Bir Osmanlı’dan bir Cumhuriyet’ten

Bir Osmanlı’dan bir Cumhuriyet’ten “Hem devlet malını çalan hırsız, hem de Müslüman nasıl olunur”?

“Hem devlet malını çalan hırsız,  hem de Müslüman nasıl olunur”?

Bir Osmanlı’dan bir Cumhuriyet’ten

Bir Osmanlı’dan
        
Zaman buldukça, bir Fransız’ın yazdığı 1000 sayfadan fazla kalınlıkta olan Osmanlı Tarihi’ni(1) okumaya çalışıyorum.
567. sayfaya gelince, öldükten sonra, birçok değişik mal ve servetleri yanında yirmi kasa külçe altın biriktiren Sadrazam (devrin başbakanı sayılan) Sinan Paşa’nın durumunu kafamda düşünürken, birden bire Cumhuriyet’in devlet adamlarından ve ikisi de aynı konumda olan Necmettin Erbakan geliverdi. Çünkü ikisi de yani Osmanlı Paşası Sadrazam Sinan Paşa ile Cumhuriyet’in devlet adamı N. Erbakan, hemen aynı mevkide iken, kendi yönetimleri zamanında değişik biçimlerde elde ettikleri altın ve servetleri düşününce içim burkuldu.  Devletin verdiği ulufe ve maaşı hiç harcamadan biriktirseniz bile bu kadar servet biriktiremezsiniz. Öyleyse geriye ne kalıyor? Çalma- hırsızlık! O zaman vatandaşın sorduğu soruyu biz de soralım, “hem Müslüman hem hırsız nasıl olunabiliyor?”  Bu iki devletadamının servet durumunu kısaca bir irdeleyelim.
Önce,  Fransız tarihçinin 200 yıl önce yazdığı Osmanlı Tarihi’nden 567 ncı sayfayı Osmanlı Sadrazamı Sinan Paşa’nın anlatıldığı bölümü ilginç bulduğum için size aktarmak istedim. Bu tarih kitabında, Fransız Tarihçi, Osmanlı Türk tarihçilerinin yer vermediği bazı ilginç ayrıntıları kitabına almış.  Size Sadrazam Sinan Paşa’nın servetini aşağıya alıyorum.
Osmanlı artık gerilemeye başlamıştı. Sadrazam Sinan Paşa  peş peşe gelen yenilginin sebebini başkasına yüklüyor,  Divan toplantısında İbrahim Paşa’ya dönerek:  “Kaymakam sıfatınla milletin üzerine bu felaketleri çeken sensin, cepheye daima isyancı askerlerle yeteneksiz komutanlar gönderdin! , dedi.
Tam İbrahim Paşa padişahın huzurunda suçlamalara yanıt vermeye çalışırken Sinan Paşa onun kemerinden tuttuğu gibi salonun dışına çıkardı ve şöyle dedi:
“-Benim ihtiyar ve aciz olduğum söyleniyor. Eğer İbrahim benim kudretsiz olduğuma inanıyorsa çıksın, avluya insin ve benimle ister elleriyle, isterse at üzerinde kılıçla dövüşsün ve padişah galip gelene hükümeti versin!”
İhtiyar Devlet Adamı Sinan Paşa’nın çabasını gören padişah, gençliğinden utandı ve sonunda Sinan Paşa’yı yüz elli bin kişinin başında Tuna’ya doğru sefere çıkardı.  Sinan Paşa seferin başında ölüverdi.
Arkasında bıraktığı miras bir kralın hazinesine eşitti. Uzun yaşamı sırasında Avrupa’dan, Asya’dan ve Afrika’dan oluk gibi servet akmıştı. Ölen Sinan Paşa’nın hazinesinde şunlar bulunuyordu:
          “Yirmi kasa külçe altın,  iri inci tanelerinden on beş tespih, otuz parça elmas,  içi altın tozu dolu yirmi kavanoz, yine altından yirmi ibrik, çok değerli satranç takımı, üzeri pırlanta işlemeli deriden masa kilimi,  on altı değerli şömine siperi, on altı at eyeri,  otuz dört üzengi, otuz dört üzengi,  yakut işlemeli otuz iki zırh, yüz kırk miğfer,  yüz yirmi kuşak, değerli taşlarla bezenmiş on altı pazıbent, oyma gümüşten yemek takımları, altı yüz samur ve vaşak kürkü,  yakaları tilki kürkü kaplı otuz üstlük, ipek ve simle dokunmuş iki yüz parça kumaş, dokuz yüz  Rusya sincabı  kürkü,  altı yüz bin duka altını ve iki milyon gümüş akçe”.
İşletilmeyen ya da saklanan servetler ülkeyi zenginleştireceğine ülkeyi fakir düşürüyordu. Yararlı olan tek zenginlik toprağa bağlanan ve emekle geri alınan tarımdaydı”.
Şimdi burada bir parantez açalım. Osmanlı artık gerilemeye başlamış, bilimde, sanatta, buluşlarda geri kalırken, sınırlarda binlerce, sonraları milyonlarca km2 toprak kaybediyor.  Sınır boylarında can hıraş feryatlı yardım bekleyen askerlerimize yardım götürülemiyor.  Ya gerilerde devlet adamları rüşvetle zengin oluyordu.  Oysa Osmanlı halkı devlet kapısını şeriat, Hilafet kapısı görüyor, o kadar saygı duyuyor ki, kendini de ona karşı “kul” olarak görüyordu. Sadrazam Sinan Paşa’nın ölümünden sonra hazinesinden çıkan servete bir bakın.  Sadece 20 kasa külçe altının parasal değerini, alım gücünü günümüzün parası ile kıyaslayıp düşünün.  
Batı ülkelerinde ise, matbaa bulunalı 200 yıldan fazla yıl olmuş, harıl harıl bilim kitapları basılıyor, şehir şehir kasaba kasaba matbaa makineleri kuruluyor; Batı aydınlanma ve sanayi devrimine girmekte. Osmanlı işte bu halde. Sinan Paşa ve öteki devlet adamları o gizledikleri servetleri halkın aydınlanmasına harcasa idi, muhakkak ki Osmanlı daha ileri giderdi.
Üstelik Sadrazam Sinan Paşa,  bu serveti kazancı ile değil, imparatorluğun çeşitli bölgelerinden gelen rüşvetle stoklamış.  Stoklanan bu servet yoksulun etinden, canından, ekmeğinden kesilerek stoklanmış.  Başkent İstanbul’da devletin ileri gelenleri böylesine rüşvetle zenginleşirken,  Osmanlı İmparatorluğunun uzak beldelerinde halk kıtlıktan, eşkıya elinden perişanken, İslam Halifesinin yardımcısı konumundaki sadrazam böylesine rüşvetle zenginleşiyordu. 600 yıllık Osmanlı saltanatında böylesine kısa yoldan rüşvetle servet sahibi olan bir tane Sadrazam Sinan Paşa değil, bundan çok daha fazla servete sahip olan nice vezirler vardır. Sinan Paşa okumama denk geldiği için örnek olarak aldım.

Bir de Cumhuriyet’ten
Şimdi buradan 300 yıl kadar beriye Cumhuriyet Devrine gelelim, devran nasılmış.
Kim ne derse desin, bu ülkede dini kullanarak servetlere kavuşan,  dini kullanarak siyasi itibar sağlayan bu ülkenin en büyük sorunudur. Muhalefette de olsa, Türk demokrasi yaşamına renkli katkılarda bulunan Osman Bölükbaşı, dinsel sömürü, dini çıkar için kullanma konusunda şöyle demişti: ‘‘Hayatım boyunca bütün sektörleri tetkik ettim. En karlısının din ticareti olduğunu gördüm.''  Bölükbaşı’nın bu sözü dinsel sömürüyü ne güzel anlatır.
Bu bağlamda şunu açıkça söyleyelim ki,  Türk toplumuna en büyük zararı dini kullananlar, dinsel sömürü yapanlar zarar vermiştir.  Hiçbir düşman, cahil din adamı kadar ve de  dini kullananlar kadar bu ülkeye zarar vermemişlerdir. Bu gerçeği gören Laik TC nin kurucusu Atatürk şöyle demişti: Türk toplumuna en büyük melanet (kötülük) “din kisvesi altında yapılmıştır”.
İşte dini kullanarak siyasi itibar, rant sağlayan Cumhuriyet devrinin devlet adamlarına örnek olarak Necmettin Erbakan’ı örnek verebiliriz. 
Bazı devlet adamlarının devletten aldıkları maaşlarından kat be kat gelir, servet edindiklerini, sonradan ortaya çıkan mahkeme kayıtlarından öğreniyoruz. Kısaca devlet adamlarının çalmadan, rüşvet almadan olağanüstü servet edinmek mümkün değildir. Kötü niyetli o kişi, devletin idaresinde siyasi, yüksek ve önemli bir konuma gelmişse, hırsızlık yapması çok daha kolay hale gelir.
Dinimiz, hırsızlığı haram saysa da, kimi siyasilerin dini siyasi amaçlarına alet etmesi yanında, “bu adam haram yemez.” diyen halkın nezdinde, onlar güven kazandılar. İşte, kazanılan bu güvenle hırsızlık, onlar için daha da kolaylaştı.
Türkiye’de dini, siyasi amaçları için en iyi kullananların başında, eski Başbakanlardan merhum Necmettin Erbakan (1926-2011) gelir. Burada devletin parasını nasıl çalmaya teşebbüs edildiğini kısaca anlatmaya çalışalım.
28 Şubat, 1997'de Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller hükümetinin laikliğe aykırı davranışları yüzünden silahlı kuvvetler tarafından istifaya zorlanmasıyla yaşandı, yani “balans ayarı” yapıldı.
Yargıtay C.Başsavcısı, laiklik dışı davranışları nedeni ile Necmettin Erbakan’ın lideri olduğu Refah Partisi için Anayasa Mahkemesi’nde kapatma davası açar. Davadan kısa bir süre önce, hazinenin siyasi partilere dağıttığı yardımdan, Refah Partisi de tam “bir trilyon lira” alır.
Kısa süre sonra parti hakkında kapatma davası açılınca, harcanamayan bu paranın iade edilmemesi için, sahte belgeler düzenlenerek Maliye’ye, paranın harcandığı bildirilir.
Para, Necmettin Erbakan ve arkadaşlarının zimmetindedir. Müfettişler, bu yolsuz durumu ortaya çıkarınca, Ağır Ceza’da yargılanan Erbakan, ‘kayıp trilyon davası’ denilen bu davadan 2 yıl 4 ay, 68 arkadaşı da, muhtelif cezalar alırlar.
Ceza kesinleşir, ama para geri ödenmez. Para, faizi ile birlikte önce 11, daha sonra da 14 trilyon liraya yükselir.
Bu arada para için, Erbakan’ın bütün taşınmaz mallarına tedbir konur. Parayı ödemesi için değil de, aksine ödememesi için çok uğraşılır, ama kılıf bulunamayınca, kendisine taksitle ödeme imkânı sağlanır. O, önce borcun 1 trilyon lirasını öder. Kalanı da, 2.4 trilyonluk taksitlere bağlanır.
Necmettin Erbakan bu arada, kendi nakit parasını (ki, 10 trilyon liranın üzerindedir) damadının hesabına aktarırken erken davranıp, kimi taşınmazlarını da güvendiği adamlarının üstüne tapular. Çünkü ne kurtarırsa, onun için kardır.
2011 yılında Necmettin Erbakan ölüp mirasçıları mahkemeye başvurunca her şey ortaya
dökülmeye başlar.
1990 yılında 3628 numaralı Mal Bildirimi Kanunu çıkarıldığında, Necmettin Erbakan bankada hatırı sayılır nakit parayla birlikte, göz kamaştıran gayrimenkuller ve hepsinden önemlisi,
Necmettin Erbakan  Ankara Yenimahalle’de bir bina, Milda Kağıt A.Ş. ve Konya Un Sanayi İşletmeleri, Fatih’te iki daire, Sinop’ta tarlalar, Kocaeli’de tarla hissesi, Çubuk’ta bir arsa, Altınoluk ve Balgat’da birer bahçeli ev, toplam 1 milyon 230 bin 500 dolar değerinde döviz ve 148 kilo altın olduğu iddia edilmişti.(2)
Erbakan’ın zaman içinde artış gösteren mal varlığına daha sonra, Konya Un Fabrikası, Ankara/Demetevler’de büyük bir bina ve İstanbul Boğazı’nda da, muhteşem bir yalı eklenmişti. Diğerleri de cabası.
Siyasi yaşamında “din iman, Kuran” diyerek siyasi itibar toplayan ve yaşı 80 lere dayanmış dinci görülen riyakâr siyasetçi Erbakan, haksız edindiği malları oraya buraya kaçırarak,  bin bir çeşit hile ile devletten aldığı paraları vermemek için sahte faturalara sığınan bu siyasetçi Cumhuriyet in ayrı ilginç bir şahsiyeti idi.  Ta Osmanlıdan beri, devlet katında böylece vurgunla dini, makamı kullanarak zenginleşen yöneticileri neden önleyen bir sistem kuramıyoruz? İşte yönetimlerimizin can damarı buradadır. Çağdaş devlet bunu nasıl yargısal sistemle kurgulamışsa neden biz aynısını yapamıyoruz.
Bütün tek tanrılı dinlerde hırsızlık, haramdır ve günahtır. İster kişilerin, ister devletin olsun, başkasının malını, onun rızasına aykırı olarak sahiplenenler, “hırsızlık” yapmış sayılır. Onların bu eylemine “çalmak”, onlara da “hırsız” denir.
Erbakan’ın dizinin dibinden ayrılmayan,  bir zamanları bakanlık da yapan Oğuzhan Asiltürk fazla dayanamayarak ağzındaki baklayı çıkarır ve şöyle der:
“Milli Görüş’ün paralarını, Erbakan’ın çocukları yedi. Erbakan’ın çocuklarının resmi bir sıfatı ve yetkileri yok ki, o paraları yesinler. Yani kısaca “Erbakan yedi”  demektedir.
Erbakan öldüğü zaman “evliyalara  yakışan bir cenaze merasiminin yapılırken bazı vatandaşlar arkasından, “hem dinci hem hırsız nasıl olunur “ diye söyleniyorlardı.(3)
Ayrıca, 2006 yılında da, Alpaslan Türkeş’in kızları arasında bir miras kavgası yaşanmış, Türkeş’in İngiliz Bankalarındaki trilyonları için kızları birbirini mahkemeye vermişlerdi.
Birileri çıkıp da, “Türkeş, bu paraları nereden buldu?” dememişti.
Kısaca, Sinan Paşa makamını,  Erbakan, vatandaşın dinini, Türkeş de Türk Milliyetçiliğini sömürüp kullanarak bayağı servet yapmışlar. Böyle giderse Osmanlı vezirlerini de, bu Cumhuriyet sömürücülerini de sollayacak yeni rekorlar çıkacağı görülüyor gibi.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız

Sonnotlar

(1) (Osmanlı Tarihi Alphonse de Lamatine (1790-1869) Kapı Yayınları 2008)   

(2) https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/erbakanin-mirasinda-sona-gelindi-58147

(3) http://www.trakyagozlem.com/m-haber-5590.html

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget