ÖzgürIüğünden vazgeçen kimse, insanIık hak ve görevIerinden vazgeçmiş demektir.
İnsan sevgisi kadar büyük sevgi oIamaz.
Bir insan başka bir insana eşit oImayabiIir ama her zaman aynı cinstendir. (De BonoId)
İnsan köIe doğmaz, köIe yapıIır.
ZayıfIarın hakkını korumak için konuşmayanIar, köIedir. (LovveI)
Gerçek oIan tek yarış! İnsanIık yarışıdır.
Hakkı güçIendirmeyenIerdir ki kuvveti hak ederIer.(Cenap Şahabettin)
İnsan, aImadığı şeye sahip oIamaz. (Goethe)
Özgür Sanatçılar Derneği’nin organize ve çabası ile 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü 70. yılında panelle alındı. Çankaya Belediyesi Yılmaz Güney Sahnesi’nde 10.12.18 günü düzenlenen etkinlikte, Gönen Köy Enstitüsü çıkışlı Emekli İlköğretim Müfettişi Mehmet Ayhan piyanosu ile çaldığı klasik Batı Müziğinin seçkin bestecilerinin eserleri ile geceye ayrı bir renk kattı. Panelde konuşmacı olarak Prof. Dr. Anıl Çeçen, Hüsnü Merdanoğlu, Güngör Tanrıverdi katıldılar. Program sonunda Anıl Çeçen’e ödül ve öteki panelistlere plaketler verildi. Ne yazık ki koskoca salonda izleyici olarak 50 civarında katılımcı vardı.
Özgür Sanatçılar Derneği Başkanı İbrahim Erdem açılış konuşmasında, insanlığın tarihsel sürecinde oluşumu, savaşlarla birbirini kırmalarından, savaşlardan milyonlarca insan yaşamlarını yitirdi. Uzun bir sürede insan hakkı diye bir hak yeşermemiş, sonra insanoğlu bilinçlenmeye başladıkça insan haklarının önemi ön plana çıkmış”, şeklinde konuşarak giriş yaptı. Gönen Köy Enstitüsü mezunlarından Mehmet Ayhan, klasik batı müziğinden beğenilen parçalar çaldı. Arkasından Hürdoğan Aydoğdu’nun hazırlayıp sunduğu insan yaşamından birçok savaşların acı sonuçları gösterilirken, Ruhi Su sazı ile yürek yakan parçalar söylüyordu.
Panel yöneticisi Orhan Selen, oturuma başlarken, “üzerinde yaşadığımız topraklar insan haklarının en çok çiğnendiği yerdir ve bu coğrafya da en çok çiğnenen haklar da kadın haklarıdır; aramızda konuşmacı olarak bir hanımının olmamasının üzüntüsünü utancını yaşıyorum” dedi. (Salondan alkışlar)
Av. Güngör Tanrıverdi’ye söz verildi, konuşmasında şunları söyledi, (ayağa kalkarak):
“-Ankara’da 1897’den beri avukatlık yapıyorum. Hakkımız kayıp olduğunda neler yapmalıyız. Hak kavramı dediğimiz husus, hak kavramının hukuktan gelen bir tanımı var ama hukuk düzeninin kişilere tanıdığı korunan menfaat, hukuken insana atfedilen şey.
Hürriyet nedir? Birisinin hürriyeti yanındakinin hürriyetinin başladığı yerde biter, bir kavram. Herkesin hürriyeti var, herkes hür doğuştan gelen bir özellik ama herkesin hürriyeti yanındakinin hürriyetinin başladığı noktada sınırlanmıştır. Dolayısıyla hak kavramını aslında geniş almak gerekiyor ki hak kavramını geniş alırsak, bu gün arıların bile bizden daha fazla hakkı vardır. Çünkü arı yok olursa insanlık yok olur. İnsanlık yok olursa doğa kendini onarıyor ama önce canlı hakkı, ağaç hakkı yaşayan her şeyin hakkın vardır. Önce onların hakkına saygılı olacağız. Sonra kendi hakkımıza sıra gelsin.
Hak kavramı nereden geliyor.
1215 yılında Magna Carta denilen bir sözleşme imzalanmış. Kral Corc diye bir kral varmış geçmişte inanılmaz vergiler almış başını giderken bir savaşı kaybedince aslında o günün burjuvası sayılan din adamlarıyla, zenginleri buna baş kaldırıyor ve diyor ki, “biz artık anayasal bir hukuk kuralları getirelim” diyor ve sonunda Magna Carta’yı imzalıyorlar. Magna Carta’nın mesela iki üç tane önemli maddesini aldım.
Birinci Maddede, “Hiçbir özgür insan yürürlükteki yasalara başvurmaksızın tutuklanamaz, mülkü elinden alınamaz, sürülemez ya da yok edilemez.
Bu gün mevcut yasal düzenlemelere göre şu 1215 yıl bile gerisindeyiz. Bununla ilgili bir minik hikâye anlatmak istiyorum.
Sigara yüzünden Atatürk’e hakaret eden köylü
Bir gün Atatürk’e gelmişler, diyor ki, bir köylü hakkında Atatürk’e hakaretten soruşturma yapıldığını ve tutuklama işlemine sevk edildiğini öğreniyor. Atat-ürk diyor ki, “bu köylüyü niye tutuklamaya karar verdiniz”. Diyorlar ki: “Size hakaret etmiş”, “niçin hakaret etmiş?
Tütünü sigara kâğıdı bulamadığı için gazete kağıdına sarıp içmiş, o yüzden küfretmiş size.
Atatürk, “peki siz sigara kâğıdı bulamayıp tütünü gazete kâğıdına sarıp içtiniz mi? demiş.
Yok, demişler.
Atatürk, “ben savaştayken çok içtim, bana az bile küfretmiş, onu tutuklayacağınıza ona bir paket sigara verin, adamı da gönderin”, demiş.
Şimdi hak kavramına yaklaşırken, biraz vicdanlı merhametli, empati yapan kabiliyete sahip olmak gerekiyor.
Yine hak kavramında Pir Sultan Abdal, ifade özgürlüğü için canını veren müritlerinden birisi Pir Sultan Abdal’a diyor ki, “içinde şah kelimesi geçmeden bir şiir yaz”. Adam idama gidiyor, ama dirence bakın, diyor ki, “Kılınmış namazım kıldırırlarsa, alınmış abdestim aldırırlarsa sizde “Şah” diyeni öldürürlerse ben de bu yayladan Şah’a giderim” diyor. Ölümü Özgürlük için, ifade özgürlüğü için, halkı için göze alan bunu kullanan bir tarihi kişiliktir.
Bir hakkımız zayil olduğunda ne yapacağız, kısaca, bir sürü hakkımız zail oldu, bir sürür anayasada haklarımız var. Yaşama hakkı, işkence yasağı, özgürlük, adil yargılanma bir sürü insan temel hakları var.
Eğer bir hakkınız zail olursa, bunun için kullanacağınız yol, en iyi yol dilekçe, her türlü devlet kamu ya da özel kurumlarla yaptığınız işlemlerde kamuya karşı dilekçe hakkınızı kullanın. Dilekçe hakkınızı kullandığınız zaman, işi yazıya bağladığınız zaman sonuçtan netice almanız çok daha kolay olacaktır. Bir mağduriyet yaşadığınız zaman en azından, örnek veriyorum, şurada kapıda bir mağduriyet yaşadınız ne yaparsınız, avukatınızı arayabilirsiniz ama avukat gelene kadar böyle bir durumda en güzel yapılacak şey, buradaki olan olayı, buradaki tanıklarla tutanak altına alıp diğer zaman ve mekân bilgilerini bir kuruma aktarmaktır. İlgili kurum size dilekçe hakkına karşı ne yapacaktır,15 gün içinde cevap verecektir. Türkiye’deki hukuk sistemi yazılıdır, sözlü değildir, herhangi kurula gittiğinizde bir başvuru yaptığınızda, yazılı yapmazsanız sonuç alamazsınız. Yazıyla müracaat edeceksiniz hiçbir kurum almıyorum, bunu götür başka yere ver” deme hakkı yoktur. Alır sizden dilekçenizi cevabınızı da yazılı olarak verir, ret etmişse orada avukata başvurursunuz”.
Hüsnü Merdanoğlu da yaptığı konuşmada Alevi vatandaşların hak kayıplarına değinerek şunları söyledi:
“-Eğitimci Mehmet Ayhan Eğitimin Cumhuriyete kanat gerenlerin eğitim anlayışını örneğini bize yansıttı. Çok acı bir gerçek konumuzun içine girmeden asıl bildirim, konu başlığına değinmeden eğitim bağlamında bir örnek vermek istiyorum. Şimdiki öğretmenlerimizin çoğunluğu sözleşmeli, düşünebiliyor musunuz bu sözleşmeli öğretmen gelecek sözleşme döneminde acaba sözleşmem uzatılır mı? Düşüncesi içinde kıvranır.. Mehmet Ayhan gibi öğrencilerine kanat gerip bırakın piyanoyu, Türkiye’nin gerçeklerini öğretecek mi? Bu acı gerçeği buraya noktalıyorum ve şunu söylemeden kendimi alamıyorum, eğer ülkemizin eğitim seviyesi böyle giderse birileri tarafından işgal edilmeye gerek yoktur. Kendi kendimizi işgal etmiş oluruz. Çünkü gerek her kim bunları kaleme almış, evrensel anlamda kamuoyuna sunmuş olursa olsun, insan hakları eğitimi ülkede olduğu sürece yaşamanın çok olumlu yönü çağdaş eğitimden geçer diyorum.
10 Aralık Birleşmiş Milletler toplanmış bir karar vermişler, güzel de etmişler aslında, “herkes doğuşu itibariyle onurludur, bu onuru koruyabilmek için de diğer insanlara görev düşmektedir, diyor. Din, inanç, doğum yeri, kültürü, zengini vs herkes eşittir. Herkes onurla doğar, işin özü bu.
Bu ve diğer insan hakları sözleşmesine de bizler taraf olduğumuz imzaladığımız için, biliyorsunuz uluslar arası anlaşmalar, sözleşmeler bir kanundur, onanıyor ve ondan sonra, eğer anayasaya da bağlı ise dava açılmıyor o kadar bağlayıcı. Siyasi bağlamında renk bağlamında doğduğu yer itibariyle hiç kimse kınanamaz, diyor, insan hakları evrensel beyannamesi.
Bir diğeri de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, başlıca Avrupa Konseyi tarafından şimdi 47 ülke tarafından onanmış, biz de bunların taraflarından biriyiz. Çoğu kez karıştırılıyor. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi-mahkemesi, Avrupa Birliği’nin (AB) bir mahkemesi değil. Ancak AB ülkeleri bunun varlığını kabul ediyor, sanki biz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) sine dava açtığımızda, bir hakkımızı savunmaya yöneldiğimizde, sanılmasın ki AB nin bir organına başvuruyoruz değil. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi derken vicdan hürriyeti bağlamında eşitliği korunmalıdır, diğerleri de buna saygı duyulmalıdır bağlamında kimi yasal hükümleri onamış kabul etmişiz. Kimliği nedenlerle hiç kimse sorgulanamaz, kınanamaz, farklı bir tutum içine girilemez, diye de 11. Maddesi hüküm altına alınmıştır.
Bizim anayasamızda, diğer yasalarda herkesin din, fiil, ırk ve benzeri özelliklerinden dolayı eşit olduğunu hüküm altına almıştır.
24. Madde, Anayasamızın din kültürü ve ahlak öğretimi ki zorunlu din dersi olarak anlatılır. İlk ve ortaokullarda zorunlu olarak 1982 Anayasasından beri uygulanmaktadır. Lafı bir noktaya getirmek için bunlara değiniyorum. Değinmek istediğim iki mahkeme kararı var.
Birisi zorunlu din dersi, diğeri de cemeviyle ilgili.
Herkesin inancı vardır, yalnız Alevi yurttaşlar inanca sahip değil. Birçok insanın kendine göre inancı var. Ancak son yıllarda Alevi yurttaşlarımız özellikle insan hakları mahkemesine başvurmaları nedeniyle bu iki konuyu seçtim.
Laiklik adam olmaktır
İnanç bir gönül bağıdır, din bir inanç olgusudur, Tanrı’yla bağlantılıdır. Ancak teis, ateist ve teis diye ayrılıyor, yani şunu söylemek istiyorum. Allah’a, Allah’ın gönderdiği peygambere inanmayanın da bir inancı var, ateist dediklerimiz. Bu bağlamda onun da hakları güvence altına alınmıştır. Laik konusuna girmek istemiyorum, çok tartışıldı, sadece bir ifadeyi huzurunuzda yinelemek istiyorum. Henüz Meclis hükümeti döneminde Ulusal Kurtuluş Savaşı koşullarında Meclis hükümeti var, başkanı aynı zamanda devletin yöneticisi, o günlerde de tartışıyor. Devletimizin kurucusu, “kurucu babamız Atatürk” orada itiraz eden laiklikten bir şey anlamadığını söyleyen o kutsal milletvekilleri, Birinci Meclisin bütün milletvekilleri kutsaldır, başında sarığı varmış, başı açıkmış hiç önemli değil, ülkenin kurtuluşu halinde çalışmışlardır. O kutsal milletvekiline, Atatürk şunu söylüyor, “laiklik adam olmaktır”. Sustular, bunun üzerine başka bir söz söylemeye de gerek yok.
1948 yılında din kültürü gündeme gelmiş, 48 yılında seçmeli, 1956 da lise müfredatına alınıyor, 1974 yılında ahlak bilgisi ekleniyor. Az önce değindiğim üzere 82 yılında da zorunlu hale geliyor.
Peki, burada Alevi yurttaşlarımızın rahatsızlığı ne?Deniyor ki, okullarda Suni İslam’ın bir Hanefi mezhebi anlatılıyor, Alevilik anlatılmıyor, anlaşılmıyor. Bir cemevinde çağırılı olarak konuşuyordum, bir vatandaş, “torunum dedi ki siz Muharrem ayında oruç tutuyorsunuz, öğretmenler “Ramazan ayı” diyor, soru çıkarsa hangisini cevap vereyim? Ne demek istediğimi her halde anlatabilmişimdir, yani evde Muharrem orucu, öğretmen “Ramazan” diyor. Sonra da çocuk kendi inancı dışında bir cevap vermek zorunda kalıyor. Bir zorlama var, buna benzer nicelerini çoğaltmak gerekir.
1948 de gündeme geldiğinde Cumhuriyet Gazetesi’nin sahibi Nadir Nadi’nin bir itirazı var, makalesi de var, ondan başka, o dönemde hiç kimse tarafından kaleme alınmamış, diyor ki, “tamam, zorunlu din dersi gelecek din adamlarına para verilecek ama Alevilere ne hizmet verilecek. Çünkü onlar da vergi veriyor” diyor. Bu soru o günden bu yana kadar yanıtlanmadı devam ediyor.
Okullarda Alevilik anlatılmıyor, ayırımcılık yapılıyor
Literatüre geçmiş bir karar var. İnsanda eylem zengin kararı, bunlar diyorlar ki, “bizim öğrencilerimize gereği gibi Alevilik anlatılmıyor, Sünni İslam’ı belli bir mezhebi anlatılıyor, zorlanmayız. Günah işleme korkusu çocukların körpe beyinlerine işleniyor, buna itiraz ediyoruz,”, diyorlar. Hükümet kendini savunuyor, “yolsuzlukları önlemek için bu dersi veriyoruz”. Bir parantez açıyorum.
Hepimizin içini yakan 15 Temmuzu yapanlar yaş ortalamasına bakın, hepisi zorunlu din dersi gördüler. Keşke bir Kemalist olarak eğer bu dersler suiistimali çıkarcılığı önleseydi, inanıyorum ki Alevi yurttaşlar hiç sesini çıkarmayacaklar. Olay haliyle AİHM sine taşınıyor. Deniyor ki, “evet devlet belli bir mezhebi dayatamaz çocukların ebeveyinleri istediği dersi ve istediği eğitimi vermekle yükümlüdürler, dolayısıyla başvurular AİHM sinin içeriğine uygundur. Genel Hukuk görüşü, Mahkeme bağlamında Avrupa Hukuk Konseyi uyarısınca ırkçılığı ve hoşgörücülüğe karşı Avrupa komisyonu da sözünü ettiğim bu zenginlerin kararını onaylıyor. Deniyor ki, “zorunlu olarak öğrencilere bir dinini, mezhebi kendi de buluğ çağına geldikten sonra din anlayışını seçmek koşuluyla yapılan eylem zorunlu eğitim mevcut hukuk kurallarına aykırıdır” deniyor. Öte yandan bizim Danıştay’ımız da bu yönde karar verilmiş olmasına rağmen bu güne kadar sorun çözülmüş değil, yani zorunlu din dersi konusu çözülmüş değil. Bu da bizim olağanüstü bir coğrafyada yaşayan ülkemizin yararına uygun bir gelişme olmuyor.”
Yönetici Prof Dr. Anıl Çeçen’e söz vermesiyle Anıl Çeçen konuşmasında şunları söyledi:
“-Bir 10 Aralık günü İnsan Haklarını dile getirirken ve bu günün anlamı üzerinde konuşurken, altı milyonluk bir başkentte yaşıyoruz, gördüğünüz gibi 50-60 kişi bir araya gelemiyoruz. Durumunun ne kadar zor ve olumsuz koşullarda olduğumuzu ortaya koyuyor.
Avrupa ülkelerinde Atatürkçü Düşünce Derneği’nin açtığı Atatürk törenlere katıldığımda, gene böyle salonların yarı yarıya olduğunu onlarla karşı karşıya kaldım. Bana dediler ki, “eğer burada bir cemaatin toplantısı olsaydı, salonlar tıklım tıklım olurdu”. Çağdaş, laikçi, Atatürkçü olan toplantılar nedense katılımı az olarak ifade ediliyor ki bunu Türkiye’de de yaşıyoruz.
İnsan hakları deyince, iki Amerikan Cumhurbaşkanını hatırlamam lazım. Birincisi o süreci başlatan Cimi Cartır, fıstık çiftlikleri olan bir cumhurbaşkanı idi. İlk Cumhurbaşkanı seçilir seçilmez, yaptığı basın toplantısında dedi ki, “bundan sonra Amerikan dış politikası tek bir kavramla ifade edilecek o da İnsan Haklarıdır”. İnsan hakları bazında biz dünyaya bakacağız, insan haklarının gelişimini sağlayacağız, insan haklarını çiğneyen ülkelerle mücadele edeceğiz”, dedi, 1970 li yılların sonlarında.
Bu gün seçilen Amerikan Cumhurbaşkanı Tramp ise insan haklarından hiç söz etmiyor, aksine binlerce tır silahı Orta Doğu’ya yüklüyor. Binlerce tır ve bu süreç içerisinde de vahşi günler getiriyor ki insan haklarını yok eden bir süreç.
Biliyorsunuz insan haklarından söz edebilmek için önce yaşam hakkının garanti altına alınması gerekir. Eğer yaşam hakkınız güvence altında değilse, hiçbir hakkın tamamıyla yaşayamazsınız. Önce yaşam hakkı, önce savaş alanına yatanlar emperyal amaçlarını, silah ticaretini gündeme getirenler dünyayı insan hakları adına yaklaşık yarım yüz yıl oyaladılar. İnsan haklarının en üst düzeyde gelişeceği bir dünya vadedenler, yola çıkanlar, özellikle küreselleşme sürecinin başlangıcında Sovyetler Birliği’nin dağılmasından yararlanarak bütün dünyayı baskı rejimlerinden kurtaracaklarını söyleyenler, bu gün tamamen karşı bir zihniyette olağanüstü baskı rejimleri önermişler ki bunu en basit örneğini görebiliyoruz, hem de içinde bulunduğumuz coğrafyada görüyoruz.
İnsan hakları günümüzden yarım yüz yıl sonra 1970 lerden 2010 lu 2020 yıllara geldiğimiz bu aşamada maalesef ilerleyememiş, gördüğünüz gibi olağanüstü gelişmeler sonucunda insan varlığı tehdit altına alınmıştır.
İnsan Haklarından söz edebilmek için en asgari düzeyde bir ülkenin hukuk düzeninin işlemesi gerekir. Bir ülkede hukuk düzeni işlemiyorsa, bir ülkede anayasal sorun varsa, anayasanın bazı maddeleri geçerli, bazı maddeleri geçersiz kılınıyor ise, o gibi ülkelerde insan haklarından söz etmek mümkün değildir. Öyle bir coğrafyadayız ki, 1990 lı yıllarda yaşadığım 98 İnsan Haklarının 50. Yıldönümünde, o dönemin hükümetinin ben insan hakları konusundaki danışmadıydım. Eğer Türkiye’de insan haklarıyla ilgili bir üst düzeyde kurul kurduk ve konuşmalar yaptık raporlar yayınlandı ve başbakanlığa bağlı özel birimler kuruldu, olağanüstü çalışmalar yapıldı, tek amaç vardı AB ye girmek. Ama gördüğünüz gibi AB bizi insan haklarından yargılıyor, ama ıslah olmuyor. O süreç içerinde de biz insan haklarıyla hedeflemiş olduğumuz önce AB sonra Batı dünyası, daha sonra da Cumhuriyeti kuran büyük önder Atatürk’ün söylediği gibi, “insanlık âleminin onurlu bir üyesi olmak” hedefdi ki, Cumhuriyet rejiminin ana hedefidir, işte bu doğrultuda Türkiye’nin önünün kesildiğini görüyoruz.
1998 yılında önce Kanada’da uluslar arası toplantıda Türkiye’den hiç kimse katılmadığı için o zaman başbakanlık müşaviri olarak Kanada’daki toplantıya ben katılmıştım. Daha sonra da bir başka toplantı Afrika’da yapıldı, Habeşistan’da gene Afrika’ya hiç kimse gitmediği için oraya da ben gitmiştim. İki ayrı kıta iki ayrı dünyanın arasında Türkiye’nin konumunu daha iyi görebildik. Kanada’ya gittiğimde toplantının yapılacağı salona girerken benim önümü kestiler. Ellerinde flamalarla ortaya çıkan bir grup hanım Leyla Zana’nın Arkadaşları isimli bir derneği kurarlar Türk delegesi olarak benim kongreye katılmamı engellediler. Bu yaşadığımız bir süreçti ve Türk delegesi olarak dünyanın neresine giderseniz gidin karşınıza çıkan bir Türkiye’nin bir sorunu. Ama Afrika’daki bir toplantıya katıldığımda, bana Afrika’daki ülkelerin temsilcilerinden yansıyan tepki neydi biliyor musunuz? Türkiye İslam Dünyasının ASYA Afrika ülkelerinin en önde gelen insan hakları temsilcisi ülke olarak gördüklerini bana Habeşistan’ın Başkenti Adis Ababa’da söylediler ki bir tarafta Batı’da Kanada, bir tarafta Habeşistan doğunun bir parçası ve bir tarafta da Türkiye her ikinin arasında bir ülke.
Evet, jeopotik konumumuz Türkiye’nin içinde bulunduğu sorunları dünya dengelerinin etkisiyle meydana geldiğini, doğrultudaki gelişmelerle Türkiye’yi yönlendirdiğini söyleyebiliriz ki, evet bir tarafta etnik bir mesele ortaya çıktı, insan hakları sürecinde, öbür tarafta da giderek din ve inanç özgürlüğü çerçevesinde dini yapının öne çıktığını görüyoruz.
Hâlbuki insan haklarının ortaya çıktığı sürece baktığımız zaman, Orta Çağ’dan çıkış aşamasıdır. Orta Çağ kilisenin egemen olduğu dönemdir, bin yıl sürmüştür, Avrupa’nın karanlık dönemidir, dünyanın da özellikle kilisenin ön plana geçtiği bir noktada dini baskının geçerli olduğu bir düzendir ki orda artık hak ve özgürlük tamamen din kriteri içerisinde ele alındı, Orta Çağ’da.
İnsan hakları işte dini baskının ötesine çıkmak ve özellikle din kavgası ki, Avrupa’da o bin yıllık dini döneminde çok ciddi boyutlarda bir Hıristiyan-Müsevi (Yahudi) kavgası vardır. Bu süreç Fransız ihtilalına kadar devam etmiştir ki Fransız ihtilalı ile patlama noktasına gelen bu süreçte daha sonra Cumhuriyet dönemine giriliyor; Cumhuriyet yönetimiyle beraber ulus devlet olgusu öne çıkıyor ve ulus devletle beraber millet kimliği ön plana çıkınca ümmet kimliği geride kalıyor.
Bu gün geldiğimiz aşamada bunun tamamen tersi bir dönemle karşı karşıyayız.
Küreselleşme sürecine girildiğinde dünyada ne oluyor, nereye gidiyoruz diye herke birbirine bakarken birden pat pat diye belirli kavramları öne attılar. Bu kavramlardan bir tanesi post modernizm kavgasıdır, evet insan haklarını biz modernitenin başladığı Orta Çağ’dan çıkış süreci içerisinde bilimsel devrimlerle başlayan modernizmin sürecinin başlangıcında kazandık, bu gün küresel emperyalizm uluslar arası şirketler üzerinden dünyaya egemen olduğu noktada bize post modernizm adı altında modernizmin kazanımlarını elimizden çıkacağı bir süreci din noktadayız. Geldiğimiz noktada Fransız ihtilalıyla başlayan süreçte uluslaşma başladı. Cumhuriyet rejimleri kuruldu ve bilimsel devrimler yoluna devam etti. Bu gün bilimin yerine tekrar geriye dönerek dine yaslanmak hedefi gibi bir olguyla karşı karşıya kalıyoruz ve bu çerçevede de Türkiye ve Türkiye benzeri diğer ülkeler post modernizm adı altında modern çağların öncesine doğru bir gelişmeyle karşı karşıyayız.
Orta Çağ’ı yaşadık, modern çağları da yaşadık, modern çağlardan çıkarken tekrar Orta Çağ’a geri dönmek yanlış olacaktır. Tekrar yeniden Orta Çağa dönmemek için modern çağlarla birlikte modernizmin getirdiği bilim ile modernizm öncesi ortaya çıkan dinlerin bir noktada kesişmesi gerekiyor.
Eğer bir noktada birlikte beraber yaşama gerçekleşemezse ki soğuk savaş döneminde bir tarafta Sovyetler birliği vardı, bir tarafta Batı dünyası vardı ve kapitalist sistemle sosyalist sistem beraber yaşıyordu aynı çatı altında, bunun adı barış içinde ortak yaşam. Birlikte var olmanın yolu barış içinde beraber yaşamaktı. Bu gün geldiğimiz noktada bu sefer din ve bilim arasında bir ortak yaşamı almak durumundayız. Bir denge oluşturmak durumundayız. Bilim adına konuşanları din düşmanı olarak görmek, ya da din adına konuşanları bilim karşıtı olarak görmek doğru sonuçlar vermedi. O zaman bu kavganın geride bırakılacağı yeni bir uzlaşmaya, büyük bir uzlaşmaya doğru gitmezsek eğer, bakın Orta Doğu’da savaş isteyenler üçüncü Dünya savaşı çıkarmak isteyenler Avrupa’nın çok gerisinde kalan mezhepler savaşını tekrar yaşatmak istiyorlar.
Fransız Devrimine giden süreçte Versay Antlaşmasıyla 1648 yılında mezhepler savaşı önlenmiştir. Bu gün yeniden mezhepler savaşı Avrupa’da değil Orta Doğu’da çıkartılmak isteniyor. Geriye dönüş var. Geriye dönüşe izin vermememiz gerekiyor. Emperyal güçler dünyaya egemen olmak için bu doğrultuda hareket ediyorlar. Bilimi de dini de kendi işgalleri doğrultusunda kullanarak ama bizim gibi ülkeler bu emperyal saldırı altında şimdiye kadar ezildiler.
Fransız İhtilalının çıktığı Paris’te 68 olaylarının ortaya çıktığı Paris’te bu gün yeni bir sürecin başladığını görüyoruz. Sarı Yelekliler olayı yabana atmayın. Dünyada baskının giderek bütün dünya ülkelerinin önünü kestiği bu aşamada bu gidişe karşı bir çıkışa ihtiyaç vardı, işte bu gelen Fransız Devrimin 68 olaylarının gerçekleştiği Paris’te başladı. Sanırım önümüzdeki dönemde bütün dünyada bu tartışmalar devam edecek. Bir insan hakları günümüzde haksızlığa direnişin sembolü olarak ortaya çıkan Sarı Yelekliler olayının anlamlı olduğunu vurguluyorum”.
Burada 10 ar dakikalık birinci bölüm bitti. İkinci tur 10 dakikalığı ekleyemiyoruz. Çünkü yazı uzayacağı için ikinci bölümü başka bir yazımızda eklemeye çalışacağız.
Cevat Kulaksız
Cevat Kulaksız SONNOTLAR
MAGNA CHARTA NEDİR? (1215)
1215 yılında İngiltere Kralı Jan’ın(John) Magna Charta’yı kabul etmesi, Orta Çağ'da ilk demokratik gelişme olarak kabul edilmiştir. Magna Charta halkın temel hak ve özgürlüklerinin bir kısmının tanındığı siyasal bir belge niteliğindedir.
Kral Richard’dan sonra Kardeşi Jan İngiltere kralı olmuştur. İngiltere, Fransızlar ile yapılan savaşta Fransa Kralı II. Philip'e karşı başarısız sonuç alınca, bazı soylular ve halk ayaklanmaya başlamıştır. Bu ayaklanmaları bastırabilmek için kral soylulara bazı imtiyazlar vermek ve Magna Charta yani Büyük Şartı kabul etmek zorunda kalmıştır.
Magna Charta’nın bazı önemli maddeleri şunlardır;
1. Bu sözleşme ile Kral halkın onayını almadan veya halktan haksız yere vergi toplamayacaktır.
2. Mahkemeler halka açık yapılacak, adalet satılamayacak, geciktirilmeyecek, hiçbir özgür yurttaş bu haklardan mahsur kalmayacaktır.
3. Yasaları bilmeyen kişiler hâkim, vali, şerif olmayacaktır.
4. Özgür kimseler haksız yere hapis ve sürgün edilmeyecek, mülkleri ellerinden alınmayacaktır.
5. Askere alınmalar düzene konulacaktır.
6. Soylulardan oluşan bir kurul kralın Magna Charta'ya uygun davranıp davranmadığını kontrol edecektir.
Bu ferman ile İngiltere’de kralın yetkileri sınırlandırılmıştır. Mutlak Krallık yönetiminden meşru krallık yönetimine geçilmiştir. Yavaşta olsa demokratikleşme süreci başlamıştır. Parlamento yönetiminin kurulması için uygun şartlar oluşmaya başlamıştır.
https://www.tarihin.com/magna-charta-nedir.html
Yorum Gönder