“Yargının nereye gideceği 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliğinden itibaren belli idi”.
“12 Eylül 2010 sonrası bir cemaat HSYK sı oluşturuldu”.
“HSYK cemaate teslim edildi, yani yargı cemaate teslim edildi”.
“Sonunda yargı doğrudan hükümete teslim edildi”.
“16 Nisan 2016 da bir anayasa değişikliği yapıldı. Ne oldu, bu kez hükümet yargıyı tamamen kendisine aldı”.
“toplantıda “artık direk yargı iktidarın Adalet Bakanlığına bağlıdır” cümlesi söylendi”.
“Danıştay, devlete hizmet için kurulmamıştır, devletin dizginlerini tutsun– diye kurulmuştur”.
“Adalet Bakanı İstanbul’da hukukçular buluşması yapıyor, nerde, ne zamandır buluşma. Sabah namaz vakti, bilmem ne camisinde”
“Artık Türk yargısı tamamıyla siyasi iktidarın emrine teslim edilmiştir”.
Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy’un evlerinin önünde katledilişlerinin anısına düzenlenen 25. Adalet ve Demokrasi Haftası etkinliklerinden, 27 Ocak 2018 günü Çankaya Beld. Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde Yargıçlar Sendikası’nın düzenlediği “15 Temmuz’dan sonra Türk Yargısı Nereye Gidiyor” konu başlıklı panel düzenlendi. Paneli Ayşe Sarısu Pehlivan (Yargıçlar Sendikası Başkanı) yönetirken, konuşmacı olarak Mustafa Karadağ (Yargıçlar Sendikası önceki Başkanı), İsmail Sayman (Gazeteci Yazar), Nuh Hüseyin Köse (Yargıçlar Sendikası Başkan Yardımcısı) konuşmacı olarak katıldılar.
Bu yılki etkinliğin sloganı “Uyan Gazi Kemal” olarak belirlendi. Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezindeki konuşmaları ne yazık ki çok az sayıda kişi izliyorlardı, öyle ki salonun onda bir bile dolmamıştı. Bunda Ankara Valiliğinin OHAL kapsamındaki yasaklamanın etkisi olduğu söylendi.
Çok az sayıda izleyicinin izlediği bu değerli konuşmaları, biz de banttan çözerek size sunmayı istedik. Ancak metin uzun olacağı için, okuyucuyu da sıkmamak için her bölümün konuşmalarını tek tek bölümler halinde vereceğiz.
Yargıçlar Sendikası Başkan Yardımcısı Bülent Yücetürk’ün kısa sunum konuşmasından sonra Paneli yöneten Ayşe Sarısu Pehlivan (Yargıçlar Sendikası Başkanı) ilk konuşmacı olarak Mustafa Karadağ’a (Yargıçlar Sendikası önceki Başkanı) verdi. Türk Yargısının ne hallere düştüğünü, yargının yürütmenin emrine nasıl girdiğini anlatan Karadağ, konuşmasında şunları söyledi:
“-Uğur Mumcu’yu saygıyla anıyoruz, Uğur Mumcu’yla katledilen aydınlarımızı düşününce, katledilenleri saymak dahi belirli bir zaman gerektiriyor, bu kadar çok insan. Ben şöyle diyorum, ne kadar çok insanımızı öldürmüşüz ve bu katledilen insanların tek ortak özelliği var. Cumhuriyet değerlerine bağlı ve aydınlanmacı kişiler. Katledilen bu eylem tarzını aslında tanıyoruz halen de o düşüncenin tehdidi altındayız.
Biz tabi yargıyı konuşacağız, 15 Temmuz sonrasında yargı nereye gitti. Aslında yargının nereye gideceği 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliğinden itibaren belli idi. Daha önce de yargının sorunları vardı. Hep sorunlu oldu. Ama yine de bir ortalama hali vardı ve insanların adaletten vazgeçtiklerine dair çok yoktu. Olmadı demiyorum, hep oldu ama hiç bu kadar olmadı.
!2 Eylül 2010 Anayasa değişikliği bize aslında şöyle diyordu: “Ben 12 Eylül 1980 nin devamıyım. Hani siyaseten AB süreciyle ilgili verdikleri izlenimin aksine, aslında bize açıkça söylediler. “Biz 12 Eylül 180 in devamıyız, hani siz bilmezsiniz, oldu ya anlayamazsınız, onun için size 12 Eylül’ü hatırlatıyoruz”, dediler. Ve 12 Eylül 2010 sonrası bir cemaat HSYK oluşturuldu. Adalet Bakanlığında tezgâhlandı bu oyun. Sonra HSYK (Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu) cemaate teslim edildi, yani yargı cemaate teslim edildi. Sonra dediler ki, “yanıldık”; biz bunu o zaman da söyledik, en baştan söyledik. Hükümetle cemaat arasında bir MİT krizi çıktı, daha sonra adli arama yönetmeliği krizi çıktı ve o arada HSYK içindeki çatlaklar da başladı.
Bunu bana toplantıda sormuşlardı, “durumu nasıl görüyorsun”, diye. Ben de o zaman, bu siyasi çatışma hali değil, bu tamamen çıkar çatışmasıdır. Netice de halen öyle biliyorum. Yoksa cemaatle hükümetin bir ideolojik farklılığının olduğunu düşünmüyorum. Bizim için fark etmez, ha Fetullah Gülen Cemaati, ha İsmail Ağa Cemaati ha bilmem kimin cemaati. Neticede Cemaat hepsi dini öne çıkaran, dinle beraber, ceplerini de dolduran bir düşünce sistemi. Bu bir kriz çıktığında mesela HSYK bizi çağırdı, daha doğrusu bizimle toplantı yapmak istediler. HSYK nın hükümetçi kanadı ve arada şimdi birinci dairenin başkanı olan kişi, bizimle konuşurken şöyle dedi: “Sayın bakan diyor ki”, biz o zaman ne olsa yargıç, adının başında bile olsa biz yargıcın sayın akan adına konuşmasının pek yakışık olmadığını söyledik. Zaten adına konuşuyorlardı.
2014 e geldik yine başrollerde hükümet, bu kez Cemaat düşmanlığından ciddi şekilde yararlandı. Kendilerine sosyal demokrat, Alevi, ülkücü denilen bir kısım güruhla anlaştı ve onlar da çok iyi pazarladı. Yani bütün organizasyon ve koordinasyon işleri hükümet tarafından yapıldı. O zaman biz de seçime girdik. Bizler kendi olanaklarımızla kimi zaman uçak, kimi zaman tren, kimi zaman araba, otobüs, kimi zaman yürürken böyle işlerle uğraşırken hatta hatta aynı adliye ye gittiğimiz zamanlarda otoparkın bariyerlerinin açılması ile uğraşırken, otoparkçı ile konuşur iken bizim hesapta rakiplerimiz o zaman Adalet Bakanlığının ya da AKP nin finansörlüğünde VİP minibüslerle doğrudan işte halılarla karşılanıp gidiyorlardı. Biz mücadelenin sonunda her zaman olduğu gibi yenildik.
“CİN GİBİ ÇOCUKLAR”!
Sonunda yargı doğrudan hükümete teslim edildi. Kendilerine Alevi diyen, solcu diyen, sosyal demokrat, ülkücü diyenler aslında kendilerinin iktidar olduğunu sandı. Çünkü çok kimse bilmez, ben de tesadüfen öğrenmiştim, Recep Tayip Erdoğan arkadaşlarımızla yaptığı toplantıda konuştuklarımızı söyleyemiyorlardı, bakanın müsteşarıyla görüşüldüğü söyleniyor idi. Ona bir şey anlamında söylendi, meğer R.T. Erdoğan’la da görüşülmüş. R.T. Erdoğan da arkadaşlara demiş ki, “yarın siz de bizi kandırırsınız” demiş.
Ben şöyle bir hikâye biliyorum, kâğıt oynuyorlar, yenen yendikleri kişilere, masadan kaçmasınlar diye sürekli “cin gibi çocuklar” diyor. Yani R.T. Erdoğan da, bizim bu kendilerini sosyal demokrat, Alevi, ülkücü diyen arkadaşlarımıza “cin gibi” çocuklar muamelesi yapıyor. Neticede 16 Nisan 2016 da bir anayasa değişikliği yapıldı. Ne oldu, bu kez hükümet yargıyı tamamen kendisine aldı. Bundan sonra artık polemik yatacak işimiz yok, ondan sonra yargı tamamıyla Cumhurbaşkanı ve AKP genel başkanı Recep Tayip Erdoğan’a teslim edildi. Burada kimse bir şey diyemedi, onlar da söylüyor zaten, doğru anlaşılsın, diye durum yok.
Şimdi 15 Temmuz sonrası yargı nereye gidiyor, diyoruz ya, aslında 16 Nisandan sonra biz bir şey daha öğrendik, üyelerinin tamamı yargıçlardan oluşan Yüksek Seçim Kurulunun tavrını gördük ve o da bize bir şey söyledi. Aslında yargı bir yere gitti, aslında biz halen gidiyor, gidiyor diyoruz ya, aslında yargı gideli çok oldu ama biz halen iyi niyetli insanlar olarak bir yere gittiğini düşünüyoruz.
BÖYLE BİR YARGI İKTİDARI VAR.
Şimdi bu girişten sonra son anı söyleyelim, ne oldu nereye gitti. En sondan başlayalım, Cumhurbaşkanı Sarayda yüksek yargı başkanlarıyla bir toplantı yaptı. Toplantıya HSYK başkan vekili çağırılmadı. Adalet Bakanı HSYK nun başkanı olarak temsilen gitti, Katıldı o toplantıya. Oysa bizim geleneğimizde şu vardı, eskiden. Yani başkan vekili aslında başkandır. Adalet Bakanı HSYK nun başkanı ama öyle her toplantıya katılmaz hatta toplantılara katılmaz. Başkan, başkan vekilidir aslında, hep böyle bilinirdi. Böyle olurdu. Ama son “toplantıda “artık direk yargı iktidarın Adalet Bakanlığına bağlıdır” cümlesi söylendi.
Ondan hemen önceye gelelim, yine sarayda bir adalet şurası yapıldı. Hatırsanız Barak Obama kongre salonuna geliyordu, Amerikan yargıçları oturuyorlardı, insanlar alkışlıyorlardı. Bunu TV yazdı, gazeteler yazdı biz de böyle Amerikan hâkimleri filan filan dedik. Bizde öyle olmuyor, bizde bir kese önceden birisi anons veriyor: “Recep Tayip Erdoğan geliyor”, deniliyor ve herkes ayağa kalkıyor, şeyi bitene kadar alkışlattırılıyor. Yüksek yargıçlardı, alçak yerdeki yargıçları bu toplantıya çağırmamışlardı. Cumhurbaşkanı kürsüye geldiğinde şöyle otoriter bir edayla “buyurun” demişti, o çok dikkatimi çekmişti benim, “oturun” ve oturdular. Ben bu konuşmayı baştan sona dinledim, dedim ki, iki ayrı Türkiye var, ya karşınızda müthiş yalan söyleyen, kendinse inanmış insan var, çünkü o anlattığı zaman Türkiye’de hiçbir sorun yok. Ya tek ayaküstünde kırk yalan söyleme diye bir hikâye var ya. Öyle kırk filan değil yani, bayağı var. Sonra şöyle dedi: “Ben Danıştay Başkanı Berrin Hanım’la konuştuğum zamanlarda, onu “Sayın Cumhurbaşkanım ben devletimiz için ne yapabiliriz”, demesi beni çok duygulandırıyor, dedi; ben nerdeyse ağlayacaktım” .
Danıştay, bizim bildiğimiz, devlete hizmet için kurulmamıştır, devletin dizginlerini tutsun– diye kurulmuştur.
Hatırlayalım, yine Barolar Birliği Başkanının, Danıştay kuruluş yıldönümünde yaptığı, tırnak içinde söylüyorum, “terbiyesizlikten” sonra, hani artık o cübbenin neresini toplayacağını bilememişti, sayın başkan. Hatta hatta o zaman şöyle bir şey vardı, aslında protokolde de saygısızlık yapıldı, devlete de saygısızlık yapıldı; Cumhurbaşkanı oturuyordu, başbakan çekti gitti, bizim Danıştay başkanımız Cumhurbaşkanını bıraktı Başbakanın peşinden koştu. Aslına bakarsanız bu devlet ciddiyetine en büyük hakaretlerden birisi, Cumhurbaşkanı varken, Başbakan nereye giderse gitsin bize ne. Ama bizim Danıştay Başkanımız Başbakanın ardından gitti. Böyle bir yargı iktidarı var.
Danıştay’ı söyledik, Yargıtay eksik kalmasın alınırlar. Şimdi yüksek yargının, o biraz önce bahsettiğim, gayri nizami gücü, hani kendisini “Aleviyim, sosyal demokratım, ülkücüyüm”
diyen hükümet işbirlikçilerinin birisini genel sekreter yaptılar Yargıtay’a, neydi Yargıtay başkanının görevi semboliktir, asıl görev yetki divandadır, başkanlık kurulundadır. Başkanlık kurulu eğer demokratik bir güç olursa, “başkana güvenim yoktur” dediler, “cin gibi çocuklar” olarak kandırdı. İşte hükümetçi bir kişiyi başkan seçtiler. Yargıtay başkanı da çay toplamaya gitti, çay toplamaya gidilir, memleket güzeldir, yenidir, gitmişken çay da toplanır. Ama bunlar sulama kanalı açmaya gittiler. Bilmem ne Pancar Kooperatifinin sulama kanalı (salondan “kanal mı” söylemleri gülüşmeler, uğultular) Bir tek çay toplamaya gitmediler, sulama kanalı açmaya ve Yargıtay önünde bir resim vardı, bulabilirsiniz. Bir Yargıtay temsilcisi hükümeti başkanının yolcu ediyorlar, eğiliyorlar, hatta bir de el sallıyorlar. Böyle de bir Yargıtay’ımız var. Sonra bu Yargıtay, bir başörtülü avukat hâkim meselesi vardı, sonra bu yönetmelikler değiştirildi, Danıştay dedi ki, “avukatlar başı kapalı duruşmalara katılabilir” dedi. Öyle anlaşıldı, ayrıntısına girmiyorum.
Sonra kamu çalışanlarının yönetmeliği değiştirildi, yargıç ve savcılar dışarıda bırakıldı. Fakat bu arada başı kapalı yargıçların da artık adli yargıda görev yaptığını öğrendik. İki yargıcın da Yargıtay’da görevli olduğunu duyduk. Biz de Yargıtay Başkanlığına bir yazı yazdık, Danıştay’a yazdık onlar cevap vermediler, HSYK una başvurduk onlar da cevap vermediler. Yargıtay bize cevap verdi, olacak ya, hani “cin gibi çocuklar”ın oluşturduğu başkanlar kurulundan bir karar çıkarılmış. “Cevap geldi bize, o HSYK Genel Sekreterinin, o “kendini bilmez çocuğun” yargıçlara izin veren yazısını eklemişler ve şöyle demiş, “HSYK bir görüş bildirmiştir, biz de buna katılıyoruz” gibi bir yazı yazmışlar, cevap geldi bize. Sonra ben bunu basınla paylaştım. Sonra “cin gibi çocuklar”dan birisi bunu duymuş, beni aradı dedi ki, “yav böyle bir yazı geldi mi size” dedi. Evet, dedim, basınla paylaştın mı, dedi, evet dedim. “Yav bu yazıyı geri gönder” dedi. “Biz böyle bir karar almadık dedi. Yargıtay’ın başlıklı damgalı yazısı var, altında buz gibi iması var Şebnem şebelek, özür dilerim ismi neydi, Şebnem bişeydi. Onun imzası var, “olamaz” dedi, “biz böyle bir karar almadık” dedi. Oysa bana gelen yazıda şöyle diyor, “irinci başkanlar kurulunda oy birliğiyle verilen”; hani “cin gibi çocuk” vardı ya, hani Cumhurbaşkanının AKP toplantısında, “yarın siz de beni kandıracaksınız” diye. İşte öyle bir zamandan geçtik. (Salondan birileri tarih deyince) Bunların hepsi 2014-2016 arası” dedi.
Şimdi nereye geldik? Adalet Bakanı İstanbul’da hukukçular buluşması yapıyor. Nerdedir, ne zamandır buluşma. Sabah namaz vakti, saat yedi buçukta, Üsküdar bilmem nere camiinde. Bakın hukukçular toplantısı Adalet Bakanı HSYK Başkanı.
Şimdi geldik sorunda bir de Anayasa Mahkememiz sorunumuz var. Biliyorsunuz Anayasa Mahkemesi (AYM) Can Dündar, Erdem Gül davasında da hak ihlali kararı vermişti de, o zamanda, bizim siyasiler “böyle bir karar verilir mi, böyle karar olur mu?” , “aslında mahkemeler buna direnmeliydiler” filan demişti. Ama ne oldu? O gün bir karmaşaya geldi, o gün Can Dündar, Erdem Gül tahliye edildiler ve daha sonra Can Dündar ve Erdem Gül davasında bir suçtan beraat ettirdiler. “Casusluk yok” dediler. “Ama devletin gizli sırlarını açıklama var” dediler.
Sevili Selçuk Kozağaçlı’nın bir yazısı vardı onunla ilgili olarak, diyor ki, “bizim yaptığımız eylemin tanımını yapmasınlar biz kendimiz yapalım”. Selçuk Kozağaçlı’nın dediği bu. Eylemin tanımını kim yapacak, eylemi yapanlar tabi. Biz bir soruşturma geçirdik bu arada, Can Dündar Erdem Gül’ün umut nöbetine atıldık diye, üç arkadaşımız. Biz umut nöbetine katıldık. Oysa onlar bize şöyle diyorlar, “casusluk nöbetine katıldınız”; yok kardeşim biz umut nöbetine katıldık, bizim eylemimiz buydu. Onlar da “casusluk nöbetine katıldınız” diyorlar ve bu mahkeme kararına da yansıyor, mahkeme Can Dündar ve Erdem Gül’ü tahliye etti ama bir kere iş işten geçti, bir karışıklığa geldi, ama bu ayıbını nasıl telafi edecek? Gerekçeli kararında yazıyor. “Aslında AYM haddini aşmıştır” diyor. Şimdi ne oldu? O zaman iktidar temsilciler buna dedi ki, “mahkemeler buna direnmeliydi” dediler.
Geldik 2018 e artık mahkemelerimiz AYM sinin kararlarına karşı direniyorlar. Artık bir şeyler vardı, bir şeyler beklerdiniz Türk yargısından, aslında bir şey var son konuştuğumuz günler. Bilirdiniz sizi sevmezlerdi ama bunu da ayan beyan saygısız şekilde söylemezlerdi. Böyle bir terbiye hali var. Şimdi artık öyle bir terbiye hali yok. Şöyle söyleyelim, iktidarla bulaşmadığınız sürece herhangi bir yerdeki yani boşanma davasından tutun, hırsızlık davasına kadar, mera bilmem neyine davasına kadar adil bir karar alma şansınız vardı. Artık yok. Artık Türk yargısı tamamıyla siyasi iktidarın emrine teslim edilmiştir. Başka şansı yoktu, artık savcılar yargıçlar ne karar vereceklerinde önce bir duruyorlar, sonra etraflarına bakıyorlar, sonra dinliyorlar, bir dakika diyorlar. Aslında bu davayla ilgili bize bir şey söylenmeliydi, şimdi kimse söylemezse o zamanda şöyle düşünüyorlar,”söz söyleseydi ne derdi, ona göre karar veriyorlar”.
Birinci bölüm burada biterken, ikinci bölümde Gazeteci Yazar İsmail Sayman’ın konuşmasını vereceğiz.
Cevat Kulaksız
Yorum Gönder