Ağustos 2021
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Türk Milletinin 30 Ağustos Zafer Bayramı Kutlu Olsun
Batı cephesinde yeni bir şey yok. 

30 Ağustos Zafer Bayramıyla ilgili olarak,  geçen sene 28/08/2020 de yazıp yayınladığımız, güncelliğini yitirmeyen  makalemize,  noktasına virgülüne kadar hiç dokunmadan aşağıda  aynen ve yeniden  yer veriyoruz. 

28/08/2021 

Güner YİĞİTBAŞI


BUNLAR LAİK ATATÜRK'E VE DEVRİMLERİNE KARŞILAR


Saray, 

Saraylarda yaşama tutkusu, 

Milletinden uzaklaşmak, 

Ümmet özlemi, millet kavramı yerine ümmet kavramına ve anlayışına üstünlük tanımak, 

Din ve mezhep üzerinden politika yapmak, 

Türk Milleti diyememek, demek gerekirse de, sadece milletim diyerek yetinmek, 

ATATÜRK diyememek, demek gerekirse de,  Gazi Mustafa Kemal diyerek yasak savuşturmak, 

Hem laik ve hem de Müslüman olunamaz diyerek, laiklik ilkesine olan alerjisini ve düşmanlığını dile getirmek, 

Bilerek ve isteyerek yaptığı kendi yanlışlarının sonucu olan 15 Temmuz'u kutsamak ve onu ülkenin  kurtuluş savaşı olarak görmek, 

Kendi yanlış yasal düzenlemeleri sonucunda Türk Silahlı Kuvvetlerinin ATATÜRK'çü vatansever subaylarını tasfiye ederek, FETÖ'cü çetenin subaylarının Türk Ordusunu ele geçirerek darbe girişiminde bulunmalarına yol açan AKP çoğunluklu Türkiye Büyük Millet Meclisinin;  15 Temmuz darbe girişimi gecesinde bombalanması nedeniyle; 1920'li yıllarda ülkenin emperyalist işgalci devletlerden kurtarılması için girişilen ve 30 Ağustos 1922 de zaferle sonuçlanan kurtuluş savaşının karargahlığını yaparak hak ettiği asıl gazilik unvanını bir kenara bırakarak, 15. Temmuz Fetöcü çetenin saldırısı nedeniyle, Türkiye Büyük Millet Meclisine yeniden gazilik unvanı vermeye kalkışmak, 

Tüm bu gerçekleri alt alta koyup bir değerlendirme yaptığımızda, 

İş başındaki AKP iktidarının;  ATATÜRK ve milli bayramlara olan düşmanlığını anlamamak mümkün değildir. 

30. Ağustos Zafer Bayramı kutlamalarını,  pandemi gerekçesiyle yasaklamak ve kısıtlamak, 

Ama, aynı pandemi ortamında, hiçbir kısıtlama yapmadan, büyük bir katılım ve cemaatle Cuma namazı kılarak AYASOFYA'yı ibadete açmak, 

Kısa süre önce kutladığımız dini bayram olan kurban bayramında,  virüsün yayılmasına yol açacak kurban kesimlerini yasaklamamak, bu konuda hiçbir kısıtlama getirmemek, 

26. Ağustosta,  949 yıl dönümünü idrak ettiğimiz Alparslan’ın Malazgirt Zaferini, hiçbir kısıtlama ve yasak getirmeden devlet erkanıyla kutlamak, 

ATATÜRK imzalı tüm milli bayramlara soğuk bakmak ve bir neden bulup, bunu bahane ederek milli bayramlara yasak ve kısıtlamalar getirmek. 

Bunun tek nedeni var bize göre, hem laik hem de Müslüman olunamaz diyen iktidardaki ümmetçi ve mezhepçi,  bölücü ve gayri milli zihniyetin, laiklik ilkesini ülkemizde yerleştiren ATATÜRK'e yönelik düşmanlığı ve ATATÜRK'ü halkın gözünde küçük düşürüp itibarsızlaştırma isteği. 

Bu zihniyetin,  ATATÜRK'e yönelik düşmanlığı o kadar kök salmış ki; ATATÜRK'ün başkomutanlığını yaptığı kurtuluş savaşını ve 30 Ağustos Zafer Bayramını dahi görmezlikten gelebiliyorlar, ellerinden gelse yok sayacaklar. 

Aslında onlar da çok iyi biliyorlar, ATATÜRK olmasaydı,  ülkenin vatan olmasını sağlayan kurtuluş savaşının kazanılamayacağını, bugünkü bağımsız ve özgür Türkiye Cumhuriyetinin yerinde yeller eseceğini, bu yalın gerçeğe rağmen, onlara göre varsa da yoksa da, Fatih, Alparslan ve 15 Temmuz. 

Fatihi de Alparslan’ı da seveceğiz tabi, onlar da bizim atalarımız, ancak bugüne bakmak ve bugünün değerini de bilmek zorundayız. 

Evet bugünleri, Alparslanlar ve Fatihlere de borçluyuz, onları da çok seviyor ve saygı duyuyoruz, minnetle anıyoruz. 

Tıpkı, dünlerde kalan dedelerimizi sevdiğimiz ve saydığımız gibi. 

İçinde bulunduğumuz bugünleri de,  dedelerimizin Dünyaya getirdiği babalarımıza, yani ATATÜRK ve silah arkadaşlarına borçlu olduğumuzu unutmamalıyız. 

Bize göre; bu ülkenin tek kurtuluş savaşı ve zaferi vardır ve o da; 26 Ağustos 1922 de büyük taarruz ile başlayan ve 30 Ağustos 1922 de ATATÜRK'ün başkomutanlığı altında emperyalist devletlere karşı kazanılan ve vatanın dış düşmanlardan kurtarılarak Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasıyla sonuçlanan ve her 30 Ağustoslarda bayram olarak kutlanan kurtuluş savaşıdır. 

Yine bu ülkenin tek gazi meclisi vardır ve o da; kurtuluş savaşının kazanılmasında etkin rol oynayan ve kurtuluş savaşına karargahlık yaparak hak ettiği gazilik unvanını alan meclistir. 

15 Temmuz da meclisi bombalayanlar, Fetöcü çetenin içerdeki hain mensupları olup, meclisin maruz kaldığı bu bombalı saldırı,  içerideki hainlerin bir başkaldırısı ve isyanıdır, bu çete ile aynı menzile gittiklerini itiraf eden iktidar ile çetenin iktidar mücadelesinin bir tezahürü olup, zaten  gazi unvanına sahip olan meclise, alternatif bir gazi unvanı verme mertebesinde ve değerinde asla değildir. Yüz karası çirkin bir eylemdir.  

Bu nedenle;  pandemiye rağmen, 15 Temmuzda darbe girişiminin önlenmesini;  kurtuluş savaşımızın ve gazi meclisimizin bir alternatifi kabul ederek,  hiçbir kısıtlama yapmadan coşkuyla kutlayan iktidarı; gerçek kurtuluş savaşımızın kazanılması nedeniyle,  her 30. Ağustosta milli bayram olarak kutladığımız 30 Ağustos Zafer Bayramını, hiçbir kısıtlama ve yasağa tabi tutmadan, Türk Milletine yakışır şekilde coşkuyla kutlamaya davet ediyoruz. 

30 Ağustos Zafer Bayramımız Tük Milletine kutlu ve mutlu olsun. 

Bize bu zaferi ve bayramı kazandıran ATATÜRK ve silah arkadaşlarını, rahmetle ve minnetle anıyoruz. 

Güner Yiğitbaşı

28/08/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Kanunsuz Suç Ve Ceza Olmaz Gerçek Hukukçu Olmak İçin De Bilgi Cesaret Ve Mangal Gibi Yürek İster
Suçta ve cezada kanunilik ilkesi de denilen kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi; iç hukukumuzun ve evrensel hukukun en temel, olmazsa olmaz,  ceza hukukunun en temel ilkesidir. 

Kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi; halen yürürlükte olan 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 2.  maddesinde, suçta ve cezada kanunilik ilkesi başlığı altında düzenlenmiştir. 

TCK'nun 2. maddesinde,  bu ilke aynen; 

“(1) Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanamaz.  Kanunda yazılı cezalardan ve güvenlik tedbirlerinden başka bir ceza ve güvenlik tedbirine hükmolunamaz. 

(2)İdarenin düzenleyici işlemleriyle suç ve ceza konulamaz. 

(3)Kanunların suç ve ceza içeren hükümlerinin uygulanmasında kıyas yapılamaz.  Suç ve ceza içeren hükümler,  kıyasa yol açacak biçimde geniş yorumlanamaz. ”şeklinde,  çok açık ve net bir şekilde hüküm altına alınmıştır. 

İç ceza hukukumuzun  ve evrensel ceza hukukunun bu en temel kuralı, insanların özgürlüklerinin garantisidir. 

Bu kurala göre; hiçbir hukukçu, savcı, hakim ve iktidar, ben öyle istiyorum, bu fiilin suç olması gerekir veya bu fiil suç olmamalıdır şahsi sübjektif istek ve arzularına göre, suç olmayan bir fiili suç, suç olan bir fiili de,  suç olmaktan çıkaramaz. 

Kıyas yoluyla suçlar yaratılamaz, suç sayılan bir fiilin yasadaki tanımı geniş ve amacı dışında yorumlanarak, yasaya göre suç sayılmayan bir fiil suç sayılarak,  kişilere ceza verilemez. 

Peki ülkemizin taraflı ve bağımlı yargısı ve hukuk tanımayan iş başındaki siyasal iktidarı,  suçta ve cezada kanunilik, kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesine saygı gösteriyor mu? Asla. 

İşte 28. Şubat kararı ve hapse atılan generaller gerçeği tüm çıplaklığıyla ortada duruyor ve kamu vicdanını yaralıyor ve kanatıyor. 

28 Şubat 1997 de toplanan MGK'nın;  18 maddelik, laiklik karşıtı, karşı devrimci  cemaat, tarikat ve örgütlerle mücadeleye yönelik kararlar alarak,  laiklik karşıtı cemaat, tarikat ve örgütlerin,  laiklik karşıtı darbe yapmalarının önünü kesmeyi amaçlayan ve alınan kararları zamanın hükümetine tavsiye eden kurulun asker kanadı, hükümete yönelik darbe girişiminde bulundukları iddiasıyla, aradan yıllar geçtikten sonra  müebbet hapis cezalarına çarptırılarak ileri yaşlarına rağmen hapse atıldılar. 

28 Şubat 1997 nin bir darbe girişimi olmadığını, ”28 ŞUBAT DARBE DEĞİLDİR YARGI HUKUKİ DEĞİL SİYASİ BİR KARAR VERMİŞTİR!. . .  başlığıyla yayınladığımız, 20/08/2021 tarihli makalemizde gerekçeleriyle açıklamıştık. İsteyen o makalemizi okuyabilir. 

28 Şubat'ın,  ceza kanunlarımıza göre darbe girişimi olmadığı, TCK. nın 2.  maddesindeki suçta ve cezada kanunilik ilkesinin çiğnenerek, TCK da yer alan ceza hükümlerinin;  ceza hukukunda yasak olan kıyas ve  kıyasa yol açabilecek biçimde geniş yorumlanarak,  olmayan bir suçun sunni olarak bir zorlamayla yaratıldığı,  çok açıktır. Bu, yasa dışı zorlamayı en güzel ifade eden de;  28 Şubat'a açıkça darbe denilememesi ve post modern darbe olarak tanımlanması,  açıkça ortaya koymaktadır. 

Hukukçuların, savcı ve hakimlerin en asli ve zorunlu görevi ve yetkisi, Ceza kanunlarında açıkça tanımı yapılan yürüklükteki pozitif ceza kurallarını,  eğmeden ve bükmeden,  kıyas ve kıyasa yol açacak biçimde geniş yorumlayarak olmayan suçlar yaratmadan, tarafsız ve  objektif olarak uygulamaktır. 

Savcı ve hakim; önüne gelen ve yürürlükteki yasalara göre suç sayılan  bir eylemin,  aslında suç olmaması gerektiğini veya yasalara göre suç olarak tanımlanmayan bir eylemin de  suç olması gerektiğini düşünse dahi, kendi şahsi düşüncesini bir kenara bırakarak, yürürlükteki yasa kuralını,  aynen yasadaki tanımına uygun bir şekilde uygulamak, buna uygun gerekli kararı vermek zorundadır. 

28. Şubatı değerlendirdiğimiz yukarıda bahsettiğimiz makalede de dile getirdim,  örneğin;  12 Eylül darbesini gerçekleştiren ve teşebbüs aşamasında kalmadan sonlanan ve tamamlanan ve kendi anayasasını yaparak, ezici çoğunlukla halk oyundan geçirip,  milletin güven oyunu alarak meşrulaşan ve en önemlisi de, yaptığı anayasası halen yürürlükte olan Kenan EVREN ve arkadaşlarının,  darbe yaptıkları gerekçesiyle yargılanmaları bize göre pozitif hukuk kurallarına açıkça aykırıdır. 

Evet biz de her türlü darbeye karşıyız ama,  bir de hukuki gerçeklik vardır. Ceza yasalarımız tamamlanmış ve meşruiyet kazanmış darbeleri suç saymamaktadır,  esasen suç sayılması da işin tabiatına aykırıdır. Hiç kimse, hele hukukçular, hakim ve savcılar, teşebbüsü suç olan bir darbe eyleminin, tamamlanmış hali nasıl suç olmazmış diyerek yorum ve kıyas yapma hakkına sahip değildir. 

Ceza Yasalarımız, örneğin;  yaralama, adam öldürme, gasp, hırsızlık, dolandırıcılık ve benzeri suçların, teşebbüs aşamasını da geçerek tamamlanmış olması halini de, daha ağır ceza yaptırımını gerektiren suçlar olarak açıkça düzenlediği içindir ki;  yaralama, öldürme, hırsızlık, gasp, dolandırıcılık gibi ve benzeri suçlara teşebbüs edilmesi hali dışında, tamamlanmış ve gerçekleşmiş hali de,  cezayı gerektirmektedir. 

Darbeye teşebbüs suçunun; tamamlanmış,  sonuçlarını doğurmuş ve meşruiyet kazanmış halini cezalandıran bir açık ceza maddesi yoktur. Aksi, işin tabiatına aykırıdır. Teşebbüsü cezalandırıldığına göre,  tamamlanmış hali de,  evleviyetle, yani öncelikle suç sayılmalıdır diyerek,  kıyas ve kıyasa yol açabilecek geniş yorum yapılarak, ceza yasasında tanımlanarak bir ceza öngörülmeyen,  tamamlanmış ve meşruiyet kazanmış  bir eylemden darbe suçu yaratılarak, ceza  hükmü  kurulamaz. 

Bu ülkede Cumhuriyet döneminde başbakan ve bakan asan 27. Mayıs darbecileri yargılanmışlar mıdır? Hayır. 

İşte, 1961 anayasası gibi dünyanın en modern anayasasını yaparak milletten güvenoyu almaları, meşruiyet kazanmaları ve yasalarımızda tamamlanmış darbenin faillerinin  suçlu olduklarını açıkça kabul eden ve tanımlayan, bir ceza öngören bir hüküm olmadığı için, 27 Mayıs darbecileri yargılanmamışlar ve tabii senatör olarak mecliste görev yapmışlar, rahmetli Alpaslan TÜRKEŞ gibiler,  politika yaparak,  Başbakan yardımcılığı koltuğuna dahi oturmuşlardır. 

Bilmem anlatabildim ve siz okurları aydınlatabildim mi?

Bu nedenle, gerçek hukukçu, savcı ve hakim olabilmek için; olanları ayrı tutuyoruz,  bilgi,  cesaret ve mangal gibi yürek ister.  

Güner Yiğitbaşı

25/08/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Şu Hukuksuzluk Bitsin Artık
Ülkenin onca sorunu arasında bir de Cumhurbaşkanı’na hakaret suçu sorunu var,  bu ülkenin. 

Bize göre bu sorun,  diğer sorunlar kadar önemli. 

Cumhurbaşkanı'na hakaret suçu, bağımlı yargının bağımlı savcıları ve hakimleri tarafından,  amacı dışında,  hukuka ve yasaya aykırı olarak uygulanmakta ve bu uygulama artık kamu vicdanını yaralamanın da  ötesinde,  kamu vicdanında büyük bir yara oluşturmuştur. 

Türk Ceza Kanununda düzenlenen cumhurbaşkanına hakaret suçu; yeni sisteme geçmeden önce, parlamenter sistem döneminde, partiler üstü ve tarafsız,  göreve başlarken namusu ve vicdanı üzerine yaptığı tarafsızlık ve anayasaya bağlılık yeminine sadık kalacak Cumhurbaşkanlarını korumak amacıyla yasaya konulmuş olan bir suç tipi olup; bu suçun yasamıza konulmasından sonra,  ülkemizin yönetim sisteminde ve Cumhurbaşkanının tarafsız kişiliğinde yapılan anayasal değişiklikler üzerine,  şu anda birisi AKP Genel Başkanlığı ve diğeri Cumhurbaşkanlığı olmak üzere  kafasına iki şapka geçiren partili Cumhurbaşkanı ERDOĞAN; parti lideri şapkasıyla yaptığı konuşmalarında, kendisine muhalif olan partililere ve halka hakaretler etmeyi, ağır sözlerle saldırmayı,  kendisine reva görüp  içine sindirirken, parti lideri olarak yaptığı bu hakaretlerine,  eleştiri mahiyetinde cevaplar veren muhalif kesimin,  hakaret teşkil etmeyen ağır eleştirilerine dahi tahammül edememekte ve savcılara suç duyurularında bulunmakta veya savcılar resen harekete geçmektedirler. 

Demokrasilerde böyle bir hukuk rezaleti olamaz. 

Anayasa'nın, yasalar önünde eşitliği düzenleyen 10. maddesine göre, hiçbir kişiye özel bir ayrıcalık ve imtiyaz tanınamaz. 

Sayın ERDOĞAN; taraflı cumhurbaşkanı olmayı, AKP Genel Başkanı olarak siyasi kimliği ile Cumhurbaşkanlığı görevini de yürütmeyi,  kendisi istemiş olup, bırakınız Cumhurbaşkanı sıfatıyla yaptığı konuşmalarını, siyasal kimliğiyle, AKP Genel Başkanı olarak yaptığı konuşmalarında dahi, kimseye hakaret etme hak ve imtiyazına sahip değildir. 

Siyasi kimliği ile yaptığı konuşmalarında, muhalefete yaptığı hakaretlerden sonra,  Cumhurbaşkanlığı şapkasını giyerek, kendisine yönelik cevabi eleştirileri Cumhurbaşkanı şapkasıyla karşılayıp savuşturmaya kalkışması, cumhurbaşkanlığı makamını ve o makama sağlanan yasal korumayı paratoner olarak siyasal kişiliğine yönelik olarak kullanmaya kalkışması, ne yasalara ve ne de mertliğe asla sığmamaktadır. 

Böyle bir imtiyaz ve ayrıcalık, asla olamaz. 

Savcılar ve hakimlerimiz;  her türlü baskılara göğüs gererek, bundan sonra  ERDOĞAN'ın cumhurbaşkanlığı sıfatıyla asla bağdaşmayan,  AKP Genel Başkanı siyasi kimliğiyle yaptığı eylem ve söylemlerine karşılık olarak,  muhataplarının yaptıkları, hakaret dahi oluşturmayan ağır eleştirilerini ve dahi,  hakaret oluşturan fiillerini, Cumhurbaşkanına hakaret olarak nitelendirerek dava açmaktan vazgeçmelidirler. 

Adalet Devletin Temelidir. ERDOĞAN devlet değildir. 

Adalet; partili Cumhurbaşkanının,  anayasaya göre yaptığı yeminini çiğneyerek, siyasal kimliğiyle yaptığı, bize göre devleti temelinden sarsan, milleti ayrıştıran ağır söz ve hakaretlerini aklayan ve bu hakaretlere bekçilik yapan, partili cumhurbaşkanına siyasal kimliğine yönelik olarak yapılan ağır eleştirileri, Cumhurbaşkanı'na hakaret suçu kabul ederek,  partili Cumhurbaşkanına koltuk değneği olma kurumu değildir. 

Yargı artık üzerine düşen yasal görevini yapmalıdır.  

Güner Yiğitbaşı

24/08/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Müjde ne demektir?
Bir insana veya insanlara veya bir topluma,  sevindirici bir haber verileceği zaman, müjde denir ve ilave edilir, müjdemi isterim diyerek. 

Bundan da anlaşılıyor ki; müjde; sevindirici bir haber verileceği zaman söylenen bir sözdür, sevindirici bir haberdir müjde. 

İnsanlar; bir söz veya  haberden dolayı ne zaman sevinirler?

O haber veya söz,  kendilerine maddi ve/veya manevi bir yarar ve menfaat sağlıyorsa sevinirler ve memnun olurlar. 

Saray iktidarı; partili Cumhurbaşkanı her kurumu ve kavramı bozarak yozlaştırdığı, anlamını ters yüz ederek tanınmaz hale getirdiği gibi, bazı kavramların anlamlarını da değiştirdi ülkemizde. 

Baklayı ağzımızdan çıkarıp esasa girecek olursak; partili Cumhurbaşkanı,  müjde kavramını da gerçek anlamından bambaşka ve tersi bir kavrama dönüştürdü. 

Partili Cumhurbaşkanı, iç politikada sıkıştığı zaman,  halkın dikkatini dağıtarak başka yönlere çekmek için, altı ayda veya sene de bir halkın karşısına çıkarak, önümüzdeki günlerde size inşallah bir müjdem, müjdeli bir haberim olacak diye beyanlarda bulunuyor ve o gün geldiğinde de, tahmin ettiğimiz gibi, falanca denizde,  falanca yerde şu kadar milyon metre küp doğalgaz ve petrol yatağı bulduk diye beyanda bulunarak; sözüm ona haklımıza maddi ve manevi katkı ve yarar sunacak sevindirici bir haberi müjde olarak sunuyor. 

Ama, kazın ayağı hiç de öyle olmuyor. 

Halkımız, milyonlarca metre küp doğalgaz kaynağına sahip olduğumuza göre, artık dışa olan bağımlılığımız kısmen azalacak ve doğalgaz fiyatlarında hemen bir indirim yapılmasa da, hiç değilse bundan sonra artık zam yapılmaz diye düşünerek seviniyor,  kısa bir süre.  

Sonra ne oluyor?

Müjdenin verildiği andan sonra geçen altı ay veya bir sene içinde,  doğal gaza indirim gelmediği veya fiyatları sabit tutulmadığı gibi, döviz fiyatlarının artışı gerekçe gösterilerek, doğalgaz fiyatlarına on beş kez zam üzerine zam yapılıyor. 

Neymiş efendim? partili Cumhurbaşkanı halkına doğalgaz müjdesi vermiş. 

Müjde kavramının,  bu kadar güzel çarpıtılarak istismar edildiğini, anlamının tamamen tersine çevrildiğini, muz cumhuriyetleri dahil, bizden başka hiçbir devlette göremezsiniz. 

Türk milleti;  artık,  doğalgaz yatağı bulduk müjdesini istemiyor partili Cumhurbaşkanından. 

Partili Cumhurbaşkanının;  bu millete verebileceği en güzel müjde, sandıktan yolcu edileceği, erken seçim müjdesidir. 

Ancak, o müjdeyi vermeye,  siyasi gücü,  itibarı ve cesareti yeterli değildir maalesef.  

Güner Yiğitbaşı

23/08/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Erdoğan iktidarını nakavt'a götürecek son yumruk((mu)?
Halk nezdinde inandırıcılığını, itibarını  ve desteğini hızla kaybeden ve 2023 seçimlerinde sandıkta yok olup gideceğini anlayan ERDOĞAN iktidarı; uğrayacağı bu ağır yenilginin farkında olmanın ve bu kesin  yenilgiye bir çare üretememenin hırçınlığı ve  çaresizliği içinde, muhalefeti saldırılarla ve kaba kuvvetle yıldırıp korkutacağını ve bu şekilde iktidarda kalacağını zannetme gaflet ve yanılgısını sürdürmeye devam etmektedir. 

Bugüne kadar, birçok muhalif siyasiye, aydın ve gazeteciye yönelik, saldırı ve kaba güç gösterisinde bulunulmuş, kalleşçe saldırılar düzenlenmiş, bu saldırılara ses çıkarmamak  ve önlememek suretiyle,  bu saldırıların sorumluluğu, iktidar tarafından  susarak üstlenilmiştir. 

Son olarak da, geçtiğimiz gün, İYİ Parti İstanbul İl Başkanı Buğra Kavuncu,  Halk TV'de İpek Özbey'in sunduğu programa katılarak gündemi yorumlamış ve program sonrası Halk TV'den ayrıldığı sırada kimliği belirsiz bir şüpheli tarafından yumrukla saldırıya uğramıştır. 

Bu sistematik saldırıların, muhalefeti yıldırıp susturmak için iktidar tarafından tek merkezden planlandığı, en azından desteklendiği ve teşvik edildiği,  artık gün yüzüne çıkmıştır. 

Siyasal iktidar, çaresizlikten, çare üretememekten, ileriyi görme ve iyiyi kötüden ayırt edebilme yeteneğini kaybetmiş, kendisini iktidardan alaşağı ve nakavt edecek ( Boks maçında yumruk etkisiyle yere düşen ve on saniye içinde kalkıp devam edemeyen oyuncunun yenilmesi durumu) yumruklu saldırılar zincirine,  yeni bir halka ekleme basiretsizliğini göstermeye devam etmiş ve kendisini nakavt olmaya götürecek son yumruklardan birini de, İYİ Parti İstanbul İl Başkanının şahsında kendi iktidarına sallamıştır.  

Allah, siyasal iktidara ve onun trollerine  akıl ve fikir versin diyelim ve 2023 seçimlerini bekleyelim, herkesin tek duası olan; ”Allah’ım, şu zalim iktidarın seçimlerle iş başından uzaklaştırıldığını görmeden canımı alma, bu mutluluğu görmeyi bana nasip eyle, gözümü açık bırakma” duasını tekrarlayalım. 

Güner Yiğitbaşı

22/08/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

28 Şubat Darbe Değildir Yargı Hukuki Değil Siyasi Bir Karar Vermiştir!...
Zamanın Cumhurbaşkanı rahmetli Süleyman DEMİREL başkanlığında 28 Şubat 1997 de toplanan Milli Güvenlik Kurulu'nun (MGK) 8 saat gibi uzunca bir zaman süren toplantısında alınan ve rahmetli ERBAKAN'ın  başkanlığındaki zamanın hükümetine tavsiye edilen 18 .  maddelik kararlardan hareketle, FETÖ'cü oldukları 15 . Temmuz gerçek FETÖ darbe girişimi sonunda anlaşılan savcılar tarafından, yıllar sonra açılan 18 Şubat darbe girişimi davası,  mahkumiyetle sonuçlanmış ve Milli Güvenlik Kurulunun 28 Şubat toplantısında,  anayasaya göre üye olarak yer alan ve alınan kararlara imza atan, şu anda emekli ve ileri yaşlardaki,  kurulun askeri kanadına mensup orgeneral rütbesindeki en üst düzey generalleri, mahkumiyet kararlarının 24 yıl aradan sonra Yargıtay tarafından onanarak kesinleşmesi üzerine, birer birer yakalanarak cezaevine konulmaya başlanmıştır . 

Mesleki ömrü, sıkıyönetim ve Devlet Güvenlik Mahkemelerinde, bu tür davalarda  hakim ve savcılık yaparak geçen 52 yıllık bir hukukçu olarak, 28 Şubat eyleminin; eski ve yeni ceza kanunlarımıza göre;  asla ve asla bir darbe veya darbe girişimi olmadığını, bu mahkumiyet kararının; darbe paranoyası yaşayan, kendilerinin ülke yönetiminde gösterdikleri beceriksizliklerini örtmek isteyen, özeleştiri yapmaktan aciz,  basiretsiz, koltuğa zamkla yapışan ve koltuktan asla kalkmak istemeyen siyasilerin; bağımlı yargıyı alet ederek, laik ve demokratik T . C . Devletini kuran ATATÜRK'e ve onun eseri, onun da içinden çıktığı Türk Silahlı Kuvvetlerine yönelik düşmanlık ve kinden kaynaklı bir öç alma ve intikam operasyonu olduğunu, en baştan belirtmek istiyoruz . 

Milli Güvenlik Kurulu (MGK) anayasal bir kurul olup, ülkenin iç ve dış güvenliğine,  selametine, meşru rejimine yönelik içeriden ve dışarıdan gelebilecek tehlikelere dikkat çekilerek alınması ve hükümete tavsiye edilmesi gereken kararların alındığı ve tartışıldığı bir kurul olup, darbe girişiminde bulundukları iddiasıyla yargılanarak mahkum olan onlarca emekli general de,  bu kurulun anayasal üyeleridir . 

Mahkum olan kurul üyesi generallerin;  bu toplantıda, kurula başkanlık eden zamanın Cumhurbaşkanı rahmetli DEMİREL ile zamanın Başbakanı rahmetli ERBAKAN'a ve kurulun diğer sivil üyelerine,  emirlerindeki silahlı kuvvetleri cebir,  şiddet ve baskı unsuru olarak kullanarak ve darbe ima ederek, bu kararları zorla dikte ettirip imzalamaları için cebir ve şiddet uyguladıklarına dair,  en küçük bir kanıt, beyan ve iddia mevcut değildir . 

Türk Ceza Yasalarımızda (eskisinde ve yenisinde) mevcut olan ve genel anlamda darbe ve darbeye teşebbüs olarak nitelendirilen; Anayasayı ihlal, yasama organına ve hükümete karşı suçlar olarak nitelendirilen Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar'ın tümünün ortak özelliği ve suçun oluşması için gerekli olan en önemli unsur; hedefe ulaşmak için,  cebir ve şiddet kullanılmış olmasıdır . 

28 Şubat 1997 de toplanan MGK da alınan 18 maddelik kararların altına,  Cumhurbaşkanı ve Başbakan dahil,  tüm kurul üyeleri,  hür iradeleriyle imzalarını atmışlar ve daha sonraki günlerde de,  kurulun asker kanadına mensup üyelerin cebir ve şiddetine maruz kaldıklarına, kararları cebir ve şiddet altında imzalamak zorunda kaldıklarına dair,  bir itiraz ve şikayette bulunmamışlardır . 

Dönemin Başbakan'ı rahmetli ERBAKAN, hükümetine tavsiye edilen MGK kararlarının uygulanması için, bakanlıklara yazılar göndermiş ve dört ay sonra 18 Haziran 1997 tarihinde kendi isteğiyle  başbakanlıktan istifa etmiştir . İstifası da askerlerin cebir ve şiddetine dayalı değildir, ÇİLLER ile yaptıkları protokol gereği,  başbakanlık nöbetini ÇİLLER'e teslim etmek amacıyla istifa etmiş olup, Cumhurbaşkanı DEMİREL, yeni hükümeti kurma görevini ÇİLLER'e vermemiş, Mesut YILMAZ'ı görevlendirmiştir . Bu itibarla,  Başbakan ERBAKAN'ın istifasının ve ÇİLLER yerine hükümeti kurma görevinin Mesut YILMAZ'a verilmesini, ERBAKAN hükümetini istifaya zorlamak, görev yapmasını cebir ve şiddet uygulayarak engellemek olarak nitelendirmek öküz altında buzağı aramaktan farksız ve hukuk dışıdır . 

Şu da unutulmamalıdır ki; 28 Şubat kararlarının alınarak hükümete tavsiye edildiği  MGK'nın asker üyelerinin tüm özlük hakları, terfi, atama ve emekli edilmeleri konusundaki yetki,  kurulun sivil kanadına mensup, bakan, Başbakan ve Cumhurbaşkanına ait olup, asker üyeler hakkında MGK toplantısını takip eden günlerde herhangi bir yaptırım da uygulanmamıştır . 

İş başındaki sivil otoritenin,  askerlerin tehditlerine, cebir ve şiddetlerine maruz kaldık deme hakları olmadığı gibi, böyle bir iddia ve şikayetleri de hiç olmamıştır . 

28 Şubat MGK toplantısında alınan kararların içeriklerine bakıldığında; hepsinin laiklik ilkesinin savunulmasına, cemaat ve tarikatlarla mücadele, ATATÜRK'e saldırıların önlenmesine, Türk Silahlı Kuvvetlerine dinci kesimlerin, cemaat ve tarikatların sızmasının önlenmesine, demokratik ve laik T . C . Devletinin,  laiklik karşıtı tehlikelerden korunmasına yönelik kararlar olduğu görülmekte olup, 28 Şubatta alınan kararların ne kadar isabetli kararlar olduğu, o kararların sulandırılmadan siyasiler tarafından  harfiyen ve titizlikle uygulanması halinde, FETÖ dahil,  hiçbir cemaat ve tarikatın,  en başta Türk Silahlı Kuvvetleri ve emniyet teşkilatı olmak üzere devleti işgal edemeyecekleri ve nihayetinde 15 Temmuz hain FETÖ darbe girişiminin olmayacağı, onlarca şehit ve gazi verilmeyeceği, meclisin bombalanmayacağı, bugün laik Türkiye Cumhuriyetinin yurttaşları olarak, bizim ülkemiz de Taliban gibi mi olacak korkusuna kapılmayacaktık . 

Bu açıdan bakıldığında, 28 Şubat darbe olmadığı gibi, 15 . Temmuz darbe girişimini ve benzerlerini önlemeye yönelik, bir darbe savar olarak değerlendirilmelidir . 

Bu itibarla,  28 Şubat darbe girişimi davası ve çıkan ağır mahkumiyet kararları,  hukuki değil siyasidir . Anti laik kesimlerin,  laiklik ilkesini savunan ATATÜRK'ün silahlı kuvvetlerine yapılan bir karşı darbe ve intikam operasyonudur . 

Emekli olmuş, yaşlarını ve başlarını almış,  bu ülkeye yıllarca hizmet etmiş üst düzey generallerin, unsurları itibariyle hukuken  oluşmayan uyduruk ve zorlama bir darbe suçlamasıyla müebbet hapis cezasına çarptırılarak hapse konulmaları,  kamu vicdanını ağır şekilde yaralamıştır . 

Bazı kesimler, generalleri Cumhurbaşkanı affetsin diyorlar, biz generallerin bu teklifi kabul edeceklerini hiç zannetmiyoruz, aslında şu anda mevcut olmayan gerçek anayasal düzene seçimlerle ulaşıldıktan sonra bu generallerin yeniden yargılanarak aklanacakları veya seçimler dahi beklenmeden,  Anayasa mahkemesinin hak ihlali kararıyla bu mağduriyetlerin sonlanacağına inanıyoruz .  

Burada, bir hukukçu olarak içimizde ukte kalan bu konuya, zamanında  makalede yazıp yayınlamış olduğumuz, başka bir hukuk garabesi siyasi yargı kararına değinmek istiyoruz . 

Kenan EVREN ve arkadaşları tarafından 12 . Eylül . 1980 tarihinde gerçekleştirilen ve başarı ile  tamamlanarak teşebbüs aşamasında kalmayan, kendi yeni anayasasını yaparak, anayasası ve kurduğu yeni anayasal düzeni ezici bir halk çoğunluğu ile kabul edilen ve anayasası hala uygulamada olan 12 Eylül darbecilerinin; buna rağmen,   anayasayı ihlalden yargılanmaları da,  hukuken asla mümkün değildi . Ama, bizim ülkemiz korkak ve bağımlı yargı sayesinde bu hukuk dışı garabeti de gördü . 

Şimdi birileri bizi darbecileri savunmakla suçlayacaklar ama gerçek bu . 

Biz de demokrat ve hukukçu kimliğimizle her türlü darbeye karşıyız . 

Ancak, darbeciler darbe girişimlerinde başarılı olurlar ve anayasal düzeni yok ederek yeni bir anayasal düzen kurarlarsa meşruiyetlerini kazanırlar, suçlu olmazlar,  yıktıkları eski anayasal düzenin savunucuları ve yöneticileri suçlu olurlar ve yeni yönetim tarafından yargılanırlar . 

Beğenelim beğenmeyelim, destekleyelim desteklemeyelim,  hukuki gerçeklik budur . 

Biz de 12 Eylül darbesine karşıydık ve anayasalarına hayır oyu verdik . Siz bakmayın yıllar sonra bugün,  12 . Eylül darbe karşıtçısı geçinen iki yüzlü sözde demokratlara .  Hepsi,  başımızdan gitmezler gerekçesiyle evet oyu verdik diye günah çıkarıyorlar . 

Kenan EVREN ve arkadaşları darbeyi başarmışlar ve yeni anayasa yaparak meşruiyet ve milletten güven oyu almışlardır, şimdi mızıkçılık yaptıklarına bakmayın,  o sözde demokratların . 

Sizlere soruyorum; Kenan EVREN ve arkadaşlarının darbeci oldukları gerekçesiyle haklarında  dava açan o savcılar ve karar veren mahkeme hakimleri, anayasal meşruiyetlerini ve Türk Milleti adına yargı yetkisini nereden alıyorlar?

İşte darbeci diye mahkum ettikleri, halen yürürlükte olan Kenan EVREN darbe anayasasından . 

Sivil iktidarların da yok bir farkları onlardan, hala onların anayasasını tamamen yok edip kaldırabilmiş değiller, en acısısı da,  Kenan EVREN darbe anayasası diye kötüledikleri burun kıvırdıkları anayasadaki özgürlükleri dahi şu anda millete çok görüyorlar, 12 Eylül darbe anayasasını dahi çok fazla özgür buluyor olmalılar ki; milletten,  o özgürlükleri kullanmalarını dahi esirgiyorlar . 

Aralarındaki fark nedir biliyor musunuz?

Birisi postallı, öbürü rugan ayakkabı giyiyor . 

Ha, Kenan EVREN ve arkadaşları, yeni anayasal düzenlerini kurarak meşruiyet kazanmalarına rağmen, faşist uygulamalara imza atmışlar, halkımıza eziyet ve işkenceler uygulamışlar ve buna göz yummuşlar, yolsuzluk yapmışlar ve darbeden sonra bazı insanlık dışı suçlar işlemişlerse, ki;  işlemişlerdir,  tabi bu suçlarının hesabını vereceklerdi . Ancak,  bu suçun adı darbe, anayasal düzeni yok etme olamaz . Türk Ceza Kanunu;  darbeye teşebbüsü, darbe girişiminde bulunup da başarı gösteremeyenleri işaret etmektedir . Aynen, 15 . Temmuz da olduğu gibi . Evrensel ceza hukuku ilkesi vardır, kanunsuz suç ve ceza olamaz . Kenan EVREN bu ilke çiğnenerek yargılanmıştır . 

Bu ülke; kullandığı yargı yetkisini, her türlü özlük haklarını ve meşruiyetini kendisinden aldığı anayasayı yaparak uygulamaya koyan ve hukuken meşruiyet kazanan 12 Eylül darbecilerini, hukuk adına koruyamayan, hukuki düşünemeyen, hukuki karar veremeyen savcı ve hakimler görmek istemiyor artık .  

Güner Yiğitbaşı

20/08/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Saraydan Bir Açıklama Yapılmalıdır
AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan,  Etiyopya Federal Cumhuriyeti Başbakanı Abiy Ahmed Ali ile gerçekleştirdiği baş başa ve heyetler arası görüşmelerin ardından ortak basın toplantısı düzenlemiş ve Erdoğan ile basın toplantısında konuşan Etiyopya Başbakanı'nın,  "Büyük reformist ve karizmatik lider Mustafa Kemal Atatürk" sözü,  'Erdoğan'ın karizmatik liderliğine' bağlanarak tercüme edilmiş ve Atatürk'ten söz edilmemiştir . 

Bu tercümede,  “Mustafa Kemal Atatürk" sözüne yer verilmeyerek, ATATÜRK'e ve onun reformist ve karizmatik kişiliğine bilerek ve isteyerek bir sansür mü uygulanmıştır, yoksa anında yapılan tercümeden kaynaklı istem dışı bir hata, bir yol kazası mı yapılmıştır?

Bu konunun açıklığa kavuşturulması ve istem dışı bir tercüme ve tercüman hatası, yol kazası ise, saraydan bu konuda bir açıklama yapılmalı ve ATATÜRK adına, Türk Milletinden özür dilenmelidir . 

Saray'ın sakini,  partili ve taraflı Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı'nın; ATATÜRK'e yönelik alerjisi ve ATATÜRK'e yapılan onlarca hakaret ve haksızlıklalara sessiz kalması, ister istemez bir kasıt mı var? sorusunu akla getirmektedir . 

Kasıt varsa, saray tarafından bunun kabul görmesi,  işin tabiatına aykırıdır . 

Bu nedenle, hiç değilse,  Saray’ın; bu istem dışı bir hata ve bir yol kazası diyerek,  Türk Milletine açıklama yapması ve özür dilemesi zorunludur . 

Aksi halde, ATATÜRK'e karşı alçakça bir saldırı, saygısızlık ve sansürün uygulamaya konulduğunu kabul etmek gerekecektir . 

Saray'dan bir açıklama bekliyoruz .  

Güner Yiğitbaşı

20/08/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Evet hudut (sınır) namustur var mı itirazı olan?
Son Afgan sığınmacı akını üzerine İstanbul’da “Hudut Namustur” pankartı asan altı genç, polislerce gözaltına alınmışlar ve sonrasında da sorgulanarak, kendilerine yurt dışına,  yani hudut dışına,  çıkış yasağı konularak serbest bırakılmışlar. 

Hudutlarımızı korumakla görevli güvenlik güçlerimizi motive ederek, hudut ve sınır güvenliğimizi daha iyi korumaları için,  hudut karakolları bölgesinde dahi yazılı olan “Hudut Namustur” sözünden,  niçin gocunuyorsunuz, niçin üzerinize alınıyorsunuz, , bu sözün neresinde gözaltına alınmayı gerektirecek ve sorgulanarak,  bir adli kontrol aracı olan yurt dışına çıkış yasağı uygulayarak serbest bırakıyorsunuz bu gençleri?

Ortada bir suç olmadığı için,  gözaltı ve sorgunun dahi yapılmaması gereken bu gençlerimize yurt dışına çıkış yasağı konulması demek, siz aslında tutuklanacak bir suç işlediniz ama, tutuklama tedbiri yerine size yurt dışına çıkış yasağı adli kontrol hükmünü uyguluyoruz denilmiş olup, gençlerimize yurt dışına çıkış yasağı koyan hakim,  açıkça görevini kötüye kullanmış ve suç işlemiştir. 

Bu mantıkla hareket edilecek olursa, hırsızlık ve yolsuzluk;  ahlaken, dinen ve yasalarımıza göre yasaktır,  suç ve günahtır da mı,  diyemeyeceğiz? birileri alınır ve üzülürler belki diyerek. 

Evet, bize göre de hudut ve sınırlarımız;  T. C.  Devletinin namusudur ve sınırlarını korumak, devletimiz adına,  iş başındaki siyasal iktidarın en birincil ve asli görevidir. Tıpkı genç kızlarımızın ve kadınlarımızın, gözleri dönmüş namussuz ve ırz düşmanlarından,  namuslarını korumaları gibi.  O yobaz ırz düşmanları değil midir? Namuslarına saldırılan kız ve kadınlarımız için,  çok affedersiniz, onlar da kıçlarını başlarını açmasaydı diyerek, kendilerini savunmaya kalkışan. 

Kızlardan ve kadınlardan kıçını başını örtmelerini isteyeceksiniz, siz sınırları ardına kadar açarak ülkeyi yolgeçen hanına çevireceksiniz, buna karşı çıkarak, hudut namustur diyen gençleri gözaltına alacaksınız.  

Hudut ve sınırlarımızı korumayacaksak,  bu kurtuluş savaşını ve savaş sonrası sınırlarımızı çizen ve güvence altına altına alan antlaşmaları niçin yaptık?

Hudut ve sınırların korunması, devletimizin hükümranlık ve egemenlik hakkıdır. Bu nedenle, hudutlarımız ve sınırlarımız;  devletimizin ve milletimizin  namusudur ve bağımsızlığıdır. 

Hudut ve sınırların;  her türlü kötü ve olumsuz,  istem dışı, harici etkilerden,  ülkenin demografik ve sosyal dengesine,  ekonomisine,  vatandaşlarının huzur ve mutluluğuna ve ülkenin güvenliğine olumsuz etki yapacak, yasa dışı kaçak göçlerden ve sınırdaş olmadığımız ülkelerden gelen makul seviyenin çok üzerindeki, adeta o ülke insanının büyük çoğunluğunun ülke değiştirerek,  ülkemize toptan taşınması anlamına gelen sığınmacı akınından korunması ve sığınmacıların engellenmesi, devletimizin namusu olup, bu namusu korumak görevi de, iş başındaki siyasal iktidara aittir. 

Siyasal iktidar; hudut namustur pankartı asan gençleri gözaltına alarak vakit kaybedeceğine, derhal hudutlarımızda gerekli tedbirleri alarak,  ülkenin namusunu ve egemenlik haklarını ve bağımsızlığını korumalıdır. 

İş başındaki siyasal iktidar;  niçin alınıyor ve gocunuyor bu sözden?

Yoksa, ben sınırlarımı koruyamıyorum, siz şimdi iktidarımıza namussuz mu demek istiyorsunuz algısına ve sonucuna mı varıyor acaba?

Biz onu bilemeyiz, aslında bizi de ilgilendirmiyor,  hangi algı içinde oldukları,  pankart olayını nasıl yorumlarlarsa yorumlasınlar, doğru olan bir şey var ki;  o da, hudut ve hudut güvenliğini sağlamak,  gerçekten namustur, vatan severliktir, bir vatan borcudur, aksine davranış vatana ve millete ihanettir. 

Pazartesi günü SÖZCÜ Gazetesindeki köşesinde tarihçi yazar Sinan Meydan'ın da belgeleriyle ve görüntüleriyle çok güzel yazdığı gibi; bizim,  T. C. Devleti olarak, ATATÜRK'ün;  silah arkadaşları ve Türk Milletiyle kazandığı,  kurtuluş savaşının kazanılmasında ve T. C. Devletinin kuruluşunda, Afganistan'ın, manevi katkısı ve bizi tanıyan ilk  ülkelerden biri olma dışında, hiçbir askeri ve mali katkısı olmamıştır, bilakis ATATÜRK Afganistan'a önderlik yapmış, Afganistan’ın kalkınması için uzmanlar göndermiş, maalesef Afganistan,  ATATÜRK gibi bir deha ve devlet adamından yararlanmayı becerememiş olup;  bu nedenle,  sınırdaşımız dahi olmayan ve ülkesini korumaksızın Taliban'dan kaçan genç Afganlıları, namusumuz olan hudutlarımızı açarak,  kitleler halinde sığınmacı olarak ülkemize kabul etme gibi bir diyet borcumuz olmadığı gibi, ülkelerini korumadan Talibandan kaçan bu kadar büyük bir sığınmacı kitlesini ülkemize kabul ederek,  kendi insanımızın ve ülkemizin huzur ve güvenliğini, ekonomisini, demografik yapı ve dengesini yok etme gibi,  insan üstü, bir insanlık görevimiz de yoktur. 

İktidar aklını başına toplamalı ve bırakmadıkları yok ettikleri büyük Türkiye ve itibar edebiyatına son vermeli, ülkeyi düşürdükleri bugünkü haline,  gerçekçi bakıp,  hadlerini bilerek,  hudut güvenliğini sağlayıp bu büyük ve genç Afgan insanının, istila derecesine varan göçüne engel olmalı ki;  bu konuda, milletimizin, dışişlerinin ve parlamentomuzun bilgileri dışında, kapalı kapılar ardında,  ABD ve AB ülkeleriyle gizli antlaşmalar yapıp sözler  vererek,  kendilerini ve ülkemizi bağlamadıklarını,  kanıtlamalıdırlar. 

İktidarın öncelikli görevi budur. 

Bunun dışında, gençlerin ve CHP'nin astıkları “hudut, sınır namustur” pankartını nasıl yorumlarlarsa yorumlasınlar, o Türk halkını ve T. C. Devletini ilgilendirmemektedir.  Ülkemizde bir devlet sorunu değil, ülkeyi bilerek ve isteyerek kötü yöneten bir iktidar sorunu vardır. 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti; er ya da geç,  tekrar asıl gücüne ve potansiyeline, eski saygınlığına ve değerlerine kavuşacaktır.  

Güner Yiğitbaşı

18/08/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Taliban Afganistan’ına Bakınız Ve Aklınızı Başınıza Devşiriniz!...
Ve nihayet; Afganistan'ın başkenti Kabil'i de  ele geçirerek, özgürlüklerin ve kadının adının dahi olmadığı Afgan İslam Emirliğini Dünya'ya ilan eden, çağ,  insanlık ve hatta İslamlık dışı,  iğrenç ve eli kanlı TALİBAN, resmen huzurlarınızda.  

Şimdi,  bazı okurların, ne alakası var, ülkemizi Taliban Afganistan’ı ile mukayese ederek, ülkemize ve insanlarımıza haksızlık ediyorsunuz dediklerini, duyar gibi oluyorum. 

Bize göre; ha Taliban, ha Maliban. Al birini vur öbürüne. 

Ülkemizde de,  İslami ve şeriat  esaslarına dayalı olarak, siyasal İslam,  anti laik bir devlet düzeni kurmaya, millet ve ulus yerine,  Ümmet’i esas almaya kalkışırsanız, üç aşağı ve beş yukarı sizin de Taliban'dan bir farkınız olamaz. 

Ülkemizde olup bitenlere bir bakınız, lütfen. 

İnsanların yaşam biçimlerine,  İslami esaslara dayalı olarak müdahaleler ve dayatmalar olmakta, Diyanet İşleri Başkanı, laik bir devlete yakışmayacak bir şekilde protokolün en ön sıralarında yer almakta, Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluş amacını aşan faaliyetlerin göbeğine çekilmekte, Devletin önemli tüm açılışları Diyanet İşleri Başkanının hazır olduğu ve okuduğu dualarla açılmakta, ATATÜRK'ün şahsı ve en başta laiklik olmak üzere,  ATATÜRK'ün tüm ilke ve devrimleri, sistemli ve planlı bir şekilde saldırıya uğramakta ve saldırganlara devletin en üst makamlarından sahip çıkılmakta, bu saldırılara en küçük bir tepki gösterilmemekte, bu ülkenin partili Cumhurbaşkanı olan zat; ta,  24/Kasım/2014 tarihinde,  Kadın ve Demokrasi Derneğinin İstanbul’da   düzenlediği KADEM 1. Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesinde yaptığı konuşmasında,  “kadın ve erkeğin eşit olması fıtrata ters” diyerek,  kadın ve erkek eşitliğini ret eden bir görüş açıklamakta, yine partili Cumhurbaşkanı olan iş başındaki zat; her fırsatta, hem Müslüman ve hem de hırsız ve yalancı olunamaz diyecek yerde, hem laik ve hem de Müslüman olunamaz diyebilmekte, yine aynı zat,  daha yakın bir tarihte,  KKTC ziyareti öncesi yaptığı açıklamada;  “Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla alakalı ters bir yanı yok.  Daha iyi anlaşabileceğimize ihtimal veriyorum” diyebilmekte, kadın erkek eşitliğine dayalı, kadını erkek şiddetinden ve istismarından korumaya yönelik İstanbul sözleşmesi,  yine partili Cumhurbaşkanı tarafından tek yanlı feshedilebilmekte,  muhalefet susturulmakta, orman yangınlarına ve sel felaketlerine ilişkin haberlere sansür uygulanmakta, tüm bu olup bitenlere,  insanlarımız demokratik tepkilerini ortaya koyamamakta, Kastamonu'nun ilçelerinde vuku bulan sel'in,  önüne kattığı tomruklarla ilçeleri yok ettiği gibi, anti laik ve antidemokratik uygulamalarla, laik ve demokratik ATATÜRK Cumhuriyetinin değerleri,  bir,  bir ve sinsice yok edilerek, ülkemiz; Türk İslam Devleti oluşumuna doğru,  adım adım yol almaktadır. 

Buradan, ülkemize Bir şey olmaz diyerek kendilerini avutan insanlarımıza sesleniyoruz. Taliban Afganistan’ına bakınız ve aklınızı başınıza devşiriniz. 

Bugün gerçek habercilik yapan bağımsız televizyon kanallarının yayınladığı, Kabil Havaalanında yaşanan o içler acısı, Taliban zulmünden kaçış için,  insanların uçaklara binebilmek uğruna yaşadıkları dramı görmüş olmalısınız. 

Anti laik ve totaliter  siyasal İslam Devletlerinin;  insanlık ve hatta İslam dışı ilkel ve çağdaşlıktan yoksun, insana, özgürlüklere ve özellikle kadına değer vermeyen içyüzünü ve gerçekleri görünüz artık, demokratik ve laik ATATÜRK Cumhuriyetinin değerine ve geleceğine sahip çıkınız, demokratik yollardan yeter artık hayır demekte geç kalmayınız. 

Güner Yiğitbaşı

16/08/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Sanatçılar Bu Ülkenin Gerçek Aydınları Olup Ülkeleriyle İlgili Kaygılarını Dile Getirmek De Asli Görevleridir
Sanatçılar Girişimi çok sayıda sanatçı ve yazarın imzasıyla,  ülkede yaşanan sorunlara dair bildiri yayımladı, geçtiğimiz günlerde. 

“Sevgili halkımıza” seslenişiyle başlayan ve her biri kendi alanında seçkin yazar,  ressam,  heykeltıraş,  müzisyen,  tiyatro ve sinema sanatçısının imzalarının yer aldığı bildiride;  siyasal iktidarın çağdaşlık değerlerine karşı eylem ve girişimleri eleştirilirken,  muhalefetteki güçler de,  daha cesur ve kararlı olmaya çağırılıyor. 

ERDOĞAN da bu bildiriye tepki göstererek; "Bir kulağımdan girip diğerinden çıkıyor.  Onların meslekleri sanat.  Hangi sanatsa sanatlarını icra etsinler.  Biz de onlara saygı duyalım.  Erken seçimmiş,  başkanlık sistemiymiş.  Bırakın bunlar bizim işimiz.  Ömrümüzü buna vermişiz,  siz anlamazsınız.  Piyano,  keman,  sazını çal dinleyelim.  Bu işlere burnunu sokma" diyerek,  karşılık vermiş. 

Hep aynı taktik. 

Ülkeyi kötü yönet, anayasa ve yasaları çiğne, devletin geleneklerini ve Cumhuriyetin değerlerini, demokrasiyi, insan hak ve özgürlüklerini, kuvvetler ayrımını,  parlamentoyu,  yargı bağımsızlığını yok et,  hazineyi boşalt, 128 milyar doları buharlaştır, fakir halktan topladığın trilyonlarca dolar vergilerden oluşan devletin paralarını çarçur et, lüks ve saltanatında kullan, yatırımları ülkenin ve halkın önceliklerine göre yapma, üretimi yok et, üretmeden tüket,  tarımı yok et, tarım ürünlerini dahi dövizle ithal et, ülkenin tüm ekonomik varlıklarını yok pahasına sat, elde kalanları da,  varlık fonu adı altında bir havuzda topla ve özel hukuk kurallarına göre yönet, Sayıştay denetiminden sakla, hesap verme, bu ülkenin gerçek aydınları,  düşünen ve olup bitenleri sorgulayan beyinleri, ülke sorunlarını yaptıkları sanata ve ürettikleri sanat eserlerine yansıtan her dalda sanatçımızın,  ülke sorunlarıyla ilgili kaygılarını dile getirdikleri bildiriye karşı çık ve ülkenin gerçek aydınları olan  sanatçılarımızı,  siyaset yapmakla suçla ve sanatçılarımıza karşı “Bırakın bunlar bizim işimiz.  Ömrümüzü buna vermişiz,  siz anlamazsınız.  Piyano,  keman,  sazını çal dinleyelim.  Bu işlere burnunu sokma” deme hakkını kendinde gör. 

Saraya yağ çeken, yandaş sözüm ona sanatç


ılara ses çıkarma, onları sarayda ağırla ve sırtlarını sıvazla, saray yönetimini eleştiren, ülkesinin ve halkının yararlarını savunan, kötü yönetime karşı haklı kaygılarını bildiriyle açıklayan gerçek sanatçıları, siyaset yapmakla suçla. Yok öyle yağma. 

Sen,  ülkeyi anayasaya ve yasalara göre,  adam gibi yönet ki; gerçek sanatçılar rahat bir şekilde, huzur içinde sanatlarını yapabilsinler ve kaygılarını dile getirmesinler. 

Ne demek; siz anlamazsınız, bu işlere burnunu sokma?

Asıl siz,  bu işlerden anlamadığınız içindir ki; ülkenin gerçek aydınları olarak sorumluluk duyan sanatçılarımız,  kaygılarını açıklamak zorunda kalmışlardır. 

Sanatçılarımız da,  bu ülkenin insanları olup, ülkenin iyi yönetilmesini isteme ve kötü yönetimleri eleştirme ve uyarma hakkına sahiptirler. 

ERDOĞAN ve onun temsil ettiği zihniyet; çok sesli ve çoğulcu demokrasiyi, sadece seçimlerden seçimlere sandığa giderek oy atmaya indirgediği, demokrasiyi çoğulcu değil, çoğunlukçu bir sistem olarak gördüğü için, ülke sorunlarına kafa yormakla ve ülke sorunlarını,  yaptıkları sanatlarına ve ürettikleri sanat eserlerine yansıtmakla görevli sanatçılarımızın,  halkımıza duyurdukları haklı kaygılarından, kendi siyasal gelecekleri için kaygı duymuşlardır. 

Her zaman söyledik ve söylemeye devam edeceğiz, demokrasi; çok sesli ve çoğulcu bir sistemdir, yönetenleri seçen halk ve toplumun sosyal katmanları, sanatçıları, bir sonraki seçimlere kadar,  kendilerini yönetenleri eleştirmekle görevlidirler, yani eleştirmek ve kaygı bildirmek,  hak olmanın yanında bir görevdir.  

Demokrasilerde;  seçimler bittikten sonra, demokrasinin olmazsa olmazı, sivil toplum örgütleri, barolar, sendikalar, meslek kuruluşları,  birer baskı grubu olarak devreye girerler ve politik görüş ve eleştirilerini dile getirirler, ülkeyi yönetenler de bu eleştirilere kulak kabartırlar ve ders çıkarırlar, eleştiriye eleştiriyle cevap verme ve demokratik baskı gruplarını yok sayma hakları yoktur. 

Demokrasi; demokrasiden anlayan, demokrasinin ne olduğunu bilen, demokrasiyi hazmeden, özümseyen, demokrasiyi seçimden, oy sandığından ibaret saymayan, gerçek aydın, özgürlüklere saygılı ve laik insanların siyaset yaptıkları, çok değerli ve  asil bir rejim olup, bu asaleti yok etmeye kimsenin hakkı yoktur. Aksini düşenenler, demokrasi düşmanı olup,  demokrasi kelimesini ağızlarına dahi almamalıdırlar.  

Güner Yiğitbaşı

15/08/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Yazıklar Olsun Size
Yazıklar olsun size. 

Ülkenin,  T. C. Devletinin tüm kazanımlarını; hazinesini, demokrasisini, Cumhuriyetin tüm kural ve kurumlarını, Devletin ve dışişlerinin tüm geleneklerini, özgürlükleri yiyip bitirdiniz. 

Demokrasiyi; eşit koşullarda yapılmayan, muhalefetle silahlarda eşitliğin olmadığı göstermelik seçimlere indirgediniz. Seçim eşittir,  demokrasi dediniz. Eşit koşullarda yapılmayan seçimleri kazanmakla,  yasalara ve anayasaya aykırı her istediğinizi yaparak halka kabul ettireceğinizi zannettiniz ve bunu kendinize hak bildiniz. 

İyi Parti Genel Başkanı AKŞENER; bu sefer, Sivas ilimizde yine sözlü taciz ve saldırıya uğradı, halkla ve esnafla yaptığı görüşmelerde saldırıldı, Rize de olduğu gibi. 

Muhalefete yönelik bu saldırılar,  bir türlü sonlanmak bilmiyor.  Saldırılar, saldırganların yanında kar kalıyor ve topluma ve siyasete korku salınıyor, muhalefetin pes etmesi ve meydanı AKP ve genel başkanına bırakması isteniyor,  adeta. 

Bir hatırlayınız, AKŞENER'in Rize ilimizde uğradığı saldırıdan sonra,  partili cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı EROĞAN, bu saldırıyı kınayacağına,  kınamadığı halde ne demişti?” Daha neler olacak neler, dur bakalım bunlar iyi günler” dememiş miydi. ?

Aynen bunları söylemişti. 

Cumhurbaşkanı olarak, olmayan anayasamıza ve ettiği yemine göre,  tüm milletin birliğini temsil etmesi gereken partili Cumhurbaşkanı;  bu ve benzeri onlarca  söylemiyle,  toplumun birliğini ve dirliğini bozan, toplumu ayrıştıran bölücü ve kutuplaştırıcı bir iklimin ülkemizde oluşmasına neden olmuştur. 

Bu nedenle, AKŞENER'e ve diğer muhalefet partisi liderlerine ve gazetecilere yönelik saldırılar, bize sürpriz gelmemektedir, partili cumhurbaşkanının bu topluma ektiği nifak tohumları yeşerdikçe ve seçimler yaklaştıkça, muhalefet partilerini ve tüm muhalif kesimi susturmak, korkutmak ve yıldırmak için bu tür saldırılar maalesef artarak devam edecektir. 

Ülkeyi, ABD başkanı BİDEN ile devlet ve dışişleri geleneklerine aykırı olarak yaptığınız kayıt dışı ve gizli görüşmelerde verdiğiniz sözlerle,  Suriye'den sonra,  Afganistan ve Taliban bataklığına sokmanın hazırlığı içindesiniz. 

Bu nedenle,  tüm muhalefet partilerini susturmak ve ülkenin zararına ama kendi çıkarlarınıza uygun karar ve politikaları engelsiz bir şekilde uygulamak istiyorsunuz. 

Rize de ve Sivas da,  parti çalışmaları yaparken  ve halkın dertlerini dinlerken saldırıya uğrayan İYİ Parti Genel Başkanı'nı,  bırakınız parti lideri olmasını, bir kadın olarak dahi koruyamadınız. İstanbul Sözleşmesini,  tek yanlı olarak fesih etme nedeniniz, şimdi daha iyi anlaşılıyor. 

Sizin tek derdiniz, ömür boyu iktidarda kalmak ve bu nedenle sadece saray ve kendinizi ve  çevrenizi korumak, devletin tüm imkanlarını, kendi yararınız için kullanmaktır.  

Son günlerde ortaya saçılan uyuşturucu baronlarına yönelik iddiaların ve bu iddialara karışan şahsiyetlerin,  saray ile olan yakınlıkları ve içli dışlı ilişkileri de,  ülkemiz adına büyük bir üzüntü ve utanç kaynağı olmuştur. 

Bu ülkenin tek sorunu vardır bize göre, işbaşındaki AKP iktidarının ülkemizi yönetemediği değil, kendi çıkarları için, bilerek ve isteyerek, kötü ve anayasa dışı yönetmesidir. 

Bir bayan parti liderini dahi koruyamayan, temel hak olan siyaset yapma ve yaşam hakkını koruyamayan ve can güvenliğini sağlayamayan, beyanlarıyla saldırganlara cesaret aşılayan iş başındaki AKP saray yönetiminin, bir de yeni anayasa yapmaya soyunması,  iyice canımızı sıkıyor ve  yakıyor. 

Güler misiniz,  ağlar mısınız,  ülkemizin bu içler acısı hazin haline? 

Güner Yiğitbaşı

11/08/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Erdoğan diyelim ki gözleriniz kör vicdanınız da mı kör sizin?
Aslında,  bu sıcakta,  bugün makale yazmamaya karar vermiştim. 

Ama, ülkemizin gündemi o kadar hızlı çalışıyor ve değişiyor ki; mutlaka yazacak bir konu çıkıyor ve yazmak zorunda kalıyorsunuz. 

Dün gece,  partili Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı, ülkemizi yasa boğan son orman yangınlarıyla ilgili bilgiler vermek ve sorulan çanak soruları cevaplandırmak için yandaş kanallara çıkarak beyanlarda bulundu. 

En dikkat çeken husus, ormanlarda çıkan yangının kısa sürede söndürülemeyerek yerleşim merkezlerine de yayılmasının sorumluluğunu,  çoğu CHP'nin yönetimindeki büyük şehir belediyelerinin üzerine yıkmış olmasıdır. 

AKP Genel Başkanının bu şaşırtan beyanları; bize, diyelim ki; gözleriniz kör oldu, sizin vicdanınız da mı kör oldu sözünü söylememize neden oldu. 

ERDOĞAN demiş ki; ”Devlet olarak bizim görevimiz nedir? Devlet olarak görevimiz,  tarım,  orman ve hayvancılık,  bütün bu ormanların bakımı,  ıslahı;  yangınların söndürülmesi birinci sorumluluğumuz.  Yerleşim yerlerindeki yangınların sorumluluğu ise,  büyükşehir belediyelerine aittir.  Antalya Büyükşehir Belediyesi birinci derecede sorumludur.  Muğla,  İzmir ve Aydın'da belediyelerin birinci sorumluluğudur.  Bunlar 'Hayır bizim sorumluluğumuz yok' diyemezler.  Açsınlar yerel yönetimlerle ilgili yasayı iyice incelesinler.  “

Bu beyan,  tam bir demagoji ve gerçekleri siyasi çıkarı için çarpıtmadır. 

Adama sorarlar. 

Güzel doğru söylüyorsun Sayın ERDOĞAN;  ormanların bakımı, ıslahı, orman yangınlarının söndürülmesi, yasalarımıza göre,  Devlet olarak, merkezi yönetim olarak, birinci derecede sizin sorumluluğunuz ve göreviniz.  Yerleşim yerlerindeki yangınların söndürülmesinin sorumluluğu ise,  büyükşehir belediyelerine aittir. 

Ama, ülkemizin yaşadığı, yerleşim alanlarına da sirayet eden somut olayımızdaki orman yangınlarının bir özelliği var. Öyle, soyut yasa maddelerine sığınarak kendinizi savunup temize çıkamazsınız ERDOĞAN. 

İnsan da biraz insaf olur, vicdan olur, her şey halkımızın gözleri önünde cereyan ediyor, halkımız da tüm gerçekleri görüyor, bu nedenle de,  emrinizdeki RTÜK devreye girerek,  doğruları haber yapan yangınlardan ve bu yangınların söndürülmesi için canla başla çalışan merkezi yönetime destek olan belediyelerin ve halkımızın cansiperane topyekün mücadelesinin haber ve görüntülerini ekranlara taşıyan ve gerçek gazetecilik yapan televizyon kanallarımıza,  bu görüntüleri verdikleri için cezalandırılacakları tehdidini ve sansür içeren yazılar gönderiliyor. 

Sayın ERDOĞAN; size sorulamayan bir soruyu sormakla başlamak istiyoruz. 

Güzel, çok doğru, sizin de söylediğiniz gibi, yerleşim yerlerindeki yangınların söndürülmesinin sorumluluğu,  büyükşehir belediyelerine aittir. 

Bize söyler misiniz lütfen,  bu yangınlar ilk olarak nerede çıktı, yangınların  ilk çıkış yerleri, odağı ve orijini neresi, sizin, yani devletin, merkezi yönetimin, Orman Bakanlığının sorumluluğu altındaki ormanlarımız değil midir?

Haydi vicdanınız körleşmiş, gözünüz de mi kör oldu sizin? 

Ülkemizdeki son orman yangınlarının tümü de orman mıntıkalarımızda çıkmış ve zamanında etkin bir mücadele ortaya koyamadığınız, aciz ve şaşkın  kaldığınız  için,  maalesef şehirlerimize ve yerleşim yerlerimize sirayet etmiştir. 

Sayın ERDOĞAN;  sizin suçladığınız ve doğrudan kendi sorumluluğunuzu, haksız ve insafsız bir şekilde üzerlerine attığınız Büyük Şehir Belediyeleri; sizin, çıkan  orman yangınlarını, çıktıkları anda, gecikmeksizin ve yayılmadan söndürerek kontrol altına alabilmek için, ülkemizin ihtiyaçlarına yeterli ve en uygun, yangın söndürme uçakları ve helikopterleri ile sair araç ve gereçleri ve personeli, kiralık ve geçici olarak değil, demirbaş ve kadrolu olarak, önceden hazır kuvvet şeklinde hazır etmediğiniz için bu orman yangınları günlerce sürmüş ve maalesef belediye hudutlarına,  yerleşim merkezlerine ulaşmıştır. Bu nedenle, belediyeleri suçlayacağınıza, beldeleri, şehirleri yanan belediye başkanlarından ve belediye başkanlarının şahsında,  şehirlerimizde yaşayan ve ormandan sirayet eden yangın nedeniyle mağdur olan halkımızdan,  özür dilemek zorundasınız. 

Ormanlarda başlayan ve ormanlarımızı yok ettikten sonra, yerleşim merkezlerine kadar ulaşan sizin sorumsuzluğunuz ve ihmallerinizin eseri,  temelde orman yangını olan bu yangını; şehirde bir ev veya bir mahalle ile sınırlı mevzi ve klasik bir şehir yangınıymış gibi göstererek, bu yangından Büyük Şehir Belediyeleri sorumludur diyerek sıyrılamazsınız ve Güneş'i balçıkla sıvayamazsınız. 

Biraz insaflı ve vicdanlı olunuz, halkı enayi yerine koymayınız. 

Kaldı ki; belediyelerimiz ve halkımız; sizin deyiminizle,  orman yangınlarından yasal olarak sorumlu olmadıkları halde, vicdanlı oldukları için,  ormanlarımızın cayır cayır yanmasına seyirci kalamamış ve ormancıların yangınla mücadelesine,  tüm imkanlarıyla ortak ve yardımcı  olmuşlardır. 

Korkunun ecele faydası yok, boş yere gerçekleri saptırarak çırpınmayınız. Bu yangın,  sizi de sandıkta, demokratik yollarla yakacak ve ormanlarımız gibi,   yok olacaksınız siyaset sahnesinden.  

Güner Yiğitbaşı

05/08/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Rtük aciz ve beceriksiz siyasal iktidarların jandarması değildir!...
Kısaca RTÜK olarak ifade edilen Radyo ve Televizyon Üst Kurulu; 

Radyo ve Televizyonların  Kuruluş Ve Yayın Hizmetleri Hakkında kanun uyarınca; 

Radyo,  televizyon ve isteğe bağlı yayın hizmetleri sektörünü düzenlemek ve denetlemek amacıyla,  idarî ve malî özerkliğe sahip,  tarafsız bir kamu tüzel kişiliği niteliğinde kurulmuş bir kuruldur. 

Üst Kurul,  bu Kanun ve mevzuatta kendisine verilen görev ve yetkileri kendi sorumluluğu altında bağımsız olarak yerine getirir ve kullanır. 

Peki. nedir RTÜK'e verilen görev ve yetkiler?

Bu ilgili yasanın 37. maddesinde açıkça belirtilmiştir. Bu maddeye göre RTÜK; 

Yayın hizmetleri alanında ifade ve haber alma özgürlüğünün, 

Düşünce çeşitliliğinin,  

Rekabet ortamının ve

Çoğulculuğun güvence altına alınması,  

Kamu menfaatinin korunması amacıyla gerekli tedbirleri almak, 

Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yerleşik medya hizmet sağlayıcılarının yayın hizmetlerini,  bu Kanun hükümlerine ve Türkiye Cumhuriyetinin taraf olduğu uluslararası antlaşmalara uygunluğu açısından izlemek ve denetlemektir. 

Buna göre RTÜK'ün; radyo ve televizyon yayını yapan kuruluşlara, yayından önce,  sansür anlamına gelen tehditler içeren yazılı ve/veya sözlü emir ve talimat vermek, aksi halde ceza uygulayacağı konusunda alenen tehditler savurmak görev ve yetkisi yoktur. 

Hal böyleyken; ülkemizi, büyük acılara yasa boğan son orman yangınlarının seyri konusunda, halkımızı bilgilendirmek, halkın haber alma özgürlüğüne katkı sunmak, halkımızı ülkeyi tehdit eden orman yangınlarına karşı daha duyarlı kılmak, yangının acı tahribatını gözler önüne sererek, tehlikenin ciddiyetini gören halkımızı önlem almaya çağırmak, yangınların biran önce söndürülmesi için yardım ve dayanışmaya davet etmek, bu büyük acı ve tehlike karşısında halkımızda milli birlik ve beraberlik ruhunu canlandırmak ve canlı tutmak amacıyla,  yangınları naklen mahallinden görüntülü olarak yayınlayarak, canları pahasına ve milyonlarca para harcayarak halkımızı bilgilendiren ve adeta bir kamu hizmeti sunan televizyon yayıncı kuruluşlarımıza, RTÜK Başkanlığı imzasıyla bir yazı gönderilerek; 

“Medyamızın sorumluluk şuuru içinde hassaslıkla hareket etmesi,  vatandaşlarımızın ve yangın söndürme gruplarının moral ve motivasyonu açısından çok önemlidir. 

Birçok yayıncı kuruluşun bu mevzuda gereken hassasiyeti göstermediği,  kamuoyunda dehşet ve telaş uyandıracak halde haberlerin aktarıldığı,  alandan yapılan devamlı canlı yayınların halkın ve yangın söndürme gruplarının motivasyonunu kıracak halde olduğu görülmektedir. 

130 farklı noktada çıkan yangınlar acil müdahale grupları tarafından muvaffakiyetle söndürülmüşken buraları hiç görmeksizin yalnızca yanan alanların ısrarla ekranlara taşınması,  kaos havası beklentisinde olan çevrelerin istediği istikamette bir yayıncılıktır. 

Bugün prestiji ile,  RTÜK uzmanları tarafından cezai yaptırıma temel oluşturulması gayesiyle raporlama çalışmasına başlanılmıştır” şeklinde,  tehdit ve sansür içeren beyanlara yer verilmesi, RTÜK'ün görev ve yetkilerini kötüye kullanmak olup, bu aynı zamanda soruşturma konusu yapılması gereken bir suçtur. 

RTÜK; üstüne vazife olmayan,  gerçeklerle de bağdaşmayan, yanlış ve maksatlı sübjektif değerlendirmeler içeren,  siyasal iktidarın; orman yangınlarının söndürülmesindeki başarısızlığını, çaresizliğini aczini, şaşkınlığını, yangınla mücadele için önceden tedarik etmekle görevli olduğu yangın söndürme uçak ve helikopterlerinin tedarikindeki büyük ihmalini gizlemek amacıyla, televizyon yayıncı kuruluşlarına gönderdiği bu sansür ve tehdit içeren yazısıyla;  idarî ve malî özerkliğe sahip,  tarafsız bir kamu tüzel kişiliği olma niteliğini kaybetmiş ve siyasal iktidarın bir maşası ve kuklası olduğunu,  bir kez daha göstermiş ve suç işlemiştir. 

RTÜK gönderdiği yazısında; ” kamuoyunda dehşet ve telaş uyandıracak halde haberlerin aktarıldığı” değerlendirmesinde bulunuyor. 

Allahtan korkun bari, yayıncı kuruluşların;  yangın yörelerinden,  halkımızı bilgilendirmek amacıyla aktardığı haber ve görüntüler,  gerçek olup, canlı yayında görüldüğü gibi,  o anda canlı olarak yaşanan haber ve görüntülerdir. Bu nedenle,  bu gerçek  haber ve görüntülerin,  kamuoyunda dehşet ve telaş uyandırdığını ve bu haber ve görüntülerin,  dehşet ve telaş uyandırmak amacıyla verildiğini, hangi akıl ve mantıkla söyleyebiliyorsunuz? Aktarılan görüntü ve  haberler, aslında vuku bulmadığı ve gerçek olmadığı  halde; halkımıza, gerçek dışı ve yalan haber ve montaj görüntüler,  gerçekmiş gibi verilirse, ancak bu bu taktirde,  o gerçek dışı haber ve görüntülerin kamuoyunda dehşet ve telaş uyandırdığından söz edilebilir. RTÜK bu gerçeği dahi görmezlikten gelmektedir. 

Mümkün değil ama, tabii bir afet olan depremlerin önceden tespit edilmesi mümkün olsa ve televizyonlar gerçekten kesin olarak gelecek olan depremi halka haber olarak aktarsalar, kamuoyunu ve halkı dehşet ve telaşa düşürmüş mü olacaklardır? RTÜK'ün mantığından ve aklında hareket ederseniz, kamuoyunu dehşet ve telaşa düşürmüş olacaklardır. 

RTÜK'ün bu tehdit içeren yazısında; ”130 farklı noktada çıkan yangınlar acil müdahale grupları tarafından muvaffakiyetle söndürülmüşken,  buraları hiç görmeksizin yalnızca yanan alanların ısrarla ekranlara taşınması” eleştiriliyor. 

Ey RTÜK; haber değeri olan haber diye bir şey vardır,  yayıncılık ilkeleri arasında

Burada, öncelikli haber değeri taşıyan husus; hala devam etmekte olan yangınlar olup, televizyonlar öncelikle,  yanan kesimleri haber ve görüntü olarak sunmuşlardır, kaldı ki, kontrol altına alınan yangın bölgeleriyle ilgili haberlere de yer vermişlerdir. 

Bu itibarla,  siyasal iktidarın jandarmalığına, siyasal iktidarın orman yangınlarının söndürülmesindeki aciz  ve beceriksizliğini gizlemeye soyunarak,  televizyon yayıncı kuruluşlarına tehdit ve sansür içeren talihsiz yazıyı gönderen RTÜK'ü kınıyor ve yasal görev ve yetki sınırları içinde iş yapmaya davet ediyoruz.  

Güner Yiğitbaşı

04/08/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Yandaş Yazarlardan İnciler
İktidar yandaşı havuz medyasının yazarlarının yüreğimizi yakan orman yangınlarına yaklaşımını ibretle izliyoruz. 

Hürriyet gazetesinin iktidar sözcüsü yazarı Abdülkadir SELVİ yazmış ve diyor ki; 

“Deprem oluyor,  sel geliyor,  ormanlarımız yanıyor,  insanlarımız ölüyor,  cinayet işleniyor.  Biz o derdimizi bırakıp sosyal medya terörü ile uğraşmak zorunda kalıyoruz. 

Bu durum artık bir sosyal medya sorunu olmaktan çıktı.  Tam olarak adını koyacak olursak bu durum artık bir milli güvenlik sorununa dönüştü. 

Ormanlarımız yanıyor,  insanlarımız yanıyor,  börtü böcek yok oluyor.  Ama bunlar iç savaş çıkarmak için sosyal medyayı bir silah olarak seçmişler,  oradan yeni ateşler yakmanın peşindeler. ”

Tarafsız olduğunu iddia ederek,  bilmiyorum şimdilerde devam ediyor mu, zira izlemiyoruz, tarafsız bölge Tv. programının yapımcı ve sunucusu ve yandaş Hürriyet Gazetesinin genel yayın yönetmeni Ahmet HAKAN da; 

“Bir yanda orman yangınları. . .  

Bir yanda da nifak yangınları. . .  “diyerek, 

Yangınları söndürmekte acizlik gösteren, ihmalleriyle ve vurdumduymazlıklarıyla ormanlarımızın yanmasının tek sorumlusu siyasal iktidara sahip çıkıyorlar ve yangınlar karşısında aciz kalan ve şaşkınlık yaşayan iktidara, demokratik haklarını kullanıp,  haklı olarak yapıcı eleştirilerde bulunan, bu konuda sosyal medyada veya diğer ortamlarda eleştiriler yapan  kişi ve kurumları terörist ilan edip,  nifak yangınları çıkarmakla, yangın felaketinin üzerine,  ikinci bir felaket,  adeta bir milli güvenlik sorunu yaratmakla, iç savaş çıkarmakla, bunun için de sosyal medyayı silah olarak kullanmakla, yeni ateşler yakmanın peşinde koşmakla suçluyorlar. 

Aymazlığın ve yandaşlığın bu kadarına da pes doğrusu. 

Demokratik eleştiri haklarını kullanarak sosyal medyada kalemleriyle görüş açıklamak, nasıl terör oluyor anlamakta zorlanıyoruz. 

Daha da ileri giderek,  bunun bir milli güvenlik sorununa dönüştüğünü iddia ediyor utanmadan. 

Yine utanmadan; ”Ormanlarımız yanıyor,  insanlarımız yanıyor,  börtü böcek yok oluyor.  Ama bunlar iç savaş çıkarmak için sosyal medyayı bir silah olarak seçmişler,  oradan yeni ateşler yakmanın peşindeler. ”demekte. 

“Ormanlarımız yanıyor,  insanlarımız yanıyor,  börtü böcek yok oluyor. ”diyorsun, peki niçin yanıyor bunlar, niçin söndürülemiyor çıkan yangınlar,  bir düşündün mü? SELVİ efendi. 

İşte,  sizin adeta terörist ve milli güvenlik sorunu yaratmakla suçladığınız o insanlarımız; ormanlar, insanlar, börtü böcek yanarak yok oldukları için,  ciğerlerini yakan bu acı ve üzüntülere tepkisiz kalamayarak, ormanlarımızın, insanlarımızın, börtü ve böceklerin yanmaları karşısında çaresiz ve aciz kalan siyasal iktidarı haklı olarak eleştiriyorlar. 

Ülkemizde,  kağıt üzerinde de kalmış olsa,  bir açıklık ve çoğulcu bir özgürlükler rejimi olan demokrasi olduğuna göre, halkın eleştiri haklarını kullanmalarını,  nifak tohumu ekmekle, milli güvenlik sorunu çıkarmakla suçlamak,  büyük bir haksızlık, had bilmezlik ve aymazlıktır.  

Güner Yiğitbaşı

03/08/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Hırsıza Yol Göstermek
Hırsıza yol göstermek, yılanı deliğinden çıkarmak diye deyimler vardır,  sık kullandığımız. 

Bu deyimler,  kısaca; birine,  bilmeyerek kötü bir işte yardımcı olmak, uyuyan yılanı uyandırarak harekete geçirmek,  kötü bir eyleme sevk etmek  anlamına gelmektedir. 

Bu nedenle, ülkemizin birçok yerinde çıkan ve yüreklerimizi yakan son orman yangınlarının, soruşturmalar sonlanmadan,  PKK terör örgütü militanları tarafından çıkarıldığını iddia eden iktidar yandaşlarını anlamakta,  zorlanıyoruz. 

Kaldı ki; yangınların,  PKK terör örgütü militanları tarafından  kasten çıkarılmış olması, bu yangınları söndürmekte acizlik gösteren, şaşkınlık içinde kazazedelere çay dağıtan siyasal iktidarın sorumluluğunu asla ortadan kaldıramaz. 

Diyelim ki; yangınları PKK militanları çıkardılar, ülkeyi yöneten iş başındaki siyasal iktidar, ben bu yangından sorumlu tutulamam, bunu söndürme görevi bana ait değil diyebilir mi?

Tabii ki; diyemez. 

Hal böyle iken; kesin kanıtlarına ulaşmadan,  yangınları PKK militanları çıkarmıştır demek; beceriksizliğe bahane uydurmak ve büyük bir haksızlık olduğu kadar, uyuyan yılanı uyandırmak ve hırsıza yol göstermektir. 

Bu iddialar üzerine, yangınların oluşmasında hiçbir rolleri olmayan PKK militanlarına yol göstermiş olmuyor musunuz?

Bu haksız ve gerçek dışı iddialar nedeniyle; PKK militanlarını yuvalarından çıkararak,  onlara orman yangınları çıkarmaları konusunda fikir verip yardımcı olmak ve  örgütün propagandasını yapmalarına olanak sağlamak ve mücadele ettikleri T. C. Devletine zarar vermelerine yol açmak hangi akla sığar anlamakta zorlanıyoruz. 

Bir takım sabotaj  iddialarında bulunurken,  herkes akıllı olmak ve bunun muhtemel zararlı sonuçlarını da düşünmek zorundadır. 

Güner Yiğitbaşı

03/08/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Şehidin yürek yakan vasiyeti
Şehidin yürek yakan vasiyeti bir askerin nasihatinden yürek yakan bir olayla öğrendim.

Kurtuluş Savaşı öncesi işgal yılları ile Kurtuluş Savaşımızda nice üzüntü veren acı veren dehşetli olaylarını tarih ve anı kitaplarında okuduk, okuyoruz.  

Kurtuluş Savaşına katılan dedem Duran Çavuş’la ilgili beni çok heyecanlandıran bir olayı geç de olsa öğrendim. Daha önceki sayfalarda Dedem Duran Çavuş ile (Annem Gülbahar’ın babası) Anneannem yani Emine Ebemle ilgili küçüklük anılarımı kısa kısa da olsa onlardan duymuştum.

Aşağıda anlatacağım ve hiç duymadığım ilginç olayı Dayımın oğlu Mehmet Satılmış’tan 26 Temmuz 2021 günü öğrendim. Önce Mehmet Satılmış’la ilgili olayı anlatmak istiyorum. Öz dayımın oğlu olan Mehmet Satılmış’la 15-20 yıldır görüşmemiz olmamıştı. Kendisi Almanya’da yıllarca çalıştıktan sonra emekli olmuş Almanya’da yaşıyordu. Bu temmuz ayında Ankara’ya gelmiş. İşte bu uzun yıllar sonra çok şaşırdığım bir rastlantı ile onunla Ankara metrosunda karşılaştım.

26.7.2021 günü metro ile Ostim’den Ulus’a gidiyordum. 15-20 yıldır görmediğim dayımın oğlu Mehmet Satılmış da oturduğu Yenimahalle’deki evinden ayrılmış Yenimahalle metro durağından metroya binmiş, aynı metro ve aynı kompartımanda tam karşı karşıya oturmuşuz. Virüs salgını nedeni ile ağzımızda maske olduğundan ilk anda birbirimizi tanıyamamışız.

Metroya, otobüse bindiğim zaman mutlaka ya bir kitabım ya bir gazetem olur, okuyarak giderim. Okumaya daldığım için Mehmet Satılmış beni seçememiş; Ulus’a yaklaşırken o beni tanımış, Metrodan çıkınca, Mehmet Satılmış arkamdan yaklaşmış, elini omuzuma doğru uzattı, maskelerimizi çıkardığımız halde o beni tanıyıp hatırladığı için içten davranmaya çalışıyordu ama, ben onu, kilosu, yüz hatlarının değişmesi, kilo almaktan da olsa gerek hatırlayamadım ve “tanıyamadım” dedim. O kendini tanıtınca hemen hatırladım, birbirimize sarıldık. “İnince gözlerinden tanıdım seni” dedi

Aker oğlumdan dolayı askeri kartım vardı ve Mehmetçik Parkına gidecektim, yakın olduğu için onu da götürmek istedim ve çok yakın Mehmetçik Parkına gidelim, dedim. Ulsu Metrosundan dışarı çıkar çıkmaz hemen kaldırım kenarında beklemekte olan taksinin kapısını açtı, çok yakın dememe rağmen beni taksiye çekerek bindirdi. Beni Hacı Bayram Camisi önündeki kahvehanelerin birine götürdü. Orada çay vb içtikten sonra Kale’yi de arkamıza alarak fotoğraflar çektirdik. Benim isteğimle Mehmetçik Parkına doğru yürüdük. Benim ricam üzerine askeri gazino girişinde oraya onu da aldılar. 

İçerde gelmişten geçmişten sohbete başladık. Bana orada Duran Çavuş dedemizden duyduğu ve benim hiç duymadığım, yüreğimi yakan olayı anlattı.

Küçüklüğümde öğrenciliğim yıllarında o zamanları sağ olan Duran Çavuş dedemi ziyaret ederdim, elini öper, “nasılsın iyimisin” den öte gitmeyen sohbetimiz olurdu, küçük bazı askeri anıları anlatırsa da Mehmet Satılmışın Duran Dedemizden duyduğu şu ilginç olayı hiç duymamıştım. Daha doğrusu öğrenciliğim öğretmenliğimle uzaklarda olduğum için Duran Çavuş dedemizle çok ayrıntılı anıları dinleme olanağını bulamamıştım. Mehmet Satılmış’ın günleri hep dedemiz Duran Çavuş’un yanında bulunduğu için onun anlattığı tüm ince ayrıntıları biliyordu. Mehmetçik Parkındaki sohbetimizde dayımın oğlu Mehmet Satılmış, Duran Çavuş dedemizle, Emine ebemizle Behiye Teyzemle ilgili çok ilginç evlenme olayını şöyle anlattı:

Şehidin vasiyeti

“Duran Çavuş dedemizle yine bizim Yelek köyünden Hacı Haydar’ın oğlu Hasan, Kurtuluş Savaşında Dumlupınar Meydan Muharebesi’nde aynı birlikte hatta aynı siperde birlikte savaşırlarmış. Dedem aynen böyle anlatıyordu. Dedem çeşitli cephelerde Arap çöllerinde 14 sene savaşmış. “Siperlerdeydik üstümüzden yağmur gibi düşman (Yunan) kurşunları vızır vızır yağıyordu. Köylümüz Hasan bana şöyle dedi: “Duran Çavuş ben biliyon memlekette evliyim bir küçük kızım var. (O zaman Emine ebemiz bu Hasan’la evliymiş. “Kızım” dediği senin teyzen benim de halam Behiye imiş).  Dumlupınar Meydan muharebesi süngü süngüye, kurşun kurşuna şiddetle devam ediyormuş). Şehid olacağını rüyasında görmüş.  O gece Hasan köylüsü arkadaşı Duran Çavuş’a “eğer ben şehit olursam gızımnan garım var, açlık çekmesin (Emine Ebemizi) “ben ölürsem nikahına al, kızıma da sahip ol” diye vasiyet ediyor. Cephede şu yiğitliğe bak. O savaşta dedemin bileğinde kurşun girip öbür tarafından çıkıyor. Bacaklarında yakın çarpışmadan kalan iki bacağında hançer mi süngü mü yarası vardı. O zaman yine dedemiz Duran Çavuş’un anlattığına göre, Duran Çavuş köylüsü Hasan’a, “sus ulan dürzü bu ne biçim laf ne bok yiyon” diye orda ala küfürlü azarlıyor Hasan’ı, böyle bir şey olmaz, olmayacak, rahat ol anlamında bir şey söylüyor, Hasan’a. Dedemin anlattığına göre, “ayağımızda çarık, lastik ayakkabı, günlerde aç kaldığımız olurdu, ekmek bulamazdık, mağaralara sığınırdık, ot toplar ot yerdik. Düşman bizi kırmadı, açlık tifo, sıtma gibi hastalıklar kırdı. Hayvanların dışkısındaki arpaları alır temizlerdik, şehit olan askerlerin ayağındaki çarıkları çıkarırdık günlerce ıslatırdık, et niyetine pişirirdik, yıkadığımız arpayı o çarıktan etin arasına koyardık, bazı bildiğimiz yenen otları da arasına koyduktan sonra onu et niyetine yerdik. Asker açlıktan, tifodan, bitten kırılırdı. 

Bu iki köylü Duran dedemiz ve Hacı Haydar’ın oğlu Hasan yan yana çarpışıyor. 70 kişi gitmiş bizim köyden cepheye, 17 kişi dönebilmiş. Cephede bıyıklarımızı kalıba koyardık, bıyıklarımız karşıdan heybetli görünürdü. Komutan derdi ki, “çocuklar düşmana heybetli görünün”, dedem zaten 1.90’lık heybetli adamdı. 

“Gadere bakın ki ertesi günü sabaha karşı hücuma kalktıklarında Emine ebemizle evli olan Hasan savaş meydanında alnından vurularak şehit oluyor. 

Aradan günler geçiyor, Yunanlılar denize dökülüyor, vatan kurtuluyor. Mehmet Satılmış, “dedemiz bunları anlatırken şöyle de demişti: “Biz Yunanlıların Türk halkına, işgal ettiği köylerde yaptığı öldürme tecavüz olaylarını gördüğümüz, duyduğumuz için içimizde müthiş bir kin vardı; onun için İzmir’e kadar rastladığımız her Rum kadınına yanaşırdık!”.

Şehidin karısı, yetim kızı ile vasiyet üzerine Duran Çavuş ile evleniyor.

Dedem askerden gelince, şehit olan Hasan’ın karısı Emine’ye Allah’ın emriyle yanında beş altı yaşındaki çocukla (sonradan Behiye teyzem) nikahına alıyor, dini nikah yapıyorlar. Başlık olarak bir eşek yükü buğday un veriyor, beş altı koyun ve bir eşek yüküyle de yakmak için tezek veriyor. Bu evlilikten Bahar halam (annem), Sultan, Zülbiye, halam babam Nuri oluyor. Dedemin ilk başka evliliğinden Halil Dayım, sonra başka bir evliliğinden Fikriye Halam (benim de teyzem) oluyor.

Dedem Duran Çavuş, savaş bitip Yunanlılar denize döküldükten sonra, kendisi askerde çavuş olduğu için tüfeği tüm tesisatı neyi varsa onunla ve ayağında çarık olduğu halde yaya olarak üç ay sonra İzmir’den köyümüze 750 km yol kat ederek geliyor. Köye gelince getirdiği mavzeri, hatıl dediğimiz hayvanların yem yiyen yeri kazıyor, o zaman naylon olmadığı için çul çaputa sarıyor, oraya çamurla kuylayıp saklıyor. Gel zaman git zaman Halil amcam, Duran Çavuş dedemin hatıla silah sakladığını öğreniyor, oradan mavzeri çıkarıp satıyor. 

Böylece Dumlupınar Meydan Muharebesinde şehit olan Hasan’ın vasiyeti üzerine Dedem Duran Çavuş Hasan’ın karısı olan Emine (anneannem) ile evleniyor. Düşünebiliyor musunuz, savaş meydanında Hasan, “şehit olursam karımı nikahına al aç kalmasınlar, bir kızımı da koru” diyebilen kaç kişi vardır. İşte bu hazin gerçeği 26 Temmuz 2021 günü dayım oğlu Mehmet Satılmış’tan ilk kez duyunca burnumun direği sızladı, gözlerim doldu, boğazıma yumruk gibi hüzün oturup kaldı, konuşamaz oldum. Sizinle paylaşmak istiyorum.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız.

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget