Mart 2021
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

AKP-RTE iktidarının, Karadeniz’e sınırsız geçişle Karadeniz’e çıkmak isteyen ABD ile yatırım rant peşinde olan Katar ile kafakola vererek, Montro Sözleşmesini dışlayıp Kanal İstanbul yapma inatları TC ni ne gibi tehlikelere sokacağını belirten, tecrübeli büyükelçilerimizin görüşlerini belirten bildirilerini aşağıya alıyoruz. Tüm bunlara karşın, ne olacağı belirsiz bu kanalın Türkiye’yi nasıl bir hayati sıkıntıya sokacağını tecrübeli hariciyecilerimiz belirtmektedir. Biz de bu bildiriyi kamuoyuna bildirmek için aşağıya alıyoruz. Cevat Kulaksız.


126 emekli Büyük Elçimizin Kanal İstanbul için kaleme alıp imzaladığı basın duyurusu
Kanal İstanbul, Montrö Sözleşmesi’ni tartışmaya açacaktır. Atatürk Türkiye’sinin, Lozan Antlaşması’ndan sonra en büyük diplomasi başarısı olan Montrö Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması ise Türkiye’nin İstanbul-Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi üzerindeki mutlak egemenliğinin kaybedilmesine yol açar.  

Montrö, Türkiye Cumhuriyeti’nin, ülkenin askerden arındırılmış, uluslararası yönetime ve denetime bırakılmış son parçası üzerinde mutlak egemenliğini tescil eden belgedir.

Montrö, Boğazlar üzerinde yüzyıllar süren ve Osmanlı Devleti’nin ortadan kalkmasına varan tarihi sürecin tekrarlanmasını önleyecek dayanağımız, kozumuzdur.

Montrö, Türkiye’nin herhangi bir savaşta, savaşan taraflardan birinin yanında istemeden savaşa girmesini önleyen bir sözleşmedir.

Montrö, Rusya’nın da güvenliğinin temel bir belgesidir. Rusya, 1936’nın koşullarında, zamanın Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa ve Dünya siyasetindeki konumu, ağırlığı ve güvenilirliği nedeniyle güvenliğini Türkiye’nin ihtiyarına ve kararına bırakabilmiştir. Ancak, Sözleşme’nin imzasını takiben, Boğazlarda daha fazla söz sahibi olabilmek için Türkiye’yi ikili bir yardımlaşma anlaşması yapmaya zorlamak istemiştir. Atatürk, İnönü ve T. Rüştü Aras, Montrö varken başka anlaşmaya gerek olmadığı ve Montrö’yü tartışmaya açmanın, Türkiye’ye kazandıklarını kaybettireceği düşüncesi ile bunu kabul etmemişlerdir. Rusya Boğazlar üzerindeki iddia ve beklentilerinden bugün de vazgeçmemiştir.

Montrö Sözleşmesi’ne taraf olmayan ve Sözleşme’yi Karadeniz’e dilediği gibi çıkmasının önünde engel olarak gören müttefikimiz ABD, yıllardır Montrö’yü ortadan kaldırmaya veya kendisinin de taraf olacağı yeni bir sözleşme yapılmasını sağlamaya çalışmaktadır. Kanal İstanbul ve ÇED Raporu’nda sözü edilen Çanakkale Kanalı, ABD’nin Montrö’yü tartışmaya açmak amacına hizmet edecektir.

Montrö Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması, Türkiye’ye bütün bu kazanımlarını kaybettirebilecek yaşamsal bir egemenlik ve güvenlik, kısacası gerçek bir beka sorununa yol açacaktır. Türkiye Cumhuriyeti üzerinde çeşitli emelleri olan devletlerin çıkarına hizmet edecek olan Kanal İstanbul’dan vazgeçilmelidir.

Kamuoyuna saygıyla duyururuz.

DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI EMEKLİ MİSYON ŞEFLERİ 30 Ocak 2020

---------------------------------

MONTREUX DUYURUSU’NA KATILAN DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI EMEKLİ MİSYON ŞEFLERİ

1. BE Ömer ERSUN

2. BE. Süha UMAR

3. Başkonsolos Engin ANSAY

4. BE Yalım ERALP

5. BE Ergün PELİT

 6.  BE Önder ÖZAR

 7. BE Oya TUZCUOĞLU

 8.  BE Selçuk İNCESU

 9. BE Yusuf BULUÇ

10.  BE Umur APAYDIN

11.  BE Tuluy TANÇ

12. BE Çınar ALDEMİR

13. BE Halil AKINCI

14. BE Aydan KARAHAN

15. BE Ali YAKITAL

16. BE Varol ÖZKOÇAK

17. BE Duray POLAT

18. BE Sina BAYDUR

19. BE Erhan ÖĞÜT

20. BE Pulat TACAR

21. BE Ümit PAMİR


22. BE Murat BİLHAN

23. BE Barlas ÖZENER

24. BE Mengü BÜYÜKDAVRAS

25. BE Ahmet BANGUOĞLU

26. BE Murat SUNGAR

27. BE Dicle KOPUZ

28. BE Sevinç DALYANOĞLU

29. BE Ömür ORHUN

30. BE Osman KORUTÜRK

31. BE Sencar ÖZSOY

32. BE Oktay AKSOY

33. BE Engin TÜRKER

34. BE Mustafa AKŞİN

35. BE Mehmet GÖRKAY

36. Başkonsolos Betin YİĞİT

37. BE Senbir TÜMAY

38. BE Nuri YILDIRIM

39. BE Feryal ÇOTUR

40. BE Numan HAZAR

41. BE Rıza TÜRMEN

42. BE Ali Hikmet ALP

43. BE Sumru NOYAN

44. BE Süha NOYAN

45. BE Mümin ALANAT

46. BE Turan MORALI

47. BE Ali Nazım BELGER

48. BE Celalettin KART

49. BE Ali ARSIN

50. BE Selahattin ALPAR

51. BE Ateş BALKAN

52. BE Faruk LOĞOĞLU

53. BE Oğuz ÖZGE

54. BE Teoman SÜRENKÖK

55. BE Sönmez KÖKSAL

56. BE A. Ferit ÜLKER

57. BE Nazmi AKIMAN

58. BE Kurtuluş TAŞKENT

59. BE Ertuğrul KUMCUOĞLU

60. BE Namık TAN

61. BE Tahsin BURCUOĞLU

62. BE Uğur ARINER

63. BE İzzet ZİNCİR

64. BE Nurettin KARAKÖYLÜ

65. BE Orhan AKA

66. BE Volkan VURAL

67. Başkonsolos Beyza ÜNTUNA

68. BE Tugay ULUÇEVİK

69. BE Fatih CEYLAN

70. Başkonsolos Erol ETÇİOĞLU

71. BE Akın ALPTUNA

72. BE Altan GÜVEN


73. BE Filiz DİNÇMEN

74. BE Üstün DİNÇMEN

75. BE Selim KARAOSMANOĞLU

76. BE Uluç ÖZÜLKER

77. BE Ömer ALTUĞ

78. BE Mehmet Ali İRTEMÇELİK

79. BE Ahmet ARDA  

80. Başkonsolos Alev SELAMOĞLU

81. BE Kaya TÜRKMEN

82. BE Doğan AKDUR

83. BE Kadir Hidayet ERİŞ

84. BE Osman ULUKAN

85. BE Koray TAYGAY

86. BE Taner BAYTOK

87. BE Güner ÖZTEK

88. BE Şule SOYSAL

89. BE Veka İNAL

90. BE Naci SARIBAŞ

91. BE Temel İSKİT

92. BE Bilge CANKOREL

93. BE Adnan BAŞAĞA

94. BE Gün GÜR

95. BE Onur ÖYMEN

96. BE Ferhat ATAMAN

97. BE Şükrü ELEKDAĞ

98. BE Ercüment Ahmet ENÇ

99. BE Naci AKINCI

100. BE Kemal GÜR

101. BE Ünal MARAŞLI

102. Başkonsolos Ayşe Esen ÖĞÜT

103. Başkonsolos Gönül DALYANOĞLU

104. BE Vefahan OCAK

105. BE Ünal ÜNSAL

106. BE Bahattin GÜRSÖZ

107. Direktör (BM) Üner KIRDAR

108. BE Tomur BAYER

109. BE Erdoğan AYTUN

110. BE Erdinç ERDÜN

111. BE Nazım DUMLU

112. BE Uğur ERGUN

113. BE Haluk ILICAK

114. BE A. Hakan OKÇAL

115. BE Erdoğan İŞCAN

116. BE Erhan YİĞİTBAŞIOĞLU

117. be Önder ALAYBEYİ

118. BE İlhan YİĞİTBAŞIOĞLU

119. BE Kenan TEPEDELEN


120. BE Mithat RENDE

121. BE Burhan ANT

122. BE Erkan GEZER

123. BE Hüseyin PAZARCI

124. BE Şakir FAKILI

125. BE Hüseyin ÇELEM

126. BE Özdem SANBERK

Ak Yargı
Kastamonu ilinde AKP'li belediye başkanı döneminde, AKP'nin yarattığı sistemden yararlanarak, hak etmediği makamlara gelen ve bu makamların nüfuz ve yetkilerinden yararlanarak kısa sürede zenginleşen ve daha sonra AKP'nin Ankara’daki Genel Merkezine sıçrama yaparak,  burada büro elemanı olarak çalışmaya devam eden, AKP en üst düzey yöneticileriyle yakın ilişiler kurarak, onlarla yan yana fotoğraflar çektirip, burada da sistemden yararlanmaya devam edip, parasına para katan ve lüks içinde yaşamaya başlayan, hak etmediği bu parasal zenginlikle başı dönerek şımaran ve yeni arayışlara girerek,  Kokain gibi uyuşturucu madde kullanmaya başlayan  Kürşat AYVATOĞLU vakası,  sosyal medya sayesinde,  Türk kamuoyunun gündemine düşmüş ve ikinci bir Susurluk Vakası olarak,  tartışmaya açılmıştır. 

Olayın kahramanı AKP'nin yarattığı sistemim mahsulü Kürşat isimli bu AKP çalışanı şahıs;  önce, uyuşturucu kullanıcısı olduğu gerekçesiyle serbest bırakılmışsa da; daha sonra,  arkadaşlarının,  kendilerine de uyuşturucu temin etmekle suçlamaları üzerine,  ikinci kez gözaltına alınmış ve bugün tutuklanması istemiyle çıkarıldığı hakimlik tarafından,  tutuklanmamış ve hakkında adli kontrol tedbiri uygulanarak,  ev hapsine karar verilmiştir. 

Bu karar; ülkemizdeki alışık olduğumuz yaygın  uygulamalara ve anayasal bir hak olan toplantı ve gösteri yürüyüşü haklarını kullanan öğrencilerin dahi tutuklandıklarına bakıldığında, tam bir yargı skandalıdır. 

AKP'nin yarattığı ihale ve yolsuzluk bataklığında yetişen,  gelişip  serpilen,  Kokain kullanıcısı ve temincisi Kürşat AYVATOĞLU'nun tutuklanmayarak ev hapsine karar verilmesi, yargının;  AKP iktidarının vesayeti altında olduğunu göstermesi açısından ibret vericidir. 

AVATOĞLU'na yüklenen suç, sadece kokain kullanmaktan ibaret değildir,  arkadaşlarına da bu uyuşturucuyu temin ettiği yolunda çok ciddi iddia ve beyanlar  vardır. 

Bu itibarla, kendisi uyuşturucu madde satıcısı konumundadır. 

Hukukçu olmayanlar bilmezler, uyuşturucunun parayla satılması, ticaretinin yapılması ağır bir suç olduğu gibi, parasız olarak bir başkasına verilerek o kişiye temin edilmesi de,  satıcı pozisyonunda bir suçtur ve Türk Ceza Kanununun 188. maddesine göre, on yıldan aşağı olmamak üzere hapis cezasını gerektirmektedir. Olayımızda uyuşturucu madde olan kokain,  nitelikli uyuşturucular arasında sayıldığı için,  verilecek olan asgari on yıllık ceza,  yarı oranında da artırılacaktır. 

Bu duruma göre, tutuklanmayarak ev hapsi kararlaştırılan şüpheli Kürşat'a verilmesi muhtemel ceza,  on beş yıl olup, bu suç aynı zamanda Ceza Muhakemesi Kanunun 100. maddesinde sayılan ve katalog suçlar olarak anılan,  işlendiği hususunda kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı halinde,  tutuklama nedeni var sayılabilen suçlardandır. 

Ülkemizde; şüphelilerin birçoğu, üzerlerine atılan suçun katalog suçlardan olduğu gerekçesiyle,  kolayca tutuklanabilmektedirler. 

Şarkıcı Deniz SEKİ' de;  parayla satıcı, yani profesyonel satıcı olmadığı halde,  arkadaşlarına kullanmaları için parasız verdiği,  ikram ettiği uyuşturucular nedeniyle;  uyuşturucu temin eden,  başkanlarına veren sıfatıyla, satıcı pozisyonuna düşerek ağır cezaya çarpıtılmaktan kurtulamamıştır. 

İşte, bugün tutuklanmayarak ev hapsine gönderilen AKP'nin yarattığı bataklıktan zengin olan Kokain kullanıcısı ve başkalarına da vererek temin edici, başka anlatımla satıcı konumundaki kişi, on beş yıllık ceza tehdidine ve işlediği iddia edilen suçun, tutuklanmayı gerektiren katalog suçlardan olmasına rağmen AK Yargıya mensup bir yargıç tarafından tutuklanmamıştır. 

Ülkenin hali ve yargısının durumu,  işte budur. 

Yirmili yaşlarda kısa sürede zengin olarak lüks bir hayat süren ve yoldan çıkarak uyuşturucu batağına da saplanan AVATOĞLU; sistemin en alt düzey ve en küçük örneklerinden birisi olup; bu ülkede,  ihalelerde şeffaflığa ve rekabete son veren  ihale yöntemlerine ulaşmak için, ihale yasalarında yapılan yüzlerce değişikliğin yarattığı, sözleşmeleri ticari sır gerekçesiyle halktan gizlenen ve devlet garantileri verilen, yap işlet ve devret ve sair ihale yöntemlerinin kirli sonuçlarıdır. 

Güner Yiğitbaşı

30/03/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Dişi Olmak Gerçekten Zor
Yeryüzünde dişi olmak gerçekten zor. 

Bir dişi olan kadın olmanın,  özellikle ülkemizde zor olduğunu bilmeyen kalmadı. 

Ülkemizde maalesef kadının adı yok. 

Kadın, erkeklerle eşit bir kişi, yurttaş olarak değil, erkeklere hizmet eden bir dişi olarak algılanıyor maalesef, hala ülkemizde. 

Kadının;  fıtratı itibariyle,  erkeklerle eşit olamayacağı savunuluyor, anayasanın yasa önünde eşitlik ilkesine rağmen. 

Çalışma alanında, parlamento seçimlerinde,  kadınlara belirli kotalar tahsis ediliyor erkekler tarafından. 

Güya,  pozitif ayrımcılık tanıyarak, kadınlara askerlik bile yaptırmıyorlar erkeklerimiz.  Aslında bunun altında  bile,  kadınları küçümseme yatıyor bize göre. 

Günde en az bir kadının erkekler tarafından öldürüldüğü, istismar edildiği ülkemizde,  kadınlara yönelik şiddetin önlenmesine yönelik olarak imzalanan İstanbul Sözleşmesine bile tahammül edilmedi ve  son verildi. Bu dahi,  kadınlarımızın ülkemizde ne kadar değersiz ve korumasız olduklarını göstermektedir. 

Bu sene, yaz sonunda, panda mi nedeniyle İzmir ilindeki kışlığımıza dönmeyerek,  Kuşadası Davutlar mevkiindeki yazlığımızda kaldık ve kışı burada geçiriyoruz. 

Yazın yavrulayan bir kediyi besledik, daha sonra bu kedi yavrularını büyütüp ayırdıktan sonra bizim kedimiz olarak kaldı, beslemeye devam ettik. Yeniden hamile kalmaması için de,  veterinere götürerek kısırlaştırdık. 

Buna rağmen, kedilerin azgın ayı Mart ayına girdiğimizde, mahallede ne kadar erkek kedi varsa, bizim dişi kedimizi rahatsız etmeye başladılar. Biri gitti,  biri geldi, meğer ne kadar çok görülmeyen erkek kedi varmış mahallede. 

Sanki, işin bitiren erkek kediler diğerlerine haber salıyorlar ve diğerleri peş peşe geliyorlar. 

Bizim dişi kedimiz, mahallenin erkek kedilerine eşlik ve hizmet etmekten helak oldu. İyi ki; kısırlaştırmışız, aksi halde şimdi torunlarımız yoldaydı. 

Kedilerin bu Mart serüvenlerini de izlemiş ve Mart kedisinin ne anlama geldiğini,  bizzat görerek ve yaşayarak öğrenmiş olduk. 

Böylece;  insan olsun,  kedi olsun,  dişi olmanın zorluğuna bizzat tanık olduk. 

Bir düşündüm, insan ve hayvanların dişisi gibi bazı cisimlerin dahi dişilerinin erkeklerden daha güç durumda oldukları sonucuna vardım. 

Örneğin hepimizin ev, bahçe, otomobil ve sair kapılarımızda kullandığımız kilit sistemini ele alalım. Kilit sisteminde de, insanlarda ve hayvanlarda olduğu gibi, bir dişi ve bir de erkek bulunmaktadır. Dişi bölüm sabit ve  kapıya monteli, erkek bölüm ise mobil anahtardan ibarettir. Kapıya monteli sabit dişi bölüm, özellikle dış kapılarda her türlü hava şartlarına maruz, kışın soğuğuna, yağmuruna ve karına, yazın ise, kavurucu sıcağına maruz kaldığı halde, mobil olan anahtar ise sahibinin elinde, cebinde ve evin içinde rahat eder. 

Gelin şimdi, dişi olmak gerçekten çok zor demeyin bakalım.  

Hepinize sağlıklı ve mutlu pazarlar. 

Güner Yiğitbaşı

28/03/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu


Meclis Başkanlığının Onur Ve Şerefini Korumak Zorundasınız
Adam profesör ve gazi meclisin başkanı olmuş ama.  onurunu ve şahsiyetini.   bir başkasına kiraya vermiş. 

Profesör.  milletvekili.  meclis başkanı olabilirsiniz ama.  insanın onurunu ve şahsiyetini koruyabilmesi.  profesör ve meclis başkanı olmaktan daha önemli ve değerlidir. 

Makamlar gelip geçicidir ama.  insanın onuru ve şahsiyeti kalıcı olup.  insan;  hayatı boyunca.   onuru ve şahsiyeti ile yaşar. Aksi halde.  bir insandan bahsedilemez. 

Ben.  onurumu ve şahsiyetimi koruyamayacak ve ayaklar altına alacaksam.  birilerine kiraya vereceksem.  bırakınız profesör ve meclis başkanı olmayı.  insanlığımı kaybettiğim için yaşamak bile istemem. 

Meclis Başkanından bahsediyoruz. 

Meclis Başkanı;  her kimse.  adını dahi anmak istemiyoruz.   Haber Türk canlı yayınında İstanbul Sözleşmesi'ne ilişkin açıklamalarda bulunurken; Erdoğan'ın.   Montrö Boğazlar Sözleşmesi'nden de çıkabileceğini.  Cumhurbaşkanı.   İstanbul Sözleşmesi'nden kararname ile çekildiği gibi.  Montrö'den de diğer uluslararası anlaşmalardan da çekilebileceğini beyan etmiş. 

Bu adam.  Cumhuriyetimizin ilan edildiği.  kurtuluş savaşımızın Karargahı gazi meclisin.  egemenliğin gerçek ve tek sahibi Türk Milletinin meclis başkanı mıdır.  yoksa sarayın gazi meclisteki temsilcisi ve gölgesi midir?

Türk Milletine ve onun gazi meclisine bu kadar da saygısızlık yapılamaz.  meclis başkanı.   Türk Milletinin emanetçisi ve temsilcisi olarak.  Türk Milletine ihanet edemez. 

Meclisin; çıkardığı bir yasayla onaylayarak yürürlüğe sokulan İstanbul Sözleşmesini.  anayasaya aykırı olarak.   bir kararla tek yanlı fesheden partili cumhurbaşkanını ağır bir şekilde eleştireceğine.  meclisin onurunu koruyacağına.  meclisin yetkilerine sahip çıkacağına.  ERDOĞAN'ın anayasa ihlaline sahip çıkıyor ve Türkiye Cumhuriyetine.  Türk Milletine ve kendi kariyerine ihanet ediyor. Onurunu ve şahsiyetini ayaklar altına alıyor.  gazi meclisin başkanı olarak bu ihanete hakkı yoktur. Derhal bu görevden istifa etmeli ve saraya sığınmalıdır. 

Şu pervasızlığa bakınız.  İstanbul Sözleşmesinden çıkabileceği gibi.  Erdoğan'ın Montrö Boğazlar Sözleşmesinden de çıkabileceğini savunuyor. 

Makamının ağırlığını ve sorumluluğunu üzerinde taşıyamayan bu koltuğu dolduramayan meclis başkanına soruyoruz. Boğazlar sözleşmesinden çıkacak da ne olacak.  ülkemiz bundan yarar mı sağlayacak?

Montrö Boğazlar Sözleşmesi.  bizim.  Yani Türkiye Cumhuriyetinin güvenliğini ve boğazlar üzerindeki egemenliğini garanti altına alan bir sözleşmedir. BU sözleşmenin bozulmadan aynen devam ettirilmesi.  ülkemizin güvenliği ve bağımsızlığı için çok hayatidir. 

ERDOĞAN.  alacağı bir kararla Montrö Boğazlar Sözleşmesinden çıkarsa.  anlaşmanın diğer tarafı devletler.   sevinçlerinden zil takıp oynarlar sayın meclis başkanı. 

Boğazlar.  yolgeçen hanına döner. 

Sen ne biçim profesörsün.  meclis başkanısın.  aklını mı yitirdim sen? Allah’ın aşkına. 

Anlaşıldı.  hiç kimse alınmasın ve darılmasın ama.  ilk çıkarılacak olan anayasaya; ülkeyi yöneten seçimle iş başına gelenlerin.   her yıl rutin ve periyodik akıl muayenesine tabi tutularak.  görevlerini yapmaya devam edip edemeyeceklerine dair doktor raporu almalarını zorunlu kılan bir hüküm getirilmesi.  ülkemizin selameti için zorunlu hale gelmiştir. 

Güner Yiğitbaşı

25/03/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Feshedilen İstanbul Sözleşmesi Ve Çözüm Yolu
Partili Cumhurbaşkanı ERDOĞAN;  9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin 3.  maddesine dayanarak, almış olduğu bir cumhurbaşkanlığı kararıyla,  İstanbul Sözleşmesinin Türkiye Cumhuriyeti bakımından feshine karar vermiştir. 

Bu karar kamuoyunda tartışılmış ve yok hükmünde sayılması gereken bu kararın aleyhine gidilebilecek yasa yolları konusunda tartışmalar açılmıştır. 

Biz bu konudaki hukuki görüşümüzü açıklamadan önce bazı kavramlara açıklık getirmek istiyoruz. 

Öncelikle, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi nedir bunun cevabını vermek istiyoruz. 

Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile anayasamıza girmiştir. 

Anayasanın Cumhurbaşkanının görev ve yetkilerini düzenleyen 104.  maddesine göre;  Cumhurbaşkanı; yürütme yetkisine ilişkin konularda,  Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilir. Cumhurbaşkanının;  yürütme yetkisine ilişkin konular dışında cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Yani,  Cumhurbaşkanı yasama faaliyetine giren ve yasalarla düzenlenmesi gereken konularda kararname çıkaramaz Cumhurbaşkanlığı kararnamesi kanun hükmünde kararname değildir. 

Kararname; Cumhurbaşkanının yürütme yetkisine ilişkin konularla sınırlı olmak üzere çıkardığı,  düzenleyici hükümler içeren,  yazılı bir metindir. Yasa değildir. Yasa hükmünde de değildir. 

Ancak,  yasalar gibi, Anayasa Mahkemesinin anayasal denetimine tabidir. 

Anayasanın 104.  maddesine göre, temel haklar,  kişi hakları ve ödevleriyle siyasi haklar ve ödevler,  Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenemez. Bunlar yasa konusu yapılabilir. 

Kanunda açıkça düzenlenen konularda,  Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Yani, kanunla düzenlenmiş bir konuda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılarak değişiklik yapılamaz, kanunla düzenlenen konular,  cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle yürürlükten kaldırılmaz. 

Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kanunlarda farklı hükümler bulunması halinde,  kanun hükümleri uygulanır.  

Türkiye Büyük Millet Meclisinin aynı konuda kanun çıkarması durumunda,  Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümsüz hale gelir.  

Bunlardan çıkan sonuç şudur; Cumhurbaşkanlığı kararnamesinde yer alan hükümler, hiyerarşik sıralamada,  kanun hükmünde ve derecesinde ve ondan üstün değildir. Her zaman öncelik kanundadır. O kadar ki; aynı konuda meclis kanun çıkardığında, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi hükümleri hükümsüz kalır. 

Bu itibarla,  kanun gücünde ve mertebesinde ve ondan üstün olmayan Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin bir maddesine göre çıkarılan cumhurbaşkanı kararı da,  yasadan üstün değildir. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile dahi bir yasa değiştirilemeyeceği ve yürüklükten kaldırılamayacağına göre, kararnameye dayanılarak çıkarılan bir cumhurbaşkanı kararı ile de bir yasada değişiklik yapılamayacağı gibi, yasa yürürlükten de kaldırılamaz. 

Meclis tarafından çıkarılan bir yasa ile onaylanarak yürürlüğe giren Uluslar arası sözleşme, yani İstanbul Sözleşmesi,  ne anlama gelmektedir?

Bunun cevabı da anayasanın 90.  maddesinde yer almaktadır. 

Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar,  kanun hükmündedir.  

Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.  

Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır. 

Buraya kadar yaptığımız bilgilendirmelerden anlaşılacağı üzere; 

Partili Cumhurbaşkanı ERDOĞAN; yasa hükmünde dahi olmayan, yasa hükmündeki İstanbul Sözleşmesini feshetme yetkisi vermeyen  9 numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin 3.  maddesini hukuki dayanak yaparak, anayasaya aykırı olarak aldığı bir kararla,  yasa hükmündeki İstanbul Sözleşmesini, yani yasayı feshederek yürüklükten kaldırmıştır. 

Cumhurbaşkanın bu kararı, yöneldiği amacına, yapmak istediğine  bakıldığında, yasa hükmündeki bir Uluslararası sözleşmeyi feshederek yürüklükten kaldırmaya matuf bir tasarruf olduğu için,  idari bir işlem değil, bir yasama faaliyetidir. Meclise ait olan yasa çıkarma yetki ve fonksiyonunu gasp ederek, yetkisi olmadığı halde yetki ve şekil noksanlıklarıyla malul, yok hükmünde bir yasa çıkarmaya kalkışmıştır. 

Bu nedenle, bize göre; yasa hükmündeki İstanbul Sözleşmesini,  tek yanlı feshederek yürürlükten kaldırmaya yönelik bu karar aleyhinde,  idari yargı yeri olan Danıştay'a değil, fonksiyon gaspıyla, yetki ve şekil unsurlarını ve şartlarını taşımadan çıkarılmaya kalkışılan  yok hükmündeki bu yasanın yoklukla malul olduğunun tespiti ve buna dayalı olarak ortadan kaldırılması ve iptali için, yetkili kişi ve makamların Anayasa Mahkemesine başvurmaları gerekir. 

Güner Yiğitbaşı

22/03/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Merkez Bankası Başkanlığını Erdoğan Kendi Üzerine Almalıdır
Ülkeye Merkez Bankası Başkanı yetiştiremiyoruz. 

Yanlış anımsamıyorsak,  son iki sene de dört kez merkez bankası başkanı değişti. 

Merkez Bankası başkanlığı,  Osmanlının sadrazamlık makamına benzedi adeta. 

Osmanlıda sadrazamlık makamı nasıl dikenli ve iğneli bir koltuksa, günümüzde de Merkez Bankası başkanlığı koltuğu çok riskli hale geldi. 

Tek farkı, Osmanlıda sadrazam koltuğunu kaybederken kafasını da kaybediyor ve terk-i Dünya ediyordu. Allaha şükürler olsun ki;  Merkez Bankası başkanlarımız koltuklarıyla birlikte,  hayatlarından olmuyorlar. 

Merkez Bankası başkanlarının başını yiyen tek neden, ne yaparlarsa yapsınlar enflasyonun dizginlenememesi, Türk parasının değer düşümünün önlenememesi. 

Merkez Bankası başkanlarını beğenmeyerek sürekli değiştiren ERDOĞAN, faiz neden,  enflasyon sonuç demekte. 

Peki, güzel de, faizleri düşürenler de gidiyor,  artıranlar da gidiyor, neden acaba?

Demek ki; ERDOĞAN bir yerde hata yapıyor. 

Anlamak gerçekten çok zor. 

Naci AĞBAL göreve geldikten sonra, ERDOĞAN'ın sevmediği faizi sürekli artırdı, en son iki puan daha artırarak,  faiz %19 seviyesini buldu. 

Son faiz artışından hemen sonra da, Naci AĞBAL görevden alındı. 

Bu durum karşısında, bize göre, ortada bir danışıklı dövüş olmalı. 

Zira, Naci AĞBAL'ın; faize karşı olduğunu beyan eden ERDOĞAN'a rağmen, bile bile  faizi artırması,  asla mümkün değildir. 

Öyleyse gerçek nedir?

Tavşana kaç tazıya tut oynanmaktadır. 

ERDOĞAN da bilmektedir ki; döviz rezervleri ekside olduğu için, dövizi kontrol altına alabilmek ve yabancı sermayeyi ülkemize çekebilmek için elimizde kalan tek silah,  faizi artırmaktır. 

Faizin artırılmasına sessiz kalarak, faizin artışına dolaylı olarak onay vermiş olan bir ERDOĞAN da biliyor ki; savunduğu görüşle çelişkiye düşmüş olacak ve itibar kaybedecek, o zaman ne yapmak gerekecek?

Damat beyden sonra Merkez Bankası Başkanlığına atadığı Naci AĞBAL ile gizli bir anlaşma yapmak ve başkana;  sen faizi artır, faiz artırımında  belli ve yeterli bir noktaya gelindiğinde, ben seni görevden alayım,  ama bana darılma sakın. Böylece, ben;  sürekli savunduğum, faiz neden,  enflasyon sonuç tezimden dönmemiş olayım diyerek, bak gördünüz mü, faize karşı duruşum devam ediyor, faiz artırımı yapan başkanı gözünün yaşına ve görev süresine bakmadan görevden alıyorum algısını yaratmak. 

Bize göre, Naci AĞBAL'ın görevden alınmasının en mantıklı izahı bu olmalıdır. 

Zaten,  görevden alınan Naci AĞBAL da,  sosyal medyadan yayınladığı bir mesajla,  ERDOĞAN'a şükranlarını, bağlılığını ve saygılarını, iyi dileklerini iletmedi mi, hiç üzülmüş ve kırılmış hali var mıydı? Yoktu. Görevden alınan Naci AĞBAL'ın bu rahatlığı ve huzuru da,  ortada bir danışıklı dövüşün olduğunu göstermekte sanki. 

Aslında, bize kalırsa, bir kararla, yasa mertebesinde olan  İstanbul Sözleşmesini dahi feshedebilen ERDOĞAN;  bir cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkararak,  Merkez Bankası başkanlığını da kendi üzerine almalıdır.  

Güner Yiğitbaşı

21/03/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Orduda açlık: Birinci Dünya Savaşı, Türk Ordusu Arap topraklarını korumak için Arabistan Çöllerinde İngilizlerle çarpışıyor. Her yerde açlık vardır. O günleri yaşayan Yüzbaşı Selahattin’in aynen aktaralım.
“-Ordu aç kalmasın diye halkın elinden erzakı paralı ve parasız alıyorduk. Böylece açlık halkta yoğunlaşıyordu.
Musul’da bir ekmek bir gümüş Mecidiyeye (yani bir lira) ve sonrası üç liraya çıkmıştı. Halk bu parayı bulup alamazdı. Açlıktan ölüm olayları başladı. Her gün sokaklarda kadın, erkek, çocuk, ihtiyar bağıra bağıra ölüme gidiyor, bir çare bulunamıyordu. Ölen çocukların etini kasap dükkanlarında koyun ve kuzu eti diye satan veya aşçı dükkanlarında pişirip halka yediren 10-12 kişi idam edilmişti.
Ordu bir yandan da elinde bulunan askerin ve hayvanların ölmemesi için onları erzakı daha bol olan öteki as bölgelere nakletmek için alınarak iki piyade tümeni bir süvari tümeni Suriye ordusu emrine göndermişti.
Biz, İngilizler karşısında bu duruma düşünce, bazı satın alma kurullarımızı İran sınırından sokarak oralardan erzak almaya çabaladık. Ancak İngilizler bunu haber aldılar ve istihbarat subaylarını o bölgelere göndererek İranlılardan erzakı daha pahalıya satın aldılar, aldıklarını da olduğu yerde yaktılar.  Böylece Altıncı orduya dağılma ve küçülmek zorunda bıraktılar.
Müslüman Halifesi de olan Osmanlı padişahları, “Müslüman kardeşlerinin” (Arapların) topraklarını işgalci Batı emperyalistlerine karşı korurken, Araplar, Batı emperyalistlerin (başta İngilizlerin) altınları için kendilerine “kardeş” diyen Osmanlı askerlerini arkadan hançerliyorlardı.
O günlerde Sabri Paşa diye kendini tanıtan yaşlı ferik (tümamiral) emekli bir zat, orduya başvurarak üzüntü içinde ağlayarak geçinemediğini, açlık çektiğini söyleyerek kendine erzak verilmesini istemişti.(1)

Arap çöllerinde şehitlerin ahı 
Yıl 1972 10 Ağustos, İsrail Şam yakınlarına ilk hava saldırılarına başlıyor. O sıra Suriye başkenti Şam’da fuar vardır. Sovyetler Birliği pavyonu kokteyline, o zaman, Türk Askeri Ataşesi Kurmay Albay İsmail Hakkı Karadayı da davetlidir.
Eşi Türk olan Suriye İstihbarat Başkanı Tümgeneral ile konuşurken yanlarına yaşlıca bir Suriyeli gelip başkana bir şeyler anlatır. Anlatılanları Arap tercümanı aracılığı ile dinleyen şimdi rahmetli olan Emekli Genel Kurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı Paşa konuşmayı şöyle anımsayıp anlatmaktadır.
-Türk askerine çok kötü şeyler yaptık. Şehitlerinizin mezarlarını beklemek için gelen yüzlerce askeri sırtlarından cembiye” (eğri hançer) “ile öldürdük. Şimdi bunun cezasını, ahını İsrail bombalarıyla çekiyoruz. Sonsuza kadar da çekeceğiz, dünya durdukça bu belayı çekeceğiz”. “Bu dedenin bana söylediği canlı bir itiraftı”.
Suriye’deki görevi sırasında Ürdün’de bir Türk Şehitliği yaptıran Albay Karadayı, oradaki bir mağarada birçok, tüm bölgede ise yüzlerce, hatta binlerce askerimizin şehit edildiği için anıtın önüne bir çam ağacı dikmiş. Üzerinde bir plaket de bulunan çam ağacı şimdilerde devasa olmuş olmalı. Arap kardeş dediğimiz kimselerin hançerleri ile “bir yudum su, bir yudum su” diyerek can veren binlerce şehidimiz yad ellerde dua bekliyor olmalı.(2)

Arap Çöllerinde Katliam

Arap çöllerinde açlık, Arapların Türk askerine yaptıklarının  itirafı
Arap çöllerinde İngilizlere karşı çarpışan Türk birlikleri çekilirken ağır yaralılarını, başlarında subay ve doktorları olduğu halde hastane haline getirdikleri çadır gibi barınaklara bırakırdı.
Bekir Sami’nin tümeni böyle bir hastanenin bulunduğu Kazımiye mahallesinden geçerken kasabadan canhıraş feryatlar duyarlar, görürüler ki yaralı Türk askerlerini, mecburiyetten yattıkları (ordu çekilirken bıraktıkları) hastanesi barınaklarına hücum eden Araplar, kolu, bacağı kırık yaralıları, yataktaki hastaları birer ip takarak sokakta sürüyorlar. Hastaneleri yağmalıyorlar, hastaları soyuyorlar. Dedem Duran Çavuş’tan duymuştum, “yaralı Türk askerleri altın yutmuşsa alalım” diye, cembiye dedikleri eğri hançerle askerlerimizin karnını deşerlermiş”. Yani halkın, “Türk ordusu gitti” diye korkusu kalmamış.
Bekir Sami, Arapların yaptığı bu vahşeti görünce Kazımiye halkını toplamaya başlamış. Bu vahşetin intikamını almak için kadın, erkek, çocuk, ihtiyar halkı zorla toplarlar ve kasabadan çıkarıyorlar. Orada 400’den fazla olan Kazımiye halkını kurşuna diziyor. Bekir Sami bunu yaparken de şöyle diyor:
400 yıllık Osmanlı tarihinin hesabını görüyorum”.(3)
                  
Araplar Türkleri Müslüman görmüyorlardı
Şimdi burada bir parantez açıp düşüncemizi aktaralım. Bu alıntımda, Arap çöllerinde Arapların Türklere olan düşmanlığının sadece bir iki hazin olayını naklettim.  Yavuz Sultan Selim’in 1517 de Ridaniye Savaşı sonrası Mısır’ı alması, İslam Halifesini İstanbul’a getirmesi ve halifeliği üzerine almasından sonra Araplar Türklere düşman olmuşlardı. İstanbul’un 1453 yılında alınmasını bile Araplar, “bu sayılmaz, İstanbul’u Müslümanlar almamıştır, Türkler almıştır” diye yorumlamışlar, yani Türklerin Müslümanlığını bile kabul etmemişlerdi.  Bu içten içe husumeti, Osmanlıların baskılı yönetimi süresince 300-400 yıl içlerinde taşımışlardı. Ne zamanki Birinci Dünya Savaşı yıllarına doğru Osmanlı zayıflayıp, yıkılmaya doğru gelince, Araplar içlerindeki Türk düşmanlığını dışa vurmaya “idraksiz Türkler” demeye başladılar. Hele emperyalist İngilizlerin, Fransızların çil çil altınlarını görünce, Arabistan’ın her bölgesinde Türklerini arkadan vurmaya başladılar. Oysa Osmanlı, Arapları “İslam kardeşliğinden dolayı, kendi öz halkı olan Türklerden bile üstün görüyordu. Türkler Arapları öylesine kardeş görüyorlar ki, her türlü Arap ihanetlerine rağmen, İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasından bir iki gün önce, “Türkler Arap özüne dönmelidir” diye pankart taşıyan, slogan atan dinci Türk Müslümanları görmüştük.
Hele Türkiye’nin başbakanı R.T. Erdoğan’ın, 1915 de ölen Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdulaziz'in cenazesine katılmak için Etiyopya ziyareti güzergahını değiştirip kralın cenazesine katılmasına, bunun için Türkiye’de bir gün ulusal yas ilan edip bayrakları yarıya indirmesine, sonra, (devletin başkenti Ankara dururken) İstanbul’da Suudi Kralını karşılamasına, ona şeref madalya vermesine ne dersiniz.  Tüm bu Araplar karşısında devlet onurumuzu erozyona uğratan, R.T.Erdoğan’ın “dinci kinci” düşüncesinden başka ne olabilir. Çünkü Ankara’ya gelse sevmedikleri Atatürk Anıtkabir’i ini ziyaret korkusu var.

Arap çöllerinde açlık, Arapların Türk askerine yaptıklarının  itirafı
1781 tarihinde Kabe’nin savunulması için Osmanlılar tarafından yapılan Ecyad Kalesi’nin, “Türklerden kaldı” diye, 2002 yılında Suudiler tarafından yıktırılması, bu tarihi mirasın yok edilmesi unutulacak gibi değil. Tüm bu olumsuz ve onursuz davranışlara katlanmak, katlananların “dinci kinci” düşüncesini yansıtmaktadır.
Ama ülkemizde Soma’da 300 kişiden fazla insanımızın maden kazasında ölmesinde yas ilan edilmemesi ayrı bir düşündürücü olaydır.
Mısır’la Türkiye’nin hiçbir sorunu olmadığı ortada iken, Mısır’da dinci Şeriatçı Mursi’nin General Sisi tarafından darbe ile devrilmesi, Türkiye’yi hiç ilgilendirmediği halde, R.T. Erdoğan’ın dünyadaki tüm liderlerden çok daha fazla dinci şeriatçı Mursi’yi savunması, onun “dinci kinci” düşüncesinden başka bir şey olamaz. Devlet adamının ekonomik çıkarları, evrensel değerleri öteleyip dinci, mezhepçi düşüncelerle siyaset yapması, Orta Çağ zihniyetinden başka bir şey olamaz.
Günümüzde Suudilerin Türk mallarını boykot etmesi, BAE’nin düşmanca tavırları, Yunanistan’la ortak askeri manevra yapmaları gibi olayları göz önüne aldığımızda Arapların Türkler hakkında neler düşündüğü öğrenmek zor olmasa gerek.
Yukarıda anlattığımız Türk askerine Araplar tarafından yapılan katliamların sadece bir ikisi bizi nerelere götürdü, neleri çağrıştırdı. Kısaca ülkelerini salt din, mezhep düşünceleri ile yönetenler çağdaş olamazlar, ülkelerini çağın ilerisine ileriye taşıyamazlar. Örnek mi, işte dünyanın ekonomik, sosyal, kültürel ve her alanda en gerisinde kalan 50’den fazla Müslüman ülkelerinin hali ortada.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız

SONNOTLAR

(1) Yüzbaşı Selahattin’in Romanı Remzi Kitabevi İlhan Selçuk sf. 352-353  

(2) Radikal Arap Günahı M. Ali Kışlalı 18.04.2002 sf. 7

(3)Yüzbaşı Selahattin’in Romanı İlhan Selçuk sf. 286

Erdoğan Anayasayı İhlal Etmiştir
Bu kaçıncı anayasa ihlali, sayısını unuttuk doğrusu. 

T. C. Devleti;  ERDOĞAN'ın çiftliği olmadığı gibi, kadınıyla ve erkeğiyle Türk Milleti de ERDOĞAN'ın köleleri değildir. 

T. C.  Devleti;  kağıt üzerinde de olsa, demokratik bir hukuk devleti olup, hiç kimse, sıfatı ve makamı ne olursa olsun,  83 milyon seçmenin oybirliği ile seçilerek iş başına gelmiş olsa dahi, kendisine anayasanın tanımadığı bir yetkiyi asla kullanamaz. Aksi halde yetki gaspında bulunmuş olur. 

Anayasa ve yasa tanımaz partili cumhurbaşkanı ERDOĞAN;  20/3/2021 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan 3718 sayılı gece yarısı kararıyla, İstanbul’da imzalandığı için, adına İstanbul Sözleşmesi de denilen asıl ismi; ”Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan,  kadın haklarına yönelik sözleşmenin, Türkiye Cumhuriyeti bakımından feshedilmesine karar vermiştir. 

ERDOĞAN'ın bu kararı,  asla kabul edilemez. Bu karar,  bir anayasa ihlali ve yetki gaspıdır, bu nedenle, ERDOĞAN'ın yetki gaspında bulunarak ve anayasayı açık bir şekilde ihlal ederek aldığı bu karar,  hukuken yok hükmünde ve geçersizdir. 

Dikkatinizi çekiyorum. İstanbul Sözleşmesini tek yanlı fesheden metin, bir Cumhurbaşkanı Kararnamesi dahi değildir. Bu fesih kararı,  basit bir cumhurbaşkanı kararıdır. 

Bu sözleşme; cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle dahi ortadan kaldırılamazken, basit bir kararla tek yanlı feshedilmiştir. 

İstanbul Sözleşmesi; 

11/05/2011 tarihinde imzalanmış, onay için TBMM Genel Kuruluna sunulmuş 24/11/2011 tarihinde  AKP, CHP, MHP ve BDP'nin oybirliğiyle 246 kabul ve sıfır ret oyuyla Mecliste onaylanmış ve 01/08/2014 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 

Anayasanın 87. maddesine göre; milletlerarası antlaşmaların onaylanmasını uygun bulmak, sadece Türkiye Büyük Millet Meclisinin görev ve yetkisindedir. 

Türkiye Büyük Millet Meclisi de, uluslararası bir sözleşme olan ”Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ni,  anayasanın 87 ve 90. maddelerine göre yasa çıkararak onaylamış ve  sözleşme, anayasanın 90.  maddesinde yer alan ”Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir.  Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.  Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır. ”hükme göre, kanun hükmünde olup, bunun anayasaya aykırı olduğu iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurulması mümkün olmadığı gibi, kurallar hiyerarşisinde de, ulusal yasalarımızın üzerindedir, bir ihtilaf olduğunda anlaşma hükümleri esas alınacaktır. 

Cumhurbaşkanının; Meclis tarafından bir yasa ile onaylanarak yürürlüğe giren Uluslar arası bir sözleşmeyi tek yanlı fesih yetkisi yoktur. Evrensel hukuk kurallarına göre, bir sözleşme hangi usulle onaylanarak yürürlüğe sokulmuşsa,  aynı usullerle ortadan kaldırılabilir. TBMM nin bir yasayla onaylayarak yürürlüğe sokulan ve ulusal yasaların üzerinde bir yasa hükmü niteliği kazanan sözleşmeyi,  cumhurbaşkanının aldığı bir kararla fesih yetkisi asla yoktur. 

Anayasanın 104.  maddesinde cumhurbaşkanın görev ve yetkileri açıkça yazılıdır. 

104. madde de; Cumhurbaşkanının alacağı bir kararla ve hatta çıkaracağı bir kararnameyle bile, yürürlükteki bir Uluslararası sözleşmeyi fesih yetkisi yoktur. 

Cumhurbaşkanının sözleşmeyi tek yanlı feshine dair kararına bakıyoruz, bu kararının hukuki dayanağı olarak, 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin 3.  maddesine işaret edilmektedir. 

Yani,  Cumhurbaşkanı, 9. sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin 3.  maddesinden aldığı yetkiyle bu kararı aldığını belirtmektedir. 

Peki bu 9.  sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi nedir?

Bu kararname; 15/07/2018 tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak, 15. /07/2018 de yayını ile yürürlüğe giren; ”Milletlerarası Antlaşmaların Onaylanmasına İlişkin Usul Ve Esaslar Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” adlı kararname olup, ERDOĞAN çıkardığı bu kararnamenin 3.  maddesi ile kendisine uluslararası sözleşmeleri fesih yetkisi tanımıştır. 

ERDOĞAN'ın; bu şekilde, cumhurbaşkanına, Meclisin onayladığı uluslararası sözleşmeleri feshetme yetkisi tanıyan bir kararname çıkarma yetkisi de bulunmamaktadır. 

Zira; anayasanın 104.  maddesine göre; cumhurbaşkanı,  ancak ve ancak, yürütme yetkisine ilişkin konularda Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi çıkarabilir.  Yani, Cumhurbaşkanı anayasanın 87. maddesine göre meclis tarafından bir yasayla onaylanarak yürürlüğe giren ve yine anayasanın 90. maddesine göre; kurallar hiyerarşisinde anayasanın dahi üzerinde olan Uluslar arası sözleşmeyi feshederek ortadan kaldırma yetkisi,  asla ve asla yoktur. Bu fesih yetkisi, bir yasama yetkisi olup, cumhurbaşkanına tanınan kararname çıkarma yetkisi,  sadece yürütme yetkisine ilişkin konularla sınırlıdır.  

Kaldı ki; anayasanın 104.  maddesinin açık hükmüne göre; Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar,  kişi hakları ve ödevleriyle dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve ödevler Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenemez.  Anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda,  Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. 

Bu nedenle, ERDOĞAN'ın; aldığı bir kararla, sözleşmeyi tek yanlı feshederken dayandığı 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi de, kadınlarımızın temel hak ve özgürlüklerini düzenleyen ve buna ilaveten de,  anayasanın 90. maddesine göre, üstün bir yasa hükmü haline gelen bir sözleşmeye ilişkin olması nedeniyle, açıkça anayasaya aykırı olup,  yok hükmündedir. 

Kaldı ki; ERDOĞAN'ın sözleşmeyi tek yanlı fesih kararını dayandırdığı, bu konuda yetki aldığını belirttiği 9. sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi, 15/07/2018 tarihinde Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdiği için,  geriye yürüyemez ve daha önceki bir tarihte yürürlüğe giren Uluslararası İstanbul sözleşmesinin feshedilerek ortadan kaldırılmasında hukuki bir dayanak yapılamaz. 

Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri anayasanın 104.  maddesi ile açıkça belirtilmiş olup, cumhurbaşkanı, 9.  Sayılı kararnamede olduğu gibi, çıkaracağı bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile anayasanın vermediği bir yetkiyi,  kendi eliyle kendisine veremez. 

Neresinden bakılırsa bakılsın, partili cumhurbaşkanının; tamamen kendi İslami ideolojisine, Türkiye Cumhuriyeti üzerindeki planlarına ve şahsi kaprislerine göre,  anayasaya aykırı ve keyfi olarak çıkardığı bir kararla;   Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesini tek yanlı olarak fes etmesi, yok hükmünde olup, ala kabul edilemez. 

Sormak istiyoruz, bu İstanbul Sözleşmesi sizin nerenize batıyor, hangi hükmüne karşısınız ve neden?

Önce bunu bir açıklayınız. 

Değeri kendinden menkul Oğuzhan ASİLTÜRK istedi, bizim de ideolojimiz bu sözleşmeyi kaldırmamıza,  hazmetmemize engel diyerek, sizin gizli ajandalarınız,  sapık inançlarınız uğruna, bütün kadınlarımızı ateşe atamazsınız. 

Siz değil misiniz,  Dünya beşten büyük diye bas bas bağıran, Türkiye Cumhuriyeti Devleti de,  sizden ve yandaşlarınızdan büyük ERDOĞAN

Korkunun ecele faydası yok, herkes;  aklını başına toplamak, anayasa ve yasalara,  kadınlarımıza ve onların haklarına saygılı olmak zorundadır. Bindiğiniz dalı kestiğinizin farkına varınız, milletin sabrını daha fazla sınamaya kalkışmayınız.  Tencereyi daha fazla kaynatmayınız, kaynayan tencerenin buharının dışa vuran, tencerenin kapağını fırlatan gücü; her zaman, buharlı  lokomotifin icadına vesile olduğu gibi, hayırlara vesile olmayabilir. 

Bu, anayasa tanımaz, kadınlarımıza ve Türk Milletine meydan okuyan, saygısız ve hukuk tanımaz karara,  herkesin demokratik olarak karşı çıkması, şiddetle kınaması,  barışçıl ve silahsız anayasal protesto haklarını kullanmaları, bir vatandaşlık görevidir. 

Güner Yiğitbaşı

20/03/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Kurtuluş Savaşında bazı ilginç olaylar
Bu yazımızda, devlet olmamızı sağlayan, asla unutmamamız gereken Kurtuluş Savaşı’mızla ilgili bazı ilginç anılara yer vermek istiyorum. Bu ilginç anıları çoğumuz biliyorsak da, bilmeyenlere anımsatmak amacıyla aktarmak istedim.

22 Haziran 1919, Batı Cephesi Komutanlarından Bekir Sami Bey ve arkadaşları Yunan işgaline karşı halkı örgütlemeye çalışıyorlar. O gün Simav’a gelirler. Tanık olduklarını şöyle anlatırlar.
“-Simav’a geldiğimizde evlerin hiç biri tamamlanmamış durumdaydı. Tuhafıma gitti ve sorduk. Dediler ki:
“Bir evi kim tam olarak yaptırışa felakete uğrar. Bunun için herkes evini bitirmeden bırakır ki, başına bir şey gelmesin”.
Simav’daki evler böylece yarım yamalak bir görünümü sergiliyordu.
Ülkede hurafe, cehalet diz boyu idi. Görüldüğü gibi, ordumuz, Kuvayı Milliye hem işgalci düşmanlarla çarpışıyor, hem de cehaletle uğraşıyordu.
“Büyük Harpte” (Birinci Dünya Savaşı) Bekir Sami’nin tümeninde eczacılık etmiş ve harp sonunda askerlikten ayrılarak memleketine dönmüş bir eczacı, biz kasabada iken çıkageldi ve şu öyküyü anlattı:
“-Ben bütün ömrümde üç dört bin lira para biriktirdim, memleketime dönüp yerleşeyim, bir eczane açayım, hem halkın sağlığına hizmet ederim, hem de hayatımı kazanırım, diye düşünüp buraya geldim. Bir eczane açtım. Ama bu girişim bazı çevrelerin çıkarına ve bağnazlığına aykırı düştü. “Dua ve muska dururken gâvur icadıyla iş görülür mü? Bu tutum dinimize uymaz” diyenler bir gece eczaneyi basıp bütün ilaç şişelerini kırdılar, ilaçları yerlere döktüler”.
Zavallı eczacı her şeyden olmuştu, ayrıca kasabadaki geriliğe, kasabanın bu durumuna acıyordu.
Kumandan öyküyü dinledikten sonra kaymakama emir verip şehrin zenginlerini getirtti. Bekir Sami, Simav’ın ileri gelenlerine şunları söyledi:
“-Yarın sabaha kadar eczacının parasını vereceksiniz, vermezseniz Simav’ı yakarım”!
Eczacı ertesi sabah parasını aldı, “ama bundan sonra Simav’da duramayacağını” söyleyerek ertesi günü yola çıktı.
“Biz bir gün dinlenip ertesi günü ayrılınca sonradan haber aldığımıza göre, Simav eşrafı intikam almak için ardımıza birkaç koldan eşkıya salmışlar”.
Oysa Rum ve Hıristiyan azınlıkların bulunduğu Ege’nin köylerinde hem Rum doktor, hem eczacılar vardı.  Ne yazık ki, yüzyıllardan beri eğitimsiz öğretimsiz bırakılan Türk köylüsü hastalıkları için hacıya, hocaya, üfürükçüye, şifacıya gidiyordu. Bu işi yapanlar ve halkın inancını sömürenler, doktora olduğu kadar eczaneye de Kuvayı Milliye de karşı idiler. Şimdi de öyle değil mi? Halkın inancını sömüren kendilerini dinci gösteren ikiyüzlü siyasetçiler, şeyhler, şıhlar, müritler, tarikatlarla iç içe değiller mi?  Dincilik maskesi altında laiklik ve Atatürk, Atatürkçülük düşmanları, günümüz “dinci kinci” iktidarında palazlanmaktalar.  Bunlara karşı olan laik düşünceli laikliği benimsemiş çağdaş parti ve liderlere düşmanca hareket etmekteler. Bunlar aydın çağdaş ilahiyatçıları tehdit ediyorlar artık.
Böylece işgal ordularına karşı savaşan Türk ordusu,  yukarıda olduğu gibi irtica ile de savaşıyordu.  Üstelik şimdiki Fesli Deli Kadirlerin dediği gibi, “keşke Yunanlılar kazansaydı” diyenler yanında, “İşgalci Yunan ordusu padişah emri ile geldi, onlara karşı durmak caiz değil” diyen cahil hainler de vardı.(1)

Batı Cephesinde Ayıcı Arif
Yunanlılarla yapılan Kurtuluş Savaşı günlerinde, Türk askerleri Mezit ormanlarından üç aylık olan bir ayı yavrusu yakalayıp İnegöl bölgesindeki Tümen karargâhına getirirler. Ayı beslenip büyüdükçe tümenin maskotu olur adeta. Ayı yavrusuna yörede bulunan köy çocukları ile güreştirirler. Boynundan zincirle bağlı olan ayı gecelediği yerde bir ışık bulundurulmazsa yaygarayı basar uyumaz.
70. Piyade Alayı Kumandanı Halit Bey’in 10-12 yaşlarında bir kızı vardı. Anası öldüğünden Halit Bey bu güzel kızını yanında taşıyordu. Ayı bu kıza adeta âşık olmuştu. Kızın yanına kimseyi sokmaz, sokulmak isteyene saldırır, kızın yanından ayrılmak istemezdi, müthiş kıskanç idi.
Bir gün öğle zamanı Pazarcık’ta dolaşırken ayıya yaklaştım, içmekte olduğum sigaranın dumanını ayının burnuna üfledim. Ayı sigara dumanından kaçmadı. Burnunu dumana yaklaştırarak koklamaya ve bir rehavet homurtusu yapmaya başladı. Kırk yıllık tiryaki gibi sigara dumanından zevk alıyordu.  Tekrar üfledim, tekrar zevklendi ve üçüncü defa üflerken ayı birdenbire yüzüme bir şamar attı, fakat atik davrandığımdan şamar boşa gitti. Bu sırada Arif Bey’in yaklaşmakta olduğunu görünce:
“-Kumandanım senin ayı sigara tiryakisi, sigara dumanından çok haz ediyor, dedim. Bu sözüm üzerine Tümen Kumandanı Arif Bey bir sigara yaktı ve ayıya yaklaştı. Ben ne olur ne olmaz diyerek ayrıldım ve büroma gittim. Yarım saat sonra Arif Bey yüzü gözü sarılı olarak odama geldi.
“-Hayrola kumandanım geçmiş olsun, yüzünüze ne oldu? Deyince, Arif Bey küskün küskün:
“-Evet, senin marifetin, hani ayı sigara dumanından haz ederdi. İkinci nefesi üflediğim zaman suratıma öyle bir şamar attı ki yüzümü gözümü yırttı”  dedi.
Bir kere de, tümen karargâhının, Eskişehir doğusunda bulunduğu bir köye Cephe Kumandanı Fuat Paşa (Cebesoy) gelmişti. İki kumandan çadırda konuşurlarken, cephe Kurmay Başkanı Binbaşı Saffet (Saffet Arıkan) “şu ayıyı paşanın otomobiline bindirelim, bakalım ne yapacak”, dedi.  Ayıyı paşanın arabasına bindirdik. Hemen arka sedire kuruldu oturdu. Fakat şoför arabayı aniden hareket edince, ayı korkusundan kendisini pencereden atmak istedi. Düşüp arabanın altında kalmaması için otomobili durdurduk. Ayı da pencereden aşağı atladı.  Biraz sonra Fuat Paşa gitmek üzere arabasının kapısını açıp içeriye girmek üzere iken birden bire:
“-Uuu bu ne pislik”? Diye bağırdı. Meğerse ayı korkudan oturulacak yeri fena halde pislemiş. Fuat Paşa: “kabahat ayıda değil, ayı ile şaka edenlerde”  diye bize çıkıştı.
İşte bu ayı yüzünden Arif Bey’e “Ayıcı Arif” adı-lakabı takıldı. Bir gün Kazancı Cephesindeki Yunan Tümen Kumandanı bir köylü ile Arif Bey’ye şu mesajı salmıştı: “Ayı güreştireceğine, gelsin de benimle güreşsin”…
Ayı güreştireceğine, gelsin de benimle güreşsin…”(2)

Kuvayı Milliyeci askerler,  padişahın koyunlarını çaldılar.
Batı Cephesinde Yunanlılara karşı savaşlar sürerken cephelerde ilginç olaylar da yaşanıyordu.
11. Tümende Koçanali Bahri Bey adında çok namuslu, vefakâr bir zatın kumandası altında elli, atmış kişilik bir çete vardı. Arif Bey, bir defa, bu çeteyi Uludağ’ın batı eteklerinden Yunan kuvvetlerinin gerisine gönderdi ve Uludağ yaylalarında otlayan padişaha ait koyun sürülerinden altı yüz kadar koyunu sürdürerek tümene getirtti. Padişahların öteden beri birçok illerde sürüler halinde koyunları vardı. Bu koyunlar tümenin levazımına satıldı ve parası da adet olduğu veçhile milli kuvvetlere yardım faslına girerek Arif Bey’in elinde kaldı.(3)

Mebus mu Mapus mu
Kurtuluş Savaşı’nın kan, ateş, ümitle ümitsizliğin çalkalandığı o günlerinin TBMM de hararetli tartışmalar, hamasetle konuşmalar yapılıyor. Saylavlar (milletvekilleri) coşmuş içlerinden dokuz tanesi cephede er gibi savaşmak teklifi ile boğazlarına kadar silahlanarak gelip Batı Cephesi Kumandanına başvurmuşlar. İsmet Paşa da bunların hepsini ilk hatta bulunan birliklere bir yazı ile gönderir.
“Geldikleri gecenin sabahı, bunların hepsini bir bölüğe vererek Kazancı sırtlarında bir ateş vaftizi yapmaları için tertip aldım, kendim de birlikte gittim. Yunan mevzilerinin bir km kadar gerisinde yaya muharebeye inen bölük, dokuz saylav ile birlikte, henüz karanlıkta düşman mevzilerine iki yüz metre kadar sokuldu. Bölüğü, kendi aralarından jandarma subayı iken mebus seçilmiş Bay Memduh’un kumandası altına verdim.
Hava ağarırken bunlar yattıkları yerden bir ateş baskını yaptılar. Bir saat kadar ateş devam etti. Fakat biraz sonra, altı saat kadar Yunan topu bunların üzerine ateş açtı. Lüzumsuz kayba uğramamak için muharebeyi kestirdim, yayaları geride toplayarak tekrar atlarına bindirdim ve birlikte İnegöl’e döndüm. Saylavlar muratlarına erdiler. Düşman karşısında kendilerini gösterdiler ve çok şükür tek bir kimsenin burnu kanamaksızın bu ateş sona erdi.
Bu ilk çatışmadan dönen saylavlar (milletvekilleri) İnegöl’e gelince bölüğün erleri arasına dağılmış, giyim, kuşam mükemmelliği silah ve cephane bolluğu bakımından Mehmetçiklerin dikkatini çeker. Mehmetçiklerden birisi, mebuslardan birine:
“-Hemşeri siz kimsiniz nerelisiniz, nerden geldiniz?” diye sorar. Saylav askere:
“-Hemşeri biz gönüllü geldik, biz mebusuz” demiş.
Bu sözden bir şey anlamayan Mehmetçik, “ya siz hangi mahpustan çıktınız” diye tekrarlamış. Yani Mehmetçik, mebusu mahpus anlamış.
Kırk yıldan 1876 Mebusan Meclisinden beri kullanılan bu “mebus” kelimesinin manasını halk öğrenememiş demek…(4)

Çanakkale Savaşı’nda Ezan Sesi
Çanakkale Savaşlarının çalkantılı günlerinde komutanlardan Tayyar Paşa, orduda sesi düzgün, ne kadar asker varsa, hepsinin sabah namazından önce hep birden ezan okuması emrini veriyor.
Emri alan yüzlerce nefer, sabahleyin hep bir ağızdan ezan okuyor.
Ezan bittikten sonra bir İngiliz gemisinden ezan okunan Türk mevzilerine mesaj geliyor. Mesaj dedikse kâğıda sarılı bir taş…Açıp bakıyorlar, Farsça yazılmış bir not, yazıda diyor ki:
“Bizler Hindistanlı Müslüman askeriz. İngilizler bize, Almanlara karşı Osmanlı’nın yanında savaşacağımızı söylediler. Biraz önce ezan sesleri duyduk, siz kimsiniz?
Türk tarafı hemen cevap yazıyor:
“…Burası Osmanlı payitahtının” (başkentinin) “kapısı…Bizler de Osmanlı askerleriyiz”
Mesajı alan İngiliz ordusunda savaşan Hindistan’lı Müslümanlar aynı gün gemide isyan çıkarıp geri gidiyorlar.(5)

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız   kulcevat599@gmail.com

SONNOTLAR

(1)Yüzbaşı Selahattin’in Romanı sf 108-109

(2) Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları- Rahmi Apak sf 205

(3) Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları- Rahmi Apak sf 206  

(4) Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları Rahmi Apak sf 223

(5)18 Mart 2005 tarihli Hicret Takvimi yaprağından alındı

Demokrasi karşıtı inadınız size seçim ülkemize itibar kaybettirecektir
Beklenen oldu maalesef. 

HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk GERGERLİOĞLU'nun milletvekilliği,  anayasaya ve evrensel hukuk kurallarına aykırı olarak düşürüldü. 

Bu düşürme kararının perde arkasındaki mimarı Saray’a,  buradan haklı olarak soruyoruz. 

Bu karar nedeniyle;  siz ve partiniz siyaseten kazançlı mı çıkacaksınız, oylarınız ve siyasi itibarınız mı artacak, 2023 seçimlerini kazanmanız garanti mi olacak,  Türkiye’nin uluslararası itibarı mı artacak, Türk parasının kıymeti artarak döviz fiyatları mı düşecek, yabancı yatırımcılar tüm sermayelerini ülkemize getirerek yatırımlarımız mı artacak?

Tabii ki; hayır. Bunların hiçbiri olmayacak, tamamen tersi çok kötü  sonuçlara maruz kalacağız. 

Biz, GERGERLİOĞLU'nun bir haber  paylaşımından dolayı üzerine atılı suçu işlemiş olup olmadığını dahi tartışma gereği duymuyoruz. 

GERGERLİOĞLU'nun; işlediği iddia edilen suçun işleniş tarihi 2017. Henüz milletvekili değil. Yargılanma aşamasında milletvekili seçilerek anayasaya göre dokunulmazlık kazanmasına rağmen, hakkında yürümekte olan dava askıya alınmamış, kazandığı dokunulmazlığa rağmen, anayasaya aykırı olarak yargı sürecine devam edilerek, hızlandırılan yargılama süreci sonunda,  bugün milletvekilliği düşürülmüştür. 

Aslında, yakın tarihlerde Türk yargısına girmiş bulunan,  hak ihlali talebiyle Anayasa Mahkemesine kişisel başvuru hakkı nedeniyle, GERGERLİOĞLU hakkındaki mahkumiyet kararı,  henüz kesinleşmemiştir. Tüm yargı ve başvuru yolları henüz tükenmeden, son merci olan Anayasa Mahkemesinin kararı beklenmeden,  GERGERLİOĞLU hakkındaki karar mecliste okunarak milletvekilliği düşürülmüştür. 

GERGERLİOĞLU, adam mı öldürmüştür, çok ağır bir suç mu işlemiştir?

Tabii ki; hayır. Hatta, bize göre suç dahi işlememiştir, suç oluşturduğu iddia edilen attığı sosyal medya mesajına ilişkin orijinal metin,  hala ersime açık olup, erişimine yasak getirilmemiştir. 

Nedir bu aceleniz, bindiğiniz dalı kestiğinizin farkında değil misiniz?

GERGEROĞLU ile durumu benzerlik taşıyan BERBEROĞLU deneyimi ortadadır. 

BERBEROĞLU'nun;  anayasaya aykırı olarak, dokunulmazlığına rağmen yargılanmasına devam edilerek verilen mahkumiyet kararının mecliste okunarak milletvekilliğinin düşürülmesi ve Anayasa Mahkemesinin hak ihlali kararıyla tekrar meclise dönüşü ortada emsal olarak dururken, çok gerekliymiş gibi GERGEROĞLU'nun da benzer şekilde anayasaya ve hukuka aykırı olarak milletvekilliğinin düşürülmesi, akıl ve mantık dışıdır, Türkiye Cumhuriyetinin ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin itibarına yönelik bir saldırıdır, keyfiliktir, demokrasi tanımazlıktır, halkın iradesi ve demokrasi ile inatlaşmaktır, halkın iradesine saygısızlıktır,  hukuka ve milli iradeye yönelik açık bir darbedir. 

Ülkemizde, özellikle son yıllarda,  tek adam ERDOĞAN'ın uygulamaya koyduğu eylem ve söylemleriyle, icraatlarıyla, AKP ve ERDOĞAN'ın yakın çevresi içinde, ERDOĞAN'a karşı, onun siyasi iktidarına son vermek isteyen, kendisinin dost sandığı gizli düşmanlarının kol gezdiğini düşünüyoruz. 

Bugün, mecliste yaşanan olaylara ilişkin akıl almaz ve itibar kırıcı antidemokratik görüntüler, ABD ve tüm Avrupa Birliği ülkeleri tarafından da görülecek ve iktidarın insan hakları eylem planına bıyık altından gülecekler, bundan sonra ERDOĞAN Allah bir dese bile, asla ona inanmayacaklardır. 

Bugün, aslında GERGERLİOĞLU'nun milletvekilliği düşürülmemiş, ülkemizin itibarına büyük bir gölge düşürülmüş, ülkemiz demokrasisi bir alt lige düşürülmüştür. 

Şimdi,  HDP oyları AKP'ye mi kayacaktır?

Asla. GERGERLİOĞLU'nun şahsında,  HDP mağdur sıfatı ve seçmen nezdinde itibar kazanmıştır.  Bunun sonucunda da, Kürt seçmenin oyları, HDP de kilitlenmiş olacaktır. 

Türk halkı sizden, iradesiyle oynanmasını, gereksiz işlerle meşgul olmanızı değil; aş, iş ve aşı istemektedir. 

Çabaladıkça batıyorsunuz, ne yazık ki; beraberinizde,  ülkemizi de batırıyorsunuz,   ama hala işin farkında değilsiniz. 

Çok yazık bu ülkeye.  

Güner Yiğitbaşı

17/03/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Andımız Hodri Meydan Bahçeli

Kim üzerine alınırsa alınsın, kim darılırsa darılsın,  umurumuzda değil artık. 

Allah hepinizin cezasını versin. 

Bu ülke daha ne kadar çekecek sizin pis ve kirli politikalarınızdan. 

Ülkeyi batırdınız, insanlarımızı canından bezdirdiniz, utanın artık biraz. 

Ülkenin ve insanlarımızın birikimi olan devlet hazinesini,  üç beş müteahhide peşkeş çekerek yok ettiğiniz yetmiyormuş gibi, şimdi de ülkenin çok değerli zamanını, sorunların çözümünde kullanacağınıza, değerli zamanlarımızı da çalıyor ve çarçur ediyorsunuz, kısır politik çekişmeler ve ülkeye faydası olmayan boş icraatlarınızla. 

Vallahi de billahi; batı ülkeleri bize bakarak,  kıçlarıyla gülüyordur ve Türk Halkına acıyorlardır. 

Andımız,  sizin nerenize battı da,  bir yönetmelikle kaldırdınız?

Hadi açılım sürecinde, 2013 yılının siyasi koşullarında, andımızı kaldırmak zorunda kaldınız diyelim. 

Andımızın kaldırılmasına ilişkin yönetmelik aleyhine,  iptali istemiyle açılan davayı, Danıştay 8. Dairesi kabul ederek,  2018 yılında andımız kaldırılamaz dedi. 

Milli Eğitim Bakanlığı bu karara, açılım sürecinin sonlanmasına rağmen,  niçin itiraz etti?

Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu da, sarayın baskısıyla,  Danıştay 8. Dairesinin kararını iptal etmek suretiyle, andımızın kaldırılması işlemi kesinleşmiş ve andımız da tarihe karışmış oldu. 

Ancak; Danıştay'ın bu son kararını,  hiç kimse, sakın yanlış yorumlamaya kalkışmasın. 

Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun iptal kararı; ilelebet, aksine yeni bir karar almayı engelleyen,  bağlayıcı bir yasaklama kararı değildir. 

Bu karar ile andımızın okullarda okunmasına son veren yönetmeliği iptal eden Danıştay 8. Dairesinin kararı kaldırılmış ve andımızın okunmasını sonlandıran yönetmelik geçerlilik kazanmıştır, o kadar. 

Başka bir anlatımla, andımızın okullarda yeniden okunması, yargı kararı ile yasaklanmış değildir. Bu karar ile andımıza son veren yönetmeliğin hukuka uygun olduğuna dair zorlama bir karar verilmiştir sadece. 

Bu itibarla, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun son kararı,  andımıza getirilen bir yasaklama olmadığı için, andımızın,  eskiden olduğu gibi, okullarda yeniden okunmasına olanak sağlayan yeni bir yönetmelik çıkarılabilir. 

Çözüm; Danıştay’ın yeni bir karar almasında değil, Milli Eğitim Bakanlığının yeni bir yönetmelik çıkararak,  andımızın yeniden okunmasının önünü açmasında aranmalıdır ve bu hukuken olanaklıdır. 

Bu nedenle, andımıza sözüm ona dün olduğu gibi bugün de sahip çıkmaya kalkışan BAHÇELİ; şayet,  görüşünde samimi ise, ortağı ERDOĞAN'a baskı yaparak, andımızın okunmasını kaldıran yönetmeliğin yerine,  yeni bir yönetmelik çıkarılmasını sağlayarak,  andımızın okullarda yeniden okunmasının önünü açmalıdır. 

Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun karar buna engel değildir. 

Hodri meydan,  BAHÇELİ. Görelim seni ve senin milliyetçiliğini. 

Güner Yiğitbaşı

15/03/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Sultan Mahmud ve altın
Bu yazımızda, günlük yaşantımızdan, siyasetten biraz uzaklara giderek tarihin derinliklerine uzanıp okuduğum ve ilginç bulduğum ibretlik bazı olayları aktarmak istiyorum.
Türklerin ilk Sultanı Hükümdarı Sultan Mahmut (971-1030) yüz fiziği çirkin ve köse idi. Daima toprak yemesi nedeni ile kırmızı yüzlü idi.
Bir gün namaz seccadesinde otururken veziri Şemsü’l Küfat Ahmed b. Hasan odasına girdi. Eline bir ayna alıp yüzüne tuttu ve gülümseyerek Veziri Ahmed b. Hasan’a “bu zamanda gönlümden ve hatırımdan ne geçtiğini biliyor musun? Dedi. Vezir, “bilemediğini” söyleyince, Sultan Mahmud, “yüzümün güzel olmamasından dolayı, halkın beni sevmemesinden korkuyorum” dedi. “Halk, padişah âdetince, güzel yüzü sever”, dedi.
Bunun üzerine Vezir Ahmed b. Hasan Sultan Mahmud’a şunları söyledi:
­-Efendimiz halkın seni sevmesi için bir iş yap, kadın, erkek tüm halkımız seni sever, emrinle kendilerini suya, ateşe atarlar”. Altını düşman bil ki, cümle âlem seni dost edinsin,” dedi.
Bu söz Sultan Mahmud’un hoşuna gitti. “Bu sözün altında bin fayda vardır”, dedi.
Sultan Mahmud, altına, paraya hiç önem vermedi. Tüm altınları, paraları yoksulları kollamada kullandı. Halk bundan sonra onu daha çok sevdi. Birlikte, dirlikte daha çok fetihler yaptı. Sultan Mahmud, “ben altından el çektim, her iki dünya bana teslim oldu, iki cihan azizi oldum”  diye düşündü.
Sultan Mahmud’dan önce “Sultan” unvanını hiç kimse almadı. (sf 60-61)

Bir kese altın
Başka bir zaman, Sultan Mahmud zamanında bir adam elinde bir dilekçe ile Sultan Mahmud’a başvurdu. Dilekçede şöyle diyordu:
“­-İki bin kırmızı altın Dinarı ipek bir keseye koyarak ağzını bağlamış, mühürlemiş, şehrin kadısına emanet verip Hindistan’a seyahate çıktım. Seyahat dönüşü kadıdan bir kese altınımı aldım, eve götürerek kesenin ağzını açtım; kese bakır paralarla dolu idi. Tekrar kadıya gidip bu durumu ona anlattım. Kadı da şöyle dedi:
-Teslim sırasında keseyi bana mühürlü verdin. Şimdi kesede altın mı bakır mı olduğunu nerden bileyim. Sen kendi mührünle mühürlenmiş açılmamış keseyi aldın götürdün, şimdi bana şantaj yapıyorsun” dedi. Medet ya adi padişah”.
Sultan Mahmud dilekçeyi okuyup adamı dinleyince çok üzüldü. Sultan Mahmud keseyi de getirtti, uzun uzun inceledi, kese sağlamdı. Mühürlü kese nasıl açılıp altınlar nasıl bakıra dönüştü. Uzun uzun inceleyip düşünmeye başladı. Adamın anlatımına bakıyor, samimiyetine inanıyordu. Bir kese altını emanet alan şehrin kadısını düşündü, “adalet dağıtan kadı nasıl böyle bir hile yapar” diye kendi kendine sorgulayıp düşünürken, Sultan Mahmud’un aklına bir kurnazlık geldi.
Sultan’ın çok zarif bir yatak örtüsü vardı. Yatak örtüsünün ortasını gece yarısı kalkıp bıçağı ile yırttı. Sabahleyin erkenden kalkıp üç gün için ava gitti.
Sultan Mahmud’un özel hizmetçileri bu yatak örtüsündeki yırtığı görünce çok üzülüp korktular. O beldede Ahmed adında çok iyi bilinen ve onun gibi örücü ustası olmayacak bir örücü ustası vardı. Yırtık yatak örtüsünü götürüp o örücüye ördürdüler. O kadar güzel örmüştü ki, hiç kimse yatak örtüsünün neresinde yırtık örgü olduğunu bulamadı. Sultan Mahmud da bu işe şaştı kaldı. Saraydaki tüm hizmetkârları zorlayarak bu yırtığın ne olduğunu sordu. Sonunda yırtık yatak örtüsünü tanınmış örgücü Ahmet ustaya ördürdüklerini sultana söylediler.
Sultan Mahmut bu örgücüyü hemen saraya çağırttı. Hiç kimsenin fark etmediği yatak örtüsü ve kesedeki örülen yerleri parmağı ile gösterdi. Sultan Mahmud şehir kadısını bu keseyi ördürüp ördürmediğini sordu. Gerçekten de keseyi Ahmet usta örmüştü.
Sultan Mahmud, derhal kadıyı çağırıp sorguya çekti. Kadı 2000 altın olan keseyi bakır para ile değiştirdiğini inkâr etti, “bu keseyi ben görmedim” dedi.
Sultan Mahmud, kesenin sahibi ve örgücüyü getirip yüzleştirdi. Kadı utancından titremeye başladı. Kadıyı gözaltına aldılar. Sonunda kadı vekilini çağırıp adamın 2000 altınını sahibine devretti.
Sultan Mahmud, kadının durumunu öteki vezir ve devlet büyüklerine anlattı. Kadıyı da sarayın kapısına baş aşağı astırdı.  Devlet büyükleri, “ihtiyar adam” (kadı) “50 000 altın Dinar verip kendini satın alsın” dediler. Sultan Mahmud bu görüşü kabul edip devlet hazinesine kadıdan 50 000 aldın Dinar alıp canını bağışladılar, kendisini kadılıktan ayırdılar.(1)

Esirlikten Beyliğe
Alp-Tekin Samani Devletinde kölelikten gelme yiğit, dürüst, vefalı bir Türk Bey’i idi. Kölelikten gelme olduğu halde 35 yaşında Horasan Ordu Komutanı ve Horasan valisi oldu. Daha sonra kendisinin 1700 Türk gulamı (kölesi) oldu. Bir gün 30 Türk gulamı satın aldı. Satın aldığı kölelerin içinde Sultan Mahmud’un babası Sebuk-Tekin de bulunuyordu. Satın aldığının üçüncü günü ölen bir yöneticinin yerine (visak-başılığa) yedi yıl bekleyenler olduğu ve onların itirazlarına rağmen atadı. Sonradan Sultan Mahmud’un babası olacağı olan Sebuk Tekin’in yiğit dürüst bir insan olduğunu anlamıştı.
Sonradan Alp Tekin o denli sevildi, ülkede o denli ilerledi zengin oldu ki dillere destan oldu. Onun Horasan, Irak, Maveraünnehir’de 1000 parça mamur köyü, her şehirde bir sarayı, bir milyon koyunu, 100 bin atı, deve, katırı vardı.
Alp-Tekin’in yiğitliği, dürüstlüğü her yere yayıldı. Emrindeki askerlere, “herkes savaşta, barışta bir şey aldıkları zaman ancak para ile satın almalıdır” diye emir verdi.
Alp-Tekin Hindistan’a sefere giderken yolda gözü ansızın bir torba saman ile bir tavuğu terkisine asmış gelmekte olan, kendisine ait bir gulama rastladı. Ondan “bu bir torba saman ile bu tavuğu nereden aldın” diye sordu. O da “bir köylü adamdan aldım” dedi. “Her ay size 100 Dinar para veriyoruz, neden paranla almıyorsun” diyerek hiddete geldi. Hemen siyaset yaptı (yargıladı) orada bir torba saman ile tavuğu boynuna asıp idam ettiler. Tellallar bağırtarak “bir kimseden haksız yere bir şey alan herhangi bir kimsenin cezası işte budur” diye duyuru yaptı.
Bu ünü duyan yol boyunda nice şehirlerin kapılarını açtılar, ona bağlandılar.(2)

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız   kulcevat599@gmail.com

SONNOTLAR
(1) Siyasetnama  Nizamülmülk sf 105-109

(2)Siyasetnama  Nizamülmülk sf 146-147

Yalayacaksan Tükürmeyeceksin!....
Günlük hayatta çok kullandığımız bir deyim vardır. 

Bunlardan biri de; ”Tükürdüğünü yalamak” deyimidir. 

Peki,  ne anlama geliyor bu söz?

En kısa ve basit anlamıyla; verdiği sözden dönmek.  Vaat ettiklerini küçülmeyi göze alarak yapmamak,  sözünü geri almak, geri adım atmak. Anlamına gelir, tükürdüğünü yalamak. 

İnsanlar, bazı söylediklerinden veya yaptıklarından pişman olarak,  geri adım atabilirler. 

Bu, biz insanlar için doğal karşılanabilir, yanlışından geri dönmek, geri adım atmak,  bir erdem olabilir, biz insanlar için. 

Ama, devlet adamlarının, siyasi iktidarların, devlet adına bir konuda karar verip adım atarlarken,  alacakları  o karar, iç politikada kendilerine kısa vadede politik bir  kazanç sağlasa da,  biz insanlardan çok daha dikkatli olmaları, sonradan itibar kırıcı ve küçültücü bir şekilde,  aldıkları kararlardan geri dönmek zorunda kalmaları, asla kabul edilemez, hoş görülemez. 

Türkiye ve Mısır arasındaki diplomatik ilişkilerde bugün gelinen nokta; bize,  ister istemez,  tükürdüğünü yalamak deyimini hatırlattı. 

Ne olmuştu?

Müslüman Kardeşler ideolojisinin temsilcisi İhvancı eski Mısır Devlet Başkanı Mursi;  Sisi tarafından,  askeri bir darbeyle devrilince, aynı ideolojinin sempatizanı iş başındaki AKP iktidarının lideri ERDOĞAN; kardeşim dediği ve çok sevdiği Mursi'ye sahip çıkmış ve seçimle iş başına gelen Mursi'nin devrilmesi nedeniyle,  darbenin lideri Sisi'ye ve darbe yönetimine karşı tavır alarak,  onları gayrimeşru ilan etmiş,  tanımamış ve Mısır ile diplomatik ilişkileri,  maslahatgüzar seviyesine indirerek,  Kahire Büyükelçimizi geri çekmiş ve Mısır'ın Ankara Büyükelçisi de ülkesine dönmüştü. Şu anda,  diplomatik ilişkilerimiz Büyükelçi düzeyinde değil.  

ERDOĞAN; kardeşim dediği, Ankara’da ağırladığı ve ziyaretine gittiği Mursinin devrilmesini, Mısırın bir iç sorunu olarak kabul etmeyerek, zehir zemberek açıklamalar yapmış ve adeta Mısır'ın iç işlerine karışan bir tavır sergilemişti. 

Suriye meselesinde de aynı hata yapılmamış mıydı?

Suriye'nin içişlerine de burnumuzu sokmamış mıydık?

Sonra ne oldu?

Yüzlerce şehit, milyonlarca Suriyeli sığınmacı, akan milyar dolarlar, kaynayan bir Kuzey Suriye, Kuzey Iraktan sonra Kuzey Suriyede de,  özerk Kürt yönetimi, yeni bir devletin kuruluş sancıları. 

Mısır ile ilişkilerin bozulması da, Kıbrıs’ın bulunduğu Doğu Akdeniz deniz yataklarındaki doğalgazın paylaşımında aleyhimizde sorun yaratmış ve Mısır'ın ülkemizin yanında yer almamasının eksikliğini ve mahzurlarını görmüş bulunuyoruz ve bu nedenle,  Mursi nedeniyle Mısır ile bozulan ilişiklerimizin yeniden  düzeltilmesi için, tükürdüğümüzü yalama aşamasına gelmiş bulunuyoruz maalesef. 

Geçtiğimiz günlerde,  Dışişleri Bakan ÇAVUŞOĞLU;  açık bir şekilde,  Mısır ile diplomatik ilişkilerin yeniden kurulması için,  önkoşulsuz görüşmelere hazır olduğumuzu açıkladı. 

Dikkatinizi çekiyorum. 

ÇAVUŞOĞLU; önkoşulsuz görüşebileceğimizi açıkladı. 

Peki, Mursi'nin hakları ve itibarı ve Müslüman Kardeşlere ne oldu?

Mursi'yi sattınız demek ki. 

Mısırın askeri darbe lideri Sisi'ye biat kararı aldınız, darbe yönetimini tanıdınız demek ki. Bu tükürdüğünü yalamak değil de nedir söyler misiniz?

Üzücü olan nedir biliyor musunuz?

ÇAVUŞOĞLU'nun; Mısır ile ilişkilerimizin düzeltilmesi ve eski haline gelmesi için, hiçbir önkoşul sunmayacağız demesine karşılık, Mısır yönetimi ise;  Mısır ve Türkiye arasındaki ilişkilerin düzelmesi ve eski haline gelmesi için, önkoşul ileri sürmekte ve Mısır ve diğer Arap Ülkelerinin içişlerine karışılmamasını, Mısırın egemenlik haklarına ve ilkelerine saygı gösterilmesini, önkoşul olarak,  şart koşmaktadır. 

İşte,  ATATÜRK Cumhuriyetinin;  AKP iktidarı tarafından düşürüldüğü,  üzücü, onur kırıcı ve acıklı durumu budur,  maalesef. 

Mısır'ın dahi, bize el uzatmak, ilişkileri normale çevirmek için önkoşul koyabildiği ve bunda da yerden göğe kadar haklı olduğu halde; biz, iş başındaki  AKP iktidarının kendi ideolojisine ve kaprislerine yenik düşerek aldığı ve şimdi yalamak zorunda kaldığı hatalı karar ve davranışlarının onur kırıcı ezikliğini yaşıyor ve beğenmediğimiz darbeci Mısır yönetimine; önkoşulsuz, ilişkilerimizi düzeltebiliriz çağrısı yapmak zorunda kalıyoruz.  

Güner Yiğitbaşı

13/03/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

“Haramzade evlat baba malını satarak batırır”
Ne borç ver, ne borç al, çünkü borç vermek genellikle insanı hem paradan hem dosttan eder”.  William Shakespeare            (Vatandan da eder,  çünkü Osmanlıda gördük).

 

Borç alan emir alır,  borç yiyen kesesinden yer, hayırsız evlat baba malını batırır
Osmanlı İmparatorluğu da, TC de ne, yazık ki,  eğitimsizlikten, üretimsizlikten, eğitim, kültür, sanayi ve tarıma önem vermediğinden geri kalmış, kendini sömürmek isteyen Batı emperyalistlerin sömürüsüne, tuzaklarına düşerek borç batağına sürüklenmiştir. Bu nedenle Osmanlı zamanında da, şimdi de devletimiz borç batağında kıvranmaktadır. Bunun tek nedeni, çağın hızla ilerleyen sürecine ayak uyduramadığı ile eğitim, öğretim ve liyakate önem vermediğindedir.
Osmanlının geriye gitmekte olduğunu gören, Osmanlıya gizli kinleri olan Batı emperyalistleri, zorda kalan Osmanlıya faizle borç vermeye başladılar. Hiçbir konuda üretimi olmayan Osmanlı, nasıl da günümüzün AKP-RTE iktidarı üretimi bırakıp ithalata yöneldiği ve bu nedenle borçlandığı gibi hızla borçlanıyor, borcu borçla ödemeye çalışıyordu. Gerek son Osmanlı padişahları, gerek günümüzün iktidarı, camiler, saraylar yaparak çağın gelişimine ayak uyduramadıkları için, hele de hiçbir alanda üretim yapmadıkları için çağın gerisinde kalmışlar; babadan atadan gelen toprakları haramzade evlat gibi satarak, ipotek ettirerek borç batağına saplanmışlardı. Osmanlı böylece yok olup giderken, günümüzün iktidarı da özelleştirmelerle elde ettiği parayla yatırıma yönlendirmesi gerekirken,  saray üstüne saray, cami üstüne cami yapıyor, borç üstüne borç bindirerek çağın gerisine doğru sürükleniyordu.       
Osmanlı Devleti 1699 de yaptığı Karlofça Antlaşması ile Avrupa’da topraklarını kaybetmeye başlayınca, Osmanlı aydınları bu geriye gidişin başladığı sürecinde çareler arayarak padişaha çeşitli sunumlarla, çeşitli yollarla reçeteler sunmaya başladılar. Özellikle Nevi zade Atayi (1583-1636) Nabi (1662-1712) gibi Divan şairleri şiirleri ile devletin düştüğü durumu ve sebeplerini dile getirip çareler aramaya başladılar.
Devrin padişahları Sadrazam Damat İbrahim Paşa israf ve sefahate dalmış ve etkin mülki, adli, düzenlemeler ihmal edilmiştir. Sınırlardan toprak kaybedilen yerlerden ordu komutanlarının feryatlı yardım taleplerine ilgisiz kalınıyordu.
Osmanlı, dini bilgilere dayalı eğitim öğretim yapan medreseleri, sanki bir bilim yuvası gibi sanıyorlardı. Çağdaş fen, matematik gibi bilim ve buluşları öğretmek şöyle dursun, medreseler bir hurafe ocağı, gericilik yatağı idi. O devrin İstanbul medreselerindeki uleması güya bilginler arasında Arapça “Dat” harfi “Zat” mı okunmalı “Dat” mı okunma ihtilafı baş göstermişti. Bu itilaf avama da yayıldığından "Zat” taraftarı olan şeyhler sürgüne gönderildi. Osmanlı uleması böylesine hurafeli boş şeyler uğraşırken, Osmanlı Devleti 1699 da imzaladığı Karlofça Antlaşması ile toprak kaybetmeye başladı, böylece Gerileme Devri dönemi başladı.
Oysa Matbaa Batı’da bulunalı 250 yıl olmuş, daha Osmanlıya matbaa gelmemiş ( sözde ulema “gâvur matbaasında Allah kelamı bozulur, gâvur makinesinde Kuran basılmaz” diye matbaaya karşı çıkmakta),  Avrupa bilim ve sanatlarda hızla ilerliyor, sanayinin temelleri atılıyor, şehir şehir matbaa makineleri kuruluyor, binlerce bilim kitapları basılıyor, bu ivme ile Avrupa hızla ilerliyor. Osmanlı ise, medreselerde hurafe ile uğraşıyordu. Gerileme Devrine kadar Osmanlı bütçesi ve sermayesi üretime dayanmıyor, fetihlerde düşmandan elde edilen mal, para, altın devletin kazancı bütçesini teşkil ediyordu. Gerileme devri ile zaferler, toprak kazançları bitip, toprak kaybetmeye başlanınca devlet, ordusunu, devletini besleyemez oldu. Böylece “Muhanete muhtaç” olurcasına Osmanlı geçimini sağlamak için,  kendini bölmek parçalamak isteyen düşmanlarından borç almak zorunda kaldı. İşte o zaman yıkılışı ve çöküş başladı ve taa 29 Ekim 1923 e Cumhuriyete kadar devam etti.

Borç alan emir alır,  borç yiyen kesesinden yer, hayırsız evlat baba malını batırır

Şimdi burada bir parantez açalım. Bu biraz da, AKP-RTE hükümetlerinin Cumhuriyetin tüm kazanımlarını, Osmanlıya borç veren emperyalist devletlere satarak, üretimden es geçip tamamen ithalata yönelmesine ve bu yüzden Osmanlı gibi ödenemez borca girmesine benzemiyor mu? Oysa, Gerek Osmanlı, gerek günümüzün iktidarı, başta bilim olmak üzere, ülkede her türlü tarım ve sanayi ürünlerinde üretime ilerlemeye değer vermeli idi. Osmanlı, bilim diye medrese eğitimine güvenirken, günümüzün iktidarı da bilim diye medresenin başka bir versiyonu olan imam hatiplere önem vermekle ülke çağdaşlaşamaz, aydınlanamaz. Hele günümüzün “dinci ve kinci” iktidarı fen liselerini kapatıp imam hatip açmaktadır. Üstelik öğrencileri de bu bilim dışı imam hatiplere zorla yönlendirmeye gayret gösteriyor. İmam hatipler bilim öğrenmez, imam hatiplerle çağdaş devlet olunmaz. İçine girmek için çaba gösterdiğimiz AB ülkelerinin hiç birinde, bizim imam hatiple eşdeğerli olan İncil hatip liseleri yoktur. Yine Türkiye’de 92 tane ilahiyat fakültesi varken, Batı’nın hiçbir ülkesinde bizdeki kadar ilahiyat fakültesi veya teoloji üniversitesi yoktur. Kaldı ki dünyada dinle kalkınmış, dinle çağdaşlaşmış bir ülke yoktur. 1950 lilerde Kore Savaşı’nda yardımına koştuğumuz Güney Kore Türkiye’den fakirken, şimdilerde bilim ve teknoloji alanında Türkiye’yi kat kat geçmiştir. Güney Kore ve Japonya kalkınmanın zirvesine çıkmış bu ülkeler Müslüman mı idi. Eğer dinle Müslümanlıkla bir ülke kalkınsa idi, Türkiye dışında Şeriatlı Müslümanlıkla yönetilen 52 Müslüman ülke çağın en gerisinde kalmış ülkeler olup, laiklikle kalkınmış, aydınlanmış çağın en ilerindeki Batı ülkelerine her yönden muhtaçtırlar. Çağdaş Batı ülkeleri ayarında teknolojide ilerlemiş, zenginleşmiş tek bir Müslüman ülkesi yoktur. Öyleyse, “dinci kinci nesil yetiştireceğiz” diyen R.T. Erdoğan, dincilik uygulaması ile ülke için yanlış bir uygulama yapmaktadır; kaldı ki devlet adamı halkına “kinci”liği telkin edemez.
Her Cuma günü, R.T. Erdoğan cami-mabet çıkışında cahil halka kendini dinci-dindar göstermek için  Osmanlı padişahının Cuma selamlığındaymış gibi, gazetecilere ve halka siyasal propaganda yaparak, siyasi içerikli konuşmalar yapmaktadır. Laiklikle bu günkü refaha ulaşmış olan Batı ülkelerinin bir devlet başkanı, R.T. Erdoğan gibi her Pazar günü kiliseden-mabetten çıkıp halka siyasal içerikli konuşma yapamaz, yaptığı takdirde o kişi bir daha iktidar göremez. Her şeyden önce “laiklik dışı davranış” diyerek o ülkenin din adamları bile tepki gösterir. Bunu ABD nin son Başkanı Donald Trump’ın bir kilisenin önünde yaptığı konuşmada gördük, papaz bile laikliğe karşı diye tepki göstermişti.
Neyse uzatmadan parantezi kapatıp Osmanlının o gerileme yıllarına dönelim.

Osmanlı aydınlarının devlet yönetimindeki eleştirileri
Devrin aydınlarından Cevdet Paşa, “devletin bu zor zamanında, devlet sınırlarında topraklar kaybedilirken ulemanın çok basit ve şekli tartışmalara girdiğini” söylemekte.
XVI. Yüzyıl şairlerinden Bağdat’lı Ruhi (d….ölm 1605) halkın çektiği sıkıntıları Terkib-i Bend’inde şu dizeleri ile sitemle anlatmaktadır:
Dünya talebiyle kimisi halkın emehde
Kimi oturup zevk ile dünyay yemekde.
………………………………………………………
Ya Rab bizde bir er bulunup himmet eder mi
Yohsa günümüz böyle felaketle geçer mi?
Yine devrin aydınlarından Nev’izade Atayi (1583-1635) dizelerinde siyasi tenkitlere yer vermiş aydın düşünür bir şairdir. Devrin en önemli sorunlarından olan liyakatsiz insanları işbaşına getirmesidir. (Tıpkı günümüzün AKP-RTE iktidarının yandaşı ön plana çıkarması, liyakatsiz insanları iş başına getirmesi gibi)
Nev’izade Atayi, devrindeki kültürel soğumayı ve değerlerdeki çözülmeyi açık bir dille yansıtmıştır. Şair şiirlerinde devrin en önemli sorunlarından biri olan liyakatsiz insanların işbaşına getirilemsi ve “adam yokluğunu” şöyle anlatmaktadır:
Bir dem itmişti sipihri gaddar
Cahiliyyet fıtratın izhar”
(Gaddar felek, öyle bir an geldi ki cahiliyeti ve cahil insanları öne çıkardı)  
Rayet-i cehl olup âlem gir
Buldu eyyamı felek-i tezvir”
(Cehalet bayrakları âlemi tuttu arabozucu felek istediği güne kavuştu).
Alim ülm niyumu mahhür
Buldu eyyamını felek-i tezvir”
(Âlimler hor görüldü ilim baş aşağı edildi. Padişah fermanıyla verilen liyakatler, ilmi eserler tomar edilerek kaldırıldı).
Mahv olup safha-i ebced hanii
Sikke-i rayiç idi nadani”.
(Yazı bilenlerin yazı tahtaları mahv olup cahille geçer akçe oldu).
Mektebü medrese viran oldi
Kahveler mekteb-i irfan oldi”.
(Mektepler medreseler viran oldu. Kahveler irfan mektebi oldu)
Levh-i tailim amel-mande idi
Aktenin tahtası meydanda idi”.
(Eğrinin tahtaları işe yaramaz idi. Ancak paranın tahtası meydanda idi).
Mansıba ilm iken evvel mi’yar
Şart-ı vâkıf gibi cehl oldı medâr”.
(Önceleri mansıb almak ilim gerektirirken, şimdi ise buna cahillere şart oldu).
“İtdi bu hâli görince zürefâ
Akçesi olmayan izhâr-ı zekâ”.
(Parası olmayan ama zekâ sahibi ileri gelen kişiler, bu hali görünce)
“Ya’nî bir mürteşi-i nâ-dânı
İtdi sadrü’l-‘ulemâ çarh-ı denî”.
(Yani cahil bir rüşvetçiyi âlimlerin başına geçirildiğini)
“Akl-ı fa’âl-i cünûn-ı şirret
Rûh-ı hayvâni-i cehl ü rişvet”.
(Aklı, edepsizlik ve gözükaralık işlerinde ve ruhu cehalet ve rüşvetle dolu).
Nev’izade Atayi’ye göre bu devirde sahte keramet gösteren şeyhler her yanı tutmuştur.
Nice karaçi ki keramet satar,
Mankıra almaz anı ehl-i basar”.
(Zenginlerin çoğu da halkın sırtından mal biriktirmiştir).
Divan Şairlerinden Nabi de (1642-1712) şöyle der:
“İlim ile aklın iledir şartı vezaret yoksa
Şer ile könümü ne bilsin bir aalay la-yafhem”.
İlim ve aklın devlet yönetiminin vazgeçilmez şartları olarak” kabul eden Nabi, “anlayışsız kişilerin devlet yönetimini ele geçirdiğini” ama eder.
 “Devleti eylediler böyle perişan cühela,
Nice teklif olunur gürze müraat-ı garem”.
Nabi “Devleti kuzuya devleti yöneten cahil yöneticileri ise kurda benzetir ve devlet kuzusunun kurda emanet edildiğini” söyler.
“Musta iddini ararlardı mulul-ı eslaf
Ki ide re’yleri bağ ı cihanı hurrem”.(1)
(Oysa eski dönemde padişahlar, idarecileri seçerken liyakate dikkat ederlerdi).
Osmanlı Divan Edebiyatı şairlerinden Sümbüzade Vehbi (1718-1908) de mısralarında şöyle demekte:
Ashab-ı paye füru ehl-i kerem ser-be zemindür
Pes-paye füru-maye olan sadr-nişindür”.
(Himmet sahiplerinin, kerem ehlinin başları yere eğilmişken mayası bozuk, bayağı olanlar sadaret mevkiindedir).
Ayabu mıdur ehline tewslim-i emanet
Hain deyu bildiklerimiz cümle emidur”.
(Emaneti ehline teslim etmek acaba bu mudur? Hain diye tanıdıklarımızın tümü emin olarak gösterilmektedir).
Da’va-yı riyasetle geçer vakti ricalün
“Sanman bu kadar gulguleler davi-i dindur”.
(Devlet adamlarının vakti baş olmak kavgasıyla geçmektedir. Zannetmeyin ki bu kadar şamata din  davası içindir).
XVIII. Yüzyıl şairler ve devlet adamlarından Koca Ragıp Paşa da (1698-1963) şiirlerinde şöyle der:
Sanma kim daire-i şeyhi kerametle döner,
Ehl-i cud eylediği feyz-i semahatle döner”.
(Şeyhin etrafında halka olan müritlerin kerametle döndüğünü sanma; onlar eli açık kimselerin hazırladığı cömertlik feyzi ile dönerler).
Ziya Paşa da (1825-1880), devrin adaletsizliğini şöyle dile getiriyor:
ola davacı vü muhzir dahi şahid,
Ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet”.
(Bir yerde hâkim davacı, mübaşir de şahit olmuşsa, o mahkemenin hükmüne adalet mi denir)
Kısaca Osmanlının yıkılış yıllarının başladığı zamanlarda devrin şairleri, aydınları devlet düzenindeki haksızlıkları, adaletsizlikleri yazdıkları şiirlerde dile getiriyorlardı.
İşte devrin ileri gelenleri, ozanları Osmanlının durumunu böylece şiirleri ile dile getirmekteler. Osmanlı şairleri, “devlet yönetimine liyakatli kişilerin getirilmediğinden” yakınıyorlar.Günümüzün AKP-RTE yönetimi de aynı yolu tutup liyakate önem vermediğine, kendi yandaşlarını üst makamlara getirdiğini, Osmanlı gibi üretime önem vermeyip ithalatı yeğlediğini, böylece ülkeyi borca soktuklarını gözlemliyoruz ve tanık oluyoruz.   
İlk Devlet Bütçesi:  Devlet idaresinde ilk devlet bütçesi 17. Yüzyıl ortalarında Osmanlı İmparatorluğunda yapılmıştır. Bu, bu günkü anlamında bir devlet bütçesi değildi. Basit bir gelir gider defteri idi. Fakat ortaya hayati bir fikir atması bakımından büyük işti.
Devlet bütçesinin babası diyebileceğimiz bu defter, IV. Mehmet’in Sadrazamı Tarhuncu Ahmet Paşa tarafından tanzim edilmiştir.  Gayet namuslu, tok sözlü mert ve cahil bir adam olan Tarhuncu Paşa, devlet masraflarının gelirden fazla olduğunu görmüş, bir denge kurmak için sarayın birçok masraflarını, hazineye borcu olanlardan borçları tahsil edildi. Divan üyeleri ve yeniçerilerden hazineye para aktardı, ödenekleri kesmiş ve bu arada özellikle boş yere hazineden para alan saraydan geçinenlere ağır bir darbe vurmuştur. Bu nedenle pek çok düşman kazanmış; bunların entrikaları ile de hiçbir günahı, taksiri olmayan Tarhuncu Ahmet Paşa cellada yenilerek katledilmiştir (1653)(2)
Osmanlı bütçesi üretime dayanmıyordu; Yükselme devrine kadar, sadece yağma, ganimete dayalı idi. Gerileme devri başlayınca, bu kaynaklar bitmişti; bu yüzden ülke gerilemeye başladı. Osmanlı İmparatorluğu üretimi es geçip, 1830 da Amerika ile  “Ticaret ve Seyrusefer Antlaşması imzaladıktan sonra, İngilizlerle Gümrük Birliğine benzer 1838 Balta Limanı Antlaşmasını yaparak yarı sömürge durumuna düşmüştü. Avrupa Uyum Yasaları’na benzeyen 1839 Tanzimat Fermanı’yla çürüme hızlanmış, 1854 de yabancı devletlerden borç almaya başlayan Osmanlı Devleti kısa sürede yabancı devletlere karşı “yarı sömürge” devlet durumuna düşmüştü. Osmanlı borçlandıkça, Yahudiler, Rumlar başta olmak üzere Batılılar borç verdikçe Osmanlıdan toprak satın almayı da istiyorlardı.
Çağın teknolojik, bilimsel gelişmelerine ilgisiz kalan, borç batağına sürüklenen ve hızla gerileyen Osmanlı İmparatorluğu için Rus Çarı I. Nikola İngilizlere “Osmanlı hasta adam, gelin bu hasta adamın topraklarını paylaşalım” sözüne karşı İngiltere’nin Rusya Büyükelçisi Sir G. H. Seyour, Çar I. Nikola’ya aynen şunları söylemiştir:
Osmanlı bizim için sağmal ineğimizdir; o, yerli sanayisini öldürmek pahasına gümrük duvarlarını İngiltere için indirdi. İngiliz mallarından neredeyse gümrük bile almıyor. Osmanlı toprakları İngiliz sanayi ürünleri için açık pazardır; üstelik Osmanlı Rusya’nın bizim pazarlarımıza el atmasını önleyen bir asker deposudur. Osmanlı sizin için hasta adam olabilir ama bizim için alın yumurtlayan bir tavuktur, niçin onu kesip sizinle paylaşalım?”(3)

Borç alan emir alır,  borç yiyen kesesinden yer, hayırsız evlat baba malını batırır

Osmanlı Devleti’nin böylece Batılıların oyuncağı haline gelmiş ve çöküşe başlaması hali ile bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşadığı borç batağına saplanmasına ne kadar da benzerlik göstermektedir. AKP-RTE “dinci kinci” yönetimi, Cumhuriyetin kazanımlarını “80-90 yıllık parantez” diyerek küçümseyip yadsırken,  80-90 yıllık Türkiye Cumhuriyeti’nin nice eser, tesis ve kazanımlarını satıp savup parasını üretime, kalkınmaya yatırması gerekirken, “itibar” diyerek durmadan oraya buraya ya saray yapıyor, ya da cami yapıyordu. Oysa bunların halka topluma, vatandaşın cebine, kalkınmaya hiçbir etkisi, katkısı yoktu. Desteklenmeyen tüm tarım, sanayi, ekonomi birimleri çok sıkıntıya düşerken, devlet de borç üstüne borç yapıyordu. Biliyoruz ki Osmanlı borçla batmıştır.
Böylece 80-90 yıllık cumhuriyetin kazanımlarını çarçur edenler, üstelik 80-90 yıllık Cumhuriyetimiz için “80-90 yıllık parantez” diyerek kötülemeye çalışıyorlar.  Oysa Türkiye’yi borç batağına sokan, Atatürk’ün kurduğu Laik TC ni yıkmaya çalışan bu “dinci kinci” son 19 yıllık iktidar, TC tarihinde çok kötü bir parantez olarak anılacaklardır. Gidişat onu göstermektedir. 
Haçlı Şovalyesi olmuş iki Osmanlı Padişah Halifesi
Osmanlı İmparatorluğu tarihinde borçtan ve işgal korkusundan iki Osmanlı Padişah-Halifesi Hıristiyan şövalyesi oldu.        
1-Osmanlı artık toprak kaybetmeye başlayınca, İslam Halifesi Sultan Abdulmecit, salt Osmanlı’yı Avrupa Birliğine sokup toprak bütünlüğünü koruyabilmek uğruna, kendisinden önce hiçbir Osmanlı Padişahı’nın yapmadığı İslam Halifesi konumuna yakışmayan şeyler yapıyor, bir İslam Halifesi Osmanlı Padişahı, Saint George Hıristyna Tarikatı’nın müritleri arasına adını yazdırıp Hıristiyanlığı yüceltmekle yükümlü bir Garter Haçlı Şovalyesi oluyordu. (sf 67)
2-Osmanlı Devletinin kasası tamtakırdı. Devlet, memurlarının, askerlerinin, subaylarının aylıklarını bile veremez olmuştu. 1867 de yeni borç arayışlarıyla Avrupa’da kapı kapı dolaşan Abdülaziz’e, çıkardığı yabancılara toprak satış yasası onuruna, İngiltere Kraliçesi Viktorya, bir diz bağı nişanı takarak onu Hıristiyanlığa hizmet eden Garte Şövalyesi ilan ediyordu. Böylece bir Halife daha Hıristiyanlığı korumakla yükümlü bir şövalyelik unvanı veriliyordu. Bu nedenle de Avrupa’ya ilk kez geziye giden Osmanlı Halife Padişahı Abdülaziz oldu.(4)
Başbakanlık yapmış, Cumhurbaşkanı olmuş Süleyman Demirel, her ne kadar, “borç yiğidin kamçısıdır”  dese de, borç alan mutlaka emir alır, sonra “borç yiyen kesesinden yer” de demişler.
Osmanlıdan başlayarak günümüze kadar borç harç durumumuza bir göz atmak istiyoruz. Hele AKP-RTE zamanında devlet borcunun kat be kat arttığı günümüzde borç harç duruma bir göz atmak istedik.
“Kırım Savaşı (1853-1856) yüzünden Osmanlı bütçesi tam takır kalmış, devlet kendi memurlarının aylıklarını bile ödeyemez duruma düşmüştür ve Osmanlı İmparatorluğu bu yüzden, tarihinde ilk kez 1855 te Mısır’ın gelirlerini İngiltere ve Fransa’ya ipotek ederek Yahudi bankerlerden borç almıştır”.(5) Şimdi de AKP-RTE iktidarı İngiliz bankerlerden borç alıyor, para olmadığı için fahiş ipotekli iş yaptırıyor”, Katarlılara toprak satıyor).
“Osmanlı 1954 ten başlayarak dışarıdan borç aldıkça toprak yitiriyor, toprak yitirdikçe de dış borç alıyordu ve bunun sorumlusu, padişahlık özlemcilerinin söylediği gibi sadrazamlar, İttihatçılar vb değil, doğrudan doğruya Osmanlı’nın bilim ve teknolojide Batı’nın gerisinde kalmış olmasıydı”.
İlk Devlet Bütçesi:  Devlet idaresinde ilk devlet bütçesi 17. Yüzyıl ortalarında Osmanlı İmparatorluğunda yapılmıştır. Bu, bu günkü anlamında bir devlet bütçesi değildi. Basit bir gelir gider defteri idi. Fakat ortaya hayati bir fikir atması bakımından büyük işti.
Osmanlı sarayı böylece bütçe, hesap kitap, tasarruf disiplinine uymak istemiyor, sarayda keyfince, kafasına göre har vurup harman savurmak istiyordu. TC nin tek adam ve saray yönetimine gerileyerek evrilen AKP-RTE yönetimi de ilk kez TC nin bütçesini kendi yaparak Osmanlı Saray yönetimine öykünüyordu.
II. Abdülhamid’in dış borç ve toprak yitimi
1875 yılında Fransız uyruklu iki Yahudi tefeci Lorando ve Tubirni’den 200 000 altın borç alır, bu borç 20 yol ödenemeyince faiziyle birlikte 750 000 altını bulmuş. II. Abdülhamid bu borcu ödeyemeyince Fransız devleti bu iki Yahudi tefecinin Fransız uyruklu olduklarını öne sürerek alacaklarına karşılık Osmanlı toprağı olan Midilli Adası’nı işgal edeceğini ve gümrük gelirlerine el koyacağını duyurmuştu.  II. Abdülhamid’e 3 gün süre tanımıştı. Süre dolmasına karşın borç ödenmeyince, Fransa, büyükelçisini geri çekmişti. 4 Kasım 1901 de Fransa donanması Midilli Adası’nı işgal ederek gümrük gelirlerine el koymuş ve Midilli’deki Osmanlı egemenliğine son vermişti.   
Osmanlı Devletinde ilk borç muamelesi, 1591 yılında devletin asker maaşlarını ödememesi üzerine tüccarlardan borç alması olarak gösterilmektedir. Ancak dış devletlerden borç para alma ve yabancı bankalarca borçlanma süresi, Duyun-i umumiye ile başlamıştır.
Osmanlı böylece Batı Emperyalistlere borçlandıkça, onlardan emir almaya, onların yabancı uyruklulara toprak satışına izin verilmesi istemine boyun eğmek zorunda kaldı. “Padişah Abdulaziz 1867 de “7 Safer Kanunu” olarak bilinen yabancılara toprak satışı yasasını çıkarttı. Bunun üzerine Batılı zenginler, özellikle Ege İzmir civarında binlerce dönüm toprak satın almaya başladılar.  Sadece İngilizlerin Batı Anadolu’da satın aldıkları topraklar 3 milyon dönüme yaklaşıyor, öteki yabancıların aldıkları topraklar 5-6 milyon dönüme ulaşıyordu. “Yabancılara toprak satışını” fırsat bilen ve o topraklarda tarihsel emelleri olan Yahudiler, bu günkü İsrail’in temelini oluşturacak Filistin’den toprak satın almaya başladılar”. (sf 77)
Günümüzün İsraillileri de, “Fırat’tan Nil’e kadar” “Arz-ı Mevud” yani “Vaat Edilmiş Topraklar” emelleri oldukları için Güneydoğu illerimizden özellikle GAP bölgesinden toprak satın almaya başladılar.  Tıpkı Osmanlı gibi borç batağına saplanan AKP-RTE iktidarı da borçlandıkça, yabancılara toprak satışına göz yummakta, gizli açık bu satışlar devam etmekte.
Borçlanma karşısında Osmanlı aydınlarından Şair Nabi borç konusunda mısralarında şunları öğütlemekte:
Kılhazer hem deyne olma mübtela,
Orç gibi alemde olmaya bela.
(Sakın borca düşkün olma, Alemde borç gibi bir bela yoktur)
İstinab et bahr-i deyne dalmadan
Her taraftan mevci yakan almadan.
(Borç deryasına dalmadan çekin ki borç dalgaları her taraftan yakana yapışmasın)
Nabi (1642-1712)
Komşu ve aynı ittifak içinde bulunduğumuz Yunanistan, iktidarın Türkiye’yi borca soktuğunu, yanlış politikalar nedeni ile hariçte ülkeyi yalnızlaştırdığını görünce,  Ege’de oraya buraya serpişmiş, sahillerimize çok yakın küçük kayalıkları (18 tane olarak söyleniyor) işgal ediyor, “çakıl taşı edebiyatı yapan” AKP-RTE iktidarının “gıkı bile çıkmıyor”. Çünkü müsrif Saray yönetimi tıpkı Osmanlı gibi ülkeyi ve halkı öylesine bir borç çıkmasına sokmuş ki,  kredi kartı borcunu başka kredi kartı ile kapatmaya çalışan halkımız gibi, borcunu borçla ödüyor duruma düşürülmüş. Bu olağanüstü borç durumu karşısında Saray yönetimi, TC tarihinde ilk kez, Saray’a bağlı Borçlar Genel Müdürlüğü kurarak sanki tıpkı Duyun-u Umumiye’ye benzer hazırlık yaptığını sezer gibi oluyoruz. 
Bilimden, Evrim Teorisi gibi çağdaş evrensel kurallardan, üretimden, çağdaşlıktan uzaklaşarak ülkeyi dincilikle çağın gerisine sürükleyen AKP-RTE iktidarı, yozlaşan ekonomik yapı ile ülkeyi borç batağına sokup her alanda geri bırakan tavır içindedir. Oraya buraya durmadan camiler yapan, fen liselerini kapatıp imam hatipler açan zihniyet asla çağdaş olamaz, ileri gidemez. Çağdaş dünyanın zirvesinde bulunan zengin Batı kültürü, Batı medeniyeti oraya buraya kilise yaparak mı, bu günkü refaha ulaşmıştır? Kesinlikle değil, ancak bilimle ve teknolojiyle, laiklikle şimdiki refaha ulaşmıştır. Sürekli dinciliği ön planda tutan, 50 den fazla devletin oluşturduğu İslam dünyası çağın en gerisindeler, hepsi de, “emperyalist” dedikleri Batı’ya muhtaçtırlar. Birçoğu da Türkiye gibi borç batağında yaşamaktalar.  
Borç alan emir alır,  borç yiyen kesesinden yer, hayırsız evlat baba malını batırır
    
Ülkemiz bu iktidar tarafından öylesine hesapsız, plansız yönetimle borç altına sokulmuş ki,  ülkede işsiz sayısı 10 milyonu, açlık sınırına dayanan insan sayısı 30 milyonu bulmuş durumda.
Dünya Bankası, 2019 yılı Uluslararası Borç İstatistikleri raporunu dün yayımladı. Düşük ve orta gelirli 120 ülke arasında Türkiye, 2019 sonundaki 440,9 milyar dolarlık dış borçla en çok dış borcu olan 6. ülke oldu.
En çok dış borcu olan 10 ülke içinde Türkiye, dış borcun milli gelire oranında ise yüzde 59’luk oranla ikinci sırada yer aldı. Bu alanda ilk sırada, yüzde 65’lik oranla Arjantin yer alıyor.(6)
Osmanlının yıkılış dönemini anımsayınız, Kıbrıs, Midilli dâhil, ülkenin nice topraklarının borç yüzünden ipotekle, siyasi itibarsızlık yüzünden savaşmadan nasıl elden çıktığını tarih kitaplarından okuyoruz. Yanlış ve tek adamlı saray yönetiminin ülkeyi nasıl borç batağına soktuğunu, devlet topraklarını borçlanarak, bilimden uzaklaşarak ülke topraklarını kaybettiğini ibretle görmüştük.  
O halde, kısaca bilim ve teknolojinin rehberliğine, laik eğitime, demokrasiye sarılarak, hele saray zihniyet ve yönetiminden vaz geçip azami tasarruf ve üretimle borçtan kurtulmalı, ileriye bakmalıyız. Gazi Mustafa Kemal Paşa,  1920 lerde, 1923 lerde Osmanlı’nın hantal, müsrif saray yönetiminden uzaklaştırıp, Cumhuriyetin laiklikle donatılmış kalkınmalı rotasını kurmuş, ülkenin yokluklar içinde de olsa itibarını yükseltmişti. Cumhuriyet hiçbir zaman Atatürk döneminin yüzde onlara, on beşlere varan kalkınma hızına ulaşamamıştır.  Ne yazık ki günümüzün, laiklik, Atatürkçülük, Cumhuriyet karşıtı “dinci kinci” iktidarı, ülkeyi demokrasi rotasından saptırarak tekrar daha beter bir saray yönetimine sürüklemiştir. Tek kurtuluş yolu, Atatürk’ün laik demokrasi yoludur.  

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız 

SONNOTLAR   

(1) Hayri-Name’ye göre XVII. Yüzyılda Osmanlı Düşünce Hayatı Nabi

(2) Tarihimizde Garip Vakalar Reşat Ekrem Koçu sf 115-116 

(3) Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni Osmanlı Tuzağı Otopsi Yay. Cengiz Özakıncı sf 32   

(4) Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni Osmanlı Tuzağı Otopsi Yay. Cengiz Özakıncı sf 80

(5) Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni Osmanlı Tuzağı Otopsi Yay. Cengiz Özakıncı sf 55

(6)https://www.sozcu.com.tr/2020/ekonomi/dunya-bankasi-acikladi-dis-borcta-turkiye-120-ulke-arasinda-6-sirada-6080483/

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget