Dinsel Düşünce, Dinsel Baskı Arttıkça Hurafeciler de Artar

Dinsel Düşünce, Dinsel Baskı Arttıkça Hurafeciler de Artar
Bir ülkede (özellikle İslam ülkelerinde) dinsel düşünce, yönetim, halk ve devlet üzerinde hâkim olduğu zaman o ülkenin insanları başarı ümidini yitirdiklerinde kendilerine bir kurtuluş ararlar, olağanüstü ilahi düşünceden medet umar ve hurafeye sarılırlar. İslam ülkelerinde bilimsel düşünce hâkim olmadığından, küçüklükten beri İslam ülkeleri insanları, dinsel bilgi, hurafeli ve duygularla yetiştirildikleri için, kendileri çağın gerisinde kalınca bilim yerine çaresizlikten ilahi bir varlığa, hurafeye yönelirler. İşte bu paranoyakça düşünce doğrultusunda Sözcü gazetesinde bir acayip adamın haberi yayınlandı. Burada isterseniz, Sözcü gazetesinde 16.4.2017 günlü Veli Toprak’ın manşetten yayınlanan garip bir duygu içindeki kişinin haberine bir bakalım.
İşin garibi, bu deli saçması sözlerin sahibi görülen kişinin bu bozuk patolojik duygularını yansıtan dilekçesini savcının işleme koymasıdır. Muhtemelen o savcı da dinsel telkinlerle büyümüş, okumuş olmalı. Zaten AKP döneminde FETO işbirliği ile birçok savcı, yargıç tercihli olarak İmam hatip çıkışlılar seçilip yargı ünitelerine atanmışlardı, Adalet Bakanı bile İmam hatip çıkışlı ve imam idi. Yoksa sağlıklı düşünen bir savcı bu deli saçması dilekçeyi işleme koyamazdı.
Yoğun dini duygularla hurafeye yönelen kişi yaratıcı olamaz, özgür düşünemez, olayları sorgulayamaz, körü körüne biatçidir, çağın ve toplumun gerisinde kalır. Gerçekten de 60 kadar İslam ülkelerine bir bakarsanız, Nobel ödüllü bilim adamımız Prof. Dr. Aziz Sancar’ın deyimiyle “500 yıldır Müslüman ülkeleri bilime hiçbir katkıda bulunmamışlardır”.
Şimdi gelelim bu garip dilekçe ve olayına.
  “İstanbul'da bir tekstil atölyesinde çalışan İ. Ö. adlı işçi, Güngören semtinde “Osmanlı Devleti'ni yeniden kuracağını ancak Allah tarafından kendisine gönderilen butonun, bir adliyede saklandığını” öne sürüp şikâyetçi oldu. Ö, bir dilekçe ile o adliyeye başvurup, butonu saklayanlardan şikâyetçi oldu. Ruhi yönden problemleri olduğu anlaşılan İ.Ö.'yü ciddiye alan savcılık ise, dilekçeyi işleme koydu. Savcı da kendisini peygamber de ilan eden Ö.'nün ifadesini aldı. Türkiye Cumhuriyeti'ni “Polat Alemdar [1] ile birlikte kurduğunu, 94 yıl önceki Lozan Antlaşması'nı da kendisinin imzaladığını” iddia eden 42 yaşındaki işçi, üç kez dünyaya geldiğini de söyledi. Adliyede tutulan elbise, kimliği ve butonun kendisine verilmesini istedi. İşte o skandal ifadeler:
Dinsel Düşünce, Dinsel Baskı Arttıkça Hurafeciler de Artar

TC’Yİ BİZ KURDUK: “Ben Allah'ın yeryüzündeki temsilcisiyim. Bana ait dokunulmazlık robotu vardır. Yine bana ait Allah tarafından gönderilen bir buton vardır, bu butona bastığımda her şeyi görebilmekteyim. Türkiye Cumhuriyeti'ni ben, hakim, adliyede çalışan Polat Alemdar, Güzide, Serpil… Milli Saraylar'da çalışan Özlem… Ve Güngören'de ayakkabıcılık yapan Hz. Muhammed’in oğlu ile birlikte kurduk. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu ile ilgili belgeler hakım” dedir, “onun tarafından muhafaza edilmektedir. Benim kod ismim 01/03/1975 Hazal Deli'dir”.

OSMANLI'YI BİZLER KURACAĞIZ: “Osmanlı Devleti'ni kurmak için de proje hazırladık, yer olarak da Güngören Köyiçi mevkiinde bulunan devlet hastanesi yanında bulunan arsayı belirledik. Şu an da temeli hazır vaziyette beklemektedir. Ancak çevredeki arsalara her gün bir inşaat dikilmekte, Osmanlı Devleti için ayrılan yerdeki devlet hazinesine ait taşlar, bu yerden çalınmaktadır. Bana ait butonu uluslararası anlaşmalar gereği 40 yaşından önce kullanamamaktayım”.
BUTONUMU VERİN: “Şu anda yaşım 42 oldu ancak bu anlaşmalar hiçe sayılarak buton bana teslim edilmedi. Ben aynı zamanda tescilli peygamberim. Lozan Antlaşması'nda da bizzat bulundum, bu antlaşmayı Güngören Köyiçi Cami önünde yaptık. Yaşım 42 ancak ben değişik isimlerle 3 kez dünyaya geldim. Lozan Antlaşması'nı ilk dünyaya geldiğim zaman yaptık. Adliyede saklanan bana ait kimliği, butonu, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu sırasında ortaya koyduğumuz paraların iadesini istiyorum”.
Ruhi yönden problemleri olduğu iddia edilen işçi İ.Ö.'nün şikâyet dilekçesi resmi kayıtlara da girdi.
Bu kadar deli saçması olana bir başvuruyu, dilekçeyi savcı nasıl resmiyete koyar anlamakta zorluk çekiyorum.
Dinsel tarihin her devrinde yüzlerce nice garip hurafeler görülmüş, yaşanmış ve yaşanmakta. Örneğin, Hasan Mezarcı’nın kendini peygamber, M.Ali Ağca’nın “mehdi” ilan etmesi vb. hurafeden nemalanmaya çalışan insanlarımız da çıkıyordu.
Aşırı dinsel baskının, dinsel kökenli hurafenin insanları ne hallere düşürdüğünün acı bir örneğini, ilgili kaynaklardan buraya alıyoruz. (Olaylar, şimdilerde Taliban kafaların Pakistan’ı ve komşu Afganistan’ı ne hale getirdiğini, canlı bombaları da göz önüne alıp düşünelim)

KERBELA HACILARININ BAŞINA GELENLER
1983 yılının Şubat ayında Kuzey Pakistan’da bir köylü kızı rüyasında, “bütün köylüleri ile birlikte Kerbelâ’ya hacca gitmek için hareket etmeleri gerektiğini, her türlü engeli aşacaklarını, rüyasında gördüğünü, yukarıdan böyle telkin geldiğini, köylülere ısrarla anlatır. Kerbelâ şehitlerinin bölgesine gitmek için can atan, onun hayali ile yaşayan o mezhebin mensuplarına, bu cahil kızın rüyası adeta itici bir güç olur.
Bunun için, Pakistan’ın yüzlerce yoksul köylü Kerbelâ yolcuları, soğuk bir gün sabahında Karaşi’nin sahillerinden, “ya Allah, ya Hüseyin” naraları ile Umman Körfezinin fırtınalı sularına atıldılar.
Ertesi günü, bir rüyanın verdiği esinle Kerbelâ’ya gidip hacı olmayı umanların cesetlerini, Pakistan sahil güvenlik güçleri ibretle topladılar. Bu hazin olay karşısında şaşkına dönen Pakistan Polisi, nasılsa boğulmaktan kurtulmuş az sayıda Pakistan köylüsünü, yasa dışı yollardan yurt dışına çıkmaktan tutukladı. Bu aptalca olayda sağ kalanlar, aşırı dinci çevrelerin övüncü oldu; aşırı dincilerin baskıları ile serbest bıraktırıldılar. Yoğun bir kampanya ve toplanan para ile sağ kalanlar, uçakla Kerbelâ’ya hacıya gönderildiler. [2]
Bizde hurafe pek çoktur, bir ülkede cehalet artmışsa hurafeler de artar, işte onlardan ikisi:
KUTSAL TAŞIN ŞAM’DAN İSTANBUL’A GETİRİLİŞİ
 “Şam İlinin Havran Bucağında eski Şam diye anılan Bassi Kalesinde Peygamberin ayak izi olduğuna inanılan kutsal bir taş bulunduğu, öteden beri söylenip duruyordu. Vezir Öküz Mehmet Paşa Şam Valisi iken o kutsal taşı o kaleden almış, Şam’a getirip Emeviye Caminde yerleştirmek istemişti. Şimdiki Vali Derviş Mehmet Paşa bu taşı eski karara uyarak “Emeviye camine mi, yerleştirelim, yoksa İstanbul’a mı gönderelim” diye İstanbul’a başkente bir yazı ile sorar.
Haz. Muhammed’in genç yaşta ticaretle uğraşırken, Şam’a geldiğinde kervanıyla bu kale yakınına konmak için inerken ilk ayak bastığı taşın bu olduğuna, halk inanmıştı.
Osmanlının dar ve buhranlı zamanında “böyle kutsal bir taş İstanbul’a getirilirse, bir ferahlığa yol açabilir” düşüncesi ile hemen yola çıkarılması padişahın Emri ile valiye bildirildi. Taş üç ay içinde, büyük törenlerle İstanbul’a geldi. Bütün şehir sarayın gösterdiği büyük ilgiye uyarak ayaklandı ve bu taşın yoluna düştü. Bu kutsal taş, Bahçe kapısı yanındaki Abdülhamit Han’ın ilân ettiği bir yere kondu. İstanbul’a bu kadar karışık bu zamanda böyle kutsal bir taşın gelmesi elbette uğur ve bereket getirici olmuştur” diye düşünürler.
(Osmanlı yıkılış döneminde nelerden medet umuyormuş… İstiareye yatan, yıldız falına baktıran, üfürükçülere, falcılara devlet işini danışanlarla devlet ne hallere düşürmüş. Bir taş devleti mi kurtaracaktı? [3]

PEYGAMBERİN NALINI İSTANBUL’A NASIL GETİRİLDİ!
Padişah Abdülaziz (1830–1876) zamanında, akıllara durgunluk veren, İstanbul’da Peygamberin nalını olduğu iddia edilen ilginç bir nalın hurafesi yaşanır. Okul tarih kitaplarının yazmadığı bu acayip, ilginç hurafe olay, Osmanlı’nın ne kadar geri kaldığını, neden yıkıldığını, devlet düzeninin bilime, akıla değil, boş inançlara dayandığının belgeleridir.
Söylentiye göre, İstanbul’da Topkapı Sarayının Kutsal Emanetler bölümünde Hz. Muhammed’in nalınının bir teki bulunmaktaydı. Nalının ikinci tekinin Canik Dağlarında olduğu söylentisi Başkent İstanbul’da yayılır.
Bu nalını dağdan Samsun’a getirmek için İstanbul’dan devletin ileri gelenlerince yağız bir katır gönderildi. Nalın Canık Dağlarından katıra yüklenip yola çıkarılınca, valinin emriyle sivil, asker ve askeri memurlar, bütün tarikat şeyhleri, askeri öğrenciler, halk, nalını karşılamak için Canik- Samsun yolunun iki tarafına dizildiler. Dini tören başladı. Bir ağızdan Salât- ı ümmiye müftünün işaretiyle okundu tekbirler getirildi.                                                                                                                Padişah hazretleri nalını Samsun’dan İstanbul’a getirmesi için şeyhülislâm başkanlığında bir saray heyeti teşkil etti. Cuma namazından sonra  “Şıar-ı Nusret” vapuru denize açıldı. Samsun Valisi nalını dua, törenle vapura teslim etti. Kutsal emanet Topkapı Sarayı’ndaki özel yerine kondu.
Asıl sorun ve ilginç olaylar nalının gelmesinden sonra başladı. Nalın olayı etrafında inanılmaz mucizelerin yaşandığı söylentileri yayıldı. Osmanlı İmparatorluğu her gün yeni mucizelerin (aslında boş inançların) şahidi oluyordu. Kimine göre, nalını getiren katırın peşine takılan koyunlar dereyi geçince koç olmuşlardı. Koça el süren kötürüm bir kadın hemen ayaklanıp raks etmeye başlamıştı. Nalının örtüsüne yüz süren kör çocuğun gözleri açılmıştı. Koyunlar dağa yönelince nehir de dağa doğru akmaya başlamıştır.
İki nalın bir araya gelmekle Şeyhülislâm, Osmanlı Devlet’inin hem karada, hem denizde dünyanın en güçlü ülkesi olduğunu ilân etti. Ayrıca cihan savaşı açılırsa bütün Avrupa’nın fethedileceğini anlattı. Halk bu hurafe kaynaklı masala inanır oldu ve Abdülaziz’in dünyaya savaş açması gerektiğini fısıldamaya başladı. Neyse ki sağduyu hâkim oldu, savaşın eşiğinden dönüldü.
Avrupa bilim teknik, buluşlar, sanayi devrimini yaşarken Osmanlı nelerle uğraşıyormuş.[4]
Bu yazıyı yazdığım sırada internette-sosyal paylaşım sitesinde hurafenin, cehaletin şaha kalktığı günümüzde bile resimli bir yazı dolaşıyordu.
Dinsel Düşünce, Dinsel Baskı Arttıkça Hurafeciler de Artar
 Bakınca dehşete kapıldım, insanların çıkar hırsları dinsel düşünce ile yoğurulunca anlatamayacak kadar hurafe, cehalet karşımıza çıkıyor. Orada şöyle yazıyordu: “SAYIN ERDOĞAN’IN GETİRECEĞİ YENİ ANAYASA KURAN’IN YETERSİZ GELDİĞİ İÇİN KENDİSİNE HZ. CEBRAİL VASITASIYLA VAHİY EDİLMİŞTİR. DESTEKLEMEMİZ GEREKİYOR, DESTEK VERMEYEN KÂFİRDİR”.
Vatandaş da “çüşşş” diye tepkisini yazıyordu. Demek ki, cehalet arttıkça hurafe de, dinsel sömürü de, sapkınlıkla artıyor. İşte bu nedenle dinsel sömürüden nemalananlar için AKP nin Sebahattin Zaim Üniversitesi Rektör Yardımcısı Bülent Arı, “Ben daha çok cahil ve okumamış tahsilsiz kesimin ferasetine (anlayış-sezgi) güveniyorum bu ülkede. Yani ülkeyi ayakta tutacak olanlar, okumamış, hatta ilkokul bile okumamış, üniversite okumamış cahil halktır” dedi.[5]. Ancak hurafeden, dinden nemalanan kişiler, iktidarlar bunları söyleyebilir ve siyaset uygulayabilirler. Oysa çağdaş dünya cehaletle savaşım içindedir. Ne yazık ki, günümüzde cehaleti yeğleyeler bulunmakta.

Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com


SONNOTLAR

[1] Polat Alemdar, Kurtlar Vadisi, Kurtlar Vadisi Terör ve Kurtlar Vadisi Pusu dizilerinin ve Kurtlar Vadisi Irak, Kurtlar Vadisi Filistin filmlerinin ana karakteridir. Necati Şaşmaz tarafından canlandırılıp, Umut Tabak tarafından seslendirilir. Alemdar, Mehmet ve Nergis Karahanlı'nın öz oğludur.

[2] (Kaynak: İslam ve Bilim (Bağnazlığa Karşı Akılcılığın Savaşımı) (Prof. Dr. Pervez Hoobhoy 1950)                                        
[3] (Kaynak: Cevdet Paşa Tarihinden Seçmeler)

[4] Kaynak: Hakaik-ül Vakayi  28–5–1872

[5] Bak: https://www.sozcu.com.tr/2016/gundem/rektor-yardimcisi-bulent-aridan-skandal-sozler-ulkeyi-ayakta-tutmak-icin-cahil-nesil-lazim-1147218/

Cevat Kulaksız

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget