Temmuz 2021
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Partili Cumhurbaşkanı Neredesin?
Manavgat, Mersin, Adana, Marmaris, Didim, Köyceğiz, Milas, Bodrum. 

Türkiye’m;  ülkem yanıyor, partili Cumhurbaşkanı nerelerdesin, eyimisen,  hoş musan, vicdanın rahat mı. huzurun yerinde mi?

Merak içindeyiz,  Türk Halkı olarak!

Hiç değilse halkın karşısına çıkarak, Ey KILIÇDAROĞLU, Ey Ca-He-Pe, Ey vesayetçi eski Türkiye diyerek, yalandan da olsa, yangına bir bahane ve sorumlu bulmanı,  kükreyen sesini duymak isterdik. 

Veya, o yetkilerini,  kudretini, gücünü  ve otoriteni kullanarak, gece yarısı bir kararname çıkarıp, ülkemizi ve ciğerlerimizi yakan yangınlara hadlerini bildirmeni, bir çırpıda sönmelerini ve yok olmalarını sağlamanı isterdik doğrusu(!)

Partili Cumhurbaşkanı; bu ülkeyi, saraylarının duvarlarının ardına çekilerek ve  gizlenerek, tek yanlı aldığın kararlarla yönetemiyorsun. Artık,  bu gerçeği kabul etmelisin. 

Aslında, bu koşullarda tek başına ülkeyi yönetmen,  mümkün de değil. 

Dünyanın en akıllı ve dirayetli adamını da getirsek, devletin tüm erklerinin tek kişiye bağlandığı, tüm yetkilerin tek kişide toplandığı, atanmış bakanların dahi, söze ve icraata başlarken, besmele çeker gibi,  Cumhurbaşkanımızın talimatlarıyla diyerek söze başlamaları, tüm gerçekleri ortaya sermektedir. 

27. Mayıs Darbesinin armağanı 1961 Anayasası sayesinde ülkemizin kazandığı Anayasa Mahkemesi de olmasa, nefes alamayacağız, adaletsizlikten adeta boğulacağız. 

1961 Anayasasının getirdiği sonradan kaldırdığınız Devlet Planlama Teşkilatı ve Müsteşarlığı vardı,  bu ülkede bir zamanlar. 

Devlet Planlama Teşkilatı; uzman kadrolarıyla, yanılmıyorsak beşer yıllık kalkınma planları hazırlarlar ve ülkenin kalkınması, üretimin ve milli gelirin artması, devlet imkanlarının eşit ve toplumun ihtiyaçlarına uygun olarak dağıtılıp kullanılması için yapılması gereken yatırımlar, öncelik sırasına göre yapılır ve ülkenin; fakir halkının vergileriyle oluşan hazinesi,  çarçur edilmezdi. 

Devlet Planlama Teşkilatını yok ettiniz, ülke plansız ve programsız yönetiliyor ve yatırımlar;  yandaş mütahit ve vakıflara ve onlar üzerinden AKP'ye  rant devşirme amaçlı olarak, ülke ve halk yararına değil,  partinizin ve yandaş mütahit ve vakıfların yararına seçilerek, ihale yasalarında yaptığınız değişikler sonucu,  yarışma ve rekabet ölçütü aranmadan,  istediğiniz yandaş üç beş mütahitlere peşkeş çekiliyor. 

Ülkenin hazinesi;  üretime, artı değer yaratmaya değil, tüketime,  betona,  yollara,  köprülere, inşaatlara, tünellere harcanıyor, yap işlet devret yöntemiyle ve mütahitlere verilen kar garantileriyle; ülkenin parası,  geçilmeyen yollar, köprüler, tüneller ve uçulmayan havaalanları üzerinden,  yandaşlara ve dolaylı olarak AKP'ye hortumlanıyor. 

Ülkenin kar eden ve henüz özelleştirilmedikleri için elde kalan üç beş güzide kurumu da,  Sayıştay ve Meclis denetimine tabi olmayan Varlık Fonu adı altında kurduğunuz fon bünyesine alınarak, Sayıştay ve Meclise hesap vermekten kurtulmanın önü açılıyor. 

Biz buradan soruyoruz, bir devlet iktisadi kuruluşunun gelir,  gider ve harcamalarının,  Meclis ve Sayıştay denetiminden kaçırılmasının ve hesap vermekten kaçılmasının sebebi ne olabilir, kendisine ve dürüstlüğüne güvenen, yolsuzluk yapmayan  bir yönetim, niçin hesap vermekten ve denetlenmekten korksun ki?

Sayın Partili Cumhurbaşkanı; ama, iş başındaki iktidarınız,  hesap vermekten korktuğu için,  devleti ve kurumlarını Anonim Şirket gibi yönetmeyi,  kendisine iş sayıyor. 

Aslında,  Devlet Planlama Teşkilatının olmamasına rağmen;  Anayasanın 166. maddesine göre, Ekonomik,  sosyal ve kültürel kalkınmayı,  özellikle sanayiin ve tarımın yurt düzeyinde dengeli ve uyumlu biçimde hızla gelişmesini,  ülke kaynaklarının döküm ve değerlendirilmesini yaparak verimli şekilde kullanılmasını planlamak amacıyla gerekli teşkilatı kurmak Devletin görevidir. 

Anayasanın 166.  maddesinin bu amir hükmüne göre,  Cumhurbaşkanına istişarî nitelikte görüş bildirmek amacıyla Ekonomik ve Sosyal Konsey kurulur.  

Kalkınma planlarında;  millî tasarrufu ve üretimi artırıcı,  fiyatlarda istikrar ve dış ödemelerde dengeyi sağlayıcı,  yatırım ve istihdamı geliştirici tedbirler öngörülür;  yatırımlarda toplum yararları ve gerekleri gözetilir;  kaynakların verimli şekilde kullanılması hedef alınır.  Kalkınma girişimleri,  bu plana göre gerçekleştirilir.  

Neymiş efendim; Anayasanın 166. maddesi ne diyormuş?

Anayasaya göre hazırlanması zorunlu olan Kalkınma Planlarında; 

Millî tasarrufu ve üretimi artırıcı,  

Fiyatlarda istikrarı, 

Dış ödemelerde dengeyi sağlayıcı, 

Yatırım ve istihdamı geliştirici tedbirler öngörülür, 

Hepsinden de önemlisi, 

Yatırımlarda;  

Toplum yararları ve gerekleri gözetilir, 

Kaynakların verimli şekilde kullanılması,  hedef alınır.  

Şimdi,  gelelim onca ormanımızın, orman içi canlıların yanarak yok oldukları, insanlarımızın öldüğü, insanların mal ve canlarının, ekonomiye katkı sunan hayvanlarının zarar gördükleri, ülkemizin kaçınılmaz kaderi olan ve her yaz, şu veya bu sebeple tekrarlanan orman yangınlarının çıkmaması veya çıktıktan sonra,  fazla bir zarara yol açmadan söndürülmelerinde,  toplum yararı yok mudur, ülke kaynanalarını kullanarak yapılacak olan harcama ve yatırımlarda; ülkenin doğal zenginliği olan ve her yaz tekrarlanan orman yangınlarını acilen söndürmek için yeteri kadar yangın söndürücü uçak alımlarına yapılacak olan yatırımlarda,  toplum yararı ve gereği yok mudur, sayın partili Cumhurbaşkanı?

Ama,  size göre,  orman yangınlarını söndürmek ve milli servet ve canlarımızın yok olmasını önlemek için yeteri kadar yangın söndürme uçağı alınmasında,  kaynaklarımızın bir bölümünün buraya harcanmasında toplum yararı yokmuş ki; elimizde yeteri kadar yangın söndürme uçağını barındıran bir filoya sahip değiliz. 

Allahtan korkun, 19 yıldır ülkeyi tek başınıza yönetiyorsunuz. 

Biz,  boşuna yazıyoruz, söyleniyoruz, bunun bilincindeyiz. Ama,  ülkemizi sevdiğimiz için,  bir aydın sorumluluğu içinde,  yine de yazmaya ve sormaya devam ediyoruz. 

1150 odalı lüks sarayları, lüks otel haline getirilen onlarca atıl bekleyen makam uçaklarına sahip olmayı,  ülkenin itibarı kabul eden bu zihniyet ile boğuşmanın bir anlamı yok aslında. 

Son çıkan ve halen yer yer devam  yangınların hepsi,  yüreğimizi çok fazla yaktı ve çok üzüldük. 

Ancak, 1960-63 yılları arasında yaşadığım,  çocukluğumun en güzel günlerinin geçtiği,  o tarihlerde, 3000 nüfuslu, elektriğinin dahi belediyenin gece 24. 00 de sonlanan jeneratöründen elde edildiği, polis teşkilatının dahi bulunmadığı, Ortaokul öğrenimini yaptığım, hala birçok dost ve arkadaşlarımın yaşamakta oldukları,  rahmetli babamla birlikte, o güzelim buz gibi suyu olan ırmağından,  yaz aylarında,  her gün onlarca alabalık tutup akşam yemeklerinde tükettiğimiz, o tarihlerde (1960-63) küçük bir köy ve sadece yabancı turistlerin uğrak yeri olan,  bir tarih kenti olarak değer ifade eden, şimdilerde bir panayır yerine dönerek tanınmaz bir hal alan  Side'sinde yüzmeyi öğrendiğim ve yaz günlerinde her gün gidip geldiğimiz, tarihi Side'sini;  ülkemize ve Dünya'ya tanıtan ve meşhur olmasında büyük emeği bulunan, anneannem tarafımdan yakın akrabam olan, Bodrum Halikarnas balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaç'ın kardeşi olan Suat Şakir KABAAĞAÇ amcam ile birlikte, benim;  dalgalara dayanamayarak midemin bulanıp çoğu kez geri dönmek zorunda kaldığımız balık avlarına çıktığımız, sofrasında güzel yemekler yiyerek hoş vakitler geçirdiğimiz, ikinci memleketim güzelim MANAVGAT yangını beni çok üzdü ve orman yangınlarını söndürmek için elzem olan gerekli uçak filosuna ayırması gereken devlet kaynaklarını yandaşlara peşkeş çeken ve kendi  lüks ve şatafatında, partisinin yararında kullanan, tüm bu zorunlu ihtiyaçlarımızı düşünmeden Kanal İstanbul denen akıl dışı projeyi, halkımıza inat hala yapmak için çabalayan partili Cumhurbaşkanına gerçekten öfkem çok fazla. 

Geçmiş olsun;  MANAVGAT, Mersin, Adana, Marmaris, Didim, Köyceğiz, Milas, Bodrum ve diğer, ormanlarıyla yanan kentlerimiz ve değerli insanları.  

Güner Yiğitbaşı

30/07/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

TEÇ-SEN MAAŞ ZAMLARINI YETERLİ BULMUYOR.

Ulus Meydanında Memur Emekli Eylemi
Tüm Eğitim Çalışanları Sendikası (TEÇ-SEN) yaptığı açıklamada 6.4. milyon memur ve emekli için istediği zam oranlarını eleştirdi ve yeterli bulmadı.

Sendikaya bağlı yönetici ve üyeler ellerinde taşıdıkları döviz ve pankartlarla memur ve emeklilere yapılan yetersiz zamları, öteki sorunları Ulus Meydanındaki Atatürk büstü önünde şarkılarla, marşlarla, sloganlarla dile getirdiler. Bu sorunları aşağıda yayınladıkları bildirilerle ilgililere ve kamuoyuna duyurmaya çalıştılar.

Bunun için TEÇ-SEN Genel Başkanı Ümit Demirel yaptığı açıklamada yetkili konfederasyonun 6,4 milyon memur ve emeklisi için istediği zam oranlarını eleştirdi ve yayınladığı bildiride şunları söyledi:

“12 yıldır kamu çalışanları aynı senaryo, aynı oyun ve enflasyon canavarına peşkeş çekilmiş olup 12 yıl sonunda mali ve hak kayıpları eksi %96 oranına ulaşmıştır. Başka bir deyişle kamu çalışanları bugün aldıkları maaşın iki katını alması gerekirken 12 yıldır yetki verdiğimiz sendikaların etkisizliği, eylemsizliği ve ideolojik siyasetin dümen suyuna girmesi nedeniyle ekonomik kayıplara son verilmemiştir. 12 yıldır yetkili olan sendika ve konfederasyon grev hakkını dahi alamamıştır.

Yetkili sendika ve konfederasyonun kırparak belirlediği yoksulluk sınırı 8.003,10 TL dır, öyleyse, öyleyse en düşük memur maaşının da 8.003,10 TL olması gerekir, en azından masaya böyle bir taleple gidilmelidir. Yetkili sendika kırparak kendi belirlediği yoksulluk sınırının üzerine kamu çalışanlarını çıkarma gayretinde ve niyetinde olması gerekirken 600 TL seyyanen zam talebi ile her zaman olduğu gibi yine kamu çalışanlarını açlık sınırında yaşamaya mahkûm etmiştir.

Ulus Meydanında Memur Emekli Eylemi
Düşünün, 5 Temmuz’da 400 TL seyyanen zam isteyen ve 81 ilde taleplerini açıklayan Memur-Sen, aradan sadece 21 gün geçtikten sonra seyyanen zam talebini %50 artırım yapan yetkili sendikanın kamu çalışanlarının geçinmek gündeminden haberdar olduğuna inanmadık, inanmıyoruz ve inanmayacağız.

2016 Ocak ayında kamu çalışanı maaş ile 850 dolar ve 25 gram altın alırken, bugün kamu çalışanı maaşıyla 450 dolar ve 7,63 gram altın almaktadır. Bu durumda, kamu çalışanlarının zamlı maaşları, dolar karşısında %89,87 gram altın fiyatları karşısında ise %222,29 oranında erimiştir.

TÜİK ve Merkez Bankası verilerine dayanılarak enflasyon, döviz kuru ve altın fiyatlarındaki artış nedeniyle kamu çalışanlarının ücretlerinin nasıl eridiği ve satın alma gücünün nasıl azaldığı, açık ve net şekilde görülmektedir.

Bu nedenle, TEÇ-SEN olarak kamu çalışanları adına geçmiş yıllardaki kayıplarının giderilmesi için yapılacak memur zam oranlarından bağımsız olarak aşağıda belirtilen tutarlarda seyyanen zam yapılmasını talep etmek elzem hale gelmiştir.

Buna göre 2021 Ağustos ayından geçerli olmak üzere tüm kamu çalışanlarına ve emeklilerine 1.250 TL seyyanen zam verilmelidir. 2022 Ocak ayında 500 TL seyyanen zam ve ilave enflasyon oranında artış, 2023 Ocak ayında 500 500 TL seyyanen zam ve ilave enflasyon oranında artış olacak şekilde toplu sözleşme masasına oturulmalıdır. Aksi halde bir durum memur ve emeklilerin beklentilerinden ve yıllar içerisinde maaşlarımızın alım gücünde oluşan kayıpları telafi etmekten uzak bir talep olacaktır.

Bunun yanı sıra eğitim çalışmalarının ve sendikamızın istediği talepleri şunlardır:

Kamu çalışanlarının demokratik ve sendikal haklarının kullanılması için olmazsa olmaz olan grev hakkının yasal olarak tanınmasını istiyoruz.

Yıllardır öğretim yılına hazırlık ödeneğinden mahrum bırakılan ve okulların eğitim öğretime hazırlanmasında çok büyük emeği geçen eğitim çalışanlarına da (GİH-YHS-THS-4/B verilmesi artık bir zorunluluk haline gelmiştir.

Toplu sözleşme masasında eğitim öğretim ve bilim hizmetleri iş kolunun birinci çözülmesi gereken konusu; öğretim yılına hazırlık ödeneğinin tüm eğitim çalışmalarına verilmesi olmalıdır.

Ayrıca, 3600 ek gösterge tüm kamu çalışanlarına verilmelidir. Bu dağılım da İlköğretim ve Ortaokul mezunlarına 2000, lise ve dengi okul mezunlarına 2200, ön lisans mezunlarına 3000 ve lisans mezunlarına 3600 şeklinde olmalıdır.

Memur maaşlarında %15, %20, %27, %35, %40 oranları ile vergi dilimi uygulanması kaldırılmalıdır. Asgari ücret tutarını geçen kısmına ise, 15 vergi tahakkuk ettirilmeli ve asgari geçim indirimi uygulanması da devam ettirilmelidir.

Aile yardımı ve çocuk yardımı 1000 TL olarak ödenmeli, ayrıca 0-!0 yaş arsında çocukları olan kadınlarımızın mesai saatleri 10 00- 16 00saatlerinde olmalı ve yıllık izinlerine 10 gün analık izni eklenmelidir. Doğum yapan kadınlarımıza en az 6 ay ücretli izin verilmelidir.

Ramazan ve Kurban bayramlarında tük kamu çalışanlarına emeklilerde olduğu gibi bayram ikramiyesi verilmelidir.

Aynı kadroda görev yapmalarına rağmen şeflerin bakanlıklar arasında sadece özel hizmet tazminatı arasındaki ücret farkı 787,48 TL’dir, herhangi bir kurum ayrımı yapılamadan bütün şeflerin özel hizmet tazminat oranı 120 puana çıkarılmalı, şef-memur ve hizmetli kadrolarının ek ödeme ve özel hizmet tazminatları artırılmalıdır.

Herhangi bir kadro ayrımı yapılmaksızın, günün şartlarına uygun bir şekilde tüm memurlara giyim yardımı nakdi olarak ödenmeli; giyim yardımından gelir vergisi kesilmemeli ve giyim yardımı en az 2000 TL olarak ödenmelidir.

Kamu veya özel sektörde çalışanlarda olduğu gibi, memurlara da yemek yardımının günün şartlarına uygun şekilde nakit 750 lira olarak verilmelidir.

Aynı odada yan yana masada görev yapan ama “sen 4-A lısın, sen 4 B lisin” diye ayrıştırılan kamu çalışanı arasında adalet sağlanmalı, kamuda 4-B kadrosunda çalışan tüm personele 4-A kadrosuna geçirilmelidir.

Yıllık izinler aynı işçilerde olduğu gibi pazar günleri ve bayram tatilleri düşürülerek kullanılmalı, kullanılmayan izinlerin karşılığı ücret olarak ödenmelidir. Fazla mesailerin tamamı ücretle karşılanmalı ve bu ücret saatlik 32 lira ve günlük 256 lira olarak ödenmelidir.

Ulus Meydanında Memur Emekli Eylemi
Görev başında olan tüm kamu çalışanlarına nakdi olarak ulaşım yardımı verilmeli veya toplu taşıma araçlarından ücretsiz olarak yararlanmalarının sağlanması için düzenleme yapılmalıdır veya kamu çalışanlarına ulaşım ücreti adı altında 500 TL ilave ödeme yapılmalıdır.

Kamu çalışanlarının yıllık zam oranlarının 6 aylık dilimler halinde değil yıllık verilmesi ve enflasyon oranı artışların ise aylık verilmesi sağlanmalıdır. Emekli olan kamu çalışanlarına aile yardımı ödeneğinin kesilmeden ödenmesi sağlanmalıdır.

Yardımcı hizmetler sınıfında görev yapan kamu çalışanlarının 1 defaya mahsus eğitim durumlarına uygun kadrolara atanması sağlanmalıdır.

15 Ocak 2016 tarihinden itibaren göreve başlayan tüm kamu çalışanlarına ilave bir derece verilmelidir.

Erkeklerde 30 yıl, kadınlarda 25 yıl görev yapan tüm kamu çalışanlarının emeklilik işlemlerinin yaş beklemeksizin yapılması ve emekliye ayrılan kamu çalışanlarının ikramiye ve aylık emekli maaşları yaş beklemeksizin ödenmelidir.

Tüm kamu çalışanlarının sendikalara üyeliği ve istifasının E-Devlet üzerinden yapılabilmesi için gerekli düzenlemeler yapılmalıdır. Kamu çalışanlarına görevde yükselme ve unvan değişikliği sınavlarında uygulanan sözlü sınav kaldırılmalıdır.

Engelli personellerin yardımcı hizmetler sınıfında görev yapan engelli personellerin ihraz (kazandığı) ettiği unvanlara ve kadrolara sınavsız atamaları sağlanmalıdır.

Türkiye’de eğitimin modelini yeniden inşa etmek ve 2100 lerin 2200 lerin eğitim öğretim anlayışını belirlemek için vakit kaybetmeden Milli Eğitim Şurasını geniş katılımlı ve süre kısıtlaması olmadan toplanmasıdır. Bu saydığımız talepler kamu çalışanlarının uyduruk olmayan gerçek gündemleri olup 6. dönem toplu sözleşmede yaklaşık 6,4 milyon kamu çalışanlarının, memur emeklisinin ve sendikamızın ortak talebidir”. 

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız.

Bunun Adı İki Yüzlülüktür
Sözde ilahiyatçı,  İlim ve Fikri Araştırmalar Merkezi kurucusu olduğu söylenen İhsan Şenocak; sosyal medyada,  2020 Tokyo Olimpiyat Oyunları'nda Çin'i 3-0 yenen A Milli Kadın Voleybol Takımımız için, İhvan ve Taliban zihniyetini temsil eden yüz kızartıcı ve ahlaksız bir paylaşımda bulunmuştur. 

İlahiyatçı İhsan Şenocak'ın;  Twitter'dan, filenin sultanları için yayınladığı mesaj aynen şöyledir;  "İSLAMIN KIZI! Sen OYUN ALANLARININ değil,  imanın,  iffetin,  ahlakın,  hayanın,  edebin SUTANISIN;  SEN "burnunu göstermekten utanan" ANALARIN EVLADISIN.  Ekranlara ve sakallı ağabeylerinin popüler kültürün kurbanlarına "sultan" demesine aldanmayasın! Umudumuz da,  duamız da SENSİN!". 

Vay, vay adam;  hem ilahiyatçı ve hemde ilim ve fikri araştırmalar merkezi kurucusu büyük ilim ve fikir adamı ve de din alimi!

Bu paylaşım;  sözde,  ilahiyatçı,  ilim ve fikir adamı olan ŞENOCAK'ın,  ilk vukuatı değil tabi. Bundan önce de, ipe sapa gelmez, aklı fikri uçkurunda birçok mesajın da sahibi olan bir zat. 

Bu zat; aynı zamanda,  ATATÜRK düşmanı, karşı devrimci, vatan haini Fesli Kadirin de hayranı. 

Dervişin fikri neyse zikri de odur,  derler ya. 

Adam;  bayan voleybol takımının oyuncularını, Çin'i 3-0 yenerek elde ettikleri ve ülkemizin yüzünü ağarttıkları başarılarıyla değil,  müsabaka sırasında, oyunun kuralları gereği giydikleri uluslararası şortlarına göre değerlendirmekte olup, gözü,  voleybolcu kızlarımızın;  sergiledikleri ve başarı elde ettikleri o güzel oyunlarında, setleri karşılamalarında, arkadaşlarına verdikleri güzel ve isabetli paslarında,  başarılı kütlerinde ve rakip oyuncuların vuruşlarını karşılayan o maharetli el ve kollarında değil, bacaklarında, giydikleri şortlarında. 

Adam; kızlarımız inşallah başarılı olurlar,  bu maçı alırlar ve  Dünya devi Çin'i yenerler diye düşüneceği, maçı zevkle ve heyecanla izleyeceği yerde, çok affedersiniz yazmak zorundayım, vay be;  ne güzel bacakları var, şunlardan birini yatağa atsam ne güzel olur diye düşünmekte, aklı fikri uçkurunda, beyni o kadar çalışıyor adamın. 

Beyniyle değil,  s. . . . le düşünüyor adam. 

Böyle olunca da; din ve ahlak, Müslümanlık adına,  voleybolcu kızlarımıza dolaylı olarak hakaret ediyor, onları giydikleri şortları nedeniyle, iffetsiz, ahlaksız ve hayasız olmakla suçlama hakkını kendinde görüyor, İslam’ı;  şorta ve çıplak bacaklara indirgiyor, densiz. 

Bugün, sosyal medyada yazarak paylaşan,  değerli arkadaşım ve meslektaşım Leyla UÇURUM  ne güzel ifade etmiş, değerli meslektaşım diyor ki; ”Ensar vakfında 45 çocuğa tecavüz edildiğinde bir cümle yazamamış ,  konuşamamış # Yobaz # 

Kız voleybol takımına şort giydiği için edepten , hayadan bahsediyor .  Biz maç izlerken onlar başka şeylere bakmışlar” 

Bu,  sözde ilahiyatçı, sözde Müslüman, sözde ilim ve fikir adamı zat,  o kadar ileri gidiyor ki; ” SEN "burnunu göstermekten utanan" ANALARIN EVLADISIN” diyor. 

Analarımızın,  burunlarını göstermeleri, ne zamandan beri utanılacak bir ahlaksız davranış oldu, ne demek oluyor? “SEN " burnunu göstermekten utanan" ANALARIN EVLADISIN” sözü. 

Sen, üzerine vazife olmadığı halde, İhvancı ve Taliban yobazlığıyla, bayan voleybolcuların maç kıyafetleri olan şortlarını kınayarak, onları ahlaksızlıkla suçlayarak; kendi burnunu,  seni asla ilgilendirmeyen işlere sokmaktan utanmıyorsun da, voleybolcu kızlarımızın anaları mı,   nefes alıp verdikleri ve zorunlu olarak açtıkları burunlarını göstermekten utanacaklar?

Ey ŞENOCAK; sen, bırak kızların giydikleri şortlarını. 

Sen, bugüne kadar, bu ülkede yapılan yolsuzluklardan, hırsızlıklardan, ihalelere fesat karıştırmalardan, tüyü bitmemiş yetimlerin, kulların  haklarının yenilmesinden, yandaş ve akraba kayırmacılığından, söylenen yalanlardan,  hiç utandın mı ve bu tür davranışların,  ahlaksızlık olduğunu, İslam’ın yasakladığını ve büyük günah saydığını,  hiç yazıp dile getirdin mi?

Getirmedin tabi, senin görevin, sana biçilen rol;  gerçek İslam’ı ve İslam’ın ahlaki kurallarını dile getirip savunmak değil, sen;  yozlaştırılan,  fakir fukaraya afyon olarak yutturularak,  siyasi rant sağlanan sözde İslam’ın savunucususun, İslam’ın ahlak kuralları seni ırgalamaz, sen;  kim oruç tuttu veya tutmadı, kim namaz kıldı veya kılmadı, kim şort giydi veya giymedi, kim saçını örttü veya örtmedi onlarla uğraşırsın, sen afyon haline getirilen ve din simsarı siyasilerin siyasi rant için kullandıkları, yozlaştırılmış ve başkalaştırılmış, cemaatlerin, tarikatların ve tarikat şeyhlerinin Allah'a şirk gösterildiği,  sözde İslam’ın temsilcisi ve din simsarı siyasilerin maşasısın. 

En önemlisi; sen, çocuğun yaşındaki kız çocuklarıyla imam nikahıyla evlenerek yatağa giren, çocuk yaştaki kızları koynuna alan ve cinsel tacizde bulunan, kafa yapısı ve zihniyeti itibariyle sana yakın olan ırz düşmanlarının bu ahlak ve insanlık dışı eylemlerinden,  hiç utanıp bunları kınayan paylaşımlarda bulundun mu?

Tabii ki;  hayır.  

Fesli Kadir, İhsan ŞENOCAK denilen sen ve  tüm benzerleriniz ile sizlere sessiz kalarak dolaylı bir şekilde sizlere destek çıkıp azmettirenlerin tümü; ATATÜRK'e ve onun devrimlerine,  laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyetine düşman, karşı devrimci,  İhvan ve Taliban zihniyetinin tıpkısı, millet kavramını inkar eden,  ümmetçi siyasal İslam temeline dayalı bir şer'i diktatörlüğü,  bu ülkede tesis etmek için çaba sarf eden zavallılarsınız. 

AKP Genel Başkanını ve partili Cumhurbaşkanının voleybolcu kızlarımızı arayarak kutlaması bizi yanıltmasın. 

Hain 15. Temmuz darbe girişiminde bulunan FETÖ ile aynı menzile yürüdüklerini ve daha yakın bir tarihte,  “Türkiye'nin, Taliban'ın inancıyla ters yanı yok” demecinde bulunan AKP Genel Başkanı ERDOĞAN ve partisinin,  bu densiz adama karşı sessiz kalmaları, hepimizi kaygılandırmalı ve  düşündürmelidir.  

Güner Yiğitbaşı

27/07/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Ülkemizin Tapu Senedi Lozan'dan Bu Senedin Delik Deşik Edildiği  Günümüze Kadar Geçen 98 Yıl
Bugün, (24/07/2021) Türkiye Cumhuriyetinin bağımsız bir devlet olarak tanınmasını sağlayan, savaş meydanında yedi düvele karşı kazanılan büyük askeri zaferin resmen ve hukuken tescil edildiği, ülkemizin tapu senedinin elde edildiği Lozan Antlaşmasının,  98. yıldönümü. 

Yazımızın başında; bize,  Türkiye Cumhuriyetini bağımsız bir devlet olarak kazandıran, en başta ATATÜRK olmak üzere, Lozan Barış Konferansının ve antlaşmasının başarılı  mimarı İSMET İNÖNÜ ve tüm emeği geçenleri, minnetle ve saygıyla anıyor, şükranlarımızı arz ediyoruz. Mekanları cennet olsun tümünün. 

Lozan Antlaşmasını sürekli tartışan ve eleştiren, Lozan antlaşmasından çok önce Osmanlı tarafından kaybedilen bazı adaların kaybını dahi, cahilce ve kötü niyetli olarak,  Lozan antlaşmasına ve o antlaşmayı imzalayan ATATÜRK ve İNÖNÜ'ye mal ederek,  bu kahramanları itibarsızlaştırmaya ve başarısız göstermeye çalışan, devlet adamı geçinen, değerleri kendilerinden menkul sözde devlet adamlarına,  lanet olsun. 

Lozan antlaşmasından sonra, koşullar elverdiğinde Hatay ilimiz de Türkiye Cumhuriyetine katılmış ve bugünkü sınırlarımız çizilmiştir. 

Daha iyisi olamaz mıydı?

Musul ve burnumuzun dibindeki, Meis ve Sisam gibi bazı adalar da alınamaz mıydı?

Alınırdı demiyoruz, alınabilseydi tabi çok güzel olurdu. 

O günün koşullarına göre elde ettiklerimizle yetinmesini, onların kıymetini bildik mi de, Lozan’ı imzalayanlar eleştiri konusu yapılıyorlar?

Lozan antlaşmasına göre silahlandırılmaları yasak olan Yunanistan’a bırakılan adalar,  bugün silah ve asker deposu haline gelmiş ve burnumuzun dibinde birer uçak gemisi konumunda bekliyorlar. 

Siz, Lozan'ı eleştiren aymazlar, o günün çetin koşullarına göre, Lozan ile alamadığımız adaların silahlandırılarak,  pimi çekilmek üzere bekleyen el bombası ve uçak gemisi haline getirilmesine niçin göz yumdunuz, tarafsız ve boş kalması gereken küçük adacıkların Yunan tarafından işgal edilerek silahlandırılmasına,  niçin göz yumuyorsunuz?

Lozan ile kaldırılan kapitülasyonlar ve Osmanlıdan kalan dış borçların ödenmesine rağmen, bugün yetmiş sente muhtaç kalarak, 128 milyar doları hortumlayıp hazineyi tamtakır bırakarak, ülkemizi ekonomik olarak dış güçlere teslim eden, ülkenin dış borçlarını 500 milyar dolara çıkararak, Lozan ile kaldırılan kapitülasyonu fiilen hortlatan, ülkemizi dış güçlere bağımlı kılan sizler değil misiniz?

Ülkenin tüm ekonomik varlıklarını, ülke topraklarını,  döviz açığınızı kapatmak ve israfınıza devam etmek için satarak, ülkenin bağımsızlığını tehlikeye sokan, ülkeyi Lozan koşullarının dahi gerisine getirerek, ülkenin Lozan ile elde ettiği tapu senedini delik deşik eden siz aymazlar değil misiniz?

Oturun oturduğunuz yerde, utanmadan konuşmayınız ve susunuz, Lozan'a gölge etmeyiniz,  başka ihsan istemiyoruz sizlerden. 

Güner Yiğitbaşı

24/07/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Maalesef biz prof. Hikmet Sami Türk gibi iyimser değiliz!...
Amerika ve Noto üyesi ülkelerin sonbaharda Afganistan’dan çekilmelerinden sonra, Türkiye'nin Afganistan’da kalarak Kabil Havaalanının korunması görevini üstleneceğinin açıklanmasından sonra, Türk askerinin Taliban saldırılarına maruz kalarak telef edileceğine yönelik yapılan eleştirilere cevap olarak, partili Cumhurbaşkanı ERDOĞAN'ın sarf ettiği “Türkiye'nin, Taliban'ın inancıyla ters yanı yok” sözlerini değerlendiren eski Adalet Bakanı Hikmet Sami TÜRK'ün sorduğu, ”Şeriat devleti mi düşünülüyor?” sorusuna biz de katılıyoruz ve bu soruya cevap veriyoruz; evet,  partili Cumhurbaşkanı,  ülkemizde de Taliban benzeri bir şeriat devleti kurmayı ve ölünceye kadar bu şeriat devletinin başında kalmayı düşünüyor ve planlıyor, bu düşüncesini ve planlarını emin adımlarla uygulamaya koyuyor. 

Eski Adalet Bakanı Hikmet Sami TÜRK'ün; partili Cumhurbaşkanının,  “Türkiye'nin, Taliban'ın inancıyla ters yanı yok” sözleri üzerine yaptığı; ”Türkiye'de şimdiye kadar takiyye yapılarak açıkça söylenmemiş bir şeriat devletinin kurulmasının zamanının geldiği düşünülüyorsa, bu tam bir yanılgıdır. Türk Milleti, Atatürk'ün emaneti Cumhuriyet'e ve Anayasa'daki niteliklere sahip çıkmasını bilecektir. ”şeklindeki değerlendirmesine,  maalesef katılamıyoruz. Atı alan Üsküdar’ı geçmek üzeridir. 

Türk Milleti;  Atatürk'ün emaneti Cumhuriyet'e ve Anayasa'daki niteliklere sahip çıkmak için,  bugüne kadar cılız muhalefetten başka ne yapmıştır da,  bundan sonra da yapmaya devam edecektir?

Ülkede;  anayasa, demokrasi, parlamento, halk iradesine saygı, kuvvetler ayrımı, denge ve denetim, yargı bağımsızlığı, laiklik, düşünce ve düşünceyi açıklama, basın özgürlüğü, barışçıl protesto özgürlüğü, yaşam tarzını  tercih özgürlüğü mü bırakılmıştır?

İfade özgürlüğü, diğer tüm hak ve özgürlüklere saygının teminatı olup, ifade özgürlüğü olmadan, diğer özgürlükleri hayal etmek ve uygulamaya koymak imkansızdır. 

Bu özgürlükler olmadan, Türk Milleti, Atatürk'ün emaneti Cumhuriyet'e ve Anayasa'daki niteliklere sahip çıkmasını,  nasıl becerecektir?

“Türkiye'nin, Taliban'ın inancıyla ters yanı yok” sözü,  bilerek ve isteyerek, kendinden emin bir şekilde, çok bilinçli olarak söylenmiş bir sözdür, herkesin; Godot'yu bekler gibi,  2023 seçimlerini bekleme mahmurluğu ve ataleti içinde bulunmasından yararlanılarak, atını alan Üsküdar’ı geçecek, 40 yıl öncesine kadar modern bir devlet olan, kadınlarının eğitimde iş hayatında erkeklerle birlikte yer alabildiği, kıyafet özgürlüğünün bulunduğu modern Afganistan'ın bugünkü haline düşersek,  kimse şaşırmamalıdır. 

İş başındaki AKP ve başındaki partili ve tek yetkili Cumhurbaşkanı, bu rejim değişikliğini boş yere yapmamış, yargıyı boşuna doğrudan kendine bağımlı kılmamış, Türk Silahlı Kuvvetlerinin genleriyle boşuna  oynayarak içini boşaltmamış, kendisine doğrudan bağlı emniyet'i boşuna ağır silahlarla donatmamış, yandaşlarını boşuna  kayıp ve kayıt dışı silahlarla donatarak kendisine bağlı sivil bir milis gücü yaratmamıştır. 

Tüm bu çabalar, Taliban benzeri bir şeriat düzeninin kurulmasına giden yolun çakıl taşlarıdır. 

Dikkat ediniz, silahsız ve barışçıl amaçlarla iki veya  üç kişi, kadın olsun,  erkek olsun bir araya gelip bir protesto yapmaya kalkışsa,  anında polislerin saldırısına ve orantısız güç kullanımına maruz bırakılarak bastırılmakta, kafaları ezilmekte ve çevre demir polis barikatlarıyla örülmektedir. 

Bu polis şiddetinin amacı; halkın,  anayasal direnme hakkı için gerekli olan direnç ve alışkanlıklarını yok etmek ve halkı,  her tür kanunsuzluğa, anayasa ve yasa dışılığa karşı sessiz kalıp,  pasif durmaya alıştırmak ve bunu olağan kılmaktır. 

Biz; maalesef,  eski Adalet Bakanı Hikmet Sami TÜRK'e katılmıyoruz,  onun gibi iyimser düşünemiyoruz. 

Güner Yiğitbaşı

23/07/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Bu kafayla giderseniz KKTC'yi kimse bağımsız devlet olarak tanımaz!...
Bu kafayla giderseniz ve bu yaklaşımı sergilerseniz, bizden başka hiçbir devlet,  KKTC'yi bağımsız bir devlet olarak tanımaz ve biz de niçin tanımıyorsunuz büyük elçilik açmıyorsunuz diyerek diğer devletlere kızma hakkına sahip olamayız. 

KKTC'nin;  diğer ülkeler tarafından bağımsız bir devlet olarak tanınması ve bunu diğer devletlerden beklememiz için, ilk önce,  T. C. Devleti olarak bizim,  KKTC'yi bağımsız bir devlet olarak görmemiz,  KKTC'ye bu anlayışla yaklaşmamız ve bu ülke ile ilişkilerimizi, bağımsızlığına saygı göstererek,  insanlarının soydaşımız olması ve garantör devlet çerçevesinde, çok hassas bir şekilde yürütmemiz zorunludur. 

Bu zorunluluğa rağmen; iş başındaki AKP iktidarının,  KKTC ile ilişkilerimizde uyguladığı politikalara baktığımızda, her alanda bu ülkenin içişlerine burnumuzu soktuğumuzu, KKTC'yi bir  sömürge, bir vilayetimiz gibi kabul ettiğimizi,  KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimine müdahale ederek,  istediğimiz adayın cumhurbaşkanı seçilmesi için elimizden gelen gayreti gösterdiğimizi ve istediğimiz adayı cumhurbaşkanı seçtirdiğimizi,  görüyoruz. 

AKP Genel Başkanı ve partili Cumhurbaşkanı,  geniş bir heyetle Kıbrıs barış Harekatının 47. yıldönümü için KKTC'ye giderek KKTC parlamentosunda bir konuşma yapmış, KKTC'ye gitmeden önce, ülkemizde KKTC için vereceğini beyan ettiği müjdeyi açıklamış olup, bu müjdesinde; ”KKTC'nin cumhurbaşkanlığının ne doğru dürüst cumhurbaşkanlığı binası var,  ne de parlamento binası var.  Bunu KKTC'ye yakıştırmıyoruz.  Cumhurbaşkanlığı binası bir gecekondu bunu da yakıştırmıyoruz.  Cumhurbaşkanlığı Külliyesi ile ilgili çalışmanın projesi bitti,  inşasına başlıyoruz.  500 dönüm arazi içinde külliyeleri yapacağız.  İstiyoruz ki millet bahçesini de orada gerçekleştirelim.  “demiştir. 

Şu müjdeye bakar mısınız?

KKTC'nin içişlerine doğrudan müdahale ve bağımsız bir devlet yerine bir vilayetimiz gibi yaklaştığımız yetmiyormuş gibi, sözüm ona bağımsız olan ve diğer ülkelerin tanımalarını istediğimiz KKTC'nin Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento binasına dahi karışıyoruz, mevcut binaların KKTC'ye yakışmadığını söyleyerek, KKTC'ye sormadan, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi ile ilgili çalışmanın projesinin bittiğini, 500 dönüm arazi içinde Külliye inşasına başlayacağımızı sürpriz bir müjde olarak açıklama hakkını kendimizde buluyoruz. 

Sana ne kardeşim, KKTC'nin Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento binasından, bunların gecekondu gibi olup KKTC'ye yakışmadığından?

Renkler ve zevkler tartışılmaz. Anavatandan yardım görerek ayakta durmaya çalışan,  henüz diğer ülkeler tarafından tanınarak tam bağımsızlığına kavuşmamış olan KKTC'nin itibarını, orada Cumhurbaşkanı Sarayı ve Külliyesi yaparak sağlayacağınızı mı zannediyorsunuz?

Ülkemizde, itibardan tasarruf olmaz mantığı ile yaptırdığınız 1150 odalı kışlık, 500 odalı yazlık ve Ahlat saraylarından sonra, sıra KKTC'de yaptırmayı planladığınız Cumhurbaşkanlığı Kıbrıs adası sarayına mı geldi?

Maraş'ın kullanıma açılacağı konusunda da açıklamalar yapılarak,  KKTC'nin geleceği tehlikeye atılmakta, Birleşmiş Milletler ile KKTC karşı karşıya getirilmek istenmektedir. 

AKP Genel Başkanı ve partili Cumhurbaşkanı; KKTC'yi,  bağımsız bir devlet olma statüsünden uzaklaştıran ve onu T. C. nin bir vilayeti, KKTC Cumhurbaşkanını da, T. C. nin; KKTC nezdinde bir il valisi konumuna düşüren beyan ve davranışlarından vazgeçmelidir. 

Sanırız; AKP Genel Başkanı ve partili Cumhurbaşkanı; KKTC Parlamentosunda yaptığı konuşmasında açıkladığı müjde ile KKTC Cumhurbaşkanlığı Sarayı ve Külliyesi müjdesi adı altında ve üstü örtülü bir şekilde, ülkemizdeki kışlık, yazlık ve Ahlatdaki Van Gölü manzaralı sarayından sonra, Kıbrıs adasında,  Akdeniz manzaralı, sayıca  dörde ulaşan Kıbrıs Sarayının müjdesini vermiş olmalıdır.  

İtibardan tasarruf olmaz. Kıbrıs Cumhurbaşkanlığı Sarayı ve Külliyesi yetmez, Kıbrıs Cumhurbaşkanlığı Sarayından hemen sonra,  KKTC'yi ülkemize karadan bağlayacak olan, geçiş garantili bir asma köprü istiyoruz,  Sayın ERDOĞAN'dan. 

Güner Yiğitbaşı

22/07/2021 

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

İzmir Marşı'na Karşı Çıkmak Vatan Hainliğidir
Aydın ilimizin İncirliova ilçesinde,  önceki akşam 15. Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik günü nedeniyle yapılan etkinlikte,  mehter İzmir marşını çalarken,  AKP İlçe Başkanı;  sanki üstüne vazifeymiş gibi, bu etkinlikte,  siyasi marş çaldırmam,  kesin diye bağırmış ve marşın çalınmasına son verdirmiş. 

Olamaz böyle bir hainlik. Bu bir vatan hainliği, ATATÜRK ve Kurtuluş Savaşı düşmanlığı, kurtuluş savaşımız için, keşke Yunan kazansaydı diyen vatan haini Fesli Kadirin kafa yapısının, İncirliova’da hortlaması ve dışa vurumudur. 

Sen kimsin ya,  AKP ilçe başkanı, cürüm olsan nereyi yakarsın?

Sen, İzmir Marşının ne anlama geldiğini, bu marşın;  ATATÜRK sevgisini ve Kurtuluş Savaşı destanını anlattığını biliyor musun diye sormuyorum. Zira, bu marşın ne anlama geldiğini ve yazılış gerekçesini sen çok iyi biliyorsun, bu marşın ATATÜRK sevgisini ve Kurtuluş Savaşı destanını anlattığını, kazanılan büyük taarruz sonrasında düşmanın, Yunanlının İzmir’den denize döküldüğünün destanı olduğunu çok iyi biliyorsun, bütün huzursuzluğun ve sıkıntın,  bundan kaynaklı senin. 

Ey ilçe başkanı; sen,  ATATÜRK düşmanısın,  ATATÜRK'ü sevmiyorsun, Fesli Kadir gibi, aynı zihniyeti taşıyorsun,  keşke Yunan kazansaydı diyen vatan hainlerinden birisin, İzmir Marşına allerjin ve düşmanlığın buradan kaynaklı bunu biliyoruz ve seni çok iyi anlıyoruz. 

Ey ilçe Başkanı,  siyasi olan sensin, İzmir Marşının hiçbir satırında siyaset yoktur, ATATÜRK sevgisi ve kurtuluş savaşının destanı vardır orada, vatanını seven her Türk vatandaşının severek söylediği, söylerken ve dinlerken tüylerinin diken diken olduğu, duygu yüklü bir şaheserdir o marş, sen ve senin gibiler,  o marşın değerini anlayamazsınız, zira sizde vatan sevgisi, ATATÜRK sevgisi, milli ruh ve minnet duygusu asla yoktur. Siz ve sizin gibi ümmetçilerin, anti laiklerin, vatan ve millet sevgisi olmayanların bu marşa olan düşmanlıklarını anlayabiliyoruz.  Anlayamadığımız tek tek şey, AKP ilçe başkanının;  aynı etkinlikte bulunan ilçenin mülki amiri kaymakam' a rağmen, kendisini onun da üzerinde görerek,  İzmir Marşına tepki gösterip bu marşın çalınmasını engelleme cüretini gösterebilmesi ve törendeki Kaymakam, ilçe emniyet müdürü, jandarma komutanı ve diğer konukların tepki göstermeyerek, sessiz kalmalarıdır. 

AKP İlçe Başkanının sıkıntısını anlıyoruz. 

AKP'ye göre; kendisinin palazlandırıp darbe girişimine hazırladığı FETÖ'nün imamlarının 15 Temmuzda Meclisi bombalamaları sonucunda meclis gazi olmuş, Fetö'nün kalkışmasının bastırılması da,  kurtuluş savaşının kazanılması olmuş ve bir destan yaratılmıştır. 

Bu nedenle, AKP ilçe Başkanı, kendisinin ve partisinin anlayışına göre;  ülkenin,  ATATÜRK  ve silah arkadaşları tarafından,  meclisin denetiminde gerçekleştirilen kurtuluş savaşı sonunda emperyalist devletlerden kurtarılarak ülkenin ve milletin bağımsızlığa kavuşturulmasını ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşunu, kurtuluş savaşı olarak kabul etmiyorlar, onlara göre tek gazi meclis, Fetönün 15 Temmuzda bombalattığı bugünkü meclis, tek kurtuluş savaşı da;  Fetö'nün darbe girişiminin önlenmesi olduğu içindir ki; bize göre tek olan ve ATATÜRK'ün önderliğinde gerçekleşen, düşmanın İzmir'den denize döküldüğü  kurtuluş savaşını ve ATATÜRK sevgisini anlatan İzmir Marşına karşı çıkmış ve çalınan marşı sonlandırma gafletinde bulunmuştur. 

İlçe Başkanının bu eyleminin altında;  ATATÜRK'ün ve onun önderliğinde gerçekleştirilen tek ve gerçek kurtuluş savaşının inkarı ve itibarsızlaştırılması yatmaktadır. 

Şunu herkes çok iyi bilmelidir ki; bu ülkenin;  tek gazi meclisi vardır, o da;  23 Nisan 1920 de ATATÜRK tarafından açılan ve Kurtuluş Savaşını gerçekleştiren 1920'lerin ilk meclisidir. Tek kurtuluş savaşı vardır,  o da;  1922 de büyük taarruz ile düşmanın İzmir’de denize döküldüğü kurtuluş savaşıdır. 

15 Temmuz Fetö darbe girişimi sırasında meclisin bombalanması; meclis çoğunluğunu elinde bulunduran ve bilerek ve isteyerek devleti FETÖ'ye teslim eden, FETÖ ile aynı menzile yürüdüğünü alenen açıklayan, Fetöye terörist diyenlere karşı, Fetö'yü büyük din alimi ve adamı, ülkenin değerli bir şahsiyati olduğu iddiasıyla savunan zamanın AKP'li Adalet Bakanı Bekir BOZDAĞ ve partisi  AKP'nin;  bu ülkeye ve laik demokrasiye yaptığı ihanetin bedeli olan bir yol kazasıdır. Meclis düşman tarafından değil, AKP iktidarının ülkeyi teslim ettiği, bu ülkenin vatandaşı hain Fetö ve militanları tarafından bombalanmıştır. 

Bize  göre, geliyorum diye bağıran bu bombalar; meclisi,  gazi değil,  niyazi yapmıştır, bu meclis,  darbe girişiminin perde arkasındaki sis bulutunu dağıtamamış ve darbe girişimininin siyasi ayağını ortaya çıkaramamıştır, bu nedenle de gazilik ünvanının asla hak etmemiştir. 

Bu ülkenin tek kurtuluş savaşı vardır, bu kurtuluş savaşı da; ATATÜRK'ün önderliğinde ve gazi meclisin denetiminde gerçekleştirilen düşmanın İzmir’den denize döküldüğü kurtuluş savaşıdır. 

AKP  İlçe Başkanı ve onun gibilerin İzmir Marşına karşı çıkışlarının gerçek sebebi de; ATATÜRK'e ve onun önderliğinde gerçekleştirilen, gerçek kurtuluş savaşımıza yönelik karşı duruş ve düşmanlıkları, bu vatana ihanetleridir. 

Başınıza,  İzmir kadar taş düşsün sizlerin.  

Yaşasın; ATATÜRK,  İzmir ve İzmirliler, selam olsun; bu ülkenin tüm ATATÜRK sever laik ve demokratlarına. 

Güner Yiğitbaşı

17/07/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu 

15 Temmuz’u bugün demokrasi günü olarak kutlamaya yüzünüz var mıdır?
Yarın, 15/Temmuz/2021

15/Temmuz/2016;  hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik ve laik hukuk devletini işbirliği içinde fiilen yok ettikten sonra, aynı menzile giderlerken giriştikleri iktidar çatışmasının beşinci yıldönümüdür. 

15/Temmuz/2016 klasik bir askeri darbe girişimi değildir. Bu nedenle başarılı olamamıştır.  

15 Temmuz; ülkemizde,  anayasal meşru düzene,  demokrasiye,  fiilen olduğu gibi hukuken(darbe hukuku tabi) de son vererek,  tek adama (FETÖ) dayalı otoriter,  faşist, dini esaslara dayalı bir diktatörlüğü ilan etmek için, hain FETÖ'nün; iş başındaki AKP iktidarıyla işbirliği halinde,  büyük bölümünü ele geçirdiği, Türk Silahlı Kuvvetlerini ve silahlarını kullanarak uygulamaya koyduğu,  hain silahlı çapulcu girişimin beşinci yıldönümüdür. 

15/Temmuz, Türk Milletinin;  laik demokrasiye aşık evlatlarının, asla tasvip etmediği klasik ve geleneksel askeri darbelerden değildir. 

15 Temmuza gelinene kadar gerçekleşen askeri darbelerin tümünün,  kendi içinde bir mantığı, gerekçesi ve kim ne derse desin,  sonradan inkar etseler de, ilk başta azımsanamayacak çoğunlukta bir halk desteği  vardı ve darbeleri gerçekleştirenler,   en azından demokrasiyi koruma ve kollama amacını taşıdıklarını ilan ederler ve bir süre sonra demokratik seçimlerle normal düzene geçilirdi. 

Bu yönüyle, AKP iktidarının el vermesiyle gerçekleştirilen  15/Temmuz/2016 askeri çapulcu girişimi, klasik bir askeri darbe girişimi değil, aynı menzile birlikte giden iki ortağın iktidar kavgası,  birinin diğerine ihaneti ve bu kavgayı ve  ihaneti bastırarak aynı menzile tek başına ulaşmaya çalışan AKP'nin, aynı menzile tek başına ulaşmak üzere olduğu bir iktidar zaferidir, ortada bir demokrasi zaferi asla yoktur. 

15. Temmuz da silahlı kavgayı kazanan,  AKP olmuş, bugüne gelindiğinde açıkça görülmektedir ki; 15. Temmuzun ilk başlarda  kazananı gibi gözükse de, bugün gelinen noktada, tek kaybedeni laik ve demokrat Türk halkı ve laik Türk demokrasisi olmuştur 

Gün, hamaset yaparak, sadece hain FETÖ'yü yerden yere vurup, olmayan demokrasinin edebiyatını yapma ve gerçeklerin üzerini örtme günü değil, korkmadan ve çekinmeden, eğri oturup doğru konuşma, objektif olarak, 15  Temmuz darbe girişiminden kurtulan demokrasimizin; demokrasi adına, demokrasi kullanılarak yok edildiği içler acısı durumuna bakarak,  gerçek bir değerlendirme yapma ve sözüm ona darbe girişiminden kurtarılan demokrasimizin, darbeyi başarısız kılmakla ve bugünü demokrasi günü olarak ilan edip  kutlamakla övünen AKP iktidarı tarafından yok edildiği,  bugünkü acıklı halini değerlendirme ve gözler önüne serme günüdür. 

Darbe girişiminde bulunan FETÖ'nün; paralel bir yapı olarak,  devleti ele geçirerek darbe girişiminde bulunabilecek güce erişmesinde; AKP iktidarının,  atama kararnamelerindeki, meclise sunduğu yasa teklif ve tasarılarındaki imzalarını ve icraatlarını yok sayarak, sadece FETÖ'yü suçlamak, FETÖ'nün güçlenmesindeki AKP katkılarını yadsımak ve yok saymak,  kendimizi aldatmak ve demokrasimize yapacağımız en büyük kötülüktür. 

15 Temmuz darbe girişimi önlenmiştir de ne olmuştur?

Ondan sonra neler yapılmıştır, darbe mağduru iş başındaki siyasal iktidar, samimi bir şekilde demokrasimize sahip çıkarak, demokrasimizi ve özgürlükleri daha yukarılara mı taşımıştır?

Yoksa, demokratik seçimle işbaşına gelen iktidar; bugün, kayıp binlerce silah ve illegal gizli oluşumlarla,  seçimleri kaybetse de, iktidarı devretmemenin hain planlarını yapmakla mı meşguldür?

Bugün, ülkesini ve demokrasisini seven gerçek demokratlar; korkmamak ve hamaseti bırakarak, eğri oturup doğruları konuşmak ve bu soruların gerçek cevaplarını arayıp bulmak zorundadırlar. 

Bu ülke insanı; 15/Temmuzdan sonra Mecliste oluşturulan darbeleri araştırma komisyonunun hazırladığı raporu dahi henüz görememiş ve sözüm ona darbe mağduru olan AKP iktidarının Meclis Başkanı,  bu raporu yok etmiştir. 

15. Temmuz FETÖ darbe girişimi önlenmiştir de,  sonrasında neler olmuştur?

Bir düşününüz lütfen. AKP iktidarı, darbe girişiminin önlenmesinden sonra, FETÖ yerine bizzat kendisi,  demokrasiyi yok etmek için öyle kötü şeyler yaptı ki; bu ülke insanı,  FETÖ darbe girişiminden kurtulduğuna dahi sevinemedi, sevinci kursaklarında kaldı. 

Sahi, bir hatırlayınız, ERDOĞAN'ın FETÖ için söylediklerini. 

Ne istediler de vermedik, ne istedilerse verdik. 

Aynı menzile (hedefe) birlikte gidiyorduk. 

Demedi mi?

FETÖ ile aynı menzile birlikte giderken, iktidar hırsı ve yarışı içinde,  birbirlerini yok etme ve yeme  yarışına giren AKP iktidarı, FETÖ ile aynı hedefe gitmekte ise, bu hedefin ne olduğu çok açıktır. 

Darbe girişiminden sonra,  darbeye katılan hainleri soruşturan savcıların iddianamelerinde ve darbeci FETÖ'cüleri yargılayarak mahkum eden mahkemelerin gerekçeli kararlarında;  FETÖ'nün menzili, hedefi ve amacı açıkça yer almaktadır, açınız bakınız ve AKP iktidarının gitmekte olduğu menzili anlayınız. Bu menzilin demokrasi, laiklik ve özgürlükler olmadığını açıkça göreceksiniz. 

Sayın ERDOĞAN'ın; 15. Temmuzu demokrasi günü ve bayramı olarak kutladığına ve nutuklar attığına bakmayınız. O; ülkenin darbe girişiminden,  demokrasinin,  FETÖ'nün elinden  kurtulduğuna değil, iktidardan düşürülemediğine sevinmekte ve şükretmektedir. Kendisinin,  FETÖ ile aynı menzile gittiğine dair açık ve samimi itirafları vardır ve FETÖ'nün demokrasiyi yıkarak faşist bir din devleti kurmayı hedeflediği ve amaçladığı mahkeme kararlarıyla tescil edilmiştir. 

Parantezi kapayarak devam edelim. 

Darbe girişiminden beş gün sonra, bu darbe girişimi vesile yapılarak,  20. Temmuz günü, darbeden kurtulan ve demokrasiyle yeniden tanışan, demokrasiye şükretmesi ve iyi ki;  demokrasi varmış demesi gereken AKP iktidarı tarafından ülkemizde olağanüstü hal ilan edildi ve yıllarca,  bu ülke olağanüstü hal altında idare edildi. 

Olağanüstü hal yönetimi, geçici ve Anayasal demokratik bir yönetim tarzıdır, koşulları varsa ilan edilebilir, buna bir diyeceğimiz yoktur. 

Ancak, olağanüstü hal yönetiminin anayasal kuralları vardır. Olağanüstü hal döneminde  acil ve sadece olağanüstü halin ilanını gerekli kılan konularla sınırlı kanun hükmünde kararnameler çıkarılabilecekken, ERDOĞAN başkanlığında çıkarılan Cumhurbaşkanlığı Olağanüstü hal kararnameleriyle, devletin yapısı değiştirilmiş, kökleşmiş kurumlar kapatılmış, demokrasiyi yok etmenin önündeki her engel bir bir yok edilmiştir. Olağanüstü halin ilanını gerekli kılan konular dışında,  yasa gibi,  her alanı düzenleyen kurallar içeren olağüstü hal kararnameleri çıkarılarak, meclis devre dışı bırakılmış ve anayasa açıkça ihlal edilmiş,  ülkemiz keyfi ve anti demokratik bir yönetimin altına sokulmuştur. 

Sonrasında anayasa değiştirilerek,  Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi adı altında ucube bir rejim tesis edilmiş, partili cumhurbaşkanıyla bugünkü antidemokratik ve anti laik düzen kurulmuş, yargı bağımsızlığı ve kuvvetler ayrımı ilkesi kaldırılmış, yasama, yürütme ve yargı tek elde sarayda birleşmiş, ülke;  saraydan ve tek adam tarafından kararnamelerle, yargıya ve yasama’ ya saraydan verilen talimatlarla, halka hesap vermeden ve sormadan  yönetilmeye başlanmıştır. 

Yargı bağımsızlığı yok edilmiş, yargı Türk Milleti adına değil,  saray adına yetki kullanmaya başlamıştır. 

FETÖ;  iktidar ortağı iken yargı ne ise,  bugün de yargı odur.  

Kumpas davalar, haksız tutuklamalar artarak devam etmektedir. Menzil aynı olunca, demokrasi amaç  değil, menzile ve hedefe ulaşmak için kullanılan bir araç olunca, yargının farklı olmasını beklemek de abesle iştigaldir. 

FETÖ'nün siyasal iktidar ortağı olduğu dönemde yargılanan aynı gazeteciler, bugün de,  AKP iktidarını eleştirdiler diye, bugünün bağımlı yargısı tarafından tutuklu olarak yargılanmaktadır. 

Gazetecinin kimliği hiç önemli değildir. Dün FETÖ'nün,  bugün ise,  ERDOĞAN yargısının yargıladığı gazetecilerin ortak yanları; laik, demokrat, özgürlükçü olmaları ve siyasal iktidarı haklı olarak eleştirmeleri ve ülkelerini seven kişiler olmalarıdır. 

Bu gerçek dahi,  AKP iktidarının; darbeci hain FETÖ ile laik demokrasi ve özgürlükler karşıtı oldukları ve aynı hedefe birlikte yürüdükleri gerçeğini,  açıkça ortaya koymaktadır. 

Hukukun üstünlüğüne, insan hak ve özgürlüklerine dayalı laik demokrasinin ortadan kaldırılmış olduğu bugün; bu üzücü sonucu,  ha FETÖ sağlamış, ha AKP iktidarı,  bizim için önem arz etmemektedir. Ne yazık ki; sonuç olarak, laik ve özgürlükçü demokrasimiz, bağımsız yargı, insan hak ve özgürlükleri yok edilmiş, meclisimiz dışlanmış, demokrasi sadece sandıktan ibaret,  çırılçıplak bırakılarak içi boşaltılmıştır. 

Bu koşullarda, bu güzel ülkemizde;  15. Temmuzları,  demokrasi günü ve bayramı olarak kutlamaya,  en başta AKP iktidarı olmak üzere,  kimsenin yüzü ve hakkı yoktur. 

Hep birlikte demokrasimizin ruhuna bir fatiha okumak,  tek yapmamız gereken gerçekçi bir davranış olacaktır.  

Demokrasi; ha darbeyle ve silah zoruyla yok edilmiş, ha devleti yönetenler tarafından,  devletin ve yasaların gücü ve koruması kullanılarak içeriden yok edilmiş, biz insanlar için hiç önemli değil, önemli olan;  her koşulda,  laik demokrasinin yaşatılması ve geliştirilmesidir. 

Sadece, ERDOĞAN ve yandaşları için var olan demokrasi ve özgürlükler, böyle sözde demokrasi olacağına,  hiç olmasın.  

Güner Yiğitbaşı

14/Temmuz/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Tutuklama kararlarında cinsel suçlarda da aranacak olan somut delil ne anlama geliyor?
Meclisten geçerek yasalaşan 4. yargı paketi ile içinde cinsel saldırı ve küçüklerin cinsel istismarı suçlarının da bulunduğu katalog suçlar tabir edilen suçlarla suçlanan şüpheli ve sanıkların tutuklanmaları için gerekli kılınan kuvvetli suç şüphesinin varlığını ortaya koyan somut delil nedir, buradaki somut delilden ne anlamak gerekir?

Ülkemizde çok kötüye kullanılan, her mağdurun; kendi sanığının tutuklu yargılanmasını istediği ve beklediği ülkemizde,  tutuklama müessesinin amacına uygun kullanılması için, aslında net olmasa da katalog suçlar için de eskiden de var olan kuvvetli suç şüphesinin varlığını ortaya koyan somut delillerin var olması koşulunun, 4. yargı paketi ile çok açık ve net olarak Ceza Muhakemesi Kanununun 100. maddesinin 3. fıkrasına eklenmesi, bir önceki yazımızda açıkladığımız gibi, çok isabetli olmuştur. 

Katalog suçlar içinde,  cinsel saldırı ve küçüklerin cinsel istismarı suçlarının da yer alması, evrensel bir ceza usulü kuralının;  yasaya açıkça ilavesine engel olmamalı ve bu yasal düzenlemede,  kötü niyet aranmamalıdır. Asıl olan iyi niyettir. 

Katalog suçlarda da, tutuklamanın ana ve ön koşuluna getirilen,  bu somut delil koşulu, kimseyi endişelendirmemeli, tutuksuz yargılanmayı istisna kılacak bu değişiklikten,  herkes mutlu olmalıdır. 

Evrensel ceza hukuku kurallarının en başında masumluk karinesi gelir. Haklarında  verilerek kesinleşecek olan mahkumiyet kararı öncesinde,  herkes masumdur. 

Okuduysanız görmüş olmalısınız ki; ”TUTUKLAMANIN CEZA DEĞİL GEÇİCİ BİR EMNİYET TEDBİRİ OLDUĞU UNUTULMAMALIDIR” başlıklı bir önceki yazımızda, tutuklamanın bir ceza olmadığını, maddi hakikate ulaşmak için başvurulan geçici bir emniyet tedbiri ve asıl olanın tutuksuz yargılanmak olduğunu izaha çalışmıştık. 

Somut delil kavramını, ikiye ayırarak incelemek gerekir. 

Tutuklamada aranacak olan somut delil; yargılama sonunda, mahkumiyet hükmünü kurmak için aranacak olan somut delilden çok farklıdır. 

Tutuklamada aranacak somut delil; ilgili yasa maddesinde de açıklandığı gibi, sadece kuvvetli suç şüphesini ortaya koyacak derecede, nitelikte ve güçte somut delil olacaktır. Aynı baz istasyonuna, yakın çevrede mobesa kamera kayıtlarına takılma, HTS kayıtları, atılan bir sevgi ve/veya tehdit içeren mesaj bulguları gibi. 

Yargılama sonunda,  sanığın suçlu olduğuna hükmederek onu cezalandırmak için aranacak olan somut delil ise; mahkumiyete yeterli,  her türlü şüpheden uzak,  kesin ve inandırıcı niteliklerde ve derecede, her türlü şüpheyi de ortadan kaldıracak güçteki somut delillerdir. 

Zira, yine evrensel ceza ve ceza usulü hukuku kurallarına göre, toplanan delillere göre, bir sanığın suçluluğu şüpheli kalmışsa, şüpheden sanık yararlanacak ve sanığın beraatine karar verilecektir. 

Çünkü, bir şüphe ile masum bir insanın cezalandırılarak özgürlüğünden mahrum edilmesi yerine, suçu şüpheli kalan bir suçlunun özgür bırakılması,  yeğlenmelidir. 

Tutuklamada aranacak olan somut delil; mahkumiyete esas alınacak güçte,  her türlü şüpheyi ortadan kaldıracak nitelikte bir delil olmayacak, sadece kişinin suçlu olduğu şüphesini ortaya koymaya elverişli derecede, somut olgulara dayalı bir delil olacaktır. Tutuklamada aranacak olan somut delilden bu anlaşılmalı ve 4. yargı paketi ile yapılan değişiklikten sonra, bir katalog suç olan cinsel saldırı ve küçüklerin cinsel istismarı suçlarında,  herkesin tutuksuz olarak yargılanacakları endişesine kapılmak çok yersiz olup, bu olumlu değişikliği eleştirmek, diğer birçok katalog suçlardan haksız olarak kolayca tutuklanan kişilere yönelik büyük haksızlıktır. 

Ceza ve ceza usulü yasaları genel olup, her kesimden insanı ve zümreyi memnun edecek,  kişiye özel yasa çıkarılamaz. 

Hukukçu olanın da olmayanın da, bilenin de bilmeyenin de konuştukları bir toplum olma alışkanlığından kurtulmalı ve hakimlerimizi,  etki altına almadan,  vicdanları ve yasalarla baş başa bırakmalıyız, artık.  

Güner Yiğitbaşı

10/07/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu 

Tutuklamanın Ceza Değil Geçici Bir Emniyet Tedbiri Olduğu Unutulmamalıdır
Ülkemizde,  herkesin çok iyi bildiklerini zannettiği,  ancak ve maalesef bazı hukukçuların dahi tam anlamıyla bilemedikleri bir müessesedir,  tutuklama. 

Öncelikle şu bilinmelidir ki; tutuklama bir ceza değildir. 

Tutuklama, ileride verilmesi muhtemel bir cezalandırma kararının peşinen infazına başlamak, infazı garanti haline getirmek de değildir. 

Asıl olan tutuksuz yargılanmak olup, tutuklama;  maddi hakikate ulaşabilmek için geçici olarak öngörülen, şüpheli ve/veya sanığın adaletten kaçmasının ve/veya delillerin yok edilip karartılmasının önlenmesine yönelik, geçici bir tedbirdir, geçici bir önlemdir. 

Ülkemiz mevzuatında; yasal  koşulları mevcut olsa dahi, hakimi bağlayıcı mecburi tutuklama yoktur. 

Hakim,  tutuklamanın yasal koşulları mevcut olsa dahi, şüpheli ve/veya sanığı tutuklamayabilir. 

Tutuklu yargılanmak istisnaidir. Ana kural tutuksuz yargılanmaktır. 

Tutuksuz yargılanmak, tutuklama müessesesinin amacına ve ruhuna uygun bir uygulamadır. 

Tutuklamanın ön ve ek koşulları olmak üzere iki ana koşulu vardır. 

Tutuklamanın ön koşulu olan; kuvvetli suç şüphesinin varlığını ortaya koyan somut delillerin var olması, tutuklamanın olmazsa olmaz,  ana ve temel koşulu ve  kuralıdır. 

Tutuklamanın ek koşulları ise; 

Kısaca, şüpheli ve/veya sanığın kaçma ihtimalinin bulunması ve delilleri yok etme ve karatma ihtimalinin ve tehlikesinin bulunmasıdır. 

Öncelikle, bir suçun işlendiğine dair kuvvetli suç şüphesini ortaya koyacak somut deliller, yani ön koşul olacak ki; tutuklamanın ek koşullarının da var olup olmadığı araştırılsın. 

Kuvvetli suç şüphesinin varlığını ortaya koyan somut deliller yoksa, tutuklamanın ek koşulları zaten yok demektir. 

Bazı hakim ve savcılar dahil, bazı hukukçular,  tutuklamanın olmazsa olmazı asli ve ön koşulu  ile bu ön koşulun varlığı halinde araştırılması gereken ek koşullarını,  birbirine karıştırmaktadırlar ve şüpheli ve/veya sanığın kaçma ihtimalinin, delilleri yok etme ve karartma ihtimalinin varlığını gerekçe yaparak,  tutuklama kararı vermektedirler. Bu yanlış bir uygulamadır. 

Ülkemizde göz ardı edilen bir gerçek de şudur;  sanıldığı gibi, tutuklu yargılanan kişi mutlaka ceza alacak, tutuksuz yargılanan da mutlaka beraat edecek değildir. 

Ülkemizde hakimlerimizin sıkça yaptıkları, tutuklamanın kötüye ve amacı dışında kullanılmasına neden olan bir hata da şudur; tutuklu yargılanan kişinin mevcut delil durumuna göre, çok muhtemel bir mahkumiyete doğru gittiği ve tutuklu kalınan sürenin de muhtemel cezayı henüz karşılamadığı gözlemlendiğinde,  tutuklamanın ek koşulları olan kaçma şüphesi ve delillerin karatılması ihtimali kalkmış dahi olsa,  tutukluluk hali evam ettirilerek, tutuklama muhtemel bir cezanın peşinen infazına dönüştürülmekte ve ceza henüz kesinleşmeden, cezanın infazı garanti altına alınmaktadır. 

Uygulamada hakimlerin sıklıkla yaptıkları bir hatada şudur; bazen deliller henüz tam olarak toplanmamış olabilir. Henüz toplanacak delil mevcut olabilir, ancak henüz toplanmayan delil, resmi bir kurumdan beklenen bir rapor veya benzeri bir delil ise, bu delilin sanık tarafından karatılması ihtimali asla yoktur, zira sanığın tahliyesi halinde, devletin resmi bir kurumuna, örneğin emniyet müdürlüğüne nüfuz etme ve onu etkileyerek delil karartma ihtimali asla yoktur. 

Meclisten geçen ve yasalaşan 4. yargı paketi ile Ceza Muhakemesi Kanununun,  katalog suçlara ilişkin 100. maddesinin 3. fıkrasında yer alan; ”aşağıdaki suçların işlendiği hususunda kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı halinde,  tutuklama nedeni var sayılabilir hükmüne; ”suçların işlendiği hususunda” kelimesinden sonra “somut delillere dayanan” ibaresinin eklenmesi,  kamuoyunda haksız bir tartışmaya neden olmuştur. 

Katalog suçlar dediğimiz bazı suç tiplerini içinde barındıran 3. fıkrada; birçok suç arasında,  cinsel saldırı ve çocukların cinsel istismarı suçları da yer aldığı için, sanki sadece cinsel suçlarda tutuklamanın zorlaştırılmasına gidildiğine yönelik bir şüphe doğmuş ve bize göre yersiz ve haksız eleştiriler yapılmış ve halen de yapılmaktadır. 

Aslında, ülkemizde en çok işlenen ve sanıkları ve şüphelileri tutuklanarak tutuklu yargılanan suç tipleri,  CMK 100.  maddesinin 3. fıkrasında sayılan katalog suçlarına ilişkindir. 

Katalog suçlardaki tutuklamanın ön koşuluna ilişkin belirsizlik ve bu suçlarda tutuklamanın ek koşullarının var sayılabileceğine ilişkin bir peşin kabul nedeniyle, katalog suçlardan biriyle suçlanan kişiler,  kolaylıkla tutuklanabilmekte ve tutuklama kurumu amacı dışında kullanır hale getirilmektedir. 

Bu nedenle,  katalog suçlara ilişkin olarak,  uygulamada baş gösteren kötüye kullanmanın önüne geçilmesi, tutuklamanın ön koşulunun daha belirgin ve net hale getirilmesine yönelik bu yeni değişiklik,  bize göre yerinde ve çok isabetli olmuştur. 

Hatta,  bu maddede yapılan iyileştirme,  bize göre, eksik kalmıştır. Asıl yapılması gereken,  katalog suçlar ayrımının tamamen kaldırılması ve bu suçlarda da, diğer suçlarda olduğu gibi,  tutuklama kararı verilebilmesi için gerekli olan tutuklamanın ek koşulları olan kaçma şüphesi ve delilleri karartma ihtimalinin,  hiç araştırılmadan peşinen var sayılabileceğine yönelik karine getiren  hükmün yürürlükten kaldırılması olmalıydı. 

Cinsel saldırı ve çocukların cinsel istismarı suçları da,  diğer katalog suçlar arasında yer aldığı  için,  kısmi iyileştirme bu suçları da kapsamıştır. Yani, kuvvetli suç şüphesinin varlığını ortaya koyan somut delil koşulu,  bu suçlar için de geçerli hale gelmiştir. 

Şu unutulmamalıdır ki; suçlar arasında,  bir tedbir olan tutuklama nedenlerine ilişkin olarak, bir ayrımcılık asla yapılamaz. Cinsel saldırı ve çocukların cinsel istismarı suçları için, tutuklama nedenleri konusunda ayrı bir düzenleme yapılamaz. 

Bize göre, katalog suçlarda da, tutuklamanın ana ve ön koşuluna açıklık getiren; ”somut delillere dayanan “ibaresinin eklenmesi,  yerinde olup, eksik bile davranılmış ve katalog suçlar ayrımına tamamen son verilmemiş ve bir isna olması gereken tutuklu yargılanmayı kural haline getiren, kötüye kullanılmaya çok açık olan  bu garabet hüküm,  CMK da varlığını korumuştur. 

Tutuklamanın geçici bir tedbir olduğunu ve istisnaen uygulanmasının gerektiğini,  tutuksuz yargılanmanın asıl olduğunu,  kimse aklından çıkarmasın, bir gün tutuksuz yargılanmayı ister hale hepimiz gelebiliriz, sakın unutmayınız.  

Güner Yiğiytbaşı

10/07/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Yüzbinlerce Kayıt Dışı Ve Kayıp Silah İddiası
Sedat PEKER iddialarına devam ediyor. 

Şimdi de 15. Temmuzdaki kayıp silahlar ve sonrasında sivil yandaşlara dağıtılan kayıt dışı silahları gündeme getirmektedir. 

Bu iddianın sahibi olan kişinin Sedat PEKER olması; aslında,  bu iddiaların uyduruk iddialar olduğunu göstermekten ziyade, iddiaların gerçek iddialar olduğu konusunda ciddi şüpheler uyandırmalı ve ciddiye alınarak,  üzerine gidilmelidir. 

Sedat PEKER, cami avlusundan gelen alelade bir kişi değildir. Bu işlerin içinde aktif rol üstlenen ve bilgi sahibi olan bir kişidir. 

15. Temmuz darbe girişimi sırasında sivil halka dağıtılan silahların bir kısmının geri dönmediği ve kayıp olduğu iddiaları zaten vardı. 

Bize göre, demokratik,  anayasa ve yasaların uygulandığı ciddi devletlerde kayıp silah diye bir olgu asla olamaz. Ne demek kayıp silah? devlet bu silahları isterse bulup çıkarır ve yerine koyar. 

Siyasal iktidar tarafından,  sivil yandaşlarda gerektiğinde kullanılması için bırakılmasına göz yumulan silahlardan, ancak bizim ülkemizde  bahsedilebilir. 

Peker, 15. Temmuz darbe girişiminden sonra da,  Özel Harp Dairesinin kontrolü ve gözetiminde envantere kayıtlı, yasal sivil milislere dağıtılan silahlar dışında, yandaş illegal örgütlenmelere dağıtılan kayıt dışı silahların varlığından bahsetmekte ve illegal sivil milis güçlerin oluşturulduğu,  vurgusunu yapmaktadır. 

Bu iddianın, iktidarların seçimlerle demokratik yoldan el değiştireceği sözde demokratik bir ülke olan ülkemizde söz konusu edilmesi ve bu konuda ciddi şüphelerin var olması, demokrasimizin geleceği açısından,  çok korkutucudur. 

Bu illegal sivil silahlı milis güçlerin oluşturulmaya çalışıldığı iddiası, iktidar dışındaki tüm muhalefet partilerinin ve demokrasiyi savunun tüm  halk kesiminin üzerinde ciddi bir şekilde durmalarını ve bu konuyu sürekli gündemde tutarak,  çok dikkatli ve uyanık olmalarını zorunlu kılmaktadır. 

15. Temmuz darbe girişimi; iş başındaki siyasal iktidarın,  aynı hedefe birlikte ilerledikleri, devlet içinde paralel ve illegal bir şekilde örgütlenen ortağı Gülen Cemaati tarafından planlanıp sahneye konulmuş,  Gülen Cemaati ile AKP iktidarının devleti ele geçirme konusunda giriştikleri güç mücadelesi olup, bu mücadeleyi;  AKP iktidarı,  silahlandırdığı halk ve demokrasiye sadık kalan Türk Silahlı ve Emniyet Güçlerinin çabalarıyla kazanmıştır. 

Burada dikkat edilmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken husus, 15. Temmuz darbe girişiminin bastırılması ile demokrasinin yok olmasının önlenmesi ve daha da güçlenmesi amaçlanmamıştır. Siyasal iktidarın demokrasi karnesi zayıflarla doludur. Onun amacı, demokrasiyi değil,  kendi iktidarını ve koltuğunu darbecilerden korumak olmuştur. 

AKP iktidarı; darbelere karşı dururken, darbe paranoyasını kafasından bir türlü atamazken, sadece kendi iktidarını düşünmüş, hiçbir dönemde özgürlüklere dayalı gerçek demokrasiyi amaçlamamış, demokrasiden araç olarak faydalanmış ve iktidarındaki uygulamalar, 12. Eylül darbecilerini ve onların yaptıkları yasa ve anayasayı dahi,  gündüz fenerle aratır hale getirmiştir. 

Ülkenin içinde bulunduğu tüm özgürlüklerin yok edildiği ağır koşullar ortadadır. 

AKP iktidarının,  seçim sonuçlarına bakış açısı, milli iradeyi yok sayan davranışları ortadadır. 

Yandaşların;  illegal kayıt dışı bir şekilde gizlice silahlandırılmasının,  sadece iş başındaki AKP iktidarının yararına olduğu,  apaçık ortadadır. 

Güçlü ve demokratik bir devlet de, siyasal iktidarın bilgisi dışında, sivil halkın illegal bir şekilde  kayıt dışı silahlandığından bahsedilebilir mi?

Ülkemiz ve ülkemizde yok aşamasına gelen demokrasimiz üzerinde, çok tehlikeli büyük bir oyunun oynandığı ve sahneye konulduğu, 2023 seçimlerinde muhtemel bir mağlubiyetin,  iş başındaki siyasal iktidar tarafından asla kabullenmeyeceği, iş başındaki iktidarın,  iktidarı sandıkta kaybetse dahi, iktidarı devretmemek için elinden gelen antidemokratik her yola başvurabileceğini ciddi olarak düşündüren iddialar, havada uçuşmakta ve bu iddiaların araştırılması için,  siyasal iktidar tarafından hiçbir çabanın sarf edilmemesi,  bu iddiaları iyice güçlendirmektedir. 

AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın,  parti genel merkezinde düzenlenen AK Parti Genişletilmiş İl Başkanları toplantısında yaptığı şu konuşmaya bir bakar mısınız?

Partili Cumhurbaşkanı diyor ki;  “"İstikametini kaybetmiş,  avara kasnak gibi dolaşanlara,  bu memleketi teslim edemeyiz. " 

Sivil bir kesime,  illegal sivil bir çeteye,   binlerce kayıt dışı silahın dağıtıldığı, illegal milis bir gücün oluşturulmaya çalışıldığı iddialarının havada uçuştuğu ve bu iddiaların, iş başındaki siyasal iktidar tarafından ciddiye alınarak üzerine gidilmediği bir sırada, anketlere göre seçimi kaybedeceği,  hatta tekrar aday dahi olamayacağı tartışılan bir partili cumhurbaşkanının; "İstikametini kaybetmiş,  avara kasnak gibi dolaşanlara,  bu memleketi teslim edemeyiz. " sözü,  tüm muhalefet partileri ve demokrasiden yana halkımızın, üzerinde ciddi olarak durmaları ve düşünmeleri, bu sözün üzerine gitmeleri,  sivil illegal örgütlenmelere dağıtıldığı iddia edilen bu kayıp ve kayıt dışı silahların,   ülkenin demokrasisinin sonu olmaması için,  hayati önem taşımaktadır.  

Güner Yiğitbaşı

09/07/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu


“Halkın oyları ile iktidara gelen devlet adamları halkın en ağır eleştirisine tahammül etmek zorundadır”.
“Cumhurbaşkanını özel bir yasa ile korumak AİHM nine ruhuna aykırıdır”.
“Cumhurbaşkanı her zaman eleştirilebilir, başkalarının eleştirildiği gibi”

Bu yazımızda Cumhurbaşkanına hakaret davaları dünyada en çok bizde olduğu için, bu konuyu irdelemek istiyoruz.
Bu başlıklar, bazı siyasi kişilerin, yöneticilerin Avrupa İnsan Hakları Mahkeme (AİHM) sine, açtığı hakaret davası sonucunda verilen kararlardan alınmıştır. Bu hakaret dava örnekleri ile bu davalarda verilen kararlar ışığında, siyasi liderler için bu hakaret denilen eleştirilere verilen cezaların AİHM kararları ışığında hukuki olmadığını vurgulamaya çalışacağız.
Hepimizin tanık olduğu gibi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı eleştiren pek çok kişi için Türk Ceza Kanunu’nda “Cumhurbaşkanına Hakaret” (TCK madde 299) ye göre davaları açılmıştır. Daha önceki Cumhurbaşkanlarına hakaret konusunda davalar açılmışsa da en çok davaların A. Gül ile R.T. Erdoğan zamanında açılarak zirveye ulaşmıştır. Ne ki Demokrasi tarihinde hiçbir devlet başkanı hakkında R.T. Erdoğan’ınki kadar fazla ceza davaları açılmamıştır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a hakaret ettikleri gerekçesiyle bir yılda 26 bin 115 kişiye dava açıldı; bu sayı 1980’den bu yana Cumhurbaşkanlığı yapan 4 isme hakaret davalarının toplamının 30 katına denk geliyor. Evren döneminde 340, Özal döneminde 207, Sezer döneminde 168, Gül döneminde 248 kişiye Cumhurbaşkanına hakaret suçundan dava açılmıştı.
10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer döneminde 163 olan Cumhurbaşkanı’na hakaretten dolayı açılan davalardaki sanık sayısı, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül döneminde bir önceki döneme göre %420 artış göstererek 848 oldu. 12. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk 3 yıllık görev süresinde ise ilgili davalardaki toplam sanık sayısı bir önceki döneme göre yaklaşık 13 kat artarak (%1335 artış) 12.173 oldu.
“Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın göreve başladığı 2014 yılından 2019 yılı sonuna kadar olan dönemde, Cumhurbaşkanına hakaret suçundan 63 bin 41 kişiye dava açıldı. Açılan bu davalardan 9 bin 554 kişi mahkûm oldu”.  Bu dava ve cezalar aşağıda açıklayacağımız nedenlerle AİHM kararlarına uygun değildir.
Karşılaştırmayı yapan CHP Aydın Milletvekili Süleyman Bülbül’ün, Adalet Komisyonu’nda verdiği rakamlara göre, 1980 sonrasında Cumhurbaşkanına hakaret kapsamında açılan soruşturma sayıları şöyle:
1982-1989 yılları arasında 7 yıl Cumhurbaşkanlığı yapan Kenan Evren döneminde bu suçtan 340 kişi;
1989-1993 yılları arasında 4 yıl Cumhurbaşkanlığı yapan Turgut Özal döneminde bu suçtan 207 kişi;
1993-2000 yılları arasında 7 yıl Cumhurbaşkanlığı yapan Süleyman Demirel döneminde bu suçtan 158 kişi;
2000-2007 yılları arasında 7 yıl Cumhurbaşkanlığı yapan Ahmet Necdet Sezer döneminde bu suçtan 168 kişi;
2007-2014 yılları arasında 7 yıl Cumhurbaşkanlığı yapan Abdullah Gül döneminde bu suçtan 248 kişi hakkında soruşturma açıldı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sadece 1 yıllık Cumhurbaşkanlığı süresinde, 2018 yılında ise 26 bin 115 kişiye aynı suçtan dava açıldı.
Bu rakam, Erdoğan’ın öncesinde Cumhurbaşkanlığı yapan 5 isim döneminde açılan davaların tam 27 katı.(1)
Hele son 12. Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan için yapılan hakaret davalarında müthiş bir artış olduğu görülmektedir. Öylesine bir görüntü ar ki, nerede ise cumhurbaşkanının her eleştiren hakkında “hakaret davaları” açılmakta. Makamından, yönetimindeki endişeden korkudan kaynaklanan bu davalar, AİHM kararları doğrultusunda irdelendiği zaman hukuki olmadığı gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Türk Ceza Kanunu’nda “Cumhurbaşkanına Hakaret” (madde 299) hükmü, vatandaşlar arasında hukuken eşitlik oluşturmadığı ve Cumhurbaşkanları için ayrıcalık yarattığı için AİHM si verdiği bu doğrultudaki kararlarda hakaret cezalarını reddettiğini görüyoruz. Kararlarda, “halkın oyu ile halkın yönetimine gelen devlet adamları halkın en ağır eleştirilerine tahammül etmek zorundadır” denilmekte.
Bu yönde açılan davalar, verilen bu cezalar AİHM karar ve hükümlerine uymadığından, bu cezaları AİHM reddettiğine göre, Türk Mahkemelerince Cumhurbaşkanına hakaretten cezalandırılanlar tüm kişiler zamanında AİHM ne dava açtıkları takdirde kazanacakları kesin. Ceza kanunlarımızda vatandaşa yapılan hakareti cezalandıran hükümler varken, Mad. 299 ile Cumhurbaşkanına ayrıca koruyuculuk verilmesi, ayrıcalık tanınması anayasanın eşitlik ilkesi ile AİHM karar ve içtihatları ile bağdaşmadığı için AİHM be cezaları reddetmektedir.
Bu doğrultuda AİHM’nin verdiği örnek kararlar vardır. Colombani/Fransa (no. 51279/99), Tuşalp/Türkiye (no. 32131/08 ve 41617/08), Artun ve Güvener/Türkiye (no. 75510/01), Eon/Fransa (no. 26118/10), Otegi Mondragon/İspanya (no. 2034/07), Pakdemirli/Türkiye (no. 35839/97) gibi pek çok davada verdiği kararlara bakacak olursak bir devlet başkanını, o ülkede yaşayan diğer insanlardan daha fazla koruyan tüm ceza hükümleri AİHS m.10’a aykırı görmektedir.(2)
Anayasa’nın 90.maddesine ve uygulamalara baktığımızda bir kanun hükmü ile temel hak ve özgürlüklere ilişkin olan sözleşme hükümleri arasında bir uyuşmazlığın bulunması halinde, sözleşme hükümlerinin esas alınmasının zorunlu olduğunu görürüz. O takdirde tüm yargı organları AİHM’in karar ve içtihatlarına uymak zorunda olduğu açıktır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) nin “hakaret ve ifade özgürlüğü” kavramlarına yaklaşımı.  1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Türkiye tarafından 1954’te onaylanmıştır. İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme’nin 46. maddesine göre AİHM kararları sözleşmeye taraf devletler bakımından bağlayıcıdır. AHİM’in yargı yetkisini kabul etmesinden bugüne değin Türkiye aleyhine pek çok dava açılmıştır.(3)
R.T. Erdoğan gerek başbakanlığında gerek Cumhurbaşkanlığı süresince, kendi ifadesi ile “dinci kinci” tavrını sürdürmüş; yönetiminde laik devlet ruhunu aykırı olarak “dinci” eylemini sürdürürken gerek muhalefet partilerine gerekse bazı vatandaşlara karşı “kinci” tavrını da dışa vuran kırıcı tavırlar göstermiştir. Adalet ve hukuk karşısında da olumsuz tavrını gösterirken, zaman zaman yargı organlarını eleştirmiş, verilen kararlar karşısında “karara uymuyoruz, tanımıyoruz, tazminat neyse öderiz” gibi hukuk devletine uymayan davranışlar göstermiş. Bunun açık ve somut örneğini vatandaşlara karşı açtığı davalarda görüyoruz; dünyada hiçbir Başbakan ve Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan kadar vatandaşları hakkında davalar açan bir yönetici görülmemiştir.
Bu konuda bir konferansını izlediğim AİHM Yargıcı Rıza Tümer bu konuda şunları söylüyordu:
“.-AİHM’n, devlet başkanlarına yapılan eleştirileri hakaretle cezalandıran kararlar hukuki sayılmamaktadır. Kararlarda şöyle yorumlanmaktadır: “böyle bir ilişkinin doğru olup olmadığına bakmaksızın, eleştirinin doğru olduğunu ispatlama hakkı verilmeksizin, devlet başkanlarının sadece statüsü nedeni ile özel bir yasal korunma tanınması büyük bir ayrıcalıktır. Böyle bir ayrıcalık çağdaş uygulamalara ve anlayışa aykırıdır. Demokratik bir toplumda gerekli değildir”.
“Cumhurbaşkanını özel bir yasa ile korumak AİHM’nin ruhuna aykırıdır”. Cumhurbaşkanına hakaretle ilgili bütün davalarda AİHM in söylediği budur, özel bir kurula verilmesi, özel bir yasa çıkarılması bir kere sözleşmenin ruhuna aykırıdır. “İkincisi” diyor, “ceza orantılılık ilkesine aykırıdır” diyor. “Hukuk mahkemesi ceza mahkemesi yerine geçemez, cezalandırma amacıyla tazminata hükmedemez” diyor.
Fransa Cumhurbaşkanına pankartla hakaret eden köylü kararı.
Cumhurbaşkanı her zaman eleştirilebilir, başkalarının eleştirildiği gibi.
“Siyasi eleştiri için hapisle cezalandırılması diyor ve 10. Maddenin ihlalidir, diyor.
Son değinmek istediğim Lıon, Fransa kararı 2013 de bu öbürlerinden daha farklı. Çünkü Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy bir köye ziyaretinde o köyde yaşayanlardan biri bir döviz taşıyor, dövizde terbiyeli bir şekilde tercüme edersem “defol git” (s..tir git) “zavallı yaratık”, bunun özelliği şu, bundan bir süre önce Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy yine bir ziyaretinde bir adam elini uzatmıştı, adam elini ret etmişti, şunu söylemişti, “defol git zavallı yaratık” diye dövize yazıyor ve sallıyor. Cumhurbaşkanına hakaretten dava açılıyor, dövizi 30 Auvro’ya mahkûm ediliyor ve cezası erteleniyor.
Rakamın küçüklüğüne bakmaksızın Fransız köylüsü bu davayı AİHM ne götürüyor. AİHM verdiği kararda:
“Verilen bu para cezası hukuka uygun değildir. Seçimle, halkın oyu ile gelen siyasi kişiler, devlet başkanları halkın en ağır eleştirilerine tahammül etmelidirler. Verilen para cezasının reddine”, diye karar vermiştir.
“Cumhurbaşkanına özel bir yasayla korunması AİHS sözleşmesine aykırıdır. Cumhurbaşkanının korunması hakaret suçu diğer devlet görevlileri siyasilerin tabi olduğu onlar için geçerli olan kriterlere tabidir, aynı kriterler Cumhurbaşkanı için de geçerlidir. Fakat Cumhurbaşkanının tarafsızlığı ya da devleti temsil etmesi, devletin birliğini temsil etmesi gibi statüsünden doğan birtakım ayrıcalıkları Cumhurbaşkanlığının eleştirilmesine engel değildir. Her zaman Cumhurbaşkanı eleştirilebilir, başkalarının eleştirildiği gibi. Bu çerçevede 299. Maddeyi görürsek, ya da 299.Maddeye ihtiyaç var mıdır, sorusu ortaya çıkıyor bir.
“İkincisi de Cumhurbaşkanına hakaret nedeni ile açılan davaların pek çoğunun aslında AİHS sözleşmesi ile bağdaşmadığı ortaya çıkıyor”. Cumhurbaşkanını özel bir yasa ile korumak AİHM’nin ruhuna aykırıdır

Cumhurbaşkanına hakaret yasa, dava ve cezaları AİHM hukukuna uygun değildir

AİHM’nin devlet başkanına hakaret kapsamında verdiği kararlarda tutumu devlet başkanının herkes için geçerli olağan başvuru yollarını kullanması gerektiği, ayrıcalıklı bir koruma altında bulunmamasının doğru olduğu ve özel yasalarla bazı kişilere ayrıcalık yaratmanın sözleşmenin ruhuna ters düştüğü yönündedir. Mahkemeye göre, ifade özgürlüğü karşısında devlet başkanının ayrıcalıklı statüsü kabul göremez. Bu AİHS’nin ifade özgürlüğünü düzenleyen 10. maddesine aykırıdır”.(4)
Bazı başsavcılıkların, Cumhurbaşkanına hakaret savı ile sosyal paylaşım sitelerindeki eleştiri ve paylaşımların takibi için özel ekipler oluşturulduğunu öğreniyoruz. Bu gözleme, Osmanlı’nın son yıllarında II. Abdülhamid’in muhalifleri ve eleştirilerini izleyen hafiye teşkilatına benziyor. II. Abdülhamid (1876-1909), askeri darbeden öylesine korkarmış ki, Yıldız Sarayı’nın karşısında donanmanın kocaman topları ile dehşetli tavrını görünce, donanmayı 30 yıl Haliç’ten kıpırdatmamış, tatbikatlara bile çıkarmamış, donanmanın yosun bağlamasına, çürümesine neden olmuş. Yunan isyan ve savaşlarında Ege adalarını korumak için donanma Marmara’dan dışarı bile çıkamamıştır. Ayrıca II. Abdülhamid Volkan gibi yandaş gerici gazeteleri para ile beslerken, muhalif basın ve gazetecilere kan kusturuyor, gazetelerini sık sık kapatıyor, yazarları uzak eyaletlere sürgün ediyordu. Bir de şimdiki Abdülhamid özentili AKP-RTE iktidarına bakın, devlet parası ile gazete medya satın aldırıyor, muhalif basını para cezaları ile eziyor. 

Cumhurbaşkanına hakaret yasa, dava ve cezaları AİHM hukukuna uygun değildir  
İşte R.T. Erdoğan da göklere çıkardığı II. Abdülhamid gibi askeri darbelerden korktuğu için Atatürkçü ordu ve subaylara çeşitli tavırlar almış. Başbakanlığı zamanında haksız yere hapse tıkılan yüzlerce subayı düşünün, uyduruk Ergenekon davalarını düşünün. Ülkesini seven 104 amiralin Kanal İstanbul ve Montrö konusundaki endişelerini dile getiren bildiriden darbe evhamı çıkaran R.T. Erdoğan yaşlı başlı amiralleri tutuklatmış, ayaklarına elektronik pranga taktırmış, ne ki orduevlerine bile sokmamaktadır. Nerede düşünce, söz ve ifade hürriyeti?
Oysa Anayasamızda fikir ve düşünceyi yayma konusunda açık hükümler vardır. 26. Madde VIII. Düşünceyi Açıklama ve Yayma Hürriyeti:
Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir.
Ülkesinin iyiliği esenliğini düşünmekten başka amacı olmayan, fikir ve düşüncelerini dile getiren sadece emekli yaşlı amirallere değil, her vatandaşına karşı daha müşfik olmalıdır, her eleştiren hakkında dava açma huyundan vaz geçmelidir. 
Bu baskı ve davalar iktidarlarından, koltuğundan korkan iktidar sahiplerinin paranoyaya varan korkularından kaynaklanmaktadır. Oysa devlet adamı, Cumhurbaşkanı vatandaşına daha yumuşak, daha anlayışlı ve olgun davrandıkça saygınlığı artacaktır.
Atatürk ve bu tarafa doğru bazı cumhurbaşkanlarımızın kendilerine eleştiri değil, küfreden vatandaşları    bile hoş görü ile karşılayıp affettiğini anlatan anılar olaylar vardır. 
Atatürk’e küfreden eden çiftçi
Atatürk’e hakaretten sanık bir köylü hakkında kovuşturma yapılıyordu. Durumu Ata’ya bildirdiler.
- Mahkemeye veriyoruz, dediler, size küfretmiş.
Atatürk sordu:
- Ben ne yapmışım ona?
Soruşturma evrakını inceleyenler açıkladılar:
- Gazete kâğıdı ile sardığı sigarayı yakarken kâğıt tutuşmuş da ondan.
Bunu söyleyen o zamanın bakanlarından biridir. Bakana şu soruyu yöneltmiş:
- Siz hiç gazete kâğıdı ile sigara içtiniz mi?
- Hayır...
- Ben Trablus’ta iken içmiştim. Pek berbat şeydir. Köylü gene bana az küfretmiş. Siz bunun için mahkemeye vereceğiniz yerde, ona insan gibi sigara içmeyi sağlayınız.
Cumhurbaşkanı olsun, başka bir devlet yetkilisi olsun, vatandaşlarına karşı Atatürk’ün gösterdiği müşfik anlayışı göstermelidir. (5)
Demirel döneminde Ulaştırma Bakanlığı yapan Yaşar Topçu, Demirel’e küfreden bir adamla ilgili anıyı anlatmaktadır.
Demirel nasıl bir siyasetçiydi? Bunu genç kuşak bilmeyebilir…
Yaşar Topçu'nun anlattığı şu olay, Demirel hakkında çok net fikir veriyor.
Yıl 1979… Demirel Başbakan… Bir vatandaş Demirel'e küfrediyor, adamı yakalayıp hapse atıyorlar.
Demirel “Bu ülkenin vatandaşı durup dururken Başbakan'a hakaret etmez, sövmez. Biz farkında olmadan adama bir kötülük etmişizdir. O da canı yandığı için yaratana sığınıp sövmüş, basmıştır küfrü! Adamı içeri atarak, tutuklayarak cezalandırmanın ne gereği var? Senden ricam, hemen partiden bir araba al git, bana söven adamı cezaevinden çıkarttır. Bununla ilgili ne yapılması gerekiyorsa yap” diye Yaşar Topçu'ya talimat veriyor ve adamı kurtarıyorlar.
Eskiden siyaset adamları şimdikiler gibi kinci değildi! Gerek Atatürk gerekse S. Demirel isteselerdi vatandaş hakkında şikayetçi olur onu cezalandırabilirlerdi. Ama onlar vatandaşa karşı şefkatli davranıyorlar, hoş görülü oluyorlar.(6)
Fransa’da bir çiftçinin Cumhurbaşkanı Sarkozy e karşı, mahkeme kayıtlarına geçen küfürlü protestosunu gördük. Bunu Türkiye’deki çiftçilerin biri yapsa idi ne olurdu; bırakın Cumhurbaşkanına hakareti, çiftçi Cumhurbaşkanına derdini anlatmak için, “anamız ağladı sayın Cumhurbaşkanımız” diye sitem etmesine bile tahammül edemeyen RTE “ananı da al git” diyerek çiftçiyi azarlar tersler.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Başbakan olduğu 2006 Şubat ayında, Mersin’de yaşanan olayla ünlü oldu. Mersin Mezitli ilçesi Kuyuluk beldesinde yaşayan bir narenciye üreticisi olan Kemal Öncel, Başbakana “Ne olacak bu çiftçinin durumu? İki yıldır anamız ağladı, suya muhtaç olduk” demiş, Erdoğan da “Haydi lan, ananı da al git” diyerek uzaklaşmıştı.
İŞTE O DİYALOG: Mersin ziyareti sırasında kendisine, Başbakan Erdoğan ile "çiftçinin hali ne olacak? Hangi yüzle geliyor buraya" diye bağırınca yanına çağırdığı Mustafa Kemal Öncel arasında şu konuşma geçmişti:
Başbakan: Böyle bağırılmaz ki, terbiyesizlik yapma.
Kemal Öncel: Terbiyesizlik yapmıyorum. Lütfen bana hakaret etmeyin.
Başbakan: Artistlik yapma.
Kemal Öncel: Artistlik yapmıyorum, ben sanatçı değilim.
Başbakan: İyi bir sanatçısın.
Kemal Öncel: Tarım bakanımızın Anayasa'yı ihlal ettiğini biliyor musunuz?
Başbakan: Lan terbiyesizlik yapma. Kemal Öncel: Lan mı?
Başbakan: Evet.
Kemal Öncel: Lan mı? Canın sağ olsun.
Başbakan: Şu anda çiftçiye ne verildiğinin farkında mısın?
Kemal Öncel: Ne zaman?
Başbakan: Şimdi.
Kemal Öncel: Benim mahsulüm öldükten sonra mı? 2 senedir anamız ağlıyor.
Başbakan: Hadi ananı al git buradan.(7)
Potansiyel suçlu gibi görmesinler
Aradan zaman geçer, Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan Mersin’e gelir. Polisler sanki bir suç işleyecekmiş gibi sandıkları Kemal Öncel’in kapısına dikilirler.  Kemal Öncel polislerden şöyle yakınıyor: “Hiç de rahat değilim. Daha geçenlerde Sayın Cumhurbaşkanı Mersin’e geldiğinde 4 polis bahçeme geldi, başıma dikildi. Tuvalete bile benimle geldiler. Eskiden beni karakolda misafir ediyorlardı, şimdi kendi evimde misafir gibiyim. Sayın Valimize, Emniyet Müdürümüze hem sözlü hem yazı söyledim. ‘Benim işim gücüm var, artık beni rahatsız etmeyin. Bana potansiyel suçlu muamelesi yapamazsınız’”.(8)
Devlet adamı vatandaşına karşı, AİHM’nin tavrında olmalı; vatandaşına karşı daha anlayışlı olmalı, Atatürk gibi, Demirel gibi müşfik olmalıdır ki o zaman devlet adamı vatandaş arasında sevgi saygı bağları gelişir.

Cevat Kulşaksız

Cevat Kulaksız.
SONNOTLAR

(1) https://halagazeteciyiz.net/2019/10/08/hangi-cumhurbaskani-kac-hakaret-davasi-acti/

(2)https://www.dogrulukpayi.com/bulten/avrupa-da-devlet-baskanina-hakaretin-yaptirimlari

(3)https://www.dogrulukpayi.com/bulten/avrupa-da-devlet-baskanina-hakaretin-yaptirimlari

(4)Ankara Barosu Konferans Salonunda 4.12.2015 günü düzenlen çalıştayda, TCK’nin 299. Cumhurbaşkanlarına hakaret kararları Konferansı AİHM Yargıcı Rıza Tümer

(5) H Besleyici, Atamız Atatürk, s.95-96

(6) https://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/tokmak/demirel-ruhu-2640804/

(7) http://www.milliyet.com.tr/basbakan-in--anani-al-git--dedigi-ana-oldu-gundem-1335094/

(8)https://odatv.com/erdoganin-anani-da-al-git-dedigi-ciftci-cumhurbaskani-adayini-acikladi-11041821.html

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget