Padişahların içinde sadece Abdülaziz Avrupa’ya gitmiş, gerçi onun da hiç gönlü yokmuş Avrupa’ya gitmeye, ama Sadrazam Ali Paşa ile Hariciye Nazırı (Bakanı) Fuad Paşaların ısrarlı ricaları ile 1867 yılı haziran ayında ilk kez Avrupa’ya (Fransa’ya) gider.
O yıl Fransa’da Dünya Milletlerarası Sergisi açılacağı için, pek çok kral, Çar, öteki devlet adamları ile birlikte Sultan Abdülaziz de davet edilir. Bu sergi 687 bin metre kare alan üzerinde kurulur, başta Fransa olmak üzere davet elden devletlerin çeşitli malları, tarım ürünleri vb bu fuar alanında teşhir edilir.
Açılış töreninde, Fransızların 1830 da işgal ettiği Cezayir sömürge biriliği de protokolde geçiş yapar. 400 yıldan fazla bir zamandır Osmanlı’nın bir eyaleti olan Cezayir’li Müslüman sömürge askerleri, Osmanlı Padişahı İslam Halifesi Abdülaziz’in de selamladığı alandan gözyaşları içinde geçerken padişah da hüzünlenir. Ayrıca Rusların işgal ettiği Orta Asya Türklerinin Rus stantlardaki halı tezgâhlarını görünce buruk bir acı duyarlar.
Avrupa, Rönesans’tan sonra bilim, sanat, keşiflerde çok büyük atılımlar yaptığı için hayatın her alanında büyük gelişmeler olmuş, özellilikle buhar makinelerin bulunuşu ile gemicilikte gelişmelerle her alanda tezgâhlar, makineler icat edilmiş. Buna paralel olarak fuar alanlarında her ülke birbirinden farklı makineleri, tezgâhları teşhir ediyorlar, fuar alanını gezen Türk heyeti hayretle ve biraz da buruk duygularla geziyorlardı.
Sultan Aziz ve yanındakiler, fuar alanındaki birbirinden ilginç şeyleri gördükten sonra akşamüstü Türk Pavyonunun ziyaret ettiler. Türk Pavyonunda sadece, “Türk Kahvesi” deyimini canlandıran kahveciler, başlarında fes, temiz kıyafetli gençler, gelip geçene, “buyurun bir kahvemizi içmez misiniz” diyorlar, burada sadece kahve yanında çubuk, nargile içiliyordu.
Sultan Aziz, resmi törensiz ve merasimsiz, halktan birisi olarak sergiyi gezmek istediğinden, yanında Başyaver Halil Bey olduğu halde stantları geziyordu. Türk Hakanının rahatsız edilmemesi ve hatta sevgi ve tezahüratı yapılmaması için sergi memurlarının ricasını ellerinden geldiği kadar yerine getiriyorlardı amma, yine de, bütün bakışlar, heybetli Osmanlı Hükümdarının üzerinde idi.
Şimdi gelelim Türk kafasına.
Serginin bir tarafına, adale, yani kol kuvvetini ölçmeye yarayan bir alet koymuşlardı. Alet, üstü kırmızı kumaş ile örtülü ve bir yaya bağlı bir yuvarlak ile metrik taksimata ayrılmış ve aletin arka tarafına yukarıdan aşağı konulmuş numaralı tahtadan ibaretti. Yuvarlağa yumrukla vuruluyor ve yuvarlağın numaralı tahta üzerinde alabildiği mesafenin azlığına çokluğuna göre vuranın kuvveti ölçülüyordu. Fransızlar veya standın ilgili ülkesi nedense o yumrukla vurulan yuvarlağın rengini Osmanlı fesinin rengine uydurmuşlardı. Avrupa’da ve Osmanlı Devleti olarak artık hâkimiyet ve üstünlük devrimiz kapandığı için, üzerine vurulan, netice alınan ve de fese benzetilen alete “TÜRK KAFASI” diyorlardı. Belki de kin ve intikamla yaylı yuvarlağa yumruk atıyorlardı.
Stantları dolaşan Sultan Abdülaziz bunu duydu ve oraya gelerek gözleriyle gördü ve üzerine vurulan “Türk Kafası” denilmesine içerledi, üzüldü. Demek ki Türkün kafasına kafasına vuruyorlardı. Dudaklarında, yüzünde acı bir tebessüm dolaştı, arkasındaki başyaverine dönüp manalı manalı baktı, başıyla hafif bir işaret yaptı:
“¬-Haydi, göreyim seni Halil…” dedi, biraz da sinirlice.
Halil Paşa, padişahın arzusunu ve duygularını anlamıştı. Halil Paşa, güçlü kuvvetli, Sultan Aziz gibi pehlivan yapılı, bedeni kudreti mükemmel bir Osmanlı zabiti (subayı) idi. Padişahın arzusu, duyguları, kendi duyguları kuvvetini artırmış gibiydi. Halil Paşa, omzundan rütbe ve nişanları ve merasim pelerinini çıkardı. Kükremişti sanki. “Türk Kafası” diye söylenen, Osmanlı heyetinin moralini bozan dinamometre öylesine bir yumruk vurdu ki, Türk Kafası denilen yuvarlak, ölçülü tahta paramparça oldu! Sonra yüksek sesle Fransızca olarak şöyle dedi:
“-Türk’ün kafasına vurulmaz… Vurulsa da kırılmaz…Buna Tete Euroeenne (Avrupa Kafası) demeli!...” Duyanlar ve görenler başlarını eğdiler, çevredekiler alkışladılar.. Olay Fransız İmparatoruna kadar gitti.
Kitabından alıntıladığımız Cemal Kutay bu konuda duygularını şöylece anlatmakta ve ona katılmamak mümkün mü?
“-Fakat ne olurdu bu sağlam yapılı, aklı da, zekası da, çalışkanlığı da, bütün öz malzemesinin yeterliğine tarihin şahadet ettiği Türk Kafası’nı ilim ve teknikle cihazlayabilse idik…Onu, devri temsil eden müspet bilgilerle, medeniyeti kucaklayan kıymetlerle değerlendirebilse idik…
Ne topraklarında güneşin batmadığı imparatorluğumuz çöker, ne de bu kafanın cevherlerini israf ederdik”.
Burada işin can alıcı noktasına gelmişken, Cemal Kutay’ın yukarıdaki özlemi bize şunları eklememize ilham verdi. Yukarıda, “Türk Kafası” olayında Türklerin nasıl alaya alındığını, hem de Padişah Sultan Aziz’in gözü önünde görülmekte.
Avrupa, ta o zamanları (1867) ve daha önceki yıllarda, 300 yıl önceden başlayarak, o çağdaşlığa, o zenginliğe, ileri medeniyete din ve mezheple, papaz okulları ile değil, bilimle, teknoloji ve sanatla, özgür düşünceyle ulaşmıştır. Acaba şimdilerde “dinci ve kinci nesil yetiştirme” yle, oraya buraya imam hatip okulu açmakla, tüm okulları imam hatip yapmakla “çağdaş uygarlık düzeyine” ulaşabilir miyiz? Kesinlikle mümkün değil. Osmanlı, bilim ve teknolojiden nasibini almadan sadece medreseye dayalı eğitimi ile nasıl geriye gitmişse, AKP-RTE zihniyetinin, yönetiminin de varacağı yer, ülkemizi götüreceği yer gerilik ve hüsrandır. Çünkü dünyada dinle kalkınmış, dinle aydınlanmış hiçbir devlet ve toplum yoktur. Öyleyse bu zihniyet ülkemize zarar vermektedir. Örnek mi, işte salt dine dayalı medrese öğretimiyle batan Osmanlı, çağın çok gerisinde kalan bütün İslam ülkeleri…Yandaş medya ve halkımız ne zaman bunun farkına varacak?
Cevat Kulaksız
Kaynak: Yazılmamış Tarihimiz Cemal Kutay Milliyet Yay. Sf 102
Yorum Gönder