. Fakat bir müddet sonra ayıplanıyorlar, toplum içine çıkamaz hale geliyorlar, falan; o süreci anlatan bir film.
En sonunda bu baskıya dayanamayıp, anne baba da bunu istiyor, çünkü ahlak öyle, ısrarla anne “benim zamanım geldi beni götürün” diyor. Anne nasıl yaşlandığını nasıl işe yaramaz olduğunu anlatmaya çalışıyor. Filmin hikâyesi o.
Şunu söylemek istiyorum, bu tür geleneklerle bu çeşit alet usullerle aslında üretim ilişkileri içerisinde şekilleniyorlar. Oradaki gereksinimlere göre şekilleniyorlar. Oradaki gereksinimler ortadan kalktığı zaman da zaman içerisinde ortadan kalkıyorlar. Nitekim köleci uygarlıklarda durum biraz daha farklıdır, bu neye bağlı, toplumun artı bir değere üretip üretemediğine bağlı bir şey. Yani toplum karnının doyurmanın ötesinde bir artı değer üretebilecek noktaya gelmişse eğitim araçları bakımından, gelmişse o zaman artık sakatlar vs öldürülmüyor. Yaşlılar falan öldürülmüyor. Onlara ya bakılıyor, o toplumsal artıktan elde edilen gelirlerin bir bölümüyle ya onlara bakılıyor, ya da onların durumlarına uygun yeteneklerine, özelliklerine uygun bir takım işlerde çalıştırılıyorlar.
Körler dolap beygiri gibi kullanılırdı
Bunlar eski Roma’da çok tercih edilmeyen zor işlerdi. Örneğin, eski Roma’da, bu da resmi kayıtlarda tarih kayıtlarında, eski Roma’da pazusu güçlü engelliler, nasıl engel olabilir, körler olabilir, kalyonlarda kürek çekmek için kullanılırlarmış.
Körler de bostan dolaplarına beygir yerine koşulurmuş. Yani zannederlermiş ki “körlerin başı hiç dönmez”. Ben onu anlayamadım, körlerin de başı döner, çok döndükleri zaman. Ama öyle kullanılırlarmış. Resmi kayıtlardan böyle geliyor bize.
Eski Çin İmparatorluklarında körlerin belleğinden yararlanılırmış, yazının çok yaygın olmadığı veya hiç olmadığı dönemlerde. Belleğinden yararlanma imparatorluk fermanlarının körlere ezberletilip memleketin çeşitli yerlerine gelip “imparatorumuz der ki” diye çığırtanlık yaptırılırmış. Çığırtanlık yaptıkları, ilan ettikleri bu fermanları duyurdukları halka yine Çin kaynaklarından bize gelen kayıtlar arasında var.
Bizim Osmanlı toplumumuzda hala da körlere “hafız” derler, Anadolu’da, belki çok duymuşsunuzudur, “hafız” aşağı “hafız” yukarı. Hafız olarak yani onun ezber gücünden yararlanırlarmış. Nefesi güçlü, belleği güçlü körler hafızlık yaparlarmış ve Hafız Burhan falan gibi, değişik yerlerde ünlenen hafızlar da vardır. Bu şekilde örneğin Osmanlıda kuyu dibi temizliğinde körler kullanıldığına dair Doç. Dr. Mithat Enç’in kitaplarında çeşitli bilgiler var. Kuyu dibi nasıl temizlenir, derin kuyu, onu ayaklarından bağlarsınız sarkıtırsınız, aşağıda karanlık bir ortam orada eliyle pislik mi atılmış, ne atılmış, cam mı var şu bu ne varsa kuyunun dibini temizler, bir kabı içine koyar, sonra çekerler falan. Buralarda körlerin kullanıldığına dair kaynaklar var.
Roma’da kör kızlar seks aracı olarak kullanılırdı
Bütün bu değerlendirme biçimleri sakatları değerlendirme biçimleri üretim gereksinimlerine göre, üretim ilişkileri içerisindeki gereksinimlere göre şekilleniyor.
Tabi süreç ilerledikçe Reform, Rönesans hareketlerinden aydınlanma döneminde “insan ve akıl” merkeze gelmeye onun üzerinde odaklanmaya başlandı, hümanizm, rasyonalizm akımları güçlendi, hem sanata damgasını vurdu, hem diğer alanlara. Aynı süreçte insan olma yönüyle engellilere dönük bir odaklanma da yavaş yavaş şekilleniyor. Engelli deyip kestirip atıyoruz, acaba bu sakat insanların körün, sağırların değerlendirilebileceği özellikleri yok mu? Bunlardan yararlanamaz mıyız daha. Demin Roma’yı anlatırken o çok ünlüdür, eski Roma döneminin şeylerine de yansımıştır. Kör kızlar da Roma’nın varoşlarında öyle genelevler olur muş, özgür Romalıların eğlence ve seks gereksinmelerini karşılayan, oralarda da kör kızlardan yararlanılırmış, öyle bayağı işlerde daha çok kullanıyorlar.
İlk körler okulu Fransa’da açıldı.
İşte bu aydınlanma döneminde de bu körler veya sağırlar bu gibi şeylere mahkûm daha insanca şeyler olamaz mı? Diye düşünülmeye başlanmış, onların eğitilebileceği, bir takım işlerde değerlendirilebileceği düşünülmüş. İlk körler okulu(2) Fransa’da Valantin Lui ismindeki biri tarafından kurulmuş, körler eğitilmeye başlanmış.
Sonra Louis Braille diye bir kör, “acaba körler yazıyı nasıl kullanabilir, bunun için özel bir alfabe yapmak gerekir mi” demiş; bu Mors alfabesinden de yararlanarak bu altı nokta alfabesini, körlerin kullandığı Breyl Alfabesi , bu Lüis Brel ismiyle anılıyor, onu icat etmiş.(3) O yayılmış bütün dünyada evrensel bir alfabe haline gelmiş, Breyl alfabesi. Sağırlar için atölyeler, marangozhaneler falan yavaş yavaş devreye girmiş vs. Böyle bir süreç işliyor.
Engellilerin tarihini göz önünde bulundurursak birinci söylemek istediğim, dünyada ayırımcılığa uğrayan dışlanan ilk toplumsal kategori sakatlardır. Bu eski bilgilerimizi değiştirmemiz gerekiyor, bunu söylemek istiyorum.
Savaşlarda erkekler cephede iken geri hizmetlerinde kadınlar ve sakatlar kullanılmış.
Sakatlarla ilgili yasal hak ve hükümler son 50 yıl içinde gerçekleşti.
En geç farkına varılan ve üzerinde çalışılmaya başlanan toplumsal kesimde yine sakatlar olmuş. Aslına bakarsanız aydınlanmayla birlikte biraz üzerine düşülmüş, amma yine de ne sosyolojinin konusu olmuş sakatların durumu, ne psikolojinin konusu olmuş, ne diğer bilimlerin konusu olmuş; ne onlarla ilgili yasalar düşünülmüş. Bütün bunlar dünyada son 40 yılın 50 yılın işi. Bir istisnası, yani farklı bir boyutuyla, istisnası büyük dünya savaşları evrensel paylaşım savaşları sonrasında ortaya çıkmış, çünkü birinci evresel paylaşım savaşı döneminde sağlıklı iş gücü hep cephelere gidip telef olduğu için (öldüğü için) daha çok kadın emeğinden üretim süreçlerinde cephe gerisinde yararlanılmış. Bu yetmediği yerde sakatların emeğinden de yararlanmaya başlanılmış, bu alanlarda. Böylece, sakatların ne yapacaklarına dair bir çeşit laboratuar görevi görmüş bu. Tabi savaşta da on binlerce yüz binlerce insan sakatlanınca, onlara ne yapabiliriz fizibiletisinde daha çok rehabilitasyon (iyileştirme) mahiyette, yani eski yetilerin yeniden kazandırılması, üretim sürecine dahil edilmesi yönünde çalışmalar başlamış, İkinci Dünya savaşında da bu olmuş. Ama daha çok 1960 lı yıllardan sonra ilk uluslar arası belgelere rastlıyoruz. Ama ayırımcılığa karşı yasalar, 1990 lardan sonra dünyada çıkmaya başlamış, ilki Amerikan ayırımcılık yasası gibi. Giderek Anglosakson ülkelerinde başlamış sonra kıta Avrupa’sına yayılmış, son 30-40 yıl içerisinde gerçekleşen şeyler.
1974 yılında Birleşmiş Milletler (BM) bir sakat hakları bildirgesi yayınlamış 13 madde ama çok sınırlı ve ikişer cümlelik genel şeyler söylenmiş. Fakat asıl 1993 yılında BM “sakatlar için fırsat eşitliği konusunda standart kurallar” diye 22 maddelik bir metni kabul etmiş. BU 22 maddelik metinde bu gün engelliler alanında hemen tamamına yakın vurgu var. Ayrıntılar zayıf olmasına rağmen vurgu var. Örneğin katılım hakkı, karar süreçlerine katılma hakkı. İlk defa 93 yılındaki bu standartlar belgesinde var. Eşitlik, bağımsızlık engeller açısından vurgusu buralarda var.
Daha sonra 1996 yılında şöyle bir şey oldu, BM Engelli Hakları sözleşmesini Türkiye kabul etti. 2009 dan beri Türkiye’de bir hukuk metnidir, Anayasanın 90. Maddesine göre Türkiye’nin ulusal yasalarıyla BM deki hükümler karşı karşıya gelirse bu sözleşme hükümleri uygulanır. Yani yasaların da bir anlamda üstünde sayılan bir kuraldır.
Körler mahkeme kararıyla öğretmen olmaya başladı.
Böyle bir dünyada ve Türkiye’de Engellilerin Anayasası diye güveneceğimiz bir metine sahibiz. Fakat şunu gururla söyleyebilirim ki, bu metnin hazırlanması bir sözleşme metni olarak önerilmesi ve içeriğinin güçlendirilmesinde bizim, yani Türkiye’li körlerin çok tayin edici bir katkısı var. 1996 yılında Dünya Körler Birliğinin Genel Kurulu Kanada’nın Toronto kentinde yapılmıştı. O genel kurul esnasında biz dedik ki, daha önceki 1993 yılında bu standart kurallar“ metnine dayanarak öğretmenlik hakkı verilmiyordu. Ben öğretmenliğe geçişi şöyle yaptım. Öğretmenlik sınavı vardı ayrıca, o sınava girdim kazandım Mersin’e yapıldı atamam Aydıncık Lisesi’ne. Fakat gidip belgeleri tamamlama konusunda, hangi belgeler lazım konuşulurken şaşırdılar. “Sen körsün nasıl olur da öğretmenlik sınavına girdin” dediler. “Giremezsin” dediler, neden “yönetmelik var”, öğretmenlerin atanmasına yer değiştirmesine ilişkin bir yönetmelik vardı o zaman. Hakikaten bir okuduk ki, aynen de böyle diyor dil de böyle, 12 Eylül döneminin bir ürünüydü. “Körler, sağırlar, şaşılar, kamburlar, çolaklar, topallar ve bulaşıcı keller öğretmen olamazlar” diyor. Madde böyle. O Maddenin iptali için dava açtım, o dava Danıştay 6. Dairesinde görüldü. O davayı kazanarak ben öğretmenliğe atandım o yıllarda. 1989 du galiba. Bu davada ben standart kuralların eşitlik maddesine dayanmak istedim, mahkeme karşısında Altıncı Dairenin, mahkeme kararında dedi ki: “BU madde bağlayıcı değil, yani BM lerin tasfiye niteliğinde bir karar bir sözleşme maddesi değil. Mahkeme daha çok 10. Maddeye dayanarak hüküm tesisi etti. O zaman bağlayıcı bir madde hazırlanması lazım dem ek ki BM de. Böyle tavsiye niteliğindeki kararlar çok işimize yaramıyor gibi ve 96 yılındaki genel kurula öneri olarak sunduk, dedik ki, “bir sözleşme metni hazırlansın, aynı çocuk hakları sözleşmesi gibi, kadına karşı şiddet, kadını şiddete karşı korunması hükümleri gibi. Böyle uluslararası sözleşmek metni yapılsın ve BM e başvuralım bunun bir sözleşme metni haline getirilmesi haline getirildi, kabul edildi oy birliği ile. Sonuçta BM gitti konu 2002 de, 2002 den sonra en hızlı Kofi Annan’ın basın toplantısında söylediğine göre “21. Yüzyılın hatta bütün tarihin en hızlı başlangıcıyla sözleşme metni haline getirilmesi arasındaki en hızlı sözleşme olduğunu” söyledi bu sözleşme için. 2006 da kabul edildi BM genel kurulunda.
Dolayısıyla çok kapsamlı 50 maddelik bir sözleşme metni şu anda Türkiye hükümetini de, kabul eden bütün hükümetleri de bağlıyor. Anayasal değerde bir metne sahibiz. Bu metinin 50 maddesi var. Ama ben sadece beş temel ilkesini söylemek istiyorum, bir perspektif kazandırmak adına, engelli konusuna.
1-Eşitlik: eşitlik hakkı önemle vurgulanan önemli bir ilke. Bütün maddelerine sirayet etmiş, bir yaklaşım eşitlik. Eşit değil mi engelliler, evet değil. Hemen bazı kabaca rakamlar, Türkiye’de istihdam oranı, engelliler alanında yüzde 9, yani yüzde 91 işsizlik. Toplumda ne kadar, hadi en kabadayı yüzde 10 deyin işsizliğe, hükümetin söylediği yüzde 10-11. Yüzde 90 istihdam var, yüzde 10 işsizlik, engelliler arasında 90 on katı, uçurum var.
Eğitim alanında okullaşma oranı bakımından düşündüğümüz zaman, normal olarak diğer sahalarda yüzde 90 civarlarında okullaşma var, yani toplumun genelinde, engelliler alanında yüzde 7.5- 8. arsında okullaşma var engelli öğrenciler açısından.
Ulusal gelirin milli gelirin on binde 28 engelliler için kullanılıyor, onların rehabilitasyonu, eğitimi falan kullanılıyor. Oysa nüfusun yüzde 10 u engellilerden oluştuğu söyleniyor, 12 si hatta. Dolayısıyla bir uçurum var, eşitsizlik çok büyük. O yüzden eşitlik önemli bir ilkemiz.
2- Bağımsızlık: da bizim en temel ilkelerimizden biri. Ülkeler içinde bağımsızlık çok önemli ama engelli bireyler arsından bağımsızlık bu anlama geliyor, hiç kimsenin yardımına gereksinim duymadan her türlü hizmete, her türlü bilgiye, çevreye haklara erişebilmek demektir. Kendi kendine yeterli bireyler olabilmek demektir, bağımsızlık. Bu yoksa zaten sokağa çıkamıyor. Bağımsızlık yoksa hiçbir şey demek. O yüzden ikinci vurgu buna yapılıyor bu sözleşmede.
3-Erişilebilirlik: Yine bağımsızlığı ilke alan bir alt ilke, çevrenin bilginin, programların, hizmetlerin malların ürünlerin erişilebilir olması. Örneğin, ne anlıyoruz, bir kör diyelim ki, çamaşır makinesi kullanacak, çamaşır makinesi dijital düğmelerden oluşur ve hiçbir işareti ya da sesli sinyali yoksa o kör onu kullanamaz. O zaman tasarlanırken o ürün, üretimden önceki süreçlerde tasarlanırken bir körün de kullanabileceğini düşünerek tasarlanacak. Bir sağırın da kullanabileceğini düşünerek tasarlanacak. Asansörlerdeki düğmeler vs. bir cücenin de kullanabileceği düşünülerek tasarlanacak. Erişimi ancak öyle sağlayabilirsiniz. Buna evrensel tasarım deniyor. Sözleşmeye girmiş bir tasarımdır evrensel tasarım kavramı. Çevre, ürünler bunlara ilişkin bütün tasarımların evrensel tasarım şeklinde yani herkesin kullanabileceği şekilde tasarlanması gerekiyor. Kentlerinki de öyle, konutların da, yolların da o şekilde tasarlanması gerekiyor ki, erişim sağlanabilsin, erişim sağlandığı zaman bağımsızlık olabilsin. Vs.
4-Ayırımcılık yasağı: Bütün alanlarda ayırımcılığın ortadan kaldırılması, ayırımcı güçlerin, ayırımcı uygulamaların, tutum ve davranışların, bu sadece engelliler açısından değil, toplumun bütün katları için, toplumun bütün bireylerine yönelik olmalı. Azınlıklar için de bu böyle, kadınlar için de bu böyle, diğer bireyler için de böyle. Bunlar, benim görüşüme göre, bazı mesafeleri bilinç geliştirme şu bu günkü toplumda sağlayabiliriz ama ayırımcılığın kökü, demin anlattığım nedenlerle üretim süreçlerinde olduğu için üretim süreçlerinde kollektivizasyonu sağlayamazsanız ortaya ortak toplumsal mülkiyeti sağlayamazsanız bilinçlerden de ayırımcılığı topyekûn silemezsiniz. Yani ben ayırımcılığın topyekûn ortadan kaldırılmasının toplumsal bir dönüşümle mümkün olduğunu, toplumsal bir devrimle mümkün olduğunu düşünüyorum. Ama bu günkü toplumda bilinç geliştirme, belirli alanlarda bunları sınırlandırma bir şeyleri tabi yapabiliriz, bunlar mümkündür.
5-Katılım hakkı:Karar alma süreçlerine engellilerin de bütün alanlarda katılması gerekir. Siyasal karar alma süreçleri, toplumsal karar alma süreçleri bütününe engellilerin katılması gerekir. Bunun pek çok nedeni vardır, pek çok açıdan gelerek bu noktaya ulaşabiliriz, ulusal egemenlikten de gelebilirsiniz, milli iradeden de gelebilirsiniz, çünkü milli iradenin bir parçası engelliler de, ulusal egemenliğin de bir parçası. Ama onlardan daha önce bizim gereksinimlerimizi bizden daha iyi bilip, daha iyi öneriler ortaya koyabilecek toplumsal kesimler ancak alanda çalışan uzmanlar olabilir. Yani dolayısıyla bizim örgütlerimize bizimle ilgili yapılacak her şeyin sorulması danışılması gerekir. Aksi halde yanlış işler çıkar ortaya ve çıkıyor da zaten. O yüzden sadece kendimizle ilgili değil tabi engellilerle ilgili değil, bütün toplumsal karar alma süreçlerine engellilerin de katılması gerekir.
Örneğin belediyeler toplumun bütün katlarına olduğu gibi halka dokunan örgütlerdir. Hizmet götürüler onlara, alt yapı sunarlar, çeşitli yollar köprüler şunlar bunlar. Yani engellilerle ilgilidir belediyelerin görev alanları.
Şimdi Türkiye’de 20 bin dolayında belediye meclisi üyesi var. 30 tane engelli var, İstanbul gibi, İzmir gibi birkaç ilde 30 tane engelli belediye meclislerinde var. Hâlbuki bütün belediye meclislerinde engellilerin olması lazım ki o belediye meclisleri engellilerle ilgili işler yaparken doğru şeyler yapsınlar, doğru danışmanlıklar alsınlar. Sadece bu değil, bu temsil hakkı düzeyinde ama örgütlere danışmaları gerekir, örgütlerle birlikte çalışmaları gerekir.
TBMM de şu anda üç dört tane engelli milletvekili var. Kim biliyor, yani ne yapıyor bunlar? Hiçbir şey yapmıyorlar, çünkü engelli mücadelesinden gelmiyorlar. Biri Başbakan Binali’nin yeğeni olduğu için gelmiş, öteki Tayip Erdoğan’ın belediye başkanı olduğu zaman bilmem nesiymiş falan. Bu nedenlerle gelmişler. İşte bundan önce Şafak Pavey de vardı. Türkiye’de hiçbir engelli örgütü tanımıyor kadın. Türkiye’de doğru dürüst bulunmamış, yaşamamış.
Dolayısıyla engellilerle ilgili onları temsil yeteneğine sahip olmayan insanlardı tamamı. Bu güne kadar bir kişi Ak Parti tarafından getirildi o da Lokman Ayva, engelli hareketinden geliyordu ve doğru önemli işler yaptı, zaten bizle de çalıştı kendisi Ak Parti’de olduğu halde.
Sonuncu da katılım hakkı, bu beş tane temel ilkeyi ifade etmiş oluyorum.
Engelliler toplumda nasıl algılanıyor.
Bunu söyledikten sonra toplumsal algı engelliler açısından, engellileri nasıl görmüşse toplum bu güne kadar, algısı da öyle oluşmuş. Engellileri hep üretim sürecinin dışında gördüğü için toplum engelliyi “bir şey yapamaz, asalak, aciz bir varlık olarak görmüş ve algılamış. Bir de şöyle durum, engelliye karşı toplumun davranış biçimi bir psikolojik mekanizmayla işliyor.
Engellilik sakatlık daha doğrusu toplumsal bir olgu, biz gittiğimiz yerlerde de “aman Allah’ı bu işe karıştırmayın ortak etmeyin bu suça” diye anlatıyoruz Müslüman arkadaşlarımıza. Diyoruz, “bu tamamıyla toplumsal bir olgudur“, tamamıyla toplumsal faaliyetler alanında toplumun ihmalinden veya aldığı önlemlerden doğrudan etkilenen azalan ya da artan bir şey. Siz gerekli önlemleri iş koşullarında alırsanız, iş güvenliği önlemlerini, iş hayatında sakat kalma oranı düşer. Siz trafik kazalarına önlem alırsanız trafik kazalarındaki sakatlık oran düşer. Siz salgın hastalıklar vs konusunda önlem alırsanız o alandakiler düşer, azalır. Savaşları keserseniz kitlesel savaş kaynağını önlemiş olurunuz vs gibi.
Dolayısıyla bu alana Tanrı’yı, Allah’ı karıştırmamak gerekiyor. Israrla bu işin kullanıcıları, simsarları, merhamet duygusu üzerinden kazanç elde ederler. Bunu işliyorlar. Ama biz de ısrarla bunun doğru olmadığını, bu alana Allah’ın karıştırılmaması gerektiğini, bu alanın akılla çözülebileceğini, bilimle çözülebileceğini ısrarla vurguluyoruz.
Toplumun davranış biçimi burada toplum kendi akıbetiyle yüzleşmek istemiyor. Ne demek? Yani eğer bu toplum, bu önlemleri almazsa sağlıkta toplumsal yaşamda iş yaşamında, trafikte şurada burada gerekli bütün önlemleri almazsa sonuçta sakatlık meydana geliyor; hem kendi ihmalinin bir ürünü bu, sonuçta. Ama o akıbetinin ürünüyle yüz yüze göz göze gelmek istemiyor, yüzleşmek istemiyor, kaçıyor bir suçluluk kompleksine kapılıyor, yani onun farkında kendi ihmalinin bir ürünü olduğunun fakında o zaman içi başka davranış biçimine yöneliyor. Ya görmezden geliyor gözünü kapatıyor, kaçıyor veya sadaka vererek vicdanını rahatlatıyor. Bunun içinden tabi bilinç yayıldıkça, işin gerçek yanı ortaya çıktıkça bu sorunla toplumun aydın kesimleri, belirli kesimleri yüzleştikçe bunun doğrudan bir insan meselesi olduğu, toplum meselesi olduğu, insan hakkı meselesi olduğu kavranıyor ve giderek doğru davranış biçimleri de yayılmaya başlıyor.
Benim en fazla rahatsız olduğum konulardan biri, bu çok kullanılıyor toplumda, bunu siyasiler de de çok kullanılıyor, “siz de bir engelli adayısınız o yüzden engellilere karşı duyarlı olun bunlara daha yakından bakın” söylemidir. Yani bu söylem çok kötü bir söylem, doğrudur, hakikaten hemen herkes engelli adayıdır. Bilgi olarak yanlış bir bilgi değil. Ama argüman (kanıt) olarak yanlış bir argüman. Biz insanları bir gün bu gün engelli adayı oldukları yarın engelli olabilecekleri için harekete geçiremeyiz. Çünkü yakından baktığımız zaman, şöyle düşünebiliriz peki, kadın haklarına duyarlı olmamız için ille kadın adayı mı olmamız gerekiyor? Veya hayvan haklarına duyarlı olmamız için illa hayvan adayı mı olmamız gerekiyor. Bir bilinçle yaklaşmamız gerekiyor, insan hakları ile ilgili bir hukukun olduğunu, toplumun merkezi olduğunu, dünyanın merkezi olduğunu bilerek davranırsak biz bu duyguyu kazanabiliriz. Korkutarak insanı ıslah edemezsiniz. O yüzden biz o argümanı hiç kullanmıyoruz, kullanılmasını da önermiyoruz. Maalesef bu partilerimizde de çok kullanılıyor. Ağzını açan hemen başlıyor, “herkes bir engelli adayıdır” bilmem nedir, o yüzden falan diye; aydın Menderes de rahmetli sakatlandığı zaman bu argümanı çok kullanırdı, belki de öyle yayıldı, toplumda çok kullanıldı. Yani adaydı sonunda engelli oldu gibi. Bu argümanı çok kullanmayı istemiyoruz, yaklaşım olarak.
Şimdi hükümetin politikası önce dört yaklaşım var, kısa kısa söyleyeceğim. Yani sakatlık konusunda dünyada bilinen, aşama aşama geliyor bunlar.
1-İlkel Yaklaşım-moral yaklaşım da deniliyor. İlkel toplumlarda Tanrıya bağlamak, Tanrının bir cezası olarak görmek, sakatlığı vs bildiğimiz yaklaşım.
2-Medikal yaklaşım. Sakatlığı bir hastalık olarak görmek tedavisi için gereken çabayı göstermekle yetinilir. Hâlbuki sakatlık durumu kalıcı bir durumdur, yani kime sakat denir; artık çözümü mümkün olmayan e öyle yaşayacağı kabul edilen kişiye sakat denir. Artık o hastalık olmaktan işi olmaktan çıkmıştır. Onun bir özelliği haline gelmiştir. O yüzden onu artık o şekliyle algılamak toplumsal ilişkiler alanında da, eğitimde de, istihdamda da, insan hakları emelinde de o haliyle algılamak gerekir. Toplumun spektrumuna bir çeşidi olarak girmiştir artık engelli. Öyle bakmak gerekir, bir farklılık olarak, uzun boylu varsa, kısa boylu varsa, mavi gözlü yeşil gözlü varsa. Başka özellikleri varsa kadın varsa erkek varsa engelli diye sakat denilen bireyler de var. Kiminin kolu iş yapmıyor, kiminin gözü görmüyor, kiminin ayağı uygun değil yürümesine vs vs ona göre her şeyi düşünmek gerekir. Ama tıbbi yaklaşım öyle değil, onu hasta gibi görüyor, onu her şeyi o açıdan bakıyor. Türkiye’de uzun süre tıbbi anlayış hâkim oldu, hala çok etkili tıp anlayış. Hiç unutmuyorum Körler Okulunda Aydınlıkevler’de seçim dönemiydi. Bir araba gidiyor, bağırıyor, “Körler okulunun sakinleri Allah’tan size şifa diliyorum”. Orası eğitim yuvası oysa. Bir dönem Sağlık Bakanlığına bağlıydı bu rehabilitasyon eğitim kurumları 1950 lere kadar; tıbbi yaklaşımın bir ürünü olarak. Sona bir eğitim sorunu olduğu kavranınca 1950 den sonra Türkiye’de Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı.
3-Sosyal Yaklaşım. Bir toplum meselesin olarak görmektir. Engellilik sözü de aslında bu yaklaşımın bir ürünüdür, yaklaşımın doğurduğu bir kavramdır. Sonucu da sadece toplumsal önlemleri almak ta yetmiyor. Bireye ilişkin özel önlemler de almak gerekiyor. Bireyin hakları üzerinden de gitmek gerekiyor şeklideki bir yaklaşımla insan hakları yaklaşımı en so kabul gören sosyal yaklaşımda sentez edilmiş bir şekilde insan akları yaklaşımını aha çok kullanıyoruz.
Bizde Ak Parti Hükümetlerinin yaklaşımı daha çok medikal anlayışla omoral yaklaşım dediğimiz yani “Tanrı’nın bir ders olsun diye Tanrı bizi imtihan ediyor” yaklaşımı var. Bunu çok dile getirmeseler de bütün uygulamaları, bütün şeyleri buna yöneliktir. Sadaka kültürünü utanmasalar bundaki çeşitlilik, bu güçlü aydınlanmacı akım bunlar olmasa inanın çıkıp sadakanın doğal olarak toplumda hâkim olması gereken, mesela Kurumu Genel Müdürüne ben tanık oldum. “İslam ülkeleri engelli kurultayı vardı çalıştayı vardı İstanbul’da üç gün süren. Orada İşKur Müdürü İslam ülkelerine, İslam’ın Batı’nın hiç tanımadığı bilmediği, engeller açısından söylüyor bunu, en önemli urumu sadaka urumu” diyor. Sadaka kurumu sayesinde sakatlara da biz iyi hizmet götürüyoruz, şöyle olurmuş da bir dolaplar olurmuş, ters çevirirmiş, oraya herkes sadakasını koyarmış, sadak taşları vardır Anadolu’da onları anlatıyor uzun uzun. Bunu İşKur Genel Müdürü söylüyor.
İlk defa Ak Parti döneminde engelli sınavı yapılmaya başlandı
Bunu devlet büyüklerinin ağzından çok duymuyoruz. Onlar da “hak hukuk” diyorlar ama, uygulamaları öyle değil; uygulamada sadaka kültürüne himaye, himmet ve sadaka esası bu. Hatta bunu Ak Partili toplantılara gittiğim zaman ısrarla söylüyorum, ifade ediyorum. Bu günkü istihdam politikaları da gerçekten istidam politikası değil, bir sadaka politikası. Ne demek istiyorum, evet Ak Parti döneminde önemli işler yapıldı, gerçeği de örtemeyiz. Önemli şeyler yapıldı, yasalar çıkarıldı, bakım hizmeti, engelli aylığının artması gibi. Hele son altı yıl içinde ilk defa dünyada örneği olmayan bir şey yapıldı. EKPPS diye bir sınav türü çıkarıldı engelliler için. Bunun sakıncalı tarafları da var ama, şu günkü ortamda eçici olarak koruculuk da yapılan bir şey. EKKPS yani engelliler için ayrı sınav yapmaya başladık, çünkü KPPS içerisinde eşit yarışmadıkları eşit eğitilmedikleri, eşit fırsatlara sahip olmadıkları için diğer engelli olmayan arkadaşlarıyla o yarışta hakkaniyetle yarışmıyorlardı. Dolayısıyla EKKPS diye 2012 de bir sınav gündeme geldi. Onun üzerine epey bir arttı. Örneğin kamu personeli olarak devlette o güne kadar 20 bin civarında engelli istihdam edilmişken altı yılda 30 binin üzerinde engelli bu sınavlar sayesinde istihdam edildi. Bu önemli bir gelişmedir.
Okul müdürleri engellilere uyumlu değil
Ha peki içine akalım bir de, yani engelli memnun işe kavuşuyor, işe kavuşunca para aşıyor, evini geçindiriyor falan. Peki, içinde ne oluyor, içinde şu oluyor, okul müdürü yardımcı hizmetli istiyor okuluna, ne yapacak temizlik yaptıracak, güvenlik görevlisi falan. Günün birinde gönderile gönderile EKPS ye göre bir tekerlekli sandalyeli engelli gönderiliyor veya bir kör gönderiliyor. Şimdi müdür hayal kırıklığına uğruyor. Ben müdürden örnek veriyorum siz bunu her tarafta teşmir edin. Müdür hayal kırıklığına uğruyor, çünkü istediği bu değil. O gelen engelli “beni çalıştır” diyor. Ona verileceği bir iş yok, onun açık kadrosu o değil. Bir gün geliyor iki davranış gelişiyor müdürlerde de. “ya kardeşim”, diyor, “sen sıkıntı çekme sabah okula eve gelmek gitmek için akşam trafiğin içine çıkıyorsun sen gelme, aydan aya maaşını zaten hesabına yatırıyoruz çekersin” diyor. “Biz de sorun yapmayız” diyor. Bu hale geliyor, yani bankamatik memuru oluyor engelli vatandaş.
İkinci bir örnek de o engelliyi istifa ettirip yerine engelli olmayan bir personel al.maya çalışan müdürün tavrı, o da mobing uyguluyor. “Sen hiçbir işe yaramıyorsun, sen şöylesin sen böylesin, nerden geldin başımıza bela” falan filan.
İki türlü de ne engelli memnun, ne yetkili memnun, iş görülmemiş oluyor. Peki, bu istihdam m? Buna istihdam denebilir mi? Bu bir sosyal yardım aslında. Hükümet ona bir maaş bağlayarak sosyal yardımda bulunmuş oluyor ve inanın istihdam edilenlerin de çok önemli bir bölümü de böyle. Biz de onlara diyoruz ki, “kardeşim istihdam etmeden önce iş süreçlerini analiz et. Mesleklerini tam olarak tanımla, tüm meslekleri. Mesela niye avukatı nitelikli mesleklerde adam gibi iştiham etmiyorsun. Yıllardan beri Milli Eğitim Bakanlığı tek bir engelli avukat almamış; Sağlık Bakanlığı almamış, Adalet Bakanlığı almamış. Niye açmıyorsun bu kadroları, niye psikolog için, sosyolog için böyle geniş geniş kadrolar açmıyorsun. Son yıllarda beş bine yakın avukat alınmış, içinde 80 tane avukat var engelli. Bu da çok yetersiz o da, demin söylediğim kurumlarda değil, daha çok Orman Bakanlığı falan onlar biraz toplu alımlar yaptılar oralara.
Engelliler için iş analizi yapılmalıdır (Fabrikadaki çalışanın yüzde 60 ı engelli)
Dolayısıyla biz de diyoruz ki, iş süreçlerini analiz et, hangi engel grubu hangi derecedeki engeline göre hangi iş süreçlerinde aşarıyla iş yapabilir. Ben gittim gördüm, Rusya’ya gittim gördüm, Çin’i, Japonya’ya gittim gördüm. Almanya’da bunlar yapılmış, yapılıyor. Ne yapılıyor, örneğin Kalişinkof silahlarının üretildiği fabrikayı gördüm, burada aşağı yukarı çalışanların yüzde 60 ı engelli. İş sürecini bölmüşler aynı işi yapmak için süresi belli, tornada bir şey keseceksin anca hareket zihinsel engelliye vermiş bunu; marangozhanede gürültülü ortama işitme engelliyi vermiş, bilgisayarın başına sesli programını yüklemiş görme engelliyi ermiş. Yani onun sürecinde ona özel torpil geçmeden değerlendirebileceği işi analiz etmiş, hangi basamağında hangi engel grubu çalıştırılabilirse, bu iş yürürü tespit etmiş. Önce iş analizini yap, meslek analinizi yap ondan sonra ona göre eğitimlerini ver. Çünkü altı ile iki yıl arasında bir eğitime tabi tutup iş grubuna sokuyorlar dışarıda engellilere. Onun yeteneklerine durumuna uygun. Onu yap ondan sonra engelliyi iştiham et ki engelli de gittiği yerde bir işe yarasın, hakkıyla alsın o maaşı. Onun işvereni de ona itiraz etmesin, mobing de uygulamasın, bankomat memuru da yapmasın. Maalesef Ak Parti hükümetinin genel engelli politikası himayeci, himmetçi ve sadakacı bir politikadır. Tabi önemli işlerin yapıldığını buna rağmen bu içerikle de olsa daha önceki hükümetlere göre yapıldığını da hakkaniyet gereği söylemek zorundayım”.
Cevat Kulaksız
Cevat Kulaksız SONNOTLAR
(1) Turan İçli Kimdir: 1955 Sivas doğumlu çocukken geçirdiği bir kaza sonucu görme engelli oldu. ODTÜ Sosyoloji ve Ankara Hukuk Fakültesini bitirdi. Öğretmenlikten emekli oldu. Engelliler Konfederasyonu başkanlığını sürdürüyor uzunca bir süre (7 yıldır, daha önce Körler Fed.).
(2)ÖZEL EĞİTİMİN TARİHÇESİ
( 1700 – 1800 )İlk sağırlar okulu 1755 yılında Fransa’da açılmıştır. Özürlüler alanında ilk çalışmalar görme engelliler ve görme özürlüler alanında yapılmıştır. İlk 1873 yılında Paris’te körler okulu açılmıştır. Bu okulu Almanya, Avusturya, Rusya izlemiştir. 1830’larda Dr. Samwel Howe en çok birer yıl ara ile Boston, New York, Philadelphia körler okulunu açmıştır.
( 1800 – 1900 )
Grati efendi 1889’da İstanbul’da Sultan Ahmet’de Ticaret Mektebi’nin bir kanadında sağırlar okulu açmış daha sonra körler okulu eklenmiştir. Özel eğitim alanında ilk kez bilinçli ve sistemli olarak 1889 yılında İstanbul Ticaret Okulu bünyesinde sağırlar okulu açılmıştır.
( 1900 – 1930 )
Cumhuriyete geçiş döneminde 1920’de İzmir Karşıyaka’da bir gönüllü kuruluş sağır, dilsiz, körler okulunun açılışını yapmıştır.
https://ozeltelepati.com/%C3%B6zelE%C4%9FitimTarih%C3%A7esi.aspx
(3) Körler için ilk alfabe, kendisi de kör olan Fransız Louis Braille tarafından, 1824 veya 1921 yılında icat edildi. Louis Braille, üç yaşındayken gözlerini yitirmişti. 15 yaşına geldiğinde, kendisi için özel bir alfabe buldu.25 Ara 2010
https://www.google.com.tr/search?newwindow=1&source=hp&ei=U5IDXMiKKMGtsgGLhY6gAQ&q=ilk+k%C3%B6rler+alfabesi&oq=ilk+k%C3%B6rler+alfabesi&gs_l=psy-ab.1.0.0i22i30.3934.9791..11744...1.0..0.174.2587.0j20......0....1..gws-wiz.....6..0j35i39j0i67j0i131j0i10i67j0i13.nMyfR-l79KA
Yorum Gönder