“Haramzade evlat baba malını satarak batırır”
“Ne borç ver, ne borç al, çünkü borç vermek genellikle insanı hem paradan hem dosttan eder”. William Shakespeare (Vatandan da eder, çünkü Osmanlıda gördük).
Osmanlı İmparatorluğu da, TC de ne, yazık ki, eğitimsizlikten, üretimsizlikten, eğitim, kültür, sanayi ve tarıma önem vermediğinden geri kalmış, kendini sömürmek isteyen Batı emperyalistlerin sömürüsüne, tuzaklarına düşerek borç batağına sürüklenmiştir. Bu nedenle Osmanlı zamanında da, şimdi de devletimiz borç batağında kıvranmaktadır. Bunun tek nedeni, çağın hızla ilerleyen sürecine ayak uyduramadığı ile eğitim, öğretim ve liyakate önem vermediğindedir.
Osmanlının geriye gitmekte olduğunu gören, Osmanlıya gizli kinleri olan Batı emperyalistleri, zorda kalan Osmanlıya faizle borç vermeye başladılar. Hiçbir konuda üretimi olmayan Osmanlı, nasıl da günümüzün AKP-RTE iktidarı üretimi bırakıp ithalata yöneldiği ve bu nedenle borçlandığı gibi hızla borçlanıyor, borcu borçla ödemeye çalışıyordu. Gerek son Osmanlı padişahları, gerek günümüzün iktidarı, camiler, saraylar yaparak çağın gelişimine ayak uyduramadıkları için, hele de hiçbir alanda üretim yapmadıkları için çağın gerisinde kalmışlar; babadan atadan gelen toprakları haramzade evlat gibi satarak, ipotek ettirerek borç batağına saplanmışlardı. Osmanlı böylece yok olup giderken, günümüzün iktidarı da özelleştirmelerle elde ettiği parayla yatırıma yönlendirmesi gerekirken, saray üstüne saray, cami üstüne cami yapıyor, borç üstüne borç bindirerek çağın gerisine doğru sürükleniyordu.
Osmanlı Devleti 1699 de yaptığı Karlofça Antlaşması ile Avrupa’da topraklarını kaybetmeye başlayınca, Osmanlı aydınları bu geriye gidişin başladığı sürecinde çareler arayarak padişaha çeşitli sunumlarla, çeşitli yollarla reçeteler sunmaya başladılar. Özellikle Nevi zade Atayi (1583-1636) Nabi (1662-1712) gibi Divan şairleri şiirleri ile devletin düştüğü durumu ve sebeplerini dile getirip çareler aramaya başladılar.
Devrin padişahları Sadrazam Damat İbrahim Paşa israf ve sefahate dalmış ve etkin mülki, adli, düzenlemeler ihmal edilmiştir. Sınırlardan toprak kaybedilen yerlerden ordu komutanlarının feryatlı yardım taleplerine ilgisiz kalınıyordu.
Osmanlı, dini bilgilere dayalı eğitim öğretim yapan medreseleri, sanki bir bilim yuvası gibi sanıyorlardı. Çağdaş fen, matematik gibi bilim ve buluşları öğretmek şöyle dursun, medreseler bir hurafe ocağı, gericilik yatağı idi. O devrin İstanbul medreselerindeki uleması güya bilginler arasında Arapça “Dat” harfi “Zat” mı okunmalı “Dat” mı okunma ihtilafı baş göstermişti. Bu itilaf avama da yayıldığından "Zat” taraftarı olan şeyhler sürgüne gönderildi. Osmanlı uleması böylesine hurafeli boş şeyler uğraşırken, Osmanlı Devleti 1699 da imzaladığı Karlofça Antlaşması ile toprak kaybetmeye başladı, böylece Gerileme Devri dönemi başladı.
Oysa Matbaa Batı’da bulunalı 250 yıl olmuş, daha Osmanlıya matbaa gelmemiş ( sözde ulema
“gâvur matbaasında Allah kelamı bozulur, gâvur makinesinde Kuran basılmaz” diye matbaaya karşı çıkmakta), Avrupa bilim ve sanatlarda hızla ilerliyor, sanayinin temelleri atılıyor, şehir şehir matbaa makineleri kuruluyor, binlerce bilim kitapları basılıyor, bu ivme ile Avrupa hızla ilerliyor. Osmanlı ise, medreselerde hurafe ile uğraşıyordu. Gerileme Devrine kadar Osmanlı bütçesi ve sermayesi üretime dayanmıyor, fetihlerde düşmandan elde edilen mal, para, altın devletin kazancı bütçesini teşkil ediyordu. Gerileme devri ile zaferler, toprak kazançları bitip, toprak kaybetmeye başlanınca devlet, ordusunu, devletini besleyemez oldu. Böylece
“Muhanete muhtaç” olurcasına Osmanlı geçimini sağlamak için, kendini bölmek parçalamak isteyen düşmanlarından borç almak zorunda kaldı. İşte o zaman yıkılışı ve çöküş başladı ve taa 29 Ekim 1923 e Cumhuriyete kadar devam etti.
Şimdi burada bir parantez açalım. Bu biraz da, AKP-RTE hükümetlerinin Cumhuriyetin tüm kazanımlarını, Osmanlıya borç veren emperyalist devletlere satarak, üretimden es geçip tamamen ithalata yönelmesine ve bu yüzden Osmanlı gibi ödenemez borca girmesine benzemiyor mu? Oysa, Gerek Osmanlı, gerek günümüzün iktidarı, başta bilim olmak üzere, ülkede her türlü tarım ve sanayi ürünlerinde üretime ilerlemeye değer vermeli idi. Osmanlı, bilim diye medrese eğitimine güvenirken, günümüzün iktidarı da bilim diye medresenin başka bir versiyonu olan imam hatiplere önem vermekle ülke çağdaşlaşamaz, aydınlanamaz. Hele günümüzün “dinci ve kinci” iktidarı fen liselerini kapatıp imam hatip açmaktadır. Üstelik öğrencileri de bu bilim dışı imam hatiplere zorla yönlendirmeye gayret gösteriyor. İmam hatipler bilim öğrenmez, imam hatiplerle çağdaş devlet olunmaz. İçine girmek için çaba gösterdiğimiz AB ülkelerinin hiç birinde, bizim imam hatiple eşdeğerli olan İncil hatip liseleri yoktur. Yine Türkiye’de 92 tane ilahiyat fakültesi varken, Batı’nın hiçbir ülkesinde bizdeki kadar ilahiyat fakültesi veya teoloji üniversitesi yoktur. Kaldı ki dünyada dinle kalkınmış, dinle çağdaşlaşmış bir ülke yoktur. 1950 lilerde Kore Savaşı’nda yardımına koştuğumuz Güney Kore Türkiye’den fakirken, şimdilerde bilim ve teknoloji alanında Türkiye’yi kat kat geçmiştir. Güney Kore ve Japonya kalkınmanın zirvesine çıkmış bu ülkeler Müslüman mı idi. Eğer dinle Müslümanlıkla bir ülke kalkınsa idi, Türkiye dışında Şeriatlı Müslümanlıkla yönetilen 52 Müslüman ülke çağın en gerisinde kalmış ülkeler olup, laiklikle kalkınmış, aydınlanmış çağın en ilerindeki Batı ülkelerine her yönden muhtaçtırlar. Çağdaş Batı ülkeleri ayarında teknolojide ilerlemiş, zenginleşmiş tek bir Müslüman ülkesi yoktur. Öyleyse, “dinci kinci nesil yetiştireceğiz” diyen R.T. Erdoğan, dincilik uygulaması ile ülke için yanlış bir uygulama yapmaktadır; kaldı ki devlet adamı halkına “kinci”liği telkin edemez.
Her Cuma günü, R.T. Erdoğan cami-mabet çıkışında cahil halka kendini dinci-dindar göstermek için Osmanlı padişahının Cuma selamlığındaymış gibi, gazetecilere ve halka siyasal propaganda yaparak, siyasi içerikli konuşmalar yapmaktadır. Laiklikle bu günkü refaha ulaşmış olan Batı ülkelerinin bir devlet başkanı, R.T. Erdoğan gibi her Pazar günü kiliseden-mabetten çıkıp halka siyasal içerikli konuşma yapamaz, yaptığı takdirde o kişi bir daha iktidar göremez. Her şeyden önce “laiklik dışı davranış” diyerek o ülkenin din adamları bile tepki gösterir. Bunu ABD nin son Başkanı Donald Trump’ın bir kilisenin önünde yaptığı konuşmada gördük, papaz bile laikliğe karşı diye tepki göstermişti.
Neyse uzatmadan parantezi kapatıp Osmanlının o gerileme yıllarına dönelim.
Osmanlı aydınlarının devlet yönetimindeki eleştirileri
Devrin aydınlarından Cevdet Paşa, “devletin bu zor zamanında, devlet sınırlarında topraklar kaybedilirken ulemanın çok basit ve şekli tartışmalara girdiğini” söylemekte.
XVI. Yüzyıl şairlerinden Bağdat’lı Ruhi (d….ölm 1605) halkın çektiği sıkıntıları Terkib-i Bend’inde şu dizeleri ile sitemle anlatmaktadır:
“Dünya talebiyle kimisi halkın emehde
Kimi oturup zevk ile dünyay yemekde.
………………………………………………………
Ya Rab bizde bir er bulunup himmet eder mi
Yohsa günümüz böyle felaketle geçer mi?
Yine devrin aydınlarından Nev’izade Atayi (1583-1635) dizelerinde siyasi tenkitlere yer vermiş aydın düşünür bir şairdir. Devrin en önemli sorunlarından olan liyakatsiz insanları işbaşına getirmesidir. (Tıpkı günümüzün AKP-RTE iktidarının yandaşı ön plana çıkarması, liyakatsiz insanları iş başına getirmesi gibi)
Nev’izade Atayi, devrindeki kültürel soğumayı ve değerlerdeki çözülmeyi açık bir dille yansıtmıştır. Şair şiirlerinde devrin en önemli sorunlarından biri olan liyakatsiz insanların işbaşına getirilemsi ve “adam yokluğunu” şöyle anlatmaktadır:
“Bir dem itmişti sipihri gaddar
Cahiliyyet fıtratın izhar”
(Gaddar felek, öyle bir an geldi ki cahiliyeti ve cahil insanları öne çıkardı)
“Rayet-i cehl olup âlem gir
Buldu eyyamı felek-i tezvir”
(Cehalet bayrakları âlemi tuttu arabozucu felek istediği güne kavuştu).
“Alim ülm niyumu mahhür
Buldu eyyamını felek-i tezvir”
(Âlimler hor görüldü ilim baş aşağı edildi. Padişah fermanıyla verilen liyakatler, ilmi eserler tomar edilerek kaldırıldı).
“Mahv olup safha-i ebced hanii
Sikke-i rayiç idi nadani”.
(Yazı bilenlerin yazı tahtaları mahv olup cahille geçer akçe oldu).
“Mektebü medrese viran oldi
Kahveler mekteb-i irfan oldi”.
(Mektepler medreseler viran oldu. Kahveler irfan mektebi oldu)
“Levh-i tailim amel-mande idi
Aktenin tahtası meydanda idi”.
(Eğrinin tahtaları işe yaramaz idi. Ancak paranın tahtası meydanda idi).
“Mansıba ilm iken evvel mi’yar
Şart-ı vâkıf gibi cehl oldı medâr”.
(Önceleri mansıb almak ilim gerektirirken, şimdi ise buna cahillere şart oldu).
“İtdi bu hâli görince zürefâ
Akçesi olmayan izhâr-ı zekâ”.
(Parası olmayan ama zekâ sahibi ileri gelen kişiler, bu hali görünce)
“Ya’nî bir mürteşi-i nâ-dânı
İtdi sadrü’l-‘ulemâ çarh-ı denî”.
(Yani cahil bir rüşvetçiyi âlimlerin başına geçirildiğini)
“Akl-ı fa’âl-i cünûn-ı şirret
Rûh-ı hayvâni-i cehl ü rişvet”.
(Aklı, edepsizlik ve gözükaralık işlerinde ve ruhu cehalet ve rüşvetle dolu).
Nev’izade Atayi’ye göre bu devirde sahte keramet gösteren şeyhler her yanı tutmuştur.
“Nice karaçi ki keramet satar,
Mankıra almaz anı ehl-i basar”.
(Zenginlerin çoğu da halkın sırtından mal biriktirmiştir).
Divan Şairlerinden Nabi de (1642-1712) şöyle der:
“İlim ile aklın iledir şartı vezaret yoksa
Şer ile könümü ne bilsin bir aalay la-yafhem”.
“İlim ve aklın devlet yönetiminin vazgeçilmez şartları olarak” kabul eden Nabi, “anlayışsız kişilerin devlet yönetimini ele geçirdiğini” ama eder.
“Devleti eylediler böyle perişan cühela,
Nice teklif olunur gürze müraat-ı garem”.
Nabi “Devleti kuzuya devleti yöneten cahil yöneticileri ise kurda benzetir ve devlet kuzusunun kurda emanet edildiğini” söyler.
“Musta iddini ararlardı mulul-ı eslaf
Ki ide re’yleri bağ ı cihanı hurrem”.(1)
(Oysa eski dönemde padişahlar, idarecileri seçerken liyakate dikkat ederlerdi).
Osmanlı Divan Edebiyatı şairlerinden Sümbüzade Vehbi (1718-1908) de mısralarında şöyle demekte:
“Ashab-ı paye füru ehl-i kerem ser-be zemindür
Pes-paye füru-maye olan sadr-nişindür”.
(Himmet sahiplerinin, kerem ehlinin başları yere eğilmişken mayası bozuk, bayağı olanlar sadaret mevkiindedir).
“Ayabu mıdur ehline tewslim-i emanet
Hain deyu bildiklerimiz cümle emidur”.
(Emaneti ehline teslim etmek acaba bu mudur? Hain diye tanıdıklarımızın tümü emin olarak gösterilmektedir).
“Da’va-yı riyasetle geçer vakti ricalün
“Sanman bu kadar gulguleler davi-i dindur”.
(Devlet adamlarının vakti baş olmak kavgasıyla geçmektedir. Zannetmeyin ki bu kadar şamata din davası içindir).
XVIII. Yüzyıl şairler ve devlet adamlarından Koca Ragıp Paşa da (1698-1963) şiirlerinde şöyle der:
“Sanma kim daire-i şeyhi kerametle döner,
Ehl-i cud eylediği feyz-i semahatle döner”.
(Şeyhin etrafında halka olan müritlerin kerametle döndüğünü sanma; onlar eli açık kimselerin hazırladığı cömertlik feyzi ile dönerler).
Ziya Paşa da (1825-1880), devrin adaletsizliğini şöyle dile getiriyor:
“ola davacı vü muhzir dahi şahid,
Ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet”.
(Bir yerde hâkim davacı, mübaşir de şahit olmuşsa, o mahkemenin hükmüne adalet mi denir)
Kısaca Osmanlının yıkılış yıllarının başladığı zamanlarda devrin şairleri, aydınları devlet düzenindeki haksızlıkları, adaletsizlikleri yazdıkları şiirlerde dile getiriyorlardı.
İşte devrin ileri gelenleri, ozanları Osmanlının durumunu böylece şiirleri ile dile getirmekteler. Osmanlı şairleri, “devlet yönetimine liyakatli kişilerin getirilmediğinden” yakınıyorlar.Günümüzün AKP-RTE yönetimi de aynı yolu tutup liyakate önem vermediğine, kendi yandaşlarını üst makamlara getirdiğini, Osmanlı gibi üretime önem vermeyip ithalatı yeğlediğini, böylece ülkeyi borca soktuklarını gözlemliyoruz ve tanık oluyoruz.
İlk Devlet Bütçesi: Devlet idaresinde ilk devlet bütçesi 17. Yüzyıl ortalarında Osmanlı İmparatorluğunda yapılmıştır. Bu, bu günkü anlamında bir devlet bütçesi değildi. Basit bir gelir gider defteri idi. Fakat ortaya hayati bir fikir atması bakımından büyük işti.
Devlet bütçesinin babası diyebileceğimiz bu defter, IV. Mehmet’in Sadrazamı Tarhuncu Ahmet Paşa tarafından tanzim edilmiştir. Gayet namuslu, tok sözlü mert ve cahil bir adam olan Tarhuncu Paşa, devlet masraflarının gelirden fazla olduğunu görmüş, bir denge kurmak için sarayın birçok masraflarını, hazineye borcu olanlardan borçları tahsil edildi. Divan üyeleri ve yeniçerilerden hazineye para aktardı, ödenekleri kesmiş ve bu arada özellikle boş yere hazineden para alan saraydan geçinenlere ağır bir darbe vurmuştur. Bu nedenle pek çok düşman kazanmış; bunların entrikaları ile de hiçbir günahı, taksiri olmayan Tarhuncu Ahmet Paşa cellada yenilerek katledilmiştir (1653)(2)
Osmanlı bütçesi üretime dayanmıyordu; Yükselme devrine kadar, sadece yağma, ganimete dayalı idi. Gerileme devri başlayınca, bu kaynaklar bitmişti; bu yüzden ülke gerilemeye başladı. Osmanlı İmparatorluğu üretimi es geçip, 1830 da Amerika ile “Ticaret ve Seyrusefer Antlaşması imzaladıktan sonra, İngilizlerle Gümrük Birliğine benzer 1838 Balta Limanı Antlaşmasını yaparak yarı sömürge durumuna düşmüştü. Avrupa Uyum Yasaları’na benzeyen 1839 Tanzimat Fermanı’yla çürüme hızlanmış, 1854 de yabancı devletlerden borç almaya başlayan Osmanlı Devleti kısa sürede yabancı devletlere karşı “yarı sömürge” devlet durumuna düşmüştü. Osmanlı borçlandıkça, Yahudiler, Rumlar başta olmak üzere Batılılar borç verdikçe Osmanlıdan toprak satın almayı da istiyorlardı.
Çağın teknolojik, bilimsel gelişmelerine ilgisiz kalan, borç batağına sürüklenen ve hızla gerileyen Osmanlı İmparatorluğu için Rus Çarı I. Nikola İngilizlere “Osmanlı hasta adam, gelin bu hasta adamın topraklarını paylaşalım” sözüne karşı İngiltere’nin Rusya Büyükelçisi Sir G. H. Seyour, Çar I. Nikola’ya aynen şunları söylemiştir:
“Osmanlı bizim için sağmal ineğimizdir; o, yerli sanayisini öldürmek pahasına gümrük duvarlarını İngiltere için indirdi. İngiliz mallarından neredeyse gümrük bile almıyor. Osmanlı toprakları İngiliz sanayi ürünleri için açık pazardır; üstelik Osmanlı Rusya’nın bizim pazarlarımıza el atmasını önleyen bir asker deposudur. Osmanlı sizin için hasta adam olabilir ama bizim için alın yumurtlayan bir tavuktur, niçin onu kesip sizinle paylaşalım?”(3)
Osmanlı Devleti’nin böylece Batılıların oyuncağı haline gelmiş ve çöküşe başlaması hali ile bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşadığı borç batağına saplanmasına ne kadar da benzerlik göstermektedir. AKP-RTE “dinci kinci” yönetimi, Cumhuriyetin kazanımlarını “80-90 yıllık parantez” diyerek küçümseyip yadsırken, 80-90 yıllık Türkiye Cumhuriyeti’nin nice eser, tesis ve kazanımlarını satıp savup parasını üretime, kalkınmaya yatırması gerekirken, “itibar” diyerek durmadan oraya buraya ya saray yapıyor, ya da cami yapıyordu. Oysa bunların halka topluma, vatandaşın cebine, kalkınmaya hiçbir etkisi, katkısı yoktu. Desteklenmeyen tüm tarım, sanayi, ekonomi birimleri çok sıkıntıya düşerken, devlet de borç üstüne borç yapıyordu. Biliyoruz ki Osmanlı borçla batmıştır.
Böylece 80-90 yıllık cumhuriyetin kazanımlarını çarçur edenler, üstelik 80-90 yıllık Cumhuriyetimiz için
“80-90 yıllık parantez” diyerek kötülemeye çalışıyorlar. Oysa Türkiye’yi borç batağına sokan, Atatürk’ün kurduğu Laik TC ni yıkmaya çalışan bu
“dinci kinci” son 19 yıllık iktidar, TC tarihinde çok kötü bir parantez olarak anılacaklardır. Gidişat onu göstermektedir.
Haçlı Şovalyesi olmuş iki Osmanlı Padişah Halifesi
Osmanlı İmparatorluğu tarihinde borçtan ve işgal korkusundan iki Osmanlı Padişah-Halifesi Hıristiyan şövalyesi oldu.
1-Osmanlı artık toprak kaybetmeye başlayınca, İslam Halifesi Sultan Abdulmecit, salt Osmanlı’yı Avrupa Birliğine sokup toprak bütünlüğünü koruyabilmek uğruna, kendisinden önce hiçbir Osmanlı Padişahı’nın yapmadığı İslam Halifesi konumuna yakışmayan şeyler yapıyor, bir İslam Halifesi Osmanlı Padişahı, Saint George Hıristyna Tarikatı’nın müritleri arasına adını yazdırıp Hıristiyanlığı yüceltmekle yükümlü bir Garter Haçlı Şovalyesi oluyordu. (sf 67)
2-Osmanlı Devletinin kasası tamtakırdı. Devlet, memurlarının, askerlerinin, subaylarının aylıklarını bile veremez olmuştu. 1867 de yeni borç arayışlarıyla Avrupa’da kapı kapı dolaşan Abdülaziz’e, çıkardığı yabancılara toprak satış yasası onuruna, İngiltere Kraliçesi Viktorya, bir diz bağı nişanı takarak onu Hıristiyanlığa hizmet eden Garte Şövalyesi ilan ediyordu. Böylece bir Halife daha Hıristiyanlığı korumakla yükümlü bir şövalyelik unvanı veriliyordu. Bu nedenle de Avrupa’ya ilk kez geziye giden Osmanlı Halife Padişahı Abdülaziz oldu.(4)
Başbakanlık yapmış, Cumhurbaşkanı olmuş Süleyman Demirel, her ne kadar, “
borç yiğidin kamçısıdır” dese de, borç alan mutlaka emir alır, sonra
“borç yiyen kesesinden yer” de demişler.
Osmanlıdan başlayarak günümüze kadar borç harç durumumuza bir göz atmak istiyoruz. Hele AKP-RTE zamanında devlet borcunun kat be kat arttığı günümüzde borç harç duruma bir göz atmak istedik.
“Kırım Savaşı (1853-1856) yüzünden Osmanlı bütçesi tam takır kalmış, devlet kendi memurlarının aylıklarını bile ödeyemez duruma düşmüştür ve Osmanlı İmparatorluğu bu yüzden, tarihinde ilk kez 1855 te Mısır’ın gelirlerini İngiltere ve Fransa’ya ipotek ederek Yahudi bankerlerden borç almıştır”.(5) Şimdi de AKP-RTE iktidarı İngiliz bankerlerden borç alıyor, para olmadığı için fahiş ipotekli iş yaptırıyor”, Katarlılara toprak satıyor).
“Osmanlı 1954 ten başlayarak dışarıdan borç aldıkça toprak yitiriyor, toprak yitirdikçe de dış borç alıyordu ve bunun sorumlusu, padişahlık özlemcilerinin söylediği gibi sadrazamlar, İttihatçılar vb değil, doğrudan doğruya Osmanlı’nın bilim ve teknolojide Batı’nın gerisinde kalmış olmasıydı”.
İlk Devlet Bütçesi: Devlet idaresinde ilk devlet bütçesi 17. Yüzyıl ortalarında Osmanlı İmparatorluğunda yapılmıştır. Bu, bu günkü anlamında bir devlet bütçesi değildi. Basit bir gelir gider defteri idi. Fakat ortaya hayati bir fikir atması bakımından büyük işti.
Osmanlı sarayı böylece bütçe, hesap kitap, tasarruf disiplinine uymak istemiyor, sarayda keyfince, kafasına göre har vurup harman savurmak istiyordu. TC nin tek adam ve saray yönetimine gerileyerek evrilen AKP-RTE yönetimi de ilk kez TC nin bütçesini kendi yaparak Osmanlı Saray yönetimine öykünüyordu.
II. Abdülhamid’in dış borç ve toprak yitimi
1875 yılında Fransız uyruklu iki Yahudi tefeci Lorando ve Tubirni’den 200 000 altın borç alır, bu borç 20 yol ödenemeyince faiziyle birlikte 750 000 altını bulmuş. II. Abdülhamid bu borcu ödeyemeyince Fransız devleti bu iki Yahudi tefecinin Fransız uyruklu olduklarını öne sürerek alacaklarına karşılık Osmanlı toprağı olan Midilli Adası’nı işgal edeceğini ve gümrük gelirlerine el koyacağını duyurmuştu. II. Abdülhamid’e 3 gün süre tanımıştı. Süre dolmasına karşın borç ödenmeyince, Fransa, büyükelçisini geri çekmişti. 4 Kasım 1901 de Fransa donanması Midilli Adası’nı işgal ederek gümrük gelirlerine el koymuş ve Midilli’deki Osmanlı egemenliğine son vermişti.
Osmanlı Devletinde ilk borç muamelesi, 1591 yılında devletin asker maaşlarını ödememesi üzerine tüccarlardan borç alması olarak gösterilmektedir. Ancak dış devletlerden borç para alma ve yabancı bankalarca borçlanma süresi, Duyun-i umumiye ile başlamıştır.
Osmanlı böylece Batı Emperyalistlere borçlandıkça, onlardan emir almaya, onların yabancı uyruklulara toprak satışına izin verilmesi istemine boyun eğmek zorunda kaldı. “Padişah Abdulaziz 1867 de
“7 Safer Kanunu” olarak bilinen yabancılara toprak satışı yasasını çıkarttı. Bunun üzerine Batılı zenginler, özellikle Ege İzmir civarında binlerce dönüm toprak satın almaya başladılar. Sadece İngilizlerin Batı Anadolu’da satın aldıkları topraklar 3 milyon dönüme yaklaşıyor, öteki yabancıların aldıkları topraklar 5-6 milyon dönüme ulaşıyordu. “Yabancılara toprak satışını” fırsat bilen ve o topraklarda tarihsel emelleri olan Yahudiler, bu günkü İsrail’in temelini oluşturacak Filistin’den toprak satın almaya başladılar”. (sf 77)
Günümüzün İsraillileri de, “
Fırat’tan Nil’e kadar” “Arz-ı Mevud” yani “Vaat Edilmiş Topraklar” emelleri oldukları için Güneydoğu illerimizden özellikle GAP bölgesinden toprak satın almaya başladılar. Tıpkı Osmanlı gibi borç batağına saplanan AKP-RTE iktidarı da borçlandıkça, yabancılara toprak satışına göz yummakta, gizli açık bu satışlar devam etmekte.
Borçlanma karşısında Osmanlı aydınlarından Şair Nabi borç konusunda mısralarında şunları öğütlemekte:
“
Kılhazer hem deyne olma mübtela,
Orç gibi alemde olmaya bela.
(Sakın borca düşkün olma, Alemde borç gibi bir bela yoktur)
“
İstinab et bahr-i deyne dalmadan
Her taraftan mevci yakan almadan.
(Borç deryasına dalmadan çekin ki borç dalgaları her taraftan yakana yapışmasın)
Nabi (1642-1712)
Komşu ve aynı ittifak içinde bulunduğumuz Yunanistan, iktidarın Türkiye’yi borca soktuğunu, yanlış politikalar nedeni ile hariçte ülkeyi yalnızlaştırdığını görünce, Ege’de oraya buraya serpişmiş, sahillerimize çok yakın küçük kayalıkları (18 tane olarak söyleniyor) işgal ediyor, “çakıl taşı edebiyatı yapan” AKP-RTE iktidarının “gıkı bile çıkmıyor”. Çünkü müsrif Saray yönetimi tıpkı Osmanlı gibi ülkeyi ve halkı öylesine bir borç çıkmasına sokmuş ki, kredi kartı borcunu başka kredi kartı ile kapatmaya çalışan halkımız gibi, borcunu borçla ödüyor duruma düşürülmüş. Bu olağanüstü borç durumu karşısında Saray yönetimi, TC tarihinde ilk kez, Saray’a bağlı Borçlar Genel Müdürlüğü kurarak sanki tıpkı Duyun-u Umumiye’ye benzer hazırlık yaptığını sezer gibi oluyoruz.
Bilimden, Evrim Teorisi gibi çağdaş evrensel kurallardan, üretimden, çağdaşlıktan uzaklaşarak ülkeyi dincilikle çağın gerisine sürükleyen AKP-RTE iktidarı, yozlaşan ekonomik yapı ile ülkeyi borç batağına sokup her alanda geri bırakan tavır içindedir. Oraya buraya durmadan camiler yapan, fen liselerini kapatıp imam hatipler açan zihniyet asla çağdaş olamaz, ileri gidemez. Çağdaş dünyanın zirvesinde bulunan zengin Batı kültürü, Batı medeniyeti oraya buraya kilise yaparak mı, bu günkü refaha ulaşmıştır? Kesinlikle değil, ancak bilimle ve teknolojiyle, laiklikle şimdiki refaha ulaşmıştır. Sürekli dinciliği ön planda tutan, 50 den fazla devletin oluşturduğu İslam dünyası çağın en gerisindeler, hepsi de,
“emperyalist” dedikleri Batı’ya muhtaçtırlar. Birçoğu da Türkiye gibi borç batağında yaşamaktalar.
Ülkemiz bu iktidar tarafından öylesine hesapsız, plansız yönetimle borç altına sokulmuş ki, ülkede işsiz sayısı 10 milyonu, açlık sınırına dayanan insan sayısı 30 milyonu bulmuş durumda.
Dünya Bankası, 2019 yılı Uluslararası Borç İstatistikleri raporunu dün yayımladı. Düşük ve orta gelirli 120 ülke arasında Türkiye, 2019 sonundaki 440,9 milyar dolarlık dış borçla en çok dış borcu olan 6. ülke oldu.
En çok dış borcu olan 10 ülke içinde Türkiye, dış borcun milli gelire oranında ise yüzde 59’luk oranla ikinci sırada yer aldı. Bu alanda ilk sırada, yüzde 65’lik oranla Arjantin yer alıyor.(6)
Osmanlının yıkılış dönemini anımsayınız, Kıbrıs, Midilli dâhil, ülkenin nice topraklarının borç yüzünden ipotekle, siyasi itibarsızlık yüzünden savaşmadan nasıl elden çıktığını tarih kitaplarından okuyoruz. Yanlış ve tek adamlı saray yönetiminin ülkeyi nasıl borç batağına soktuğunu, devlet topraklarını borçlanarak, bilimden uzaklaşarak ülke topraklarını kaybettiğini ibretle görmüştük.
O halde, kısaca bilim ve teknolojinin rehberliğine, laik eğitime, demokrasiye sarılarak, hele saray zihniyet ve yönetiminden vaz geçip azami tasarruf ve üretimle borçtan kurtulmalı, ileriye bakmalıyız. Gazi Mustafa Kemal Paşa, 1920 lerde, 1923 lerde Osmanlı’nın hantal, müsrif saray yönetiminden uzaklaştırıp, Cumhuriyetin laiklikle donatılmış kalkınmalı rotasını kurmuş, ülkenin yokluklar içinde de olsa itibarını yükseltmişti. Cumhuriyet hiçbir zaman Atatürk döneminin yüzde onlara, on beşlere varan kalkınma hızına ulaşamamıştır. Ne yazık ki günümüzün, laiklik, Atatürkçülük, Cumhuriyet karşıtı “dinci kinci” iktidarı, ülkeyi demokrasi rotasından saptırarak tekrar daha beter bir saray yönetimine sürüklemiştir. Tek kurtuluş yolu, Atatürk’ün laik demokrasi yoludur.
Cevat Kulaksız
Cevat Kulaksız
SONNOTLAR
(1) Hayri-Name’ye göre XVII. Yüzyılda Osmanlı Düşünce Hayatı Nabi
(2) Tarihimizde Garip Vakalar Reşat Ekrem Koçu sf 115-116
(3) Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni Osmanlı Tuzağı Otopsi Yay. Cengiz Özakıncı sf 32
(4) Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni Osmanlı Tuzağı Otopsi Yay. Cengiz Özakıncı sf 80
(5) Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni Osmanlı Tuzağı Otopsi Yay. Cengiz Özakıncı sf 55
(6)https://www.sozcu.com.tr/2020/ekonomi/dunya-bankasi-acikladi-dis-borcta-turkiye-120-ulke-arasinda-6-sirada-6080483/