Nisan 2021
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

İnanılır Gibi Değil - Güner Yiğitbaşı
İnanılması imkansız bir haberle ve/veya olayla karşılaştığımızda; ağzımızdan,  gayri ihtiyari olarak, ”inanılır gibi değil” sözü çıkar.  

İşte, inanılır gibi değil dedirten bir haber sizlere.  

Ülkemizin, kayıp 128 milyar dolar, emekli amirallere vurulan elektronik kelepçeler, pandemi ile mücadelede alınan önlemler, Ermeni soykırımı gibi  yoğun gündemi içinde gözden kaçan bir haber,  inanılır gibi değil dedirten haber şu; 

“Milli Eğitim Bakanlığı,  19 Nisan 2021 tarihli kararı ile öğrencilerin uzaktan veya yüz yüze eğitime katılmamaları durumunda,  öğretmenlerin ders ücretlerinin kesileceğini açıkladı.   Kararda,  "Öğretmenlerin,  öğrencilerin derse katılmamaları nedeniyle yerine getiremedikleri ders görevlerini yapmış sayılmalarının mümkün bulunmadığı değerlendirilmektedir" denildi.  ”

Gerçekten; duy da inanma cinsinden, inanılması imkansız bir haber.  

Aslında; tüm tercihleri,  emekçiden yana değil, sürekli  sermayeden yana olan, ülkenin zenginliklerini, vergiler yoluyla fakir halktan topladığı paraları, kendi yandaşları iş adamaları sermaye sınıfına aktarmayı ilke edinmiş olan AKP ve Saray İktidarının Milli Eğitim Bakanlığının aldığı bu karara,  şaşmamak gerekiyor.  

Ancak, buna rağmen,  haberi duyunca,  elimizde olmadan,  bu da olmaz artık diyerek şaşkınlığımızı gizleyemiyoruz.  

Şuna bakar mısınız?

Öğrencilerin,  uzaktan veya yüz yüze eğitime katılmamaları durumunda, öğretmenlerin ders ücretleri kesilecekmiş.  

Bu pandeminin ve bunun sonucunda da, eğitimin uzaktan yapılmasının, bazı sınıflarda yapılan yüz yüze eğitimin riskler içermesinin sorumlusu ve suçlusu öğretmenlermiş gibi,  öğrencilerin,  uzaktan veya yüz yüze eğitime katılmamaları durumunda,  öğretmenlerin ders ücretleri kesilecekmiş.  

Öğretmenlerimizin görevi, uzaktan veya yüz yüze eğitim hizmetlerini eksiksiz yerine getirmektir.  Derslerini vererek görevlerini yerine getiren öğretmenlerimizin, bu pandemi koşullarında öğrencileri eğitime katılmaya zorlama imkanları ve görevleri yoktur.  

Velilerin; devletin, pandemi için gerekli önlemleri alamamış ve öğrencilerin can güvenliklerini sağlayamamış olması nedeniyle, çocuklarını yüz yüze eğitime göndermemelerinin, uzaktan eğitim alan öğrencilerin de, tembellikten ve/veya  bilgisayar, tablet, akıllı telefon ve internet gibi alt yapıdan yoksun olmaları nedeniyle,  uzaktan eğitime katılamamalarının cezası, görevlerini yapan öğretmenlere kesilemez.  Böyle bir uygulama, büyük bir haksızlık ve aymazlıktır.  

İktidar olarak görevini yapma, kendi beceriksizliğinin cezasını,  öğretmenlere kes, gerçekten inanılır gibi değil.  

AKP ve Saray iktidarı; emekçi öğretmenlerden yana değil, yandaş sermayeden yana olduğunu açıkça kanıtlamıştır.  

Yap işlet devret ihale yöntemiyle, otoyollar, köprüler, tüneller, şehir hastaneleri yapan birkaç yandaş müteahhide;  geçilmeyen yollar, tüneller, köprüler ve kullanılmayan şehir hastaneleri için, verdikleri geçiş kar garantileri nedeniyle, hem de bu pandemi olağanüstü hal koşullarında,  hak etmedikleri paraları eksiksiz ödeyen AKP ve Saray iktidarının, öğretmenlerimizin hak ettikleri analarının ak sütü gibi helal ders ücretlerine göz dikmelerinin;  ne İslam dininde,  ne de insanlıkta yeri bulunmamaktadır.  

AKP ve Saray yönetimine buradan soruyoruz.  

Yüz yılda bir vuku bulan, beklenmeyen bir hal olan ve hukukta yeri olan, pandemi nedeniyle alınan kapatmaya rağmen; geçilmeyen köprüler, yollar, tüneller için,  yandaş işadamlarına,  kar garantisi adı altında,  bu fakir halkın paralarını ödemeye devam edecek misiniz? 

28/04/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Siz darbeci mi arıyorsunuz önce aynaya bakacaksınız
Darbe paranoyası ile beslenen saray yönetimi; pandemi ile mücadele amacıyla, sözüm ona iki hafta süreyle tam  kapanma kararı aldı. 

Bu konuda İçişleri Bakanlığı tarafından yayınlanan uygulamaya ilişkin  genelgeye bakıyoruz. İki haftalık sokağa çıkma yasağı süresince alkollü içki satışı da yasaklanmış. 

Peki, nedir bu içki yasağının pandemi ile mücadeleye katkısı, bu içki yasağının makul ve  haklı gerekçesi nedir?

Bu kararın gerekçesini anlayan varsa,  beri gelsin. 

Biz bir hukukçu olarak muhakeme yapıyoruz, zihnimizi zorluyoruz, bu yasağın makul ve haklı bir gerekçesini bulamıyoruz. 

Bu yasağın;  makul, mantıklı ve haklı gerekçesini, pandemi ile mücadeledeki olumlu katkısını, hiç aramaya kalkışmayınız. 

Zira, bu içki yasağının kovit ile mücadeleyle hiçbir ilgisi yoktur. 

Evinde oturan, sokağa çıkma yasağına uyan bir kişi, evinde adabıyla içkisini içse,  kovite mi yakalanacaktır?

Sanırım, evde içkisini yudumlamak için maskesini çıkarmak zorunda kalacak ve ev ortamında virüsün saldırısına uğrayacak, akla gelen tek ihtimal bu. 

Gerekçe bu ise, evde su da mı içmeyecek, yemek de mi yemeyecek, evde dahi sürekli maske ile mi yaşayacak?

Adamı güldürmeyiniz. 

Kimse kusura bakmasın, bu içki yasağı, özel yaşama müdahale ve insanlara bir dayatma, özgürlüklere müdahale ve laik düzene açık bir saldırıdır. 

Devlet gücünü ellerinde tutan iktidarın, bu gücü kötüye kullanması ve laik ve demokratik anayasal düzene açıkça ve cebren saldırı ve anayasal düzene yönelik bir sivil darbedir. 

Siyasal İslam’ı hakim kılmaya kalkışma, insanların tepkisini ölçme girişimidir. 

Saray iktidarı bunu sürekli yapmaktadır. 

Eline geçen her fırsatı, artık gizliliği de kalmayan,  siyasal İslami bir düzeni ülkemizde hakim kılmak için azami derecede değerlendirmeyi  adeta adet haline getirmiş ve bunda başarılı da olmuştur. 

Aynı menzile doğru birlikte ilerlerlerken iktidar mücadelesine girerek çatıştıkları ve yollarını ayırmak zorunda kaldıkları hain FETÖ'nün 15. Temmuz darbe girişimini de iyi değerlendiren, darbe girişimi nedeniyle ilan ettiği olağanüstü halden yararlanan, darbe girişimini Allah’ın kendilerine sunduğu bir lütuf olarak kabul eden saray yönetimi; olağanüstü hal nedeniyle çıkardığı kanun hükmünde kararnameleri de amacı dışında kullanmış, anayasaya göre sadece olağanüstü halin ilanına neden olan konularla sınırlı kanun hükmünde kararnameler çıkarmaya yetkili olmasına rağmen, bu yetkisini kötüye kullanarak, kendisine tanınmayan yetkileri gasp yoluyla kullanmış ve olağanüstü halle ilgisi olmayan kararnameler çıkararak, Türkiye Cumhuriyetini, anayasaya aykırı olarak,  yeniden dizayn etmeye kalkmıştır. 

Şimdi de, pandemiyle mücadeleyi bahane ederek aldığı iki haftalık sokağa çıkma yasağını fırsata çevirerek, amaçladığı İslami esaslara dayalı siyasal rejimin temel taşlarını örme babında, bu kapanma döneminde, pandemi ile mücadeleyle hiçbir alakası ve bu mücadeleye katkısı olmayan içki yasağı getirerek, halkımızın laik özel yaşamlarına ve laik düzene,  devlet zoruyla ve dayatmayla el uzatmıştır. 

Saray yönetimi, bu sevdasından vaz geçmelidir. 

Bu kapanma döneminde, yasak getirerek milletin içkisiyle uğraşacağına, milletin muhtaç olduğu içecek çorbasını ve bir lokma ekmeğini temin etmelidir. Kaygısı bu olmalıdır. 

Yoksul halkın çorbasını ve bir lokma ekmeğini düşünmeyen saray yönetimi; ne yazıktır ki; iyi kötü içki satın alarak içebilecek olan varsılların içkisiyle mücadele etmeyi yeğlemiştir. 

İstanbul’da,  AKP ilçe belediyelerinin, İstanbul Büyük Şehir Belediyesinin halka ucuz ekmek satan büfelerine yönelik engel ve yasaklamaları, bu yasaklamalarda etkin rol üstlenen saray yönetiminin;  halkın sağlığı, beslenmeleri ve  yararları  ile uğraşmadığının, tek derdinin durumdan vazife çıkararak,  İslami dayatmalarda bulunmaya öncelik verdiğini açıkça göstermektedir. 

Buradan saray yönetimine sesleniyoruz, halkın içkisiyle uğraşacağınıza, iktidara gelirken dile getirdiğiniz “3 Y “ ile uğraşınız. 

İktidarınız döneminde daha da artan; 

Yasaklara, 

Yoksulluğa, 

Yolsuzluğa çare arayınız. 

Yasaklarla, yoksullukla ve yolsuzluklarla mücadele ediniz. 

Görevden almak zorunda kaldığınız Ticaret Bakanının; eşinin ürettiği dezenfektanı, kendi bakanlığına fahiş fiyatla satarak haksız kazanç sağlamasını görmezlikten mi geleceksiniz, daha ne bekliyorsunuz? Bu bakanı görevden almak yetmez, hakkında soruşturma açtırarak Yüce Divana sevk etmeyi düşünmüyor musunuz?

İçkiyi yasaklarken, asıl maksadınız, siyasal İslam’a dayalı bir rejim kurmak değil de, sadece sevaba girmekse; bırakınız milletin içkisiyle uğraşmayı,  yasakları,  yoksulluğu ve yolsuzlukları önlerseniz, inanın bize,  daha çok sevap kazanacaksınız.  

Yaş ortalamaları yetmiş'in üzerinde olan 104 emekli amiralin haklı endişelerini içeren demokratik bir hakkın kullanımı olan duyurusunda darbe girişimi arayan içki yasaklayıcılarının; darbecilere ulaşmak için,  önce aynaya bakmalarını öneriyoruz. 

Hain, darbeci FETÖ için ne demişti partili Cumhurbaşkanı?

Bir hatırlayınız. Aynı menzile, yani aynı hedefe birlikte ilerlediklerini söylemişti. 

Darbeci hain FETÖ ve yandaşları hakkında iddianameler düzenleyen savcıların iddianamelerine ve mahkemelerin FETÖ'cüler hakkında vererek kesinleşen mahkumiyet kararlarına bir bakınız. FETÖ'nün amacı, ilerlediği illegal menzil neymiş göreceksiniz. İçki yasağı da,  aynı illegal menzile giden yolun kaldırım taşlarıdır unutmayınız. 

Pandemi bahane, içki yasağı şahane!

Güner Yiğitbaşı

27/04/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Ermeni Soykırımı İddiası Geçersizdir
Soykırım suçu; 1948 yılında BM Genel Kurulu’nda kabul edilen ve 1951 tarihinde de yürürlüğe giren; ”Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi” ile uluslararası hukuk tarafından tanımlanan ve benimsenen,  uluslararası bir suçtur. 

Türkiye Cumhuriyeti de; bu sözleşmenin tarafı olup, Birleşmiş Milletler Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi uyarınca, kendi milli ceza hukukuna bu suçu dahil etmiş ve Türk Ceza Kanununda soykırım suçuna yer vererek, anlaşma hükümlerine uygun düzenlemeler yapıp,  soykırım suçuna ağır cezalar getirmiş, soykırım suçunun zaman aşımına uğramayacağını kabul etmiştir. 

Birleşmiş Milletler Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılmasına dair Sözleşmenin 2.  maddesine göre; “Soykırım;  ulusal,  etnik,  ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle: Grup üyelerinin öldürülmesi,  Grup üyelerinin fizik ya da akıl bütünlüğünün ağır biçimde zedelenmesi,  grubun fiziksel varlığının tümü ya da bir bölümü ile yok edilmesi sonucunu verecek yaşam koşulları içinde tutulması,  grup içinde doğumları engelleyecek önlemler alınması,  bir grup çocukların başka bir gruba zorla geçirilmesi eylemlerinden herhangi birine başvurulmasını kapsamı içine alır.  Soykırımda planlı,  devlet politikası haline gelmiş eylemler söz konusudur. ”

1915 olayları sırasında mevcut bulunmayan, yıllar sonra Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda kabul edilerek 1951 tarihinde de yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesiyle Uluslararası hukuka giren bir soykırımdan ve soykırım suçundan bahsedebilmek ve buna paralel olarak da,  1915 olaylarında Ermenilere yönelik bir Osmanlı soykırımından bahsedebilmek için; ulusal,  etnik,  ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle: Grup üyelerinin öldürülmesi ve/veya sözleşmede belirtilen diğer eylemlerin yapılması gerekir. 

Ayrıca Soykırıma yönelik eylemlerin;  planlı,  devlet politikası haline gelmiş,  sistematik eylemler olması da zorunludur. 

Soykırım suçlarında, genel kasıt, örneğin öldürme kastı yeterli olmayıp, ulusal,  etnik,  ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyet ve özel kastının bulunması zorunludur. 

1915 senesindeki 1. Dünya Savaşının özel koşullarında ve sadece o özel koşulların geçerli olduğu bölgeyle sınırlı olarak, bir kısım Ermeni ırkına ve etnik kökenine sahip insanların zorunlu göçe tabi tutularak karşılıklı çatışmalarda bir kısım Ermenilerin meşru müdafaa koşullarında öldürülmüş olmasında, Ermenilerin toptan veya bir bölümünü yok etme kastı mevcut olmadığı gibi, bu eylemlerin sistematik ve sürekli devlet politikası haline gelmiş eylemler olmadığı da açıktır. 

Soykırım kastıyla hareket edildiğinin kabul edilebilmesi için;  Türk Milletinin tarihinde,  bu suça yatkın ve alışkın olması gerekir.  Türk tarihi incelendiğinde soykırıma rastlanamaz. 

İstanbul dahil,  işgal ettiği, Viyana kapılarına kadar dayandığı geniş coğrafya ‘ya bakıldığında,  Osmanlı;  birçok ulusal,  etnik,  ırksal ya da dinsel grupların yaşadıkları, Balkanlarla birlikte Viyana önlerine kadar Avrupa’nın büyük bir bölümünü;  tüm Kuzey Afrika’yı;  Ortadoğu’nun tamamını ve Arap yarımadasını uzun yıllar yönetimi altında tutmuş olmasına rağmen, bu coğrafyalarda yaşayan çeşitli ırk ve dinlere mensup halka hiçbir zarar vermemiş, toptan veya kısmen yok etmemiş veya yok etmeye kalkışmamıştır.  

Anadolu’da şer’i hükümlerin hakim olduğu dönemde ve halen, Hıristiyanlık yaşatılmış, farklı dinlere ve o dinlere mensup ırklara saygı gösterilmiş, kiliseler açılmıştır. 

Halen;  çeşitli etnik kökene,  ırka ve dine mensup gruplar, eşit Türk Vatandaşları olarak ülkemiz sınırları içinde özgürce yaşamaktadırlar. 

II.  Dünya Savaşı süresince,  1939-1945 yılları arasındaki dönemde, Naziler; 5-6 milyonu Yahudi olmak üzere milyonlarca insanı, ırk mülahazasıyla,  katletmişlerdir ki; soykırım budur. 

Türk Milleti; Nazi Almanya’sından,  soykırıma uğramamak için kaçan Yahudi kökenli öğretim üyelerine sahip çıkarak ülkemize kabul etmiş ve Üniversitelerinde öğretim üyesi olarak çalışmalarını sağlamıştır. 

Türk Milletinin tarihine bakıldığında, Osmanlıdan bu yana gelen Türk Milletinin;  soykırım suçuna yatkın ve alışkın olduğuna dair;  ulusal,  etnik,  ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle yaptığı bir toplu katliama rastlamak mümkün değildir. 

Bu nedenle; 1915 yılından yaklaşık 110 sene sonra, ABD Başkanı BİDEN'in; 1915 olaylarını Ermeni soykırımı olarak açıkladığı gerekçesiyle, 1915 olaylarında Ermenilere soykırım yapıldığı,  asla kabul edilemez. 

ABD Başkanının değerlendirmesi, kendi şahsi ve politik kanaati olup, hiçbir kanıta dayanmamakta, tarihi gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Bu konuda,  Birleşmiş Milletler Uluslararası Mahkemesi tarafından alınarak kesinleşen bir yargı kararı da yoktur. 

Bu nedenle, ABD Başkanının;  densiz ve haddini aşan,  Ermeni soykırım iddiasının kabulüne yönelik mesnetsiz  beyan ve değerlendirmesine, ulusça ve şiddetle karşı çıkılmalı ve gerekirse ABD'ye karşı yaptırımlar uygulanması yoluna gidilmelidir.  

Güner Yiğitbaşı

26/04/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Soykırım dedi veya  demedi ne fark eder?
ABD Başkanından merakla beklenen, 1915 de yapıldığı iddia edilen 24. Nisan sözde Ermeni soykırım açıklaması,  beklendiği gibi geldi ve gündeme bomba gibi düştü. 

ABD Başkanı JOE BİDEN, 1915 olayları için;  “Soykırım” kelimesini kullandı ve topu bize attı, ülke içinde bir bardak suda gereksiz fırtınalar yaratarak halkı ayrıştırdığınız, toplumu gereksiz olarak gerdiğiniz ve muhalefete aslanlar gibi kükrediğiniz için, bizler de;  küstah BİDEN'e vereceğiniz,  hak ettiği o cevabı ve uygulayacağınız karşı tavrınızı ve yaptırımlarınızı,  merakla bekliyoruz. 

Bizim izlediğimiz muhalif medyada gece boyu bu konu tartışıldı. 

Konuşmacılar,  partili Cumhurbaşkanının;  ABD Başkanı BİDEN'in,  Ermeni soykırım açıklamasına vereceği cevabı ve göstereceği tepkiyi merakla beklediklerini dile getirdiler. 

Ancak, partili Cumhurbaşkanından hala bir kelime duymuş değiliz. 

Aslında, tam da 23. Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk  Bayramınıza denk gelen 23. Nisan günü, ABD Başkanı BİDEN,  ERDOĞAN'ı arayarak telefonla görüştü, bu görüşmede BİDEN;  mutlaka, 24. Nisan günü  yaptığı soykırım açıklamasını ERDOĞAN'a bildirmiş olmalıdır. 

Bu nedenle, partili Cumhurbaşkanı ERDOĞAN için, bu soykırım açıklaması sürpriz olmamıştır. Bu itibarla, bir gün sonra yapılan soykırım açıklamasına vereceği cevabı hazırlamış ve anında BİDEN'e ağır bir cevap vermiş olmalıydı. 

İçeride,  kendine muhalif vatandaşlara ve muhalefet partilerine karşı,  çok sert olan,   ağzına gelen ve hatta hakaret içeren sözleri rahatlıkla söyleyebilen partili Cumhurbaşkanı ERDOĞAN'ın bu suskunluğunu anlamakta zorlanıyoruz.  

Ülkemizin;  ekonomik yönden en güçsüz olduğu, dövize şiddetle ihtiyaç duyduğu, ekonomi ve dış politikasının dibe vurduğu günümüzde,  bu soykırım açıklamasının yapılması, zamanlaması itibariyle çok anlamlıdır. 

Aslında, her sene 24. Nisanda,  acaba soykırım diyecek mi,  demeyecek mi diye beklemenin bir anlamı yok bizce.  Soykırım demeyip, o anlama gelecek başka bir söz söylese durum değişecek miydi?

Tüm Dünya'nın;  her sene,  ABD tarafından da söylenmesini beklediği,  sözde soykırım sözünün,  şu veya bu nedenle. bugüne kadar açıkça söylenmemiş olmasına rağmen;  bugün,  ABD Başkanı BİDEN tarafından siyaseten soykırım sözünün söylenmiş olmasını;  asla yadırgamıyor ve Ermeni ve yandaş ülkelerin  zihinlerinde yer eden, sözde soykırım ön yargısının dışa vurumu ve  ilanı olarak kabul ediyoruz. 

Buradan sormak lazım. 1915 senesinden bu yana gecen onca yıla rağmen; ABD, bugüne kadar, sözde soykırım kelimesini açıkça söylemedi de bugün söyledi diye, bize göre gerçekte olmayan sözde soykırım iddiası kesin olarak kanıtlanmış mı sayılacaktır?

Yok öyle bir şey. Soykırım düne kadar yoktu da, bir politikacı olan, politik nedenlerle açıklama yapan ABD Başkanı BİDEN; 1915 de Ermenilere soykırım uygulanmıştır dediği için, tarihi gerçekler çöpe mi atılacaktır. 

Asla. 

Ancak, ABD Başkanının bu densiz açıklamasına karşı,  dik bir duruş sergilemek ve hak ettiği cevabı vermek, gerekirse yaptırımlar uygulamak da, itibardan tasarruf olmaz diyerek hazineyi boşaltan partili Cumhurbaşkanı ERDOĞANın boynunun borcudur. 

Saraylar yaptırarak, uçan saray lüks uçaklar, lüks makam araçları alarak, sarayına değerleri kendilerinden menkul bol maaşlı gereksiz danışmanlar alarak, uzun konvoylarla gezerek,  devletin itibarı sağlanamaz. 

Önce;  üretiminle, ihracatınla, döviz rezervlerinle, tarımınla, sanayiinle,  eğitiminle, silahlı kuvvetlerinle, dış politikada sözünün geçerliliğiyle, caydırıcı gücünle,  güçlü ve itibarlı saygın bir devlet olacaksın ki; sonra, itibardan bahsederek, itibardan tasarruf olunamaz diyebilesin. 

128 Milyar dolar Merkez Bankası varlığını ve yedek akçeni yok etmişsin, 

Tank Palet Fabrikanı Katar'a peşkeş çekmişsin, 

Montrö'yü tartışmaya açmışsın, 

Kıçındaki delikleri dahi yamayamadan,  milyarlarca dolara mal olacak olan ve ülkenin kalkınması,  refahı ve güvenliği için hiç de gerekli olmayan Kanal İstanbul sevdanla, ülkenin geleceğini ipotek altına sokmayı göze almışsın, 

Orduyu;  tarikatlar arasında pay etmişsin, cüppeli ve sarıklı görevdeki tarikat mensubu bir amirale sesini çıkaramıyorsun, derhal kulağından tutup ordudan atamıyorsun, buna karşı bir duyuru ile üzüntülerini bildiren ortalama yaşları yetmişin üzerinde olan emekli amirallere aslan kesilerek, duyurularını bahane edip, darbe yapacaklar paranoyası ile bu değerli emekli amiralleri yargı önüne çıkararak ayaklarına elektronik kelepçeler vurduruyorsun, bunu en başta ABD olmak üzere tüm Dünya, ellerini ovuşturarak izliyorlar, 

Cari açık diz boyu, 

Hazine tamtakır, 

Tarım ölmüş, tarım ürünlerini dahi dışarıdan,  olmayan dövizlerimizle,  ithal ediyorsun, 

Güya, yap işlet devret metoduyla,  beş kuruş vermeden otoyollar ve köprüler yapıyoruz diyerek, fakir halkın vergi olarak ödediği milyarlarca lirayı,  geçiş garantisi adı altında, müteahhitlere aktarıyorsun ve bu kararından asla vazgeçmiyorsun, 

Anayasayı ve özgürlükleri ayakların altında çiğnemeye devam ediyorsun, yargın bitmiş tükenmiş, 

Bu mudur sizin itibar anlayışınız?

Aslında, soykırım diyen ABD Başkanına ne kadar teşekkür etsek azdır bize göre. 

Belki, bu vesileyle kendimize geliriz, yok edilen itibarımızı; ABD'ye vereceğimiz hak ettiği cevaplarla, uygulayacağımız yaptırımlarla,  yeniden yaratmaya çalışırız. 

Dibe vurduğumuz günlerden geçiyoruz. 

Dibe vurmadan suyun yüzüne asla çıkılamaz, bunu da çok iyi biliyoruz. 

Güner Yiğitbaşı

25/04/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Cumhurbaşkanı Ve Valiler 23. Nisan Törenlerine Katılmak Zorundadırlar
Bugün,  Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramıdır. 

Bugünün önemi, egemenliğin kayıtsız şartsız sahibi olan Türk Milletinin mabedi, Türkiye Büyük Millet Meclisinin kurulup açıldığı o önemli günün,   23. Nisan. 1920'nin 101. yıldönümü olmasıdır. 

Bu günün; ATATÜRK tarafından, yarının büyükleri ve yöneticileri olacak olan çocuklara bayram olarak armağan edilmiş olması, bu günü ve bayramı,  çocuklara indirgeyemez, bu bayramın değerini ve önemini asla azaltamaz. 

Adı üzerinde, çocuk bayramı olduğu kadar, Türk Milletinin  ulusal egemenlik bayramıdır bugün,  aynı zamanda. 

23. Nisan. 1920 de Türkiye Büyük Millet Meclisi açılarak, egemenliğin bir kişi veya zümreye değil, topyekûn Türk Ulusuna, Türk Milletine ait olduğu,  tescil edilmiştir. 

Bu bayramın, önemi ve değeri işte buradadır. 

Ondan sonradır ki; saltanat ve halifelik kaldırılmış ve egemenliğin  Türk Ulusuna ait olduğunun önündeki tüm engeller,  bir bir yok edilmiştir. 

Anayasamızın 103. maddesine göre; Cumhurbaşkanı görevine başlarken yaptığı yemininde; ". . .  milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, . . . . .  “diye and içer. 

Anayasanın 104. maddesine göre; Cumhurbaşkanı,  Devlet başkanı sıfatıyla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder; 

Anayasanın 6. maddesine göre; Egemenlik,  kayıtsız şartsız Milletindir. 

Türk Milleti,  egemenliğini,  Anayasanın koyduğu esaslara göre,  yetkili organları eliyle kullanır. 

Anayasanın 7.  maddesine göre;  Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir.  Bu yetki devredilemez. 

Anayasanın 9. maddesine göre; Yargı yetkisi,  Türk Milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılır. 

Anayasanın 8. maddesine göre; Yürütme yetkisi ve görevi,  Cumhurbaşkanı tarafından,  Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir. 

Yukarıda yer verdiğimiz anayasa kurallarına göre, yasama yetkisi, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından ,  yargı yetkisi de, tarafsız mahkemeler tarafından,  Türk Milleti adına kullanılır. Yasama ve yargı yetkisinin gerçek sahibi Türk Milletidir. 

Yürütme yetkisi ise; yasama ve yargıdan farklı olarak, Cumhurbaşkanı tarafından, Türk Milleti adına değil, anayasa ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir. 

Yasama ve yargı; Türk Milleti adına kullanılan bir yetki olduğu halde, yürütme; Türk Milleti adına değil, anayasa ve kananlara göre kullanılan bir yetki ve aynı zamanda bir görevdir. Bir görevin yerine getirilmesidir. 

Yasama organı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi; Türk Milleti adına, bir yetki, yani yasama yetkisini kullanır. Bir görev yerine getirmez, yargı da öyledir. Yürütme organı ve onun temsilcisi Cumhurbaşkanı ise; Meclisin yaptığı anayasa ve yasalara göre yetki kullanır ve görev yerine getirir. 

Bu nedenle; yürütme yetkisini,  anayasa ve kanunlara uygun olarak kullanan ve aynı zamanda bir görevi yerine getiren Cumhurbaşkanı, Türk Milleti adına yasama yetkisini kullanan Türkiye Büyük Millet Meclisinden üstün değildir.  Cumhurbaşkanını, doğrudan halkın seçmiş olması da, anayasaya ve kanunlara göre yürütme yetkisini ve görevini kullanıp yerine getiren partili Cumhurbaşkanına;  Türk Milletinin egemenlik hakkının yerine getirildiği Türkiye Büyük Millet Meclisini küçük ve kendisini üstün  görme ve onun açılışının 101. yıldönümü için Mecliste düzenlenen özel oturama katılmama hak ve yetkisini asla veremez. 

Anayasaya göre yürütme yetkisini ve görevini, sadece anayasaya ve kanunlara göre kullanan ve yerine getiren, uhdesinde Türk Milleti adına kullandığı bir yetki bulunmayan, anayasaya göre, Türk Milletinin birliğini temsil eden Cumhurbaşkanının;  Anıtkabir ve Mecliste özel oturumla gerçekleştirilen Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı törenlerine katılmama gibi bir lüksü, yetkisi,  taktir hakkı ve yetkisi yoktur, ATATÜRK'ün  koltuğunda oturduğu sürece,  23. Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı törenlerine ve bu bağlamda Anıtkabir ve Meclis Özel oturumunda hazır bulunmak zorundadır. 

Anıtkabirdeki ve Meclisteki 23. Nisan törenlerine katılmayan partili Cumhurbaşkanı,  bu davranışıyla, oturduğu koltuğa, Cumhurbaşkanlığı makamına ve Türk Milletine saygısızlık yapmış ve görevini kötüye kullanmıştır. 

Bu partili Cumhurbaşkanının; kendisine yönelik eleştiriler nedeniyle, Cumhurbaşkanına hakaret edildi demeye hakkı olamaz. Partili Cumhurbaşkanı;  önce,  Cumhurbaşkanı olduğunu hatırlamalı ve milletimize saygı göstermelidir. 

İstanbul Valisi de,  partili Cumhurbaşkanına özenerek, Taksimdeki törene katılmamıştır. İstanbul Valisi, devletin valisi olup, devletin ve hükümetin  İstanbul ilindeki temsilcisidir. Hükümetin temsilcisi olma yanında, en başta devletin temsilcisi olup, Türk Milletine ait olan egemenlik hakkının mabedi,  T. C. Devletinin en yüce organı olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin kuruluşunun 101. yıldönümü töreninde bizzat hazır bulunmak mecburiyetindedir. 

İlçelerdeki kaymakamlar; devletin değil,  hükümetin ilçelerdeki temsilcisidir. 

Bu nedenle, İstanbul ilinde devletin temsilcisi olduğunu unutarak, 23. Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı törenlerine katılmayan İstanbul Valisi de, İstanbul halkına ve Türk Milletine saygısızlık yapmıştır. 

23. Nisan Bayramı; temelde, egemenliğin Türk Milletine aidiyetini tescilleyen, tek adam hakimiyetine, saltanata ve halifeliğe son veren, Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılış gününü simgeleyen,  Ulusal Egemenlik bayramı olup, Aziz ATATÜRK bu bayramı, yarının büyükleri ve yönetenleri olacak olan Türk çocuklarına armağan etmiştir. Bu bayram, çocuklara armağan edilmiş olan bir Ulusal Egemenlik Bayramıdır. 

Bu nedenle, çocuklarımızı olduğu kadar, biz büyükleri, sözüm ona büyük devlet adamlarını da ilgilendiren bir yüce bayramdır. 

Bu bayramı; Meclis adına Meclis Başkanı, çocuklar ve öğrenciler adına da, Milli Eğitim Bakanı ve İl ve ilçe Milli Eğitim Müdürleri kutlasınlar diyemeyiz. 

Yazıklar olsun o koltuklar sizlere.  

23. Nisana Ulusal Egemendik ve Çocuk Bayramı, Türk Milletine kutlu ve mutlu, bu bayramı inkar edenlere de yazıklar olsun. 

Güner Yiğitbaşı

23/04/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

23 Nisan Ulusal Egemenlik Ve Çocuk Bayramı
Yarın, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak kutlanan, Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışının 101. yıldönümü. 

Yasama, yürütme ve yargıdan oluşan ve kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olan ulusal egemenliğin en önemli erki olan yasama erkini Türk Milletini temsilen onun adına kullanan Türkiye Büyük Millet Meclisinin 101. kuruluş yıldönümünü;  Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı altında Türk Milletine dayatılan ucube sistemin,  yüce meclisi işlevsiz bırakması ve pandemi nedenleriyle,  buruk bir şekilde kutlayacağız. 

Gerçi, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin dayatılmasından önce, henüz parlamenter sistem geçerli iken de; ulusal egemenliğin, millet iradesinin, yürütme erkini kullananlar tarafından kemirilerek yok edildiği,  bir gerçektir. 

2014 yılının 23. Nisanında yazdığımız “ULUSAL EGEMENLİK” başlıklı yazımız, bugün de aynen güncel ve geçerliliğini koruduğundan, bu yazımıza, üzerinde hiçbir değişiklik yapmadan aşağıda aynen yer veriyoruz. 

Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, tüm ulusumuza ve çocuklarımıza kutlu ve mutlu olsun. 

Bizlere, Türkiye Büyük Millet Meclisini ve bu bayramı kazandıran Yüce ATATÜRK'e ve tüm emeği geçenlere şükran ve minnetlerimizi sunuyoruz, hepsine Allahtan rahmetler diliyoruz, mekanları cennet olsun. 

Güner YİĞİTBAŞI. 22/04/2021


ULUSAL EGEMENLİK


Bugün,  Ulusal Egemenlik Ve Çocuk Bayramı. 

Nedir ulusal egemenlik?

Yasama,  yürütme ve yargıdan oluşan bir erkler bütünüdür. 

Anayasamızın 6.  maddesine göre,  egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.  Türk Milleti, egemenliğini,  Anayasanın koyduğu esaslara göre,   yetkili organları eliyle kullanır,  egemenliğin kullanılması,  hiçbir surette hiçbir kişiye,  zümreye veya sınıfa bırakılamaz,  hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz. 

Anayasamızda yazılı olan kural budur.  

Ancak,  bugün kutladığımız Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kavramı içinde yer alan ve Anayasamıza göre,  kayıtsız ve şartsız millete ait olması ve  milletin yasama,  yürütme ve yargı organları eliyle kullanmaları gereken ulusal egemenlik hakkının,  bugün,  gerçekten Anayasamızda gösterilen yetkili organlar eliyle kullanıldığını,  kim savunabilir?

Evet,  Ulusal Egemenlik Ve Çocuk Bayramının 94.  yılını kutladığımız bugün,  Milletin egemenlik hakkına,  göstermelik yapılan seçimler sonunda tek başına iktidar olan AKP' nin Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN tarafından fiilen el konularak Türk Milletinin egemenlik hakkı,  tek başına Recep Tayyip ERDOĞAN'a bırakılmış olup,  Türk Milleti de,  bu fiili duruma  sessiz bir şekilde seyirci kalmaktadır. 

Başbakan olarak,  mecliste çoğunluğu elinde tutan AKP Grubu üzerinden,  millet adına yasama yetkisini kullanmak durumunda olan Meclisi hakimiyeti altına alan Recep Tayyip ERDOĞAN;  bu hakimiyetine dayanarak,  bir talimatıyla çıkardığı Anayasaya aykırı antidemokratik yasalarla,  milletin yargı organı marifetiyle kullandığı yargı yetkisini de hakimiyeti altına almış ve esasen yürütme organının da başı olması nedeniyle,  yasama,  yargı ve yürütmeden oluşan Türk Milletinin egemenlik hakkının kullanılmasında,  fiilen tek yetkili kişi olmuştur. 

Görünen o ki,  Tayyip ERDOĞAN,  bununla da yetinmeyerek,  12.  Cumhurbaşkanlığına aday olmayı ve seçildiği taktirde,  “beni millet seçti” diyerek ortaya çıkıp,  parlamenter sistemi de tanımayarak,  Anayasada Cumhurbaşkanına tanınmayan daha geniş yetkileri fiilen kullanmanın hazırlığını yapmaktadır. 

Öyle ki,  kendisi Başbakan olduğu halde,  İstanbul ilinin fiili Belediye Başkanlığını ve Valiliğini yapmaktadır. 

1. Mayıs.  İşçi Bayramının İstanbul Taksim Meydanında kutlanıp kutlanmamasının kararını dahi kendisi vermektedir. 

Kendi siyasal geleceği için,  kemikleşmiş kendi seçmen kitlesini sürekli ayakta ve canlı tutabilmek adına,  toplumu gererek kamplara ayırmaktan çekinmemektedir.  

Recep Tayyip ERDOĞAN,  şu anda,  defacto tek adam konumunda olup,  ulusal egemenlik yerlerde sürünmektedir. 

Bu koşullarda,  şayet bayram olarak kutlanması gereken bir ulusal egemenlik kalmış ise,  hepinizin Ulusal Egemenlik Ve Çocuk Bayramınız kutlu olsun. 

Bu vesileyle ve bir gün bu da geçer ümidiyle;  Türkiye Büyük Millet Meclisini kuran,  milletin egemenlik hakkına daima saygı gösteren ve ulusal kurtuluş savaşını dahi millet adına meclisten yürütüp idare eden,  bu özel ve güzel günü bayram ilan ederek çocuklarımıza armağan eden,  Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu,  Sevgili ATATÜRK'ümüzü,  sevgiyle,  minnetle anıyor,  sonsuz şükranlarımızı sunuyoruz.  

Güner Yiğitbaşı

23/04/2014

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

128 Milyar Dolar Nerede?
Merkez Bankasının 128 milyar dolarlık rezervinin yok edilmesine kayıtsız kalamayan bu ülkenin ana muhalefet partisi CHP; muhalefet partisi olarak,  bu dolarların ne zaman,  hangi kurdan ve  kim ya da kimlere satıldığını sorgulamaya kalktı diye,  yer yerinden oynadı, bu konuda CHP tarafından asılan afiş ve pankartlar, sorunun muhatabı olan yürütme organı tarafından bir bir kaldırıldılar. 

Peki, neden kaldırılıyor bu afiş ve pankartlar?

Bu soruda, alınganlık gösterilecek, afiş ve pankartların indirilmesini gerektirecek ne sakınca var ki? 

Bu 128 milyar dolar üzerinden yolsuzluk yaptınız, bu dolarları cebe indirerek zimmetinize geçirdiniz, karşılıksız olarak partili yandaşlara dağıttınız diyen yok ki. 

Kendinize güveniyorsanız, bu konuda gocunacak bir yaranız yoksa, milletin parası olan bu dolarların ne olduğunu,  açıklamak zorundasınız. 

Bu dolarlar, sizin şahsi dolarlarınız değil. 

Bu soruda,  hiçbir art niyet aramanın gereği yoktur. 

Bu sorunun bir art niyetle sorulduğunu yorumluyorsanız, sorunun cevabını belgeleriyle derhal verin ve soruyu, soranların ağzına tıkayıp biran önce kurtulunuz. 

128 milyar dolar, fiziken yok olmadı tabi. Yakılmadı, imha edilmedi. Sadece Merkez Bankasının kasasında değil şu anda. 

Ana muhalefet partisi CHP de,  şimdi Merkez Bankasının kasasında olmayan bu 128 milyar doların ayaklanıp nereye gittiğini soruyor. 

Anayasanın 68 ve Siyasi Partiler Yasasının 4.  maddesine göre; Siyasi partiler,  demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır. 

Siyasi partiler,  önceden izin almadan kurulurlar ve Anayasa ve kanun hükümleri içerisinde faaliyetlerini sürdürürler. 

Anayasasının 26. maddesine göre de;   herkes, tabiatıyla siyasi partiler de;  düşünce ve kanaatlerini söz,  yazı,  resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir.  Bu hürriyet Resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. 

Türk Ceza Yasasının 114.  maddesine göre de, Cebir veya tehdit kullanılarak ya da hukuka aykırı başka bir davranışla bir siyasi partinin faaliyetlerinin engellenmesi suçtur. 

Bu anayasa ve yasa hükümleri de göstermektedir ki; CHP'nin ana muhalefet partisi olarak, milletin parasının akıbetini sorgulayan, 128 Milyar dolar nerede sorusunu içeren afiş ve pankartları asması, bu konuda düşünce açıklaması, muhalefet görevini yapması, siyasi parti faaliyetinde bulunması,  suç değildir. 

Suç olmadığı gibi, CHP'nin astığı pankart ve afişlerin,  devlet gücü kullanılarak iktidar partisi tarafından zorla indirilmesi, TCK. nun 114.  maddesine göre; cebir kullanarak, hukuka aykırı davranışlarla, ana muhalefet partisi CHP'nin parti faaliyetinin engellenmesi suçunu oluşturmaktadır. 

Demek ki; hukuken ortada bir suç varsa, 128 milyar dolar nerede yazılı pankart ve afişleri astıran CHP yönetimi tarafından işlenen bir suç değil, bu pankartları zorla ve devlet gücü kullanarak hukuka aykırı bir şekilde indiren iktidar partisi yetkilileri ve onların emirlerini uygulayanlar tarafından işlenen bir suç söz konusudur. 

Ülkede demokrasi, anayasa ve yasalar varsa, işin doğrusu budur. 

Yok, suçlu olan afiş ve pankartları indiren ve indirtenler değil, asanlardır diyorsanız, bu ülkede demokrasi yok, diktatörlük var diyenlere hak vermek zorundasınız. 

Güner Yiğitbaşı

18/04/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

İnsanlık Suçu İşlenmiştir
Corona salgını aldı başını gidiyor. 

Corona ile mücadele, adeta bir yazboz tahtasına dönmüş durumdadır. 

Bir açılıp saçılıyoruz,  sonra geri adım atarak kısmen kapanıyoruz. 

Bilim kurulu var ama,  danışma kurulu gibi çalışıyor, karar verme yetenekleri yok. 

Bilim Kurulu; baştan, görüşlerine uyulmamak üzere, usulen görüşlerine başvurulan bir uydu kuruluş, var mı var işte. 

Bu gece Halk TV.  de sunulan SÖZÜM VAR programını izliyorum, programa bilim kurulu üyesi bir bayan profesörümüz bağlandı ve salgındaki son durumun kontrol edilemez bir hal aldığını, hastanelerin sinyal vermeye başladığını,  tam kapanmanın gerekli olduğunu, hükümetin aldığı kararların,  kendi görüşlerini yansıtmadığını, cesur bir şekilde açıkladı. 

Zaten,  her gün açıklanan turkuaz tablodaki veriler,  salgının önlenemez bir şekilde artarak devam ettiğini gösteriyor. 

Salgının bu şekilde tüm ülkede önlenemez bir şekilde yoğunluk kazanmasında,  günde 300'e yakın vatandaşımızın bu salgın nedeniyle ölümünde,  84 milyon insanımızın kusurunun bulunduğuna ilişkin resmi açıklamalara katılmıyoruz. 

Tek adama dayalı Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi, ülkeyi her alanda yönetemediği gibi, salgını da yönetememektedir. 

Salgın ile ilgili olarak, kabinede alınan kararların dahi, Sağlık Bakanı tarafından değil, tek adam tarafından bizzat açıklanması, alınan kararların açıklanmasından önce siyaset yapılarak ana muhalefet partisinin gerçek dışı iddialarla suçlanması da göstermektedir ki; amaç,  salgınla mücadele ve buna ilişkin önleyici tedbirlerin alınarak açıklanması değil, koltuğun muhafazası için yalanlara dayalı propaganda yapılmasıdır. 

Saraydaki tek adam, partili cumhurbaşkanı;  AKP il ve AKP Genel Kongrelerinde, göz göre göre binlerce kişiyi kongre salonlarına toplamış ve bu kalabalığı görünce büyük bir mutluluk duymuş, kalabalığı görünce,  üzüntülerini dile getireceğine, sevinç ve mutluluğunu dile getirmiş, mutluluktan zil çalıp oynamadığı kalmıştır. 

Özellikle,  AKP Kurultayına 81 ilden delegeler ve partililer gelmiş, kurultay sonrasında da 81 ile geri dönmüşlerdir. 

Bu şekilde 81 ilden partililerin ağız, boğaz ve burunlarındaki Corona virüsleri,  kurultay salonunda hemhal olmuş ve Kurultay salonunda eklenen yenileriyle sayıları toplamda artan virüsler,  81 ile dağılmıştır. 

Buna neden olan kişi; hiç şüphesiz,  AKP genel Başkanıdır.   

AKP Genel Başkanı da çok iyi bilmektedir ki; parti içi demokrasinin “D” sinin bulunmadığı, seçim yarışmasının yaşanmadığı, ERDOĞAN'ın işaret verdiği ve tek aday olarak seçimlere katılan kişinin mutlak seçildiği, bir seçim sürprizinin yaşanmasının imkansız olduğu kongrelere kalabalıkların toplanmasının, kongre sonuçlarına hiçbir etkisi bulunmamaktadır. 

Seçimler, önceden var olan malumun ilanıdır. 

Hal böyleyken, AKP Kongrelerine bu pandemi ortamında binlerce insanın toplanmasının teşvik edilmesi ve bu kalabalıklardan memnun olunması, bize göre bir insanlık suçudur.  

Güner Yiğitbaşı

14/04/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Elinize ne geçti rahatladınız mı?

Montrö ve cüppeli ve sarıklı amiral konusunda, bu ülkenin;  duyarlı ve konunun uzmanı vatandaşları olarak, yazılı bir duyuru ile endişelerini bildiren 104 emekli silahsız amiralden 10 kişisini gözaltına alarak, 4'ünü de davetiye ile çağırarak sorgulayıp eziyet ettiniz de elinize ne geçti?

Bırakınız yüksek okul ve hukuk fakültesi bitirmeyi, sadece okuma yazma bilen ve bu ülkede yaşayan, ülkede yaşanan Montrö tartışmalarına ve hain  Fetö darbe girişimine tanık olmuş olan herkesin çok kolaylıkla anlayabilecekleri açıklıkta yazılan bir düşünce açıklamasından ibaret duyurunun; ”aksi takdirde” diye başlayan bölümünde ifade edilenlerle ne denmek istendiğini anlayamıyorsanız ve satır aralarında darbe çağrısı arıyorsanız, yapacak bir şey kalmamış, bu ülkenin yürütme ve yargı organı batmış demektir. 

Yaşını başını almış, bu ülkeye üstün hizmetlerde bulunarak emekli olup köşelerine çekilen emekli amiralleri, sekiz gün göz altında tutarak, onlara adeta işkence yaptıktan sonra,  adli kontrol ile salıvermek,  bir öç alma ve bu insanları itibarsızlaştırmaktır.  Önce Eşeğini kaybettirip, sonra buldurarak sevindirmektir. 

Bu ülkede;  anayasa, yasalar ve hukuk,  o kadar yok edilmiştir ki;  insanlarımız, uğradıkları bu haksızlıkların hesabını soracak bir merci bulamadıkları için, salıverildiklerine sevinir olmuşlardır. 

Bu ülkeye üst düzey hizmet eden emekli amiralleri, erken saatlerde gözaltına alarak emniyette sekiz gün sorgulamak ve evlerinde aramalar yapmak, bu eylemde parmağı olan yürütme ve yargı organına mensup kişilerin, erlik veya asteğmenlik dönemlerinde şu veya bu nedenle  şuur altlarına yerleştirdikleri kompleksin dışa vurumudur. 

Soruşturmaya dahi gerek olmamasına rağmen, haydi bir soruşturma konusu yapıldı, yerleri yurtları, ikametgahları belli ve sabit olan bu Amirallerin; davetiye ile çağırılarak, emniyete götürülmeksizin,  doğrudan C. Savcıları tarafından sorgulanarak, adli kontrol dahi talep etmeden salıverilmeleri gerekirdi.  

Ayıp değil mi, şimdi adli kontrol nedeniyle bu değerli yaşlı başlı kişiler, yurt dışına çıkamayacaklar, belli günlerde karakola gidip imza verecekler vesaire. 

Amaç, eli kalem tutan, ülke sorunlarını tartışan, düşünen, televizyonlara çıkarak ülkenin içinde bulunduğu ve acil çözüm bekleyen sorunlarını anlatarak halkı aydınlatan,  örneğin emekli amiral Türker ERTÜRK gibi insanları susturmak, tüm aydınlarımıza gözdağı vererek korkutup susturmak. 

Çok yazık. Bu ülkenin aydın bir vatandaşı ve hukukçusu olarak utanç duyuyorum. 

Güner Yiğitbaşı

13/04/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Montrö Sözleşmesi İstanbul Sözleşmesine Benzemez Elinizi Yakar  Aman Dikkat!...
Bilmemek, çok kötü bir şey. 

Bilmemek ayıp değil ama, öğrenmemek ayıp tabi. 

Bilmeyen ve bilmediğinin de farkında olmayan, bilmediklerini bir bilenden öğrenmeyen ve öğrenmek istemeyen, buna rağmen bilmediği konuda fetvalar veren kişi; üstelik bir de devlet adamı ise;  ülkesi için büyük bir  tehlikedir. 

Montrö Boğazlar Sözleşmesinden bahsediyoruz tabi. 

Montrö’den önceki, Lozan Konferansı’nda imzalanan Boğazlar Sözleşmesi;  Türkiye’nin,  Boğazlar üzerindeki egemenliğini sınırlandırmaktaydı.  Lozan’da,  imzalanan Boğazlar Sözleşmesiyle, uluslararası bir komisyonun emrine verilmiş olan boğazlar bölümü;  bütün çevresiyle birlikte Türkiye’nin toprağıydı ama,  Türkiye’nin emrinde ve  koruması altında değildi.  

Boğazlar,  Montrö’den sonra,  doğrudan doğruya Türkiye’nin emri altına sokuldu ve onun bir parçası olduğu tescil edilerek,  Türkiye’nin koruması ve yönetimi altına alındı ve askerleştirilebildi. 

Montrö Anlaşmasının 27.  maddesine göre, bu Sözleşme; yürürlüğe girişinden başlayarak,  24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşmasını imzalamış her Devletin katılmasına açık olacaktır.  

Montrö Sözleşmesi; sözleşmede imzası bulunan Türkiye dahil  tüm devletleri olduğu kadar, ABD gibi imzası olmayan, bu sözleşmeye sonradan da katılmayan tüm devletleri de kapsayan,  tüm Dünyayı bağlayan bir anlaşmadır.  

Montrö Sözleşmesinin 28.  maddesine göre; sözleşmenin süresi,  yürürlüğe giriş tarihinden başlayarak,  yirmi yıl olacaktır. 

Bununla birlikte,  Sözleşmenin 1.  maddesinde doğrulanan geçiş ve gidiş- geliş (ulaşım) özgürlüğü ilkesinin süresi,  sonsuz olacaktır. 

Montrö Anlaşmasının 1.  maddesine göre; Boğazlar'da denizden geçiş ve gidiş-geliş (ulaşım), kural olarak özgür olup; ancak, sınırsız olmayan bu özgürlüğün kullanılışı,  özgürlüğün koşulları ve sınırları,  bundan böyle bu Sözleşme hükümleriyle düzenlenecektir. 

Anlaşmanın yirmi yıllık süresi,  1956 senesinde sona erecek olmasına rağmen. yine anlaşmanın 28.  maddesinde yer alan; sözü edilen yirmi yıllık anlaşma süresinin bitiminden iki yıl önce,  hiçbir imzacı devlet sözleşmeyi sona erdirme ön-bildirimi vermemişse,  yani;  1954 senesinde,  imzacı bir devlet sözleşmeyi sona erdirme ön-bildiriminde bulunmamışsa-ki; bulunmamıştır-Sözleşme,  bir sona erdirme ön-bildirimin gönderilmesinden başlayarak,  iki yıl geçinceye kadar yürürlükte kalacaktır. 

Sözleşmenin yirmi yıllık süresinin bitim tarihi olan 1956 senesinden iki yıl öncesinde, imzacı bir devlet sözleşmeyi sona erdirme ön-bildiriminde bulunmadığı için,  yirmi yıllık sürenin sonu olan 1956 senesinde sonlanmayan ve bu nedenle üzerinde revizyon yapılmayan anlaşma, 1956 senesinden sonra da,  aynı hükümleriyle yürürlükte kalmış, daha sonra da iki yıl öncesinden sona erdirme ön-bildiriminde bulunulmadığı için,  anlaşma ilk imzalandığı orijinal hükümleriyle halen  yürürlüktedir. 

Montrö Sözleşmesinin 28. maddesinin son fıkrasında yer alan; ”İşbu Sözleşme,  işbu madde hükümlerine uygun olarak sona erdirilmiş olursa,  Bağıtlı Yüksek Taraflar,  yeni bir Sözleşmenin hükümlerini saptamak üzere kendilerini bir konferansta temsil ettirmeği kabul etmektedirler.  “ hükmü, çok önemlidir. 

Bu hükme göre; şayet bugüne kadar, taraflardan biri sözleşmeyi sona erdirme ön-bildiriminde bulunmuş olsalardı, keza bundan sonra da taraflardan biri, örneğin Türkiye;  iki yıl öncesinden sözleşmeyi sona erdirme ön-bildiriminde bulunurlarsa,  anlaşmanın tarafları ülkeler, yeni bir sözleşmenin hükümlerini saptamak üzere, kendilerini bir konferansta temsil ettirmek zorundadırlar. 

Bunun anlamı çok açıktır. 

ERDOĞAN; İstanbul Sözleşmesinde yaptığı gibi, bir gece yarısı anayasaya aykırı olarak ansızın  aldığı bir kararla, Montrö Sözleşmesinden tek yanlı olarak çekildim, ne haliniz varsa görünüz, ben Montrö sözleşmesini tanımıyorum,  artık bizi bağlamıyor, boğaz geçişlerini bundan sonra istediğim gibi düzenleyeceğim diyemez. 

Montrö Sözleşmesinin 28.  maddesi, iki yıllık bir sona erdirme ön-bildiriminde bulunma koşulu getirdiği gibi, sözleşmeyi sona erdirme bildiriminde bulunarak,  aradan sıvışmaya imkan tanımamaktadır. Hele, sözleşmeye konu boğazların,  kendi ülkesinin sınırları içinde olan ülkemiz, yeni bir sözleşmenin hükümlerini saptamak üzere yapılacak yeni bir konferansa katılmak zorundadır,  Türkiye olarak. 

Yani, İstanbul Sözleşmesinde yaptığımız gibi, sözleşmeden ayrılıyoruz ne haliniz varsa görünüz, esen kalınız diyemeyiz. 

Kurulacak olan yeni masaya, paşa paşa oturmak zorundayız, buna mecburuz, masaya oturduğumuzda da; içinde bulunduğumuz olumsuz dış ve iç koşullarda, daha iyisini bulmak bir yana,  eskisine muhtaç hale geleceğimiz kesindir. 

Keza; Montrö sözleşmesi, ülkemizin boğazlar üzerindeki egemenliğini,  boğazların kontrolünü ve idaresini belli koşullarla ülkemize tanıdığı gibi, içlerinde Rusya'nın da bulunduğu Karadeniz’e sınırdaş ülkelerin ve Karadeniz’in de güvenliğini sağlamakta ve Karadeniz’i bir barış denizi olarak muhafaza etmeyi amaçlamaktadır. 

Bu nedenle, Kanal İstanbul ve sair oyuntularla, sözleşmenin bu amacını ortadan kaldıracak şekilde, sözleşmeyi delemezsiniz bypas edemezsiniz, buna kalkıştığınızda, ülkemizin başına sorunlar açarsınız. Rusya ve Putin; haklı olarak sanırım buna müsaade etmez. 

Nitekim; Kanal İstanbul ile gündeme gelen,  Montrö’yü delerek,  ABD'ye Karadeniz’de savaş gemisi bulundurmanın amaçlandığı dedikodularının çıkması üzerine,  Rusya; önce Ankara Büyük Elçisi, sonrasında Dışişleri sözcüsü ve son olarak da, bizzat Putin aracılığıyla,  endişelerini dile getirmeye ve ülkemize gözdağı vermeye başlamışlardır. 

Rusya’nın muhalefetine karşı; Rusya'ya,  enerji ve turizm olarak bağımlılığımız nedeniyle,  karşı koyamayacağımız açıktır.  

İkinci Dünya Savaşında;  İnönü'nün de üstün devlet adamlığı ve gayreti sayesinde, bizi savaştan uzak tutan Montrö Boğazlar Sözleşmesinin devam ettirilerek,  ülkemizin muhtemel bir Üçüncü Dünya Savaşından da korunması, en büyük hedefimiz olmalıdır.  

Güner Yiğitbaşı

10/04/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Demokrasilerde Delilden Suça Ve Suçluya Ulaşılır Ve Herkes İddiasını İspatla Mükelleftir
Demokrasilerde; delilden, yani kanıttan, suça ve  suçluya ulaşılır. 

Kanıt yoksa, suç da, suçlu da yoktur. 

ERDOĞAN'ın;  kendisi söz konusu olduğunda,  sıkça tekrarladığı ve çok sevdiği, bize göre de çok doğru olan  bir sözü vardır. 

ERDOĞAN der ki; müdde-i, yani iddiacı iddiasını ispatla mükelleftir. 

Çok doğru, ceza hukukunun evrensel bir kuralıdır bu. 

Bu nedenle; demokrasilerde kanıttan suçluya ulaşılır. Kanıt yoksa, kimse suçlanamaz ve göz altına alınamaz. 

ERDOĞAN; müdde-i iddiasını kanıtlamak zorundadır sözünü unutmuş olmalı ki; emekli amirallerden,  suçsuz olduklarını kanıtlamalarını istiyor, yani, amirallerin suçlu olduklarını kanıtlarıyla savcı ispatlamayacak, emekli amiraller suçsuz olduklarını kanıtlayacaklar. O zaman masumluk karinesi nerede kaldı?

Aslında, bu manzara karşısında,  gerçek bir hukukçu olarak ağlamak lazım ama, ne ağlayabiliyorum,  ne de gülebiliyorum, hayretimden  donup kalıyorum. 

Montrö'nün tartışılmasından ve deniz kuvvetlerine sızan cüppeli ve sarıklı tarikat mensubu rezil amiral bozuntusundan duydukları üzüntü ve endişelerini dile getirmek için, anayasal bir hak olan düşünceyi açıklama özgürlüklerini kullanarak, üzüntü ve endişelerini kamuoyu ile paylaşan 104 emekli ve sivil kişi olan amiral hakkında, hiçbir suç unsuru içermeyen düşünce açıklamalarından dolayı, kanıtsız ve delilsiz olarak, hukukta yeri olmayan,  sadece imaya dayalı olarak, darbe imasıyla anayasal düzeni değiştirme girişiminde bulundukları iddiasıyla soruşturma açılmış ve bunlar arasından seçilen on emekli amiral,  dört gün öce sabaha karşı gözaltına alınarak emniyette sorguya alınmış ve aradan geçen dört güne rağmen, ifadelerinin tespiti bitirilememiş olmalı ki; gözaltı süreleri dört gün daha uzatılmıştır. 

Biz de savcılık yaptık. Hem de,  olağanüstü diyebileceğimiz Sıkıyönetim ve Devlet Güvenlik Mahkemelerinde;  askeri ve Cumhuriyet Savcısı olarak,  bir çok, çok sanıklı yüzlerce klasör evrakı ihtiva eden terör, anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs,  anayasayı ihlal ve kaçakçılık gibi önemli suçları işledikleri iddia edilen kişileri soruşturduk. Hiçbir suç unsuru içermeyen, alt tarafı bir sayfalık yazılı duyuru metni nedeniyle neyi soruşturuyorsunuz, on amiralin ifadesi dört günde nasıl tamamlanıp savcılığa sevk edilemezler?

Kaldı ki; bu kişiler,  kuvvet komutanlığı dahi yapan,  devletin üst düzey amiral rütbesinden emekli olmuş subayları olarak, bizzat ilgili savcı tarafından acele sorgulanarak bir sonuca ulaşılmalıydı. 

Ama, işin özü başka. Gözaltına alınan emekli amirallerin suçsuz olduklarını, haklarında iddia edilen suçu işlediklerine dair hiçbir kanıt olmadığını soruşturmayı yapanlar da çok iyi biliyorlar ve kanıttan suçlu yaratamıyorlar, kanıtsız ve delilsiz peşinen suçlu olarak yaftaladıkları emekli amiraller hakkında,  istim arkadan gelsin diyerek,  sonradan delil ve kanıt elde etmeye, iddialarının altını doldurmaya çalışıyorlar, bunun için dört günlük ek gözaltı süresine ihtiyaçları var erenlerin. 

Bu ülkenin İçişleri Bakanı;  işini gücünü bırakmış, gece gündüz suçsuz amiraller hakkında, birtakım irtibatlar kurarak, büyük bir olasılıkla el konulan  telefonlarının HTS kayıtlarını inceleterek,  bir takım varsayımlarla, konuşma trafiğiyle,  delil üretmeye çalışıyor. 

ATATÜRK'ün kurduğu,  Cumhuriyetimizin kurucusu legal bir siyasi parti olan CHP ile bu amiraller arasında irtibat kurulmaya çalışılıyor. 

Buradan soruyoruz, tümü CHP'nin kayıtlı üyesi olsa ne olacak ki?

CHP;  silahlı terör örgütü değil, bu ülkenin en eski ve köklü ana muhalefet partisi, Devletimizin kurucu partisi,  demokrasinin vazgeçilmez unsuru legal ve sabıkası olmayan, pırıl pırıl bir parti. AKP gibi, Anayasa Mahkemesinin kesinleşmiş  kararıyla tescilli, anti laik eylem ve faaliyetlerin odağı olan sabıkalı bir parti değil. 

CHP'nn; sizlerin,  bir dönem çözüm sürecinde aynı masaya oturduğunuz, müzakereler yaptığınız, beraber Dolmabahçe Mutabakatını imzaladığınız bölücü terör örgütü PKK ve iktidarınız boyunca 15. Temmuz darbe girişimine kadar işbirliği yaptığınız, aynı menzile birlikte yürüyerek,  aynı yağmur altında birlikte ıslandığınız, militanlarını tüm devlet kadrolarına kendi imzalarınızla atayıp yerleştirdiğiniz  hain FETÖ silahlı terör örgütüyle kirli irtibatlarınız gibi, sabıkası yok ki; CHP üzerinden,  gözaltındaki emekli amiraller hakkında sonradan delil üretmeye çalışıyorsunuz. Bu çirkin çabanız; yargı ve  hukuk adına, devlet adamlığı adına,  utanç verici bir girişimdir. 

Hem de sıkıyönetim gibi, Devlet Güvenlik Mahkemeleri gibi,  olağanüstü mahkemelerde savcı ve hakimlik yapmış,  elli bir yıllık bir hukukçu olarak,  şahsım ve sizler adına utanıyorum. 

Yargıtay’ın ve bazı Yargıtay üyelerinin;  suçsuz olduklarını bildikleri amiraller hakkında, peşinen suçlu olduklarına yönelik görüş bildirerek ihsası reyde bulunmalarının ise, hukuken ve insanlık adına izahını bulamıyor ve onlar adına,  utancımdan yerin dibine giriyor ve  Türk Halkından özür diliyorum.  

Güner Yiğitbaşı

09/04/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Bağırta Bağırta Kanırta Kanırta
AKP'li kadın politikacıların genlerine,  erkek geni karışmış olmalı. 

Meclisteki bazı AKP'li kadın milletvekillerinin konuşmalarını dinlediğinizde, içerdiği ve bir kadının ağzına ve kadının zarafetine yakışmayan sözleri duyduğunuzda,  konuşmacının yüzlerini görmeseniz ve ses tonlarından kadın olduklarını anlamasanız, sanki AKP'li bir erkek milletvekili konuşma yapıyor zannederseniz. 

AKP Mersin Milletvekili Zeynep Gül Yılmaz,  ‘Güvenlik soruşturması‘ tasarısı görüşmelerinde, Mecliste yaptığı konuşmasında;  “Bağırta bağırta Akdeniz Belediyesi’ni aldık,  kanırta kanırta da Büyükşehri alacağız” demiş. 

Bağırta bağırta ve kanırta kanırta. 

Bir erkek olarak;  bu sözleri meclisteki milletvekili topluluğuna söylemek bir yana, bu sözleri burada yazmaktan utanıyorum. 

Ne demek? bağırta bağırta, kanırta kanırta. 

Belden aşağı,  bir tecavüz sahnesi görüntüsünün,  radyodan naklen yayını gibi bir şey. 

Bizim gençliğimizde, daha doğrusu gençliğe geçiş dönemimizde,  karakter oyuncusu, kötü adam rollerine çıkan  rahmetli Hüseyin BARADAN ve Ahmet Tarık TEKÇE vardı, ikisine de buradan Allahtan rahmet diliyorum. 

Türk sinemasının çok ünlü bu kötü adamları; senaryo gereği, göz koydukları filmin güzel başrol oyuncusu genç kızları, samanlıkta veya tenha bir yerde, örneğin;  dere kenarında çamaşır yıkarken veya eteklerini biraz sıyırarak ayaklarını dereye soktukları bir anda, aniden ortaya çıkarak yakalarlar ve genç kızı bağırta bağırta yere yatırarak, pantolon kemerlerini çıkarıp üzerine abanırlar ve kanırta kanırta da ırzına geçerlerdi veya ırzına  geçmek üzereyken,  filmin jönü hemen yetişir ve kötü adamın kanırta kanırta giriştiği eyleme,  anında engel olurdu ve bizim tecavüzcüler bir güzel dayak yedikten sonra kaçmak zorunda kalırlardı, bu sahneden sinirleri iyice gerilen seyirci de,  rahat bir nefes alarak, sevinçten salonda bir alkış tufanı başlardı. 

AKP Mersin Milletvekili Zeynep Gül Yılmaz'ın;  “Bağırta bağırta Akdeniz Belediyesi’ni aldık,  kanırta kanırta da Büyükşehri alacağız” sözlerini işitince; delikanlılık yıllarıma gittim ve kendimi,  delikanlılık yıllarımdaki bir sinema salonunda,  bir tecavüz sahnesini izler gibi hissettim elimde olmayarak.  

Güner Yiğitbaşı

08/04/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Kanal İstanbul Montrö'yü Delemez Tartışılır Hale Getirir Sadece
Bakıyoruz, aklı başında bazı kişilerin dahi, Kanal İstanbul'un  Montrö Sözleşmesini deleceğini, bu amaçla yapılmak istendiğini, ciddi ciddi savunduklarını görüyoruz. 

Hayır efendim. Kanal İstanbul, kesinlikle, Montrö Sözleşmesini asla delemez, sadece ülkemiz aleyhine tartışılır hale getirir. 

Kimse, Amerika veya bir başka devlet istedi, onun hatırını hoş etmek ve bazı tavizler elde etmek amacıyla, Montre Sözleşmesini delmek için bu kanalı açıyorum diyemez ve böyle düşünemez. Derse,  ileride yanıldığını görür ve bunun bedelini çok ağır öder, hem kendisi ve hem de ülkesi, yani Türkiye’miz. 

Montre Sözleşmesi; evet, boğazlar üzerindeki egemenliğimizi sağlaması yönünden,  bizim Marmara Denizi ve boğazlar üzerindeki tapu senedimiz ise de; Montrö Sözleşmesinin hükümlerini bir kül olarak değerlendirdiğimizde; bu sözleşme,  sadece bize değil, en başta Rusya olmak üzere, Karadeniz’de kıyısı olan ülkelere de önemli güvenceler sağlamakta, Karadeniz’i bir huzur denizi haline getirmekte, Karadeniz’de kıyısı olmayan en başta ABD olmak zere süper güçlerin,  bu denizde tepişmelerini ve bölgenin güvenliğini yok etmelerini engelleme amacı gütmekte,  Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelere,  boğazlardan geçiş ve Karadeniz’de demirleyerek hakimiyet kurma, güç ve gövde gösterisi yapma yönünden,  çok önemli sınırlamalar getirmektedir. 

Başka bir anlatımla, Montrö Sözleşmesi, ülke olarak bizim güvenliğimizi sağlamanın yanı sıra,  Karadeniz’e ve Karadeniz’de kıyısı olan ülkelere de güvence sağlamaktadır. 

Montrö Sözleşmesini, Karadeniz’den ve Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerden bağımsız değerlendiremezsiniz. 

Bu nedenle; ben bir kanal açarım,  Marmara Denizini bu kanal ile Karadeniz’e bağlarım, dolayısıyla, İstanbul Boğazından geçmeden, bu kanal yolu  ile örneğin Amerikan savaş gemilerini Karadeniz’e geçiririm, sözleşme ile  Amerika ve sair Karadeniz’de kıyısı olmayan ülkelerin  savaş gemileri için, geminin tonajı, türü ve kalma süresi itibariyle getirilen sınırı ortadan kaldırmış olurum,  diyemezsiniz. 

Zira; Montrö Boğazlar Sözleşmesi, sadece Marmara’dan Karadeniz’e geçişi sağlayan İstanbul Boğazını değil, Marmara’nın girişindeki Çanakkale Boğazını da kapsamaktadır. 

Marmara’ya ulaşabilmek ve sonrasında kanaldan giriş ve geçiş yapabilmek için, Çanakkale Boğazından geçmek zorundasınız ve Çanakkale Boğazına girdiğiniz andan itibaren,  Montrö Sözleşmesinin hükümleri işlemeye başlar ve bu geçiş; Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve İstanbul Boğazı ile bir bütündür. Bu bütünlüğü asla bozamasınız, Kanal İstanbul ile bölemezsiniz bu bütünlüğü. 

Çanakkale Boğazına girdiğiniz andan itibaren, Marmara'ya ulaştığınızda, İstanbul Boğazını kullanmayıp, Kanal İstanbul'u kullanarak Karadeniz’e girseniz dahi, Karadeniz’e kıyısı olmayan bir ülke iseniz, aynı zamanda Karadeniz’in güvenliğini de  sağlamayı amaçlayan Montrö'nün sınırlayıcı hükümlerine tabi olmaya devam edersiniz. 

Bir örnek vermek gerekirse; nasıl, izinsiz olarak bir insanın konutuna girmek, ceza yaptırımı içeren konut dokunulmazlığını ihlal suçunu oluşturuyorsa, isterseniz konutun kapısından giriniz, isterseniz bacadan, isterseniz duvarda bir delik açarak giriniz, sonuç değişmez, eve girdiğinizde konut dokunulmazlığını ihlal suçunu işlemiş olursunuz ve bu suçun  yaptırımından kurtulamazsınız. 

İşte bunun gibi, Montrö Sözleşmesi ile bir iç deniz olan ve bu nedenle güvenliği diğer denizlere göre daha önem arz eden Karadeniz’i ve onun kıyıdaşı devletlerin güvenliğini de güvence altına alan Montrö Sözleşmesini, Kanal İstanbul'u açarak ve arkadan dolanarak asla delemezsiniz. Bunu yaptığınızda Uluslar arası bir hır çıkarmış olursunuz ve bunun olası ağır sonuçlarına katlanırsınız. 

Buna,  en başta Rusya ve onun lideri dostum Putin kesinlikle karşı çıkar. 

Siz bakmayın,  Putin'in dostluk gösterisine, suskunluğuna, sakın aldanmayın, o kaçın kur'ası, siz onunla aşık atamazsınız devlet adamlığında ve kurnazlıkta. O,  futbol sahalarından değil,  KGB ajanlığı ve Komünist Partisinden yetişip gelen gerçek bir devlet adamı. 

Biz aslında, iktidarın Montröyü delmekten ziyade, rant ve betondan para kazanmak ve kazandırmak amacıyla bu Kanalı açmak istediğini çok iyi biliyoruz ama, yine de uyarmak istiyoruz. 

Montrö Sözleşmesini delmese bile, bu kanalın açılması istismara çok müsait olup; emperyal güçler, bunu fırsat bilip Montröyü tartışmaya açtırabilirler, Dimyata pirince giderken,  evdeki bulgurdan olmayalım sonra, ateşle oynadığınızın farkına varın lütfen. 

Kanal İstanbul, diyelim ki; Montröyü deldi ve ABD savaş gemileri sınırsız olarak Karadeniz’e doluştu, bunun riskini düşünebiliyor musunuz, olası bir çatışmada ülkemizin göreceği zararı düşünebiliyor musunuz?

Montrö'nün daha iyisini bulursak, Montröyü değiştiririz bunda ne var? Diyenlere;  içimiz sızlayarak ve üzülerek buradan soruyoruz, T. C. nin;  saygınlığını, ordusunun gücünü, caydırıcılığını, ekonomik gücünü ve bağımsızlığını mı bıraktınız da, Montrönün daha iyisini yapacaksınız. ATATÜRK bile bunu yapabildi ancak, kaldı ki; ülkemize zarar verer hiçbir yanı da olmayan mükemmel bir sözleşme. Sizler, yeter ki; muhafaza etmesini ve haddinizi biliniz, Montröyü kendi ellerinizle tartışmaya açtırmayınız

Rusya’nın bir uçağını düşürdük,  bedeli çok ağır oldu, ilişkileri düzeltebilmek, domates satabilmek için olmadık tavizleri vermek zorunda kaldık, kullanmayacağımızı çok iyi bilmemize rağmen,  milyarlarca dolar ödeyerek S-400 kazığını yedik ve bir türlü bu kazığı çıkaramıyor ve debelenip duruyoruz. 

Aklınızı başınıza toplayınız.  

Güner Yiğitbaşı

07/04/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Ders Alması Gerekenlerin Ders Verdikleri Bir Ülkede Yaşıyoruz
104 Emekli amiral tarafından imzalanarak kamuoyuna açıklanan bildiride; gerek Kanal İstanbul ve gerek Uluslararası Antlaşmaların iptali yetkisi kapsamında Montrö Sözleşmesi’nin tartışmaya açılmasından duyulan endişe dile getirilmiş,  Montrö anlaşmasının;  sadece Türk Boğazlarından geçişi düzenleyen bir sözleşme olmadığı,  Türkiye’ye İstanbul,  Çanakkale,  Marmara Denizi ve Boğazlardaki tam egemenlik haklarını geri kazandıran,  Lozan Barış Antlaşmasını tamamlayan büyük bir diplomasi zaferi olduğu,  Montrö’nün,  Karadeniz’e kıyıdaş ülkelerin güvenliğinin temel belgesi ve Karadeniz’i barış denizi yapan,  Türkiye’nin herhangi bir savaşta,  savaşan taraflardan birinin yanında istemeden savaşa girmesini önleyen,   Türkiye’nin II.  Dünya Savaşında tarafsızlığını korumasına imkân tanıyan bir sözleşme olduğu, bu nedenlerle,  Türkiye’nin bekasında önemli bir yer tutan Montrö Sözleşmesinin tartışma konusu yapılmasına/masaya gelmesine neden olabilecek her türlü söylem ve eylemden kaçınılmasının gerektiği, kanaat olarak açıklanmıştır.  

Bu doğrulara,  aklı başında olan  kim karşı çıkabilir?

Sonrasında;  diğer taraftan diyerek başlayarak, ülkemizin laik ve demokratik anayasal düzenine musallat olan cemaat ve tarikat tehlikesine dikkat çekilmiş, basında ve sosyal medyada yer alan bazı görüntüler haber ve tartışmalar üzerinden,  son yıllarda TSK ve Deniz Kuvvetlerinin çok bilinçli bir FETÖ saldırısına uğradığı,  çok değerli kadroların bu hain kumpaslara kurban verildiği, bu kumpaslardan çıkarılacak önemli bir desin olduğu, bu dersinde, TSK’nin,  anayasanın değişmez,  değiştirilmesi teklif edilemez temel değerlerini titizlikle sürdürmesinin zarureti dile getirilmiştir. 

Daha sonra da; bu gerekçelerle,  TSK ve Deniz Kuvvetlerimizi, anayasanın  bu değerlerinin dışına çıkmış,  Atatürk'ün çizdiği çağdaş rotadan uzaklaşmış gösterme çabalarının kınandığı ve bu çabalara  karşı çıkıldığı açıklanmış,  devamla,  TSK’nin,  anayasanın değişmez,  değiştirilmesi teklif edilemez temel değerlerini titizlikle sürdürmezse,  Türkiye Cumhuriyeti,  tarihte örnekleri olan,  bunalımlı ve bekası için en tehlikeli olayları yeniden yaşama risk ve tehdidi ile karşılaşabileceği,  dile getirilmiştir.  

Bu bildirinin neresinde darbe girişimi ve çağrısı vardır? Bir hukukçu olarak, bunu anlamak mümkün değildir. 

Bu bildiride;  uğranılan FETÖ kumpas davaları ve saldırısı ile TSK ve Deniz Kuvvetlerinin verdiği kayıplar ve 15. Temmuz FETÖ darbe girişimi dile getirilerek, sarıklı ve cüppeli muvazzaf amiral de ima edilerek, silahlı kuvvetlerde bundan sonra da FETÖ benzeri cemaat ve tarikatların yuvalanarak, silahlı kuvvetlere hakim olduktan sonra,  FETÖ benzeri yeni darbe girişimleriyle yüz yüze gelme riskine dikkat çekilmiştir. 

Darbe çağrısı yapıldığı iddia edilen bildiriye imza koyan amirallerin çoğu FETÖ kumpas davalarının sanığı olarak yargılanmışlar ve FETÖ silahlı terör örgütünün hedefi ve mağduru olmuşlardır, FETÖ saldırı ve kumpasını yaşayarak bu endişelerini dile getirmişlerdir. Hain FETÖ darbesini de, nihai olarak, sivil halkın desteği değil, Türk Silahlı Kuvvetlerinin;  anayasanın değerlerine,  laik demokrasiye saygılı gerçek mensupları önlemişlerdir. 

İş başındaki siyasal iktidar; anti laik, demokrasi düşmanı cemaatler konusunda,  FETÖ deneyimimiz nedeniyle,  sabıkalıdır ve FETÖ'nün 15. Temmuz darbe girişiminden hala ders almadığı, cüppeli ve sarıklı cemaat mensubu amirale gösterilen toleranstan açıkça anlaşılmaktadır. 

Bu bildiriyi imzalayarak  yayınlayan emekli amirallerin uyarısından ders çıkaracak olanların, bu bildiriden darbe çağrısı çıkarmaları, TSK. ne sızan silahlı terör örgütü FETÖ'nün  darbe girişiminden hala ders almadıklarını göstermektedir. 

Anayasal düzeni değiştirme girişiminde bulundukları iddia edilen ve bu suçlama ile gözaltına alınan emekli amiraller ‘in bildirisinde,  anayasanın demokratik ve laik temel ilkelerine bir saldırı ve eleştiri yoktur. Bilakis,  anayasanın ve anayasal düzenin temel ilkeleri olan  bu laik ve demokratik değerlerin korunmasının önemi, orduya sızan cemaatler tarafından bu değerlere yapılması olası saldırılar, tehlikeler ve  riskler vurgulanmaktadır. 

Bildirinin; amacına  ve içeriğine bakmadan, yayınladığı saate bakarak, bu bildiri ile darbe amaçlandığını iddia etmek ve bu bildiride imzası bulunan; çeşitli platformlarda görüş ve düşünce  açıklayarak halkımızı aydınlatan, aktif olan laik ve demokrat on beş civarındaki emekli amirali,  104 imzacı arasından cımbızlayarak gözaltına alıp ifadeye çağırmak, büyük bir haksızlıktır.  

Güner Yiğitbaşı

06/04/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

RIFAT SERDAROĞLU’NUN  103 AMİRAL BİLDİRİSİNE TEPKİ GÖSTERENLERE DUYURUSU

Montro Sözleşmesi Söylemine İki Bildiri
Daha önce TL 1’deki bir programda Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan hakkında şu sert ifadeleri kullanan ve tepki alan eski Bakan Rıfat Serdaroğlu şunları söylemişti: “Sen şah değilsin, padişah değilsin, sultan değilsin. Aklını başına al kardeşim. Hiçbir dikta heveslisi insan hiçbir tek adam yatağında ölmemiştir". Yine Rıfat Serdaroğlu aşağıdaki bildiriyi video olarak yayınlamıştı. Biz de bu konuşmayı videodan çözerek okuyucuya sunmak istedik. Bildirisi şöyledir:

Aziz Türk Milleti

Bir ülkede darbeyle yönetimi ele geçirenler, aynı yola gitmekten çok korkarlar. Darbeciler bilirler ki darbe önce kendi çocuklarını yer. Darbecilerin tekrar bir darbe ile deviren yeni darbeciler eskilerden kimseyi sağ bırakmazlar. Demokrasinin nimetlerinden yararlanıp iktidarı hile ele geçiren İhvancılar da demokrasiyi ve özgürlükleri boğmaya çalışırlar. İktidarlarını sürdürmenin tek yolu ise korku iklimi yaratıp insanları korkutup ezmekten geçer. 

Bu ülkeye ömür boyu hizmet etmiş, Türk milletinin geçmiş dünyayı tanıyan aydın lisan bilen emekli amirallerini demokrasiye bağlılıklarından muvazzaf iken hiç konuşmadılar. Emekli olduktan sonra AK dos iktidarının Montrö Sözleşmesine kaldırma girişimlerine karşı “yapamazsınız Montrö bu ülkenin en önemli diplomasi zaferi ve egemenliğimizin kanıtıdır” diye kamuoyunu bilgilendirdiler.

Sen misin konuşan, emekli amirallerin ne darbecilikleri ne vesayetçilikleri kaldı. “Montrö kaldırabilir” diyen sonra sözünden dönen Meclis Başkanı ve Sarayın dörder maaşlı memurları, amiraller üzerinden herkese ayar vermeye kalktılar. Ayar öyle verilmez, hele bir dinleyin de görün.

Ayasofya İmamının kendisini hiç ilgilendirmediği konularda konuştuğu yerde, değil amiraller, Türk ordusunun erleri bile konuşur. Cübbeli gibi seccademize musallat olan şeytanların görüş bildirdiği yerde Atatürkçü, vatansever, herkesin konuşma ve eleştirme hakları vardır. Hırsızların devletin tepesine yerleştiği tarihin en büyük soygunlarının iktidar eliyle yapıldığı yerde başta kadınlar, gençler olmak üzere sorumluluk sahibi tüm Türk vatandaşları konuşur. Konuşmamızı kimse engelleyemez, bunu kimsenin gücü yetmez. Amiraller hakkında resen soruşturma başlatan Başsavcı, görev yaptığınız yerde hazinemiz soyuluyor, laiklik çiğneniyor, Anayasa paspas yapılıyor, hırsızlar büyükkent (anlaşılamadı) yapılıyor. İktidar çocukları kokain partisi veriyor. Bunları görmediniz de emekli amiraller ülkemizin hayrına açıklama yapınca mı görevinizi hatırladınız. Biz Türk milletiyiz, vatanseverleriz, Atatürk’ün askerleriyiz. Bizi kimse susturamaz. Hele YIMPAŞçılar, pergolociler, Barzani sazcıları, rüşvetçiler asla susturamaz.

Ey AKdos iktidarı ve destekçileri sizi demokratik usullerle sandıkta yeneceğiz ve bağımsız Türk yargısına teslim edeceğiz, korkun bizden korkun.

Rıfat Serdaroğlu (Eski Sağlık Bakanlarından)



126 emekli Büyük Elçimizin Kanal İstanbul için kaleme alıp imzaladığı basın duyurusu;

Kamuoyuna duyuru


AKP-RTE iktidarının, Karadeniz’e sınırsız geçişle Karadeniz’e çıkmak isteyen ABD ile yatırım rant peşinde olan Katar ile kafakola vererek, Montro Sözleşmesini dışlayıp Kanal İstanbul yapma inatları TC ni ne gibi tehlikelere sokacağını belirten, tecrübeli büyükelçilerimizin görüşlerini belirten bildirilerini aşağıya alıyoruz. Tüm bunlara karşın, ne olacağı belirsiz bu kanalın Türkiye’yi nasıl bir hayati sıkıntıya sokacağını tecrübeli hariciyecilerimiz belirtmektedir. Daha önce 126 emekli büyükelçilerin aynı doğrultuda yayınladıkları bildiriye bir şey demeyen iktidar, ordu mensubu emekli amirallerin aynı amaçlı bildirilerine neden kızdıklarını düşündükçe, iktidarın, laik düşünceli Atatürkçü aydın amirallere hiç de iyi niyetli olmadıklarını görmekteyiz. İktidarın burada da ayırımcı bir tavır içinde oldukları, ordu mensuplarına önyargılı olduğu apaçık görülüyor. Bu iki bildiriyi de buraya alıyoruz. Cevat Kulaksız.


Kanal İstanbul, Montrö Sözleşmesi’ni tartışmaya açacaktır. Atatürk Türkiye’sinin, Lozan Antlaşması’ndan sonra en büyük diplomasi başarısı olan Montrö Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması ise Türkiye’nin İstanbul-Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi üzerindeki mutlak egemenliğinin kaybedilmesine yol açar.  

Montrö, Türkiye Cumhuriyeti’nin, ülkenin askerden arındırılmış, uluslararası yönetime ve denetime bırakılmış son parçası üzerinde mutlak egemenliğini tescil eden belgedir.

Montrö, Boğazlar üzerinde yüzyıllar süren ve Osmanlı Devleti’nin ortadan kalkmasına varan tarihi sürecin tekrarlanmasını önleyecek dayanağımız, kozumuzdur.

Montrö, Türkiye’nin herhangi bir savaşta, savaşan taraflardan birinin yanında istemeden savaşa girmesini önleyen bir sözleşmedir.

Montrö, Rusya’nın da güvenliğinin temel bir belgesidir. Rusya, 1936’nın koşullarında, zamanın Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa ve Dünya siyasetindeki konumu, ağırlığı ve güvenilirliği nedeniyle güvenliğini Türkiye’nin ihtiyacına ve kararına bırakabilmiştir. Ancak, Sözleşme’nin imzasını takiben, Boğazlarda daha fazla söz sahibi olabilmek için Türkiye’yi ikili bir yardımlaşma anlaşması yapmaya zorlamak istemiştir. Atatürk, İnönü ve T. Rüştü Aras, Montrö varken başka anlaşmaya gerek olmadığı ve Montrö’yü tartışmaya açmanın, Türkiye’ye kazandıklarını kaybettireceği düşüncesi ile bunu kabul etmemişlerdir. Rusya Boğazlar üzerindeki iddia ve beklentilerinden bugün de vazgeçmemiştir.

Montrö Sözleşmesi’ne taraf olmayan ve Sözleşme’yi Karadeniz’e dilediği gibi çıkmasının önünde engel olarak gören müttefikimiz ABD, yıllardır Montrö’yü ortadan kaldırmaya veya kendisinin de taraf olacağı yeni bir sözleşme yapılmasını sağlamaya çalışmaktadır. Kanal İstanbul ve ÇED Raporu’nda sözü edilen Çanakkale Kanalı, ABD’nin Montrö’yü tartışmaya açmak amacına hizmet edecektir.

Montrö Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması, Türkiye’ye bütün bu kazanımlarını kaybettirebilecek yaşamsal bir egemenlik ve güvenlik, kısacası gerçek bir beka sorununa yol açacaktır. Türkiye Cumhuriyeti üzerinde çeşitli emelleri olan devletlerin çıkarına hizmet edecek olan Kanal İstanbul’dan vazgeçilmelidir.

Kamuoyuna saygıyla duyururuz.


DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI EMEKLİ MİSYON ŞEFLERİ 30 Ocak 2020

---------------------------------

MONTREUX DUYURUSU’NA KATILAN DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI EMEKLİ MİSYON ŞEFLERİ

 1. BE Ömer ERSUN

 2. BE. Süha UMAR

 3. Başkonsolos Engin ANSAY

 4. BE Yalım ERALP

 5. BE Ergün PELİT

 6. BE Önder ÖZAR

 7. BE Oya TUZCUOĞLU

 8.  BE Selçuk İNCESU

 9. BE Yusuf BULUÇ

10.  BE Umur APAYDIN

11.  BE Tuluy TANÇ

12. BE Çınar ALDEMİR

13. BE Halil AKINCI

14. BE Aydan KARAHAN

15. BE Ali YAKITAL

16. BE Varol ÖZKOÇAK

17. BE Duray POLAT

18. BE Sina BAYDUR

19. BE Erhan ÖĞÜT

20. BE Pulat TACAR

21. BE Ümit PAMİR


22. BE Murat BİLHAN

23. BE Barlas ÖZENER

24. BE Mengü BÜYÜKDAVRAS

25. BE Ahmet BANGUOĞLU

26. BE Murat SUNGAR

27. BE Dicle KOPUZ

28. BE Sevinç DALYANOĞLU

29. BE Ömür ORHUN

30. BE Osman KORUTÜRK

31. BE Sencar ÖZSOY

32. BE Oktay AKSOY

33. BE Engin TÜRKER

34. BE Mustafa AKŞİN

35. BE Mehmet GÖRKAY

36. Başkonsolos Betin YİĞİT

37. BE Senbir TÜMAY

38. BE Nuri YILDIRIM

39. BE Feryal ÇOTUR

40. BE Numan HAZAR

41. BE Rıza TÜRMEN

42. BE Ali Hikmet ALP

43. BE Sumru NOYAN

44. BE Süha NOYAN

45. BE Mümin ALANAT

46. BE Turan MORALI

47. BE Ali Nazım BELGER

48. BE Celalettin KART

49. BE Ali ARSIN

50. BE Selahattin ALPAR

51. BE Ateş BALKAN

52. BE Faruk LOĞOĞLU

53. BE Oğuz ÖZGE

54. BE Teoman SÜRENKÖK

55. BE Sönmez KÖKSAL

56. BE A. Ferit ÜLKER

57. BE Nazmi AKIMAN

58. BE Kurtuluş TAŞKENT

59. BE Ertuğrul KUMCUOĞLU

60. BE Namık TAN

61. BE Tahsin BURCUOĞLU

62. BE Uğur ARINER

63. BE İzzet ZİNCİR

64. BE Nurettin KARAKÖYLÜ

65. BE Orhan AKA

66. BE Volkan VURAL

67. Başkonsolos Beyza ÜNTUNA

68. BE Tugay ULUÇEVİK

69. BE Fatih CEYLAN

70. Başkonsolos Erol ETÇİOĞLU

71. BE Akın ALPTUNA

72. BE Altan GÜVEN


73. BE Filiz DİNÇMEN

74. BE Üstün DİNÇMEN

75. BE Selim KARAOSMANOĞLU

76. BE Uluç ÖZÜLKER

77. BE Ömer ALTUĞ

78. BE Mehmet Ali İRTEMÇELİK

79. BE Ahmet ARDA  

80. Başkonsolos Alev SELAMOĞLU

81. BE Kaya TÜRKMEN

82. BE Doğan AKDUR

83. BE Kadir Hidayet ERİŞ

84. BE Osman ULUKAN

85. BE Koray TAYGAY

86. BE Taner BAYTOK

87. BE Güner ÖZTEK

88. BE Şule SOYSAL

89. BE Veka İNAL

90. BE Naci SARIBAŞ

91. BE Temel İSKİT

92. BE Bilge CANKOREL

93. BE Adnan BAŞAĞA

94. BE Gün GÜR

95. BE Onur ÖYMEN

96. BE Ferhat ATAMAN

97. BE Şükrü ELEKDAĞ

98. BE Ercüment Ahmet ENÇ

99. BE Naci AKINCI

100. BE Kemal GÜR

101. BE Ünal MARAŞLI

102. Başkonsolos Ayşe Esen ÖĞÜT

103. Başkonsolos Gönül DALYANOĞLU

104. BE Vefahan OCAK

105. BE Ünal ÜNSAL

106. BE Bahattin GÜRSÖZ

107. Direktör (BM) Üner KIRDAR

108. BE Tomur BAYER

109. BE Erdoğan AYTUN

110. BE Erdinç ERDÜN

111. BE Nazım DUMLU

112. BE Uğur ERGUN

113. BE Haluk ILICAK

114. BE A. Hakan OKÇAL

115. BE Erdoğan İŞCAN

116. BE Erhan YİĞİTBAŞIOĞLU

117. be Önder ALAYBEYİ

118. BE İlhan YİĞİTBAŞIOĞLU

119. BE Kenan TEPEDELEN


120. BE Mithat RENDE

121. BE Burhan ANT

122. BE Erkan GEZER

123. BE Hüseyin PAZARCI

124. BE Şakir FAKILI

125. BE Hüseyin ÇELEM

126. BE Özdem SANBERK


Emekli Amiraller De Bu Ülkenin Vatandaşlarıdır

Emekli 103 amiral ‘in; yayınladıkları bir biliriyle, Montrö Sözleşmesinin tartışmaya açılmasına ve bir cemaat tekkesine resmi kıyafetiyle ve makam aracıyla giderek,  resmi kıyafetinin üzerine cüppe giyip, başına sarık takarak namaza duran muvazzaf bir amirale yönelik eleştirel  düşüncelerini ve endişelerini bildirmeleri,  problem oldu bu ülkede. 

Anayasaya  göre düşünce ve düşüncelerini açıklama özgürlüklerini kullanan, emekli,  silahsız ve üniformasız, tamamen sivil vatandaş konumuna gelen amirallere yönelik, darbe çağrışımı yaptıklarına dair suçlama;  haksız ve hukuksuz bir suçlama olup, ATATÜRK'ün kurduğu Cumhuriyetin değerlerine de aykırıdır. 

Ankara C. Başsavcılığının; durumdan vazife çıkararak, bildiri yayınlayan emekli amiraller hakkında resen soruşturma açması, özgürlüklerimiz açısında endişe vericidir. 

104 emekli amiralin yayınladığı bildiriye yönelik olarak, eski genelkurmay başkanının başında bakan olarak bulunduğu Milli Savunma Bakanlığı,  acele bir açıklama yaparak, ”bağımsız Türk Yargısının gereğini yapacağına inanıyoruz”deme gafletinde bulunarak, suçsuz emekli amiralleri yargıya hedef göstererek,  yargısız infazda bulunması,  anlaşılır gibi değildir.  

Görevdeki bir amiralin;  bir cemaatin tekkesine resmi elbisesi ve makam aracıyla giderek,  üniformasının üzerine cüppe giyerek,  başına sarık takıp namaza durmasına karşı,  sadece inceleme başlatıldığını açıklayan, bir soruşturma dahi açtırmayan Milli Savunma Bakanı'nın; anayasal haklarını kullanarak düşüncelerini açıklayan,  açıklamalarında en ufak bir suç unsuru ve darbe iması içermeyen 103 emekli amirali, yargıya hedef göstererek, ”bağımsız Türk yargısının, emekli amiraller hakkında gereğini yapacağına inanıyoruz” demesi, bir cemaatin tekkesinde namaza duran sarıklı ve cüppeli görevdeki amiralin bu davranışına onay vermek, bunu eleştiren 103 emekli amirali ise,  bu laik reflekslerinden dolayı haksız bir şekilde suçlamak anlamına gelmektedir. 

103 emekli amiral, diğer sivil vatandaşlarımızdan farklı bir konumda değildir, düşünce ve düşüncelerini açıklamaları bir vatandaş olarak onların da anayasal haklarıdır. 

Bildiri yayınlayarak montrö sözleşmesinin tartışmaya açılmasına ve laiklik karşıtı davranışlar sergileyerek TSK İç Hizmet Kanununa aykırı tutum sergileyen muvazzaf bir amirale yönelik endişelerini bildiren emekli amirallerin suç içermeyen bu bildirilerine yönelik olarak, bir bardak suda fırtına çıkarmanın,  hiç kimseye ve ülkemize hiçbir yararı bulunmamaktadır. 

Özellikle,  Millet İttifakının unsurları olan muhalefet partilerinin,  bu bildiriye yönelik demeç ve değerlendirmelerinde çok dikkatli olmaları ve bu bildiriyi yayınlayan emekli 103 amirali darbe çığırtkanlığı yapmakla suçlayan siyasal iktidarın ekmeğine yağ sürecek ve Millet İttifakını çatlatarak, tek adam rejiminin beş yıl daha iktidarda kalmasına yol açabilecek tutum sergilememeleri, ülkemizin  ve demokrasimizin  geleceği açısından,  hayati önem içermektedir. 

103 emekli amiralin bildirisinde,  asla darbe iması ve darbe çağrısı yoktur. 

Bize göre, darbe;  sadece,  silahlı kuvvetler tarafından yapılmaz, postallı darbeden daha sinsi ve tehlikeli olanı,  rugan ayakkabılı sivil darbe olup,  sorgulanması ve tartışılması gereken husus;  rugan ayakkabılı,   sivil bir darbenin ülkemizde iş başında olup olmadığıdır. 

Yürürlükteki Türk Ceza Yasasının,  darbelerden  koruduğu ve yasal güvenceye aldığı rejimler; yürürlükteki anayasa ve yasaların harfiyen uygulandığı,  anayasaya ve hukuka saygılı ve meşruluğunu koruyan yönetimlerdir. 

Bugün ülkemizde; TSK ve sivil emniyet güçleri, milli istihbarat ve Türk Milli Savunma Bakanlığı, iş başındaki iktidarın mutlak kontrolü ve gözetimi altında olup, iş başındaki iktidara yönelik en küçük bir darbe riski bulunmamaktadır. 

Günümüz koşullarında darbe riskine maruz olan,  Laik ve demokratik ATATÜRK Cumhuriyeti ve Türk demokrasisidir. 

Bu nedenle; meşruluğunu koruyan, anayasaya ve yasalara saygılı olduklarına inanan,  bundan emin olan ve kendisine güvenen yönetimlerin; sivilleşen ve hiçbir güç ve etkinlikleri kalmayan 103 emekli amiralin yayınladıkları, düşünce açıklamaktan ibaret bildiriden dolayı,  darbe korkusuna ve vehmine kapılmalarına gerek yoktur.  

Güner Yiğitbaşı

05/04/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget