“…başöğretmenlikten baş imamlığa dönüşen bir ülkedeyiz”.
“Bütün gelişmişliğin temelinde eğitim yatıyor”
“30 yıllık öğretmen polis kadar maaş alamıyorsa, o ülke copla yönetiliyor demektir”.
“Türkiye dünya rekortmeni müsrif bir ülke, olanaklarının ancak yüzde 40 ını kullanan bir ülke.”.
“Türkiye olanaklarının ancak yüzde 40 ını kullanan bir ülke. Yüzde 30 unu kaçırıyorlar, yüzde 30 unu da kendimiz israf ediyoruz”.
“…Türkiye’nin Orta Çağı 1923 e kadar sürdü”.
“Mustafa Kemal ne yapsın tek başına küçük bir gayreti ile devlette bilimle dini ayırmaya çalıştı ama 20 sene sürdü. Yani Türkiye’nin aydınlık çağı 20 yıl sürmüştür”.
“2018 de Türkiye 850 milyar dolardan 680 milyar dolara düştü, bunu hükümet söylemiyor, ama dünya bankası ve IMF bunu ilan etti. Bu gün fert başına düşen gelir 10500 dolar değil, 7300 dolar filan 8000 doların altındadır”.
“YENİ BİR ORTAÇAĞA GİRİYOR TÜRKİYE”
“Çin Benim Dediklerimi Uyguladı, Sizler İçin Hayal Ettiklerimi Çin Gerçekleştirdi. Siz Neden Başaramadınız? Üstelik Biz Devrime Daha Erken Başlamıştık”
Ulusal Eğitim Derneği’nin her cumartesi günleri düzenlediği geleneksel konferanslardan biri, 19 Ocak Cumartesi günü yapıldı. Prof. Dr. Ali Ercan’ın(1) konuşmacı olarak katıldığı etkinliğin konusu “Eğitim ve Gelişmişlik” idi. Dernek salonunda yapılan etkinliği katılımcı olarak dernek üyesi öğretmenler ve akademisyenlerden oluşan bir dinleyici kitlesi ilgiyle izlediler. Bu aydınlatıcı güzel konuşmanın dört duvar arasında kalmasına gönlümüz rıza göstermedi, siz okuyucularımıza da internetten sunmak istedik. Konuşmanın yazıya dökülmesi çok zor olmasına karşın bu zahmete katlandık. Hata varsa affola.
Prof. Dr. Ali Ercan yaptığı sunuş konuşmasında gelişmişliğin eğitimle açık ilgisini örnekler, grafikler, slâytlarla dinleyenlere sundu. Konuşmasında şunları söyledi:
“-Bütün gelişmişliğin temelinde, her şeyden önce eğitim yatıyor. Eğitim derken önce aile toplu, öğretmenler geliyor. Eğitimi öğretmenler vereceğine göre, ülkede 30 yıllık öğretmen polis kadar maaş alamıyorsa, bence bunun manası o toplum copla yönetiliyor demektir. Nihayetinde polisi de eğiten, geliştiren öğretmen, Büyük Atatürk’ün, bir milletvekilin maaşı ne kadar olsun” dediklerinde bir öğretmenin maaşı kadar olsun” demiş. Hal böyleyken üç yıllık bir polis 30 yıllık bir öğretmenden fazla para alabiliyor.
Atatürk başöğretmendi, şimdi 90 yıl sonra başöğretmenlikten baş imamlığa dönüşen bir ülkedeyiz.
Gerçekleri anlatacağım size, gerçekler hep rahatsız edicidir. Öğretmenlere yükledi ana görevi Mustafa Kemal. “Sizin eseriniz olacak” dedi, “yeni nesil”. Sizden vicdanı hür, irfanı hür nesiller isterim”. Bunun başka tercümesi beyinleri iğdiş edilmemiş, dogmatik fikirlerle, düşüncelerle dolu olmayan insanlar yetiştirelim, yetiştirebilirseniz. Mustafa Kemal’in işareti buydu. Mustafa Kemal’in sözleri sadece Türkiye için değil, dünya için geçerlidir. Onun fikirleri bir semboldür.
Alfabede H ve K he ve ke oldğu halde birçokları “ha ve ka” diyor. Bu dil devrimine karşı saygısızlıktan başka bir şey değil. Bazı CHP liler de Ce Ha Pe diyorlar kendi partilerinin adını.
Dil devriminin temelinde dilde arılanma, Osmanlının anlaşılmaz, ağdalı anlaşılmayan dilden olabildiğince Öztürkçe’ye doğru, dilimizi yabancı dillerin boyunduruğundan arındırmak gerekirdi. Alfabeyle başlandı, Dil Kurumunu kurdu, buna bağlı olarak dünyada ilk defa Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi kurdu. Bu coğrafyada yaşayanlar ortak tarihlerini bilecek ve ortak bir dil konuşarak ulus olacaklar. Dilimizde Öztürkçe sözcükler yüzde beşlerdeydi şimdilerde yüzde 40 çıktı ama yine de o yabancı kökenli sözcükler dilimizde devam ediyor.
Dil konusunda Mustafa Kemal’den 650 yıl önce başka bir dilciyi hatırlıyoruz, Karamanoğlu Mehmet Bey. Anadolu’ya kopup gelenler o kadar Farsça’nın etkisi altındaydılar ki, yeni bir ülkeye geldikleri halde hala kendi öz dillerini Türkçe’yi konuşamıyorlardı. Mehmet Bey, “bundan gayri Türkçe konuşacağız”. Türkçe’nin ayakta durması için çalışanın birincisi Karamanoğlu Mehmet Bey, ikincisi Mustafa Kemal’dir. Bir üçüncü şahıs çıkmadı daha.
Mustafa Kemal Onuncu Yıl Nutku’nda geleceğe yönelik öneriler vermişti. Türk Milletinin medeniyet yolunda kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir” dedi. “Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı atinin medeni ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır” diye umudunu özetledi.
Benim esas düşüncüm gelişmişlik olayını eğitimle birleştirmek, gelişmişlik geniş bir kavram. Ekonomistler “kalkınma” der, kalkınma nesneldir, ülkenin zenginleşmesi maddi olanaklarının artması anlamında.
(Grafik üzerinde bilgi verilirken) Kalkınma OICD denile ekonomik birleşme ülkeleri var 35 ülkenin toplandığı bir ortaklığın içerisinde üyeyiz, oranın en fakir üyesiyiz. O ülkeler arasında bir analiz yapılmış, bu analizde OICD ülkelerinin maddi olanaklarını on puan üzerinden değerlendirmişler ve ülkelerin yaşam standardını yaşam kalitesini on puan üzerinden değerlendirmişler. Olanakları yeterli olmadığı halde Finlandiya Danimarka gibi ülkelerin yüksek standardı olabiliyor veya tam tersi olanakları çok yüksek olduğu halde ABD gibi bazı ülkelerde hayat standardı düşüktür. Türkiye gibi bazı ülkeler de aynı çizgi üzerinde, OICD içerisinde birinci olduğumuz tek konu budur. Hemen bütün grafiklerde sonuncu olan Türkiye burada birinci ABD ile birlikte, ABD biraz daha ilerimizde. Türkiye olanaklarının yüzde 60 ını kaybediyor, kullanamıyor; Türkiye dünya rekortmeni müsrif bir ülke. Bu grafiğin manası bu. Türkiye olanaklarının ancak yüzde 40 ını kullanan bir ülke. Yüzde 30 unu kaçırıyorlar, yüzde 30 unu da kendimiz israf ediyoruz. Zamandan israf, enerjiden israf, besinden israf, insandan israf, kaliteden israf israf israf. Bu israf olmasaydı şimdikinin iki katı, daha iyi yaşam tarzında olurdu.
Bizden çok az daha imkânları olan Polonya, Yunanistan, Slovakya gibi ülkelerin yaşam kalitesi Türkiye’den daha üstün.
Peki, neden maddi imkânlar varken insanların yaşam kalitesi az veya çok olabiliyor, nedir o parametre? Bu parametreyi deşe deşe eğitimin kalitesine geleceğiz.
Bu savurganlığa örneklerden biri enerji savurganlığıdır. Bir grafikte Türkiye’nin bir dolarlık gelir sağlayabilmek için sarf ettiği enerjiye bakarsanız gelişmiş ülkelerin yarısından az, gelişmiş ülkeler daha fazla. Onlar üç beş jülle bir dolar kazanırken biz 15 julle bir dolar kazanıyoruz, elektrik enerjisi kilovat saat olarak.
İkinci bir konu Türkiye’nin ekonomisi, ekonominin belirgen değişim aracı olan paradır. 2008 de 2018 yılı arasındaki Türkiye’nin parasının nasıl değer kaybettiğini irdeleyelim Türkiye de 2008 de bir dolar 130 kuruş kuruşken şimdi 2018 ortalaması 4.80 oldu. Büyük bir zıplama yapmış.
Ülke har alanda geriye gidiyor
Mustafa Kemal’in ölümünde 1938 de bir dolar yaklaşık bir liraydı.Şimdi bir dolar beş lira (aslında milyonu var beş milyon). Doların da 80 yıl içerisinde on sekiz kere doların da düştüğünü kabul edecek olursak 18 e beşle çarptık, 90 milyonda birine düştük. Mustafa Kemal’in ölüm tarihindeki Türk lirası değerinin 90 milyonda birine düştü. Bu kadar büyük bir para kaybı değer kaybı Venezuela filan gibi ülkeler arasında biz de varız.
2008 de 100 Türk lirası bu gün 23 liraya değeri dörtte birine düştü paranın. Cebinizdeki yüz liranın alım gücü o zamanki 400 liranın alım gücüne denk gelir.
Bir başka parametre, demokrasi konusunda da pek başarılı olduğumuzu pek söyleyemeyiz, çok eski bir tecrübemiz olduğu halde. Onda da Türkiye’nin demokrasisi üçüncü sınıf ülkelere giriyor. Çoğu demokrasinin işlediği ülkeler, Yeni Zelanda, Avustralya, Kanada ve İskandinav ülkeleri. Almanya gibi ikinci sınıf demokrasiler de var.
Kusurlu eksik demokrasiler ikinci bir grup, Hibrit rejimler var, tek adam rejimiyle demokrasi bulaşmış rejimler var, Türkiye bu rejimler arasında görünüyor. Türkiye bu hibrit rejimlerin içinde ikinci sınıfında gösteriliyor, renk olarak. Bizden sonra da Afrikalı garibanlar, bazı Asya ülkeleri geliyor, onlar da tek adam veya diktatör rejimler.
Gelişmişlik sadece demokrasi değil, sadece ekonomi değil, sadece maddi gelişmişlik değil, işin içinde başka parametreler de var. Türkiye’nin 2018 rakamı 4.37 puan var. Tepede beş on ülke var A sınıfı demokrasisi var, diğerleri iyice zayıflayan ve Türkiye Dünya ülkeler sırlamasında demokrasisi alttaki üçte bir (1/3) içerisinde olan bir ülke, 190 ülkenin içerisinde bu var.
Gelişmişlik durumuna bakarsak. Gelişmişlik içerisinde sadece demokrasi değil, tabi ki içerisinde demokrasi de var, sadece gelir maddi olanaklarla da değil, mesela ortalama yaşam süresi, o ülkenin çevrenin iyiliğine, sağlık politikalarının iyiliğini gösteren bir parametre. Ne kadar gelir olması önemli değil, gelirlerin nasıl adil paylaşımı önemlidir gelişmişlikte. Çok zengin ülkeler var ama gelişmişlikte bu konu içine girince şaşırıyorlar. Fert başına düşen gelir de önemli, adil dağılımı da önemli.
Eğitim Düzeyi, okullaşma oranı, demokratik kurumlar, sanatsal ve bilimsel üretim, teknik üretim yani ülkenin ürettiği şeyleri icatları, yayınları, yayınlanan kitaplar bilimsel ve sanatsal üretime girer. İnsan çocuk hayvan hakları, çevre hakları gibi konular, özgürlükler vs. bu parametreler, bir düzine parametreler ölçüldüğü zaman maalesef ülkemiz dönüp dolaşıyor, geliyor sonuçta 0.79 la yüz üzerinden 0.79 la 190 ülke arasında 65. Sıradayız.
Bu yüksek bir rakam mı? Gelişmişlik sırasındaki bizim önümüzdeki ülkelerin 7-10-12 milyonluk nüfusları var, hakkaniyet değil. En doğru sıralama kıyaslama ülkelerin kaçıncı sırada olduğunu kıyaslama, sanki bütün dünya yüz basamaklı yüze ayrılmış, dünyanın nüfusu 7.6 milyar, 76 milyonluk küçük gruplar halindeymişiz gibi düşünecek olursanız eğer, o zaman hangi basamaktayız ona bakalım. Yüz basamaklı merdivenin Türkiye’nin gelişmişliği 25. Basamak olur. Giden senede 24. Sıradaydık bir basamak yukarıdaydık.
Şimdi size büyük bir tehlikeyi göstermek istiyorum. 2018 de Türkiye 850 milyar dolardan 680 milyar dolara düştü, bunu hükümet söylemiyor, ama dünya bankası ve IMF bunu ilan etti. Bu gün fert başına düşen gelir 10500 dolar değil, 7300 dolar filan 8000 doların altındadır. Ve yeni bir rakam Çin 10.000 doları geçti. 1.4 milyarlık Çin on bin doları geçti. Yani ülke olarak saysa idik, biz daha aşağılara düşerdik. Fransa İsrail yarı gelişmiş ülkelere giriyor, birinci sınıfa girmiyor. Türkiye gelişmekte olan ülkelerin üstünde bir yerde, bizim altımızda ümitsiz, gariban ülkeler var.
Türkiye üniversiteleri ilk 500 ün içine giremiyor, hakikatler gizlenemiyor. Ne kadar gizlersen gizle ortaya çıkıyor sonunda.
2003 ten itibaren başlattı OICD bütün ülkelerin PISA demek uluslar arası öğrenci değerlendirme programı, bu programın aslında bütün dünyada eğitimin seviyesi olduğu kadar da başka konulara (zekâ gibi)değiniyor. Türkiye’nin aldığı notlar, fen, matematik, Türkçe okuma ve okuduğunu anlatma matematik fen bilimleri soruları var. Bu sorular uluslar arası kıstaslara konmuş. Bu program yapılırken sosyologlar, pedagoglar, psikologlar da var, o grubun içinde. Ülkenin kendi öğretmenleri, eğitim grupları, kendi otoriterleri ile beraber öğrencilerin 15 ila 18 yaş arası öğrencilerini sınava tabi tutuyor. Bu öğrenciler seçme değil, ülkeler bilgisayarın yaptığı tesadüfî seçimle ortaya çıkan öğrenciler olduğu için ülkeler en iyi öğrencilerini götüremiyorlar. Seçkin öğrencilerini sınava sokmuyorlar, tamamen tesadüflere bağlı seçimle oluyor. Sonuçta Türkiye matematik, fen, okumada aşağı yukarı aynı seviyelerde 444 puan alıyor 600 puan üzerinden, yani yüzde 75 gibi bir skor yakalıyor. Buna rağmen bu sor pek de sevindirici değil. Diğer bütün ülkelere baktığımız zaman en az alan zaten yüzde 65 alıyor. Biz yüzde 75 almışız. Yüzde 95 alan ülkeler var. Hele şimdi OICD ülkeler dışındaki Japonya, Çin, Hong Kong, Kore filan da girmeye b aşladı. Onlar ta tepelerde uçuyorlar. Türkiye o zaman son gelişmiş ülkelerin üçte biri (1/3) sınırında.
Nasıl ki demokrasi sıralamasında son 1/3 deyiz, gelişmişlikte son 1/3 deyiz bu şekilde çocuklarımızda dünya çocuklarında arası yeri bu. Bu ara 600 puan yüzde 95 i alan ülkeler var. Bizde yüzde 95 alan çıkmadı şimdiye kadar. Biz yüzde 75 deyiz bizden sonrakiler var.
Dünyanın genel manzarasını görelim demokrasi alanında, gelişmişlik alanında, kalkınmışlık alanında PISA nın sonunda ülkeler arsında zekâ ölçümüne gidiyor, zekâ münakaşalı bir konu.
Dünyada geri kalmış ülke yok, kötü devlet yok, kötü yönetimler var. Hiçbir ülke geri kalmış değil, o ülke kötü yönetildiği için geri kalmıştır. Kötü yönetimler de o ülkenin kötü yönetimi olduğu için, yani yöneticiler kötü eğitildiği için.
Zekâ ölçümü çok karmaşık bir şey, ülkelerin zekâ seviyesi, psikologların, sosyologların, toplum bilimcilerinin yüzde yüz anlaştığı bir konu değil. Ama zekânın tanımı bir cümle ortak geçiyor. Problem çözümü, mesele sorun çözümü, bir çözüm yeteneğinden bahsediliyor. Ülkelerin bu durumunu başka şeylere de bağlıyorlar. Ülkelerin genel üretimi, entelektüel üretimi vs hep bunların içerisine giriyor.
Türkiye dünya zekâ haritasına bakıyoruz, Avrupa’da tanımlanan yüz olarak tanımlanan bir zekâ ortalaması var. İngiltere kendi zekâ ölçümünde halkın zekâ durumu yüz çıkıyor. Ama Çin, Japonya gibi ülkelerde 110 çıkıyor. On puan sekiz puan sağa kaymış oluyor. Afrika gibi ülkelerde 80-70-60 a kadar düşüyor. Ülkemizin yeri 90 puanda. Bu rakamlar da sabit değil, ülkelerin rakamları yarımşar puan artıyor, dünyanın her yeri zekâsı yükseliyor yavaş yavaş, yarımşar puan yükseliyor.
Türkiye şu anda 60. Sırada 90 puanla. İngiltere yüz puan, Japonya vb 100 puandan fazla neden, maalesef sonuç öyle çıkıyor. Zekâ konusu münakaşalı bir konudur, zekâ insanın bir yeteneğidir. Vücut sistemi yüz milyar nöron hücreden oluşan bir sistemdir.
Eğitim denen şey şu sistemin formatlanmasıdır, bu sisteme atılan formata eğitim denir. Bir makine, bir bilgisayar ona atılan ilk format, ilk yazılım şekli, ilk özellik o neyse formatlama deniyor ona. Çocuğun anasından doğar doğmaz duyduğu dil formatlamanın bir kısmıdır; sayılar formatlama, gülmek ağlamak formatlama, beğenmek beğenmemek formatlama vs.
Tıpçıların beyin dedikleri, benim kişilik dediğim kısım 80-86 milyar hücreden oluşuyor. Bedenini kullanıyor, konuşuyor, bedenini kullanıyor ayakta duruyor, bedenini kullanıyor bir şey tutuyor ama yapan beyin. Dolayısıyla benim elim, bacağım, kolum diyebilirsiniz ama benim beynim diyemezsiniz, benim beynim dediğim sizsiniz.
Evrimin temelinde dijital sistem var, burada olan şeylerin toplamına bellek diyoruz (şekilde göstererek). Bellek kalıtımdan, eğitimden, öğretimden, deneyimden çıkarımlarla kazanılmış olan bilgilerin toplamı. Kaç megabayt, kaç cıgabayt, insan beynini artık terabaytlarla ölçüyorlar, yani insan beyninin bilgisayar karşılığı terabayt, ama ne yazık ki biz bilgisayarlar kadar hızlı değiliz, çünkü onların hızı ışık hızı.
Bellek bu ise, akıl belleğin kullanılabilir bölümüne diyoruz. Bütün bilgilerimizi bir anda çıkaramıyoruz, unutuyoruz, bazılarını sonradan hatırlayabiliyoruz. Ama kitaplığı bir kitabını çok kötü hemen bulup çıkaramıyorsunuz. Belleğin kullanılabilir bölümüne akıl diyoruz. Akıl her yeni öğrendiğimiz, her yeni deneyimimizin gördüğümüz şeylerin yorumu. En akıllı insan, en uzun yaşayan, en çok gören, en çok okuyan, en çok duyan en çok ne yapan insandır, ama hangi ortamda.
Münakaşalı ortam, Brezilya Ormanlarında olan bir insanın aklıyla, Tibet’teki insanın aklı aynı olabilir mi? Hiç ağaç görmeyen Arabistan’daki bir adam, Arabistan’daki insanın 1 kilo 250 gram beyni var, Brezilyadakinin de öyle Ama birindeki akıl bilgiler bambaşka bilgiler. Beyni olan insanda bir sürü akıl var. Ama hangi aklı, Mustafa Kemal’in işaret ettiği bilimsel akıl. Hangi akıl ne okudun, Kerem ile Aslı’yı okudun veya Saidi Nursi’nin sekiz cilt kitabını okudun. Beyindeki doluluk farklıdır, onunkini işe yaradığı yer olabilir, seninkinin işe yaradığı yer olabilir. Onun doluluğu ile senin doluluğun arasında dağlar kadar farklıdır. O halde insanlara aptal da demeyin, çünkü zekâ aklın kullanımı, aklı neyse onu kullanacak. Onun için zekâ konusundaki münakaşa buradan kaynaklanıyor.
Şimdi farklı akıllar olduğu için, ister istemez farklı zekâlar var. Aklın günlük kullanımına zekâ diyoruz. Düşünün ki iki ikiz kardeş hayatları boyunca 60 sene boyunca hiç ayrılmadılar, hep aynı yaşamı sürdüler, hep aynı bilgileri elde ettiler; aynı anadan aynı babadan aşağı yukarı aynı akılları var, ama aynı zekâları var mı, düşünülür. Bir görev veririsiniz, birisi 10 saniyede yapar, birisi bir saatte yapar. On saniyede yapan daha hızlı yapar. Zekâ öyle pek de övünülecek bir şey değil, ama bir ölçü. Akıl neydi bilgiler, akıl bölü zaman eşittir zekâ. Mantık da aklın kullanım modelidir. Sana binlerce kitap versem, bunu nasıl dizersin ki en kısa zamanda bu kitabı çıkarabilesin. En kısa zamanda çıkarabilecek sistemi düşünmek yapmak veya ona alışkın olmak mantıklı olmak demektir. Yaşadığımız bu dört şey aynı andadır, belleğiniz, aklınız, zekânız ve mantığınız aynı anda işlemdedir.
Türkiye 90 deyince üzülüyordum. Çağımız uzay çağı, uzay çağında biz kuantumla başladık, çok kısa zamanda elektolitler birleşti, dijital patlamayı ortaya çıkardı. Hepinizin elinde bir radyo teleskop var, radyo dalgalarından resim alıyorsunuz, ses alıyorsunuz, telefonlarınız öyle, insanlık dünyayı terk etti aya gidiyor, Marsa gidiyor, biz hala kulağıma su kaçtı orucum bozulur mu, derdindeyiz. Sorun eğitime geliyor eğitim eğitim, öğretim değil eğitim. Öğretim yaramıyor eğer eğitim kötü ise, niye üniversitedeki çocuklar dünyanın iyi profesörlerini getirsen niye bir şey beceremiyorlar. Çünkü eğri kiremitlerle, tuğlalarla duvar yapamazsınız. 1453 de Karanlık Orta Çağ gitti, öce kimya, biyoloji bilimleri gelişti. 1700 ler 1800 ler Newton’un, Galile’nin Kopernicus’un zamanları 1850 den sonra başladı yükselme şu kısa süre içerisinde 150-200 sene içerisinde bilgilerimiz yüz katına çıkmış, bu gün insanoğlunun bilgi seviyesi, bundan 500 senesinin 500 katı, bu da ne kadar gidecek bilmiyoruz. Yaklaşık 200 bin yıl içerisinde insanlık 44 mertebelik bilgi alanına sahip, en küçücük parçacıklardan en büyük evrene kadar. (44 Mustafa Kemal’in Cumhuriyet döneminde yaptığı fabrika sayısı ve son 16 yıl içinde satılan fabrikaların sayısı da 44)
Bilgi her zaman mücadelecidir, bilgi hiç bir zaman istenmez, bilgiler, gerçekler, hakikatler rahatsız edicidir. Bu konuda ilk ölen insan Sokrates, eline zehiri verip öldürdüler, adamın suçu da gençleri tanrılara inanmamayı öğretmek, mevcut sisteme karşı ayaklandırmak, sistemi, otoriteyi yıkmaya çalışmak suçuyla ölüme mahkûm edildi. Derler ya, onun bir karısı varmış, “seni haksız yere öldürüyorlar” deyince Sokrates de “haklı yere öldürseler daha mı iyiydi” demiş.
Bilim 2000 den itibaren topallayarak düzelmeye başladı. İlk Sümerlerden gelen bilgiler, Batlamyus ilk insanlara bir dünya evren düşüncesini verdi. Öyle ki “Tanrı dünyayı dört günde yarattı, geri kalan âlemi de iki günde yaratarak bir haftada işini bitirdi. Yukarıda yıldızlar da kendisinin özel yerine geçti. Güneşle ay dünya etrafında dönüyor, yedi katlı gökyüzü “yedi katlı âlem” bütün din kitaplarına geçti. Ama bunun yanlışlığı çıktı şimdi. Avrupa’da bilimi başlatan insanlar İncil’den ayrılmaya başladılar. O namusu gösterdiler, İncil’in yanlış olduğunu söylediler. Ama bizde böyle bir şey söyleyen yok henüz. Bir de kadın öldürüldü o da Hipatya. O da aynı din adamlarının hoşuna gitmeyecek şeyler anlatıyordu. O zamanki dine aykırı düşünceleri nedeniyle derisini yüzdüler canlı canlı. Bir başka İnsan Bruno’yu öldürdüler 1600 yılında İtalya-Roma’da. Ama sonuçta Avrupa Orta Doğu karanlığından kurtuldu, yıl, Orta Çağın kurutuluşu 1453.İstanbul alındı diye Ortaçağ başlamadı, onu biz öyle tarif ediyoruz. Avrupa onu Matbaanın icadı diye tarif ediyor, matbaayla kitap basımı arttı, bilgiler daha çabuk yayıldı. Nasıl dijital ortamda bilgiler artmaya başladıysa o zaman da matbaayla kitap sayısı hızla artmaya başladı. Felsefe bilim arttıkça çatlamaya başladı o söylediğimiz yedi katlı gökyüzü yıkılıncaya kadar devam etti.
Bunu yıkan Copernıcus (Kopernik’dir) araştırdı buldu model yaptı. Dünya merkezli değil, güneş merkezli düşündü. Yıldızların da sonsuza doğru gittiğini kabul eden (Bunu savunan Bruno da öldürüldü) bu bilgileri Copernicus sakladı, öldükten sonra yatağın altından çıktı. Galile de aynı zamanda yaptığı çalışmalarla 1500-2000 senelik Aristo mantığının yanlış olduğunu söyledi. Aristo “ağır cisimler daha çabuk düşer” diyordu. Galile baktı denedi ki öyle bir şey yok hepsi aynı düşüyor. Zamanın insanı soru sormuyor, soru sormayınca beyi gelişmez. Kepler bunları destekliyor sonuçta artık bilimde çatlama başladı Newton’la beraber Yeniçağ’ın artık sonlanıp Aydınlı Çağın başlaması.
Aydınlık Çağ’ın En Önemli Özelliği Dinle Bilimin Ayrışmasıdır, Bilimin Dinin Baskısından Kurtulmasıdır.
Böylece aklın da doğmalardan kurtulmasıdır. Aklın doğmalardan kurtulmasını Mustafa Kemal’in öğretmenlere en önemli tasfiyesiydi. “İrfanı hür, vicdanı hür” derken bunu kastediyordu. Dinle bilim ayrı yollardan gitmeliydi, kiliseyle din ayrılmalıydı. Aslına bakarsanız laiklikte bundan başka bir şey değildir. Yönetimde din mi hâkim olacak, bilim mi hâkim olacak. Din olursa teokratik yönetim olur, bilim yönetirse laik yönetim olur. Laik eğitimin başka bir anlatımı, bilimin hakim olduğu bilimsel kafanın aklın hükmettiği yönetim demektir. Mustafa Kemal sanki bunu biliyor muş gibi, Copernikus’un yaptığını belki de biliyordu Mustafa Kemal, Çok güzel bir şey söyledi: “ilim tercümeyle değil tetkik ile olur”, İstanbul Darulfuunda söylemiş bunu. Biz daima bilimi araştırıncaya kadar onu bulunca da istifadeye biat gösteren, Copernikus’un yapamadığını ifade etmeye cüret gösteren adamlar olmalıyız. İşte onun için Mustafa Kemal büyük, Mustafa Kemal sıradan bir asker, sıradan bir devlet adamı değil. Gerçek bir filozof. 1881-1938 yazmayın silin o rakamları; o insanlığın bilinç bilincini temsil eden bir amblem, aykon diyorlar ya. Türkiye’nin aydınlanması için büyük gayret gösterdiler; Bahriye Üçok, Ahmat Taner Kışlalı, Turan Dursun, Uğur Mumcu, Muammer Aksoy vb ve bunları saygıyla selamlıyoruz.
Türkiye’de ne oldu o Avrupa’daki Orta Çağ? Türkiye’nin Orta Çağı 1923 e kadar sürdü. Mustafa Kemal ne yapsın tek başına küçük bir gayreti ile devlette bilimle dini ayırmaya çalıştı ama 20 sene sürdü. Yani Türkiye’nin aydınlık çağı 20 yıl sürmüştür. Yeni bir Ortaçağa giriyor Türkiye. Dünyadaki yüzde sekseni büyük çoğunluğu inanan insanlar. Bir kısmı teist, bir kısmı deist ama inanmayanlar da var ateistler gibi. Mustafa Kemal din konusunda şunu söylemişti: “Din bir vicdan meselesidir, herkes vicdanının merine uymakta serbesttir”. Bilimci de böyle der. “Biz dine saygı gösteririz, biz sadece devletle din işlerini birbirine karıştırmamaya çalışıyoruz” o kadar. Laiklik, özü bu. Biz karışmamaya çalışıyoruz, din de karışmasın. Aklı fikri Cennette olanlar bütün varlığını öbür dünyada Cennet nimetlerine odaklamış olan birisinin bu dünyayı yönetmesi hakikaten haksızlıktır.
Dinin gelişmesi taa ll. Mahmut’tan beri 1830 dan beri din sürekli olarak toplumda muazzam bir yol alıyor, devamlı yol alıyor, bilim güdük kaldı küçüldü. Dolayısıyla şimdi camilerin sayısına bakın 1831 de insan sayısını nüfusuna böl. Bin ise, 1923 de binde iki olmuş 1950 den sonra yükseliş görüyoruz. Bu gün Türkiye’de 89 bin- 90 bin cami var, her gün iki yeni cami hizmete giriyor. Hoparlörler dahil. Ben bu konuda Diyanet’e bir yazı yazdım, şu grafiği de gönderdim, dedim, siz dört tane 75 Vatlık hoparlör koyuyorsunuz beş km ye kadar duyulur bu ses. Halbuki her 400 metrede bir cami var. Bu toplum gürültü seviyesi, fazla fazla duyarsınız. Bir rahmetli Yaşar Nuri yalandan söyledi, özellikle sabah ezanlarını, benim kız da ben bu şarkıyı sevmiyorum, dedi her zaman (Gülüşmeler)
Ben dedim ki 75 vat yerine 10 vat koysanız, bin metrede bile bu seviyede bile duyulur.
Eğitime devriminden çok devrimi yapanlardan çok anti devrimciler karşıt devrimciler daha iyi anladılar ve onlar kendi istikametlerinde kendi çocuklarını eğitiyorlar kritik yaşlarda. Yaz kuran kursları hoca üç milyon çocuğa sertifika verildi 2017 de. Her yıl üç milyon çocuk hesaplayın bu böylece devam ediyor heaplayın. Yumurta kapıya gelince söylüyorlar, “oylar çalınıyor, oylar çalınıyor”. Oylar bu yaşlarda çalınıyor.(Alkışlar) sandık hırsızlığı hava civa, bir kitle yetiştirilerek çalınıyor. Çocuklar 5-6 yaşlarında beşinci sınıf belki de birinci sınıf bu çocuklar anaokulu çocukları, sabah namazına kaldırılıyor, camiye gelenlere promosyon için bisiklet veriliyor. (Konuşmacı bu küçük çocukların resimlerini gösterdi, kız çocukları arkada oturuyorlardı). Çocuklara bakın kızlar nerede en arakada onlar da rollerini öğreniyorlar o da bir format.
Sonuçta bütün dünyaya başından değil, bacak arasından seyreden bir tip yaratmaya çalışıyorlar. Bütün dünyayı buradan bakan insan yetiştiriyorlar. Dindar olunca bir insan yaşı başı gençlik dönemi ne olursa olsun bir türlü içine sindiremez bilimsel gerçekleri kabul etmeyi, evirir çevirir kendi inancına uygunu araştırır falan filan. Korku korku, üç yaşında beş yaşında o Cehennem korkusu Allahın işine karışmış olmak gibi tedirginlik var. Sıkıntı burada. Bunları en başa getirseniz bile gider piyano resitalini dinler ama fakat gene de içinden bir “ııhh” diyen vardır. Mümkün değil.
İnsanın zihinsel yapısı bütün hayatı boyunca eğitim öğrenim, araştırmak gibi süreçlerden geçer. Bu süreçler arka arkaya olan süreçler değil, zaman olarak farklı ama örtüşen süreçlerdir. Yani aynı anda var olan süreçlerdir. Peki İnsan beyni nasıl, insan dediğimiz kapasite, hafıza, bellek o beyinde gelişiyor fiziksel olarak. Hücre sayısı artıyor, doğarken insan beyni büyüklüğü bu kadarsa en sondaki büyüklük yüzde yüzlük yaklaşık üçte biriyle boyutta, demek çok kısa bir zamanda daha 15-20 yaşlarına geldiği zaman tepeye ulaşır, o zamana kadar beyin de gelişir. İşte bu kritik yapı var ya, her şeyin temeli. Beyin mademki sabit değil gelişiyor ve çok küçük beyne ne sokarsan o kalacak. Sonuçta bakıyorsunuz, gerçekten de eğitim dediğimiz süreç zaten “ana karnında başlıyor” diyenler de var, başlıyor gelişiyor. Eğitimle beynin gelişmesi aynı paralelde gidiyor. Aynı paralel de uç uca ne verirseniz oraya yapışır kalır. Değiştirilemeyen sonuca varıyor. Ondan sonra artık eğitilemez duruma geliyor. İşte eğitim öğretim önem kazanıyor, 60 yaşına kadar insanlar öğrenebiliyorlar. Bu iki süreçten geçen insan biraz daha bilinçli olarak araştırma süreci devam eder, ömrünün sonuna kadar araştırır gider. Bu üç süreç eğitim öğrenim dikkat ederseniz öğretim demedim öğrenim dedim, bir de araştırma dedim. Bir de bilincine hâkim, birey ise teslim vaziyetinde, burada her çocuk aldığı her şeyi, formatlama sürecini başka çaresi yo onu alıyor, hayır diyecek durumu yok, itiraz edecek durumu yok. Burada en kritik yaş ilk on yaş, bu kritik yaştaki nesil kimin yaşıysa gelecek onun nesli. İlk on yaşına kadarki nesil kimin formatını almışsa, o nesil onun nesli olur.
Bir milli eğitim bakanı çıktı, PISA yarışmalarında çok kötüyüz ya, o da şöyle dedi, “ ne olacak matematik sorularının hepsini çözdü diyelim, bir çocuk ama hayatta hiç bir şey olmadı. Bir de hiçbir matematik sorusunu çözemedi ama hayatta başarılı oldu, hangisini tercih edersiniz. Niye Anadolu’da böyle yetiştiriliyor insanlar, öğrendik ki kendisi hiç matematik sorusu yapamamış, bakan olmuş.
Bu gün Evrim gerçek mi sorusuna ancak Türkiye’de nacak yüzde 40 evet diyor, Türkiye’de aşağıya da düşer bu gidişle. Bütün çağdaş dünyada yüzde 70-80 evet diyor bu bir ölçektir. Pozitif bilime ne kadar yatkın bir ülke ne kadar okuyor ne kadar ilgileniyor. Bu bir ölçüdür.
İşte Laik devletimiz sona eriyor. Bu laiklik hikayesi devletimizin Mustafa Kemal’in 1922 de karanlıktan çıkardığı bir yıldız gibi parladığı ve 1927 de zirve yaptığı anayasaya soktuğu şu tarihten tepe noktasından sürekli düşüş gösterdi. İnönü zamanında biraz düşüş gösterdi, en büyüğü Menderes zamanında büyük bir çöküntü yaşadı, ondan sonra biraz düzelir gibi oldu ama Evren’le ve Evren’den sonra şurada biraz durağanlık varsa bu grafik cami sayısı ve imam hatip sayısına göre parametize edilmiş bir grafik, yani ne kadar çok imam hatip açıldı en çok Evren’in zamanında açıldıkça düşüyor aşağıya doğru. İmam hatip okulları cami sayısı ve dini söylemlerin devlet işlerinde kullanılması faktörlerle bu grafik hazırlandı. Mustafa Kemal’in karanlıktan çıkardığı zirve yaptığı noktan en aşağı doğru indirmiş durumdayız. Bu gidişle batarmıyız, “parantez”le bunu zaman gösterecek.
Ben Mustafa Kemal’in ağzından, Çin tarih kitabında dört sayfa yer veriliyor, ben de sanki Mustafa Kemal söylemiş gibi onun ağzından şöyle bir sitem yazdım:
“EY MİLLETİM ÇİN BENİM DEDİKLERİMİ UYGULADI, SİZLER İÇİN HAYAL ETTİKLERİMİ ÇİN GERÇEKLEŞTİRDİ. SİZ NEDEN BAŞARAMADINIZ? ÜSTELİK BİZ DEVRİME DAHA ERKEN BAŞLAMIŞTIK”
Bu etkinlik karşılıklı soru cevap ve katkılarla olgun bir hava içinde sona erdi.
SONNOTLAR
(1) Prof. Dr. Ali Ercan kimdir? Nükleer fizikçi, Almanya Köln Üniversitesinde fizik tahsili gördü. Çekirdek fiziği doktorası yaptı. 1986-96 arası 10 yıllık bir zaman diliminde T. Atom Enerjisi Kurumu’nda yöneticiliği var. GATA, İstanbul, Kars ve HÜ de fizik dersleri, Kafkas Üniversitesinde de dekan yardımcılığı görevleri var. Kara Harbokulunda sibernetik sistemler teorisi verdi. MSB da teknik danışma görevinde bulundu 1998-2000 arasında 2002-2006 Savunma Sanayi müsteşarlığında bulundu. Emeklilik sonrası ADD de yönetim kurulu başkanlığı yaptı. Doğa ve bilim üzerinde söyleşiler yapıyor.
Yorum Gönder