Ağustos 2020
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

 

Derhal Soruşturma Açtırmalısınız

Utanmazlığa bakınız. 

Hem,  30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamalarını kısıtlıyorsunuz ve Anıtkabir’e halkın girişini yasaklıyorsunuz, hem de bu kısıtlamayı fırsata çevirmek ve propaganda malzemesi olarak kullanmaya kalkıyorsunuz. 

Bu utanmazlıktan da öte, şaşkınlık ve aymazlık. 

Bayram nedeniyle,  AKP Genel Başkanı partili Cumhurbaşkanı Anıtkabir’e çıkıyor ve kerhen de olsa ATATÜRK'ün mozolesine çiçek koyuyor ve çıkışta bindirilmiş kıta,  utanmaz ve yalaka yandaş amigolar. Recep Tayyip ERDOĞAN diyerek onun lehine slogan atıyorlar. 

Yasağa rağmen bu amigo grubunun işi ne orada?

Madem ki;  Devlet töreni sırasında,  Anıtkabir’e halkın girişi yasak, o yalaka amigo grubunun ayrıcalığı nedir ki,  bunlar Anıtkabir’e alınmışlar ve slogan atmalarına müsaade ediliyor?

Bu sloganları ve yasağı delen amigoları AKP Genel Başkanı duydu ve gördü, niçin anında müdahale etmedi merak ediyoruz. 

Bundan da anlaşılıyor ki; ortada planlı ve programlı, önceden üzerinde çalışılmış izinli bir propaganda faaliyeti var. 

Şayet biz yanılıyorsak ve haksızlık yapıyorsak, bu çirkin olaya bizzat tanık olan AKP Genel Başkanının; slogan atan bu yalaka yandaş amigolar ve bunları Anıtkabir’e alanlar hakkında derhal soruşturma açtırması ve olayın üzerine gitmesi gerekiyor. 

Bu olay,  sessiz kalınarak örtbas edilecek olursa,  bu ülkenin bir muz cumhuriyeti dahi olmadığı tescil edilmiş olacaktır ne yazık ki. 

Bu ülke şu anda, ATATÜRK düşmanlarının, kendilerinden hukuk önünde hesap sorulamaz olanların keyfi yönetimi ve sorumsuzluklarının yarattığı doğum sancısını çekmekte olup, ne yaparlarsa yapsınlar,  sandıkta mağlup olarak gidecekler, demokrasi ve ATATÜRK'ün kurduğu hukukun üstünlüğüne dayalı laik Türkiye Cumhuriyeti tüm kural ve kurumlarıyla yeniden geri gelecek ve ilelebet payidar olacaktır. 

Kimsenin şüphesi olmasın.  

Güner Yiğitbaşı

31/08/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

 

Hepimiz Bu Cinayetin Failleriyiz

Yasa dışı bir örgütün hapisteki üyeleri ile dışarıdaki üyeleri arasında haberleşme sağladığı ve kuryelik yaptığı iddiasıyla tutuklu olarak yargılanarak,  örgüt üyesi olmadığı halde örgüte yardımdan suçlu bulunup 13 yıl altı ay hapse mahkum edilen Avukat Ebru TİMTİK; suçsuz olduğunu ve adil yargılanmadığını kamuoyuna duyurabilmek ve kamuoyunun desteğini alabilmek için başlattığı açlık grevini,  sonradan ölüm orucuna dönüştürmüş ve 238 gün devam eden ölüm orucu hukuk direnişinden mağlup çıkarak,  hayatını kaybetmiştir. 

Biz, uygulamanın içinde bulunan ve şu veya bu nedenle yalan söyleyen, beyanlarına güvenilemeyen salt gizli tanık beyanlarıyla,  binlerce kişinin, hukuka aykırı olarak haksız bir şekilde mahkum edildiklerine tanık olan elli senelik bir hukuk adamı olarak, Ebru TİMTİK'in suçsuzluğuna ve gerçek dışı gizli tanık beyanlarıyla haksız olarak cezalandırıldığına yürekten inanıyoruz. 

Türk hukuk tatbikatında, gerçek dışı gizli tanık beyanlarıyla, kolay bir şekilde mahkumiyet hükümlerinin veriliyor olması, kanayan bir hukuki  yaradır. 

Nitekim, ülkemizin yargısı; maalesef, gizli tanık beyanlarıyla verilen ancak sonradan yalan ve kumpas oldukları açığa çıkarak, hiçbiri kesinleşerek uygulanamayan hukuk dışı  mahkumiyet kararlarının çöplüğüne dönüşmüştür. 

Buna rağmen, Türk yargısında;  hala,  salt gizli tanık beyanlarıyla mahkumiyet hükümleri kurulmaya devam edilmektedir. 

Aslında,  bırakınız gizli tanık beyanlarını, normal aleni olarak tanıklık yapan kişilerin beyanları dahi,  başka delillerle desteklenmediği sürece,  kesin delil olarak kabul edilerek mahkumiyet kararlarına esas alınmamalıdır.  

Evet, tanık delili;  ceza yargılamasında önemli bir delildir ama, çiğ süt emmiş insan unsuruna dayalı olduğu için,  bir parmak izi, DNA testi, balistik raporlar gibi,  kesin değil, taktiri bir delildir.  Hakim, hele bu gizli bir tanıksa,  salt tanık beyanına itibar ederek,  mahkumiyet kararı vermek zorunda değildir. 

Elde edilen tek delil,  gizli tanık beyanlarıysa, asla mahkûmiyet hükmü verilmemelidir. 

Avukat Ebru TİMTİK, basından edindiğimiz bilgilere göre, gerçek dışı ve taraflı gizli tanık beyanlarıyla suçlu bulunup mahkum edilmiş ve bu haksız mahkumiyet kararına isyan ederek, adil yargılanma talebini,  açlık  grevi ve ölüm orucuyla direnerek kamuoyuna duyurmak istemiş ve bu direnişi sonuçsuz kalarak, 238 gün sonra hayatını kaybetmiştir. 

Avukat Ebru TİMTİK'in suçsuzluğunun ve hayatıyla ödediği isyan ve hukuk direnişindeki haklılığının en önemli ve kesin kanıtı, uğradığı hukuki mağduriyetini ortaya koyabilmek için,  ölümü göze almış olmasıdır. 

Ölüm orucu, şakaya gelmez, adı üzerinde, bu direnişin ölümle sonuçlanacağı kesindir, bu nedenle bu direnişe başlayan bir kişinin, suçsuz olduğuna gerçekten inanmış ve uğradığı hukuksuzluk ve haksızlığı, onur ve gurur  meselesi yapmış olması gerekir. Hayatın olağan akışı budur. 

Av. Ebru TİMTİK; suçsuzluğunu,  hayatını feda ederek kanıtlamıştır. Meslek ve insanlık onurunu, yaşamının üzerinde tutmuştur. 

Bu nedenle;  bize göre, Av. Ebru TİMTİK, insanlık onurundan fedakarlık yapmayan,  gururlu ve üstün kişiliğiyle bir hukuk ve adalet şehidi olup, ülkemizin hukuksuzluk batağında, bir hukuk cinayetine kurban gitmiştir. 

Av. Ebru TİMTİK'e yönelik bu cinayetten;  en başta AKP iktidarı ve AKP yargısı olmak üzere, hukuksuzluğun kol gezdiği bu toplumun duyarsız ve sessiz bireyleri olarak hepimiz suçluyuz.  

Hepimiz bu cinayetin failleriyiz. 

Güner Yiğitbaşı

29/08/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu


 

Bunlar Laik Atatürk'e Ve Devrimlerine Karşılar

Saray, 

Saraylarda yaşama tutkusu, 

Milletinden uzaklaşmak, 

Ümmet özlemi, millet kavramı yerine ümmet kavramına ve anlayışına üstünlük tanımak, 

Din ve mezhep üzerinden politika yapmak, 

Türk Milleti diyememek, demek gerekirse de, sadece milletim diyerek yetinmek, 

ATATÜRK diyememek, demek gerekirse de,  Gazi Mustafa Kemal diyerek yasak savuşturmak, 

Hem laik ve hem de Müslüman olunamaz diyerek, laiklik ikesine olan allerjisini ve düşmanlığını dile getirmek, 

Bilerek ve isteyerek yaptığı kendi yanlışlarının sonucu olan 15 Temmuz'u kutsamak ve onu ülkenin  kurtuluş savaşı olarak görmek, 

Kendi yanlış yasal düzenlemeleri sonucunda Türk Silahlı Kuvvetlerinin ATATÜRK'çü vatansever subaylarını tasfiye ederek, FETÖ'cü çetenin subaylarının Türk Ordusunu ele geçirerek darbe girişiminde bulunmalarına yol açan AKP çoğunluklu Türkiye Büyük Millet Meclisinin;  15 Temmuz darbe girişimi gecesinde bombalanması nedeniyle; 1920'li yıllarda ülkenin emperyalist işgalci devletlerden kurtarılması için girişilen ve 30 Ağustos 1922 de zaferle sonuçlanan kurtuluş savaşının karargahlığını yaparak hak ettiği asıl gazilik unvanını bir kenara bırakarak, 15. Temmuz Fetöcü çetenin saldırısı nedeniyle, Türkiye Büyük Millet Meclisine yeniden gazilik unvanı vermeye kalkışmak, 

Tüm bu gerçekleri alt alta koyup bir değerlendirme yaptığımızda, 

İş başındaki AKP iktidarının;  ATATÜRK ve milli bayramlara olan düşmanlığını anlamamak mümkün değildir. 

30. Ağustos Zafer Bayramı kutlamalarını,  pandemi gerekçesiyle yasaklamak ve kısıtlamak, 

Ama, aynı pandemi ortamında, hiçbir kısıtlama yapmadan, büyük bir katılım ve cemaatle Cuma namazı kılarak AYASOFYA'yı ibadete açmak, 

Kısa süre önce kutladığımız dini bayram olan kurban bayramında,  virüsün yayılmasına yol açacak kurban kesimlerini yasaklamamak, bu konuda hiçbir kısıtlama getirmemek, 

26. Ağustosta,  949 yıl dönümünü idrak ettiğimiz Alparslan’ın Malazgirt Zaferini, hiçbir kısıtlama ve yasak getirmeden devlet erkanıyla kutlamak, 

ATATÜRK imzalı tüm milli bayramlara soğuk bakmak ve bir neden bulup, bunu bahane ederek milli bayramlara yasak ve kısıtlamalar getirmek. 

Bunun tek nedeni var bize göre, hem laik hem de Müslüman olunamaz diyen iktidardaki ümmetçi ve mezhepçi,  bölücü ve gayri milli zihniyetin, laiklik ilkesini ülkemizde yerleştiren ATATÜRK'e yönelik düşmanlığı ve ATATÜRK'ü halkın gözünde küçük düşürüp itibarsızlaştırma isteği. 

Bu zihniyetin,  ATATÜRK'e yönelik düşmanlığı o kadar kök salmış ki; ATATÜRK'ün başkomutanlığını yaptığı kurtuluş savaşını ve 30 Ağustos Zafer Bayramını dahi görmezlikten gelebiliyorlar, ellerinden gelse yok sayacaklar. 

Aslında onlar da çok iyi biliyorlar, ATATÜRK olmasaydı,  ülkenin vatan olmasını sağlayan kurtuluş savaşının kazanılamayacağını, bugünkü bağımsız ve özgür Türkiye Cumhuriyetinin yerinde yeller eseceğini, bu yalın gerçeğe rağmen, onlara göre varsa da yoksa da, Fatih, Alparslan ve 15 Temmuz. 

Fatihi de Alparslan’ı da seveceğiz tabi, onlar da bizim atalarımız, ancak bugüne bakmak ve bugünün değerini de bilmek zorundayız. 

Evet bugünleri, Alparslanlar ve Fatihlere de borçluyuz, onları da çok seviyor ve saygı duyuyoruz, minnetle anıyoruz. 

Tıpkı, dünlerde kalan dedelerimizi sevdiğimiz ve saydığımız gibi. 

İçinde bulunduğumuz bugünleri de,  dedelerimizin Dünyaya getirdiği babalarımıza, yani ATATÜRK ve silah arkadaşlarına borçlu olduğumuzu unutmamalıyız. 

Bize göre; bu ülkenin tek kurtuluş savaşı ve zaferi vardır ve o da; 26 Ağustos 1922 de büyük taarruz ile başlayan ve 30 Ağustos 1922 de ATATÜRK'ün başkomutanlığı altında emperyalist devletlere karşı kazanılan ve vatanın dış düşmanlardan kurtarılarak Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasıyla sonuçlanan ve her 30 Ağustoslarda bayram olarak kutlanan kurtuluş savaşıdır. 

Yine bu ülkenin tek gazi meclisi vardır ve o da; kutuluş savaşının kazanılmasında etkin rol oynayan ve kurtuluş savaşına karargahlık yaparak hak ettiği gazilik unvanını alan meclistir. 

15 Temmuz da meclisi bombalayanlar, Fetöcü çetenin içerdeki hain mensupları olup, meclisin maruz kaldığı bu bombalı saldırı,  içerideki hainlerin bir başkaldırısı ve isyanıdır, bu çete ile aynı menzile gittiklerini itiraf eden iktidar ile çetenin iktidar mücadelesinin bir tezahürü olup, zaten  gazi unvanına sahip olan meclise, alternatif bir gazi unvanı verme mertebesinde ve değerinde asla değildir. Yüz karası çirkin bir eylemdir.  

Bu nedenle;  pandemiye rağmen, 15 Temmuzda darbe girişiminin önlenmesini;  kurtuluş savaşımızın ve gazi meclisimizin bir alternatifi kabul ederek,  hiçbir kısıtlama yapmadan coşkuyla kutlayan iktidarı; gerçek kurtuluş savaşımızın kazanılması nedeniyle,  her 30. Ağustosta milli bayram olarak kutladığımız 30 Ağustos Zafer Bayramını, hiçbir kısıtlama ve yasağa tabi tutmadan, Türk Milletine yakışır şekilde coşkuyla kutlamaya davet ediyoruz. 

30 Ağustos Zafer Bayramımız Tük Milletine kutlu ve mutlu olsun. 

Bize bu zaferi ve bayramı kazandıran ATATÜRK ve silah arkadaşlarını, rahmetle ve minnetle anıyoruz. 

Güner Yiğitbaşı

28/08/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Dünya üç beş bilgisizin elinde,
Onlarca har bilge kendilerinde.
Üzülme, eşek eşeği beğenir,
Hayır, var sana kötü demelerinde”
Ömer Hayyam

Eşekli Yazımı Sansürlediler

Çoğunlukla facebook sosyal paylaşım sitesinde bazı olumsuz olay ve uygulamalar hakkında eleştirel mahiyette yazı, yorum, fotoğraf, karikatürleri paylaşıyor ve siteme ekliyordum. Bundan hoşlanmayan İletişim Başkanlığı benim bu sayfama bazen engeller koyuyor, yazı ve öteki dokümanları, isteğim dışında kaldırıyor, yani sansürlüyor. Aşağıda eşekle ilgili okuduğum kitaptan esinlenerek, facebook paylaşım siteme fotoğrafımı ve yazımı koymuştum. Onunla ilgili sansür yazı ve dokümanı size aktarmak istiyorum.
Ankara’da bir kütüphaneden ödünç olarak Eşeklerin Bilgeliği (Kaotik bir dünyada sükûnet arayışı) adlı kitabı okurken hiç duymadığım bazı bilgilere rastladım ve şaşırdım.
Kitabın 70 nci sayfasında aynen şunları yazıyordu: “Eski ve Yeni Ahit ile Kuran’da eşekler genellikle olumlu bir şekilde çıkar karşımıza. Peygamberlerin güvenilir, hikmet sahibi sadık ve taşıyıcıları olarak, hatta kimi zaman peygamberlerden bile zeki taşıyıcılar olarak boy gösterirler”.
Her ne kadar Kuran’da “en çirkin ses eşek sesidir” deniyorsa da, eşekler içgüdülü bir şekilde İslam peygamberi üzerinden daha doğrusu Muhammed eşekler üzerinden dile gelir. Kuran’da, Allah hayvanları insan konuşturmaktan ziyade Muhammed’i hayvanların diliyle konuşturur”. Sansürlenen yazımda bunlar yoktu.
Yine aynı sayfadan öğrendiğimize göre Hz. Muhammed’in “Yafur” Adında siyah bir eşeği varmış. Yafur Muhammed’e sadık kalacağına Allah’a yemin eder ve böylece Muhammed’in sağ kolu olur. Her yere Yafur’la gider. Gerçekten Yafur Muhammed’e müthiş sadıktır. Hz. Muhammed öldükten sonra, Yafur üzüntüsünden intihar eder. İşte şimdiye değin, ne Cuma vaazlarında, ne de bir başkasından bunları hiç duymamıştım.
İşte bunların yazılı olduğu bu kitabı bitinceye kadar yanımda çantada taşıdım. Acil bir işim için yolum Kızılay’dan geçerken çok yorulmuştum, baktım 75 yaşımın bacakları beni taşımak istemiyordu; bacaklarıma bir mola vereyim, dedim. Yüksel Caddesi’nden geçerken boş bulduğum bir banka oturdum, bacaklarım dinlenirken ben de bizim şu Eşeklerin Bilgeliği kitabına göz atmaya başladım.   
“Tüm hayvanlar içinde en felsefi hayvan eşektir; üstelik kaderleri konusunda insanlardan bile felsefi tutumları vardır”. Aman Tanrım, bu satırları kitaptan okuyunca çok şaşırdım.
İşte eşekle ilgili böylesine ilginç çarpıcı şeyler yazan yazar, kendine çok sadık bir eşekle Fransa, İspanya, Güney Avrupa, Kuzey Afrika, Mısır, Sudan vb yerleri dolaşır, eşekle ilgili anı ve duygularını yazar.
Kitabın 8 nci sayfasında Eski Mısırlıların, “eşeklerin gizli güçler barındırdıklarına da inanıyorlardı. Eşek sütü hem lüks bir içecek hem de ebedi geçlik iksiri addediliyordu. MÖ 51 ile 30 yılları arsında hüküm süren Kleopatra’nın üç yüz eşeği vardı; her gün eşek sütünde banyo yapardı, zira cilde iyi geldiğine ve yaşlanmayı geciktirdiğine inanıyordu. Haklıydı: Eşek sütü yağ asitlerinden yana zengindir, A, E ve F vitaminleri içeriri; doğal dermatolojik özellikleri vardır, zindelik veriri, kuru ve kırışık ciltlere iyi gelir”.Yazar eşeği ile Mısır’a uğradığında bunları yazmış.
İşte bunlara benzer bir şeyler yazmıştım, sosyal paylaşım sitesine. Sansür heyeti, nerede bir yanlışlık görmüşse, haberim olmadan siteden benim resmimin de olduğu bu yazıyı kaldırmış. Oysa anayasamızda basın, ifade, fikir özgürlüğünü içeren maddeler varsa da, günümüzün Abdulhamid yönetimi kafalı, sansürlü yönetimi hoşlarına gitmeyenleri sansürlüyorlar, muhalif gazetecileri hapse atıyorlar, muhalif gazeteleri susturuyorlar. II. Abdulhamid devrinde de gizli padişah beslemeli hafiyeler aynı sansür, ihbar işlerini yaparlar, aydınlara kan kustururlarmış.
Bu satırları okuyunca, etkilendim hafızam beni köydeki küçüklüğüme köyüme götürdü, bankın üzerinde eşekle ilgili anılarım bir film şeridi gibi gözümü önünde kaymaya başladı. İnsanlık tarihinde eşek ve öküz kadar insanoğluna hizmet eden, yine insanlar tarafından aşağılanan başka bir hayvan yoktur. Eşek ve öküz üstüne ne öyküler var, ne atasözleri var bilemezsiniz. Araştırdım, çok ilginç detaylara rastladım, bu nedenle Halk Kültüründe Eşekname ve Öküzname adlı bir kitap yazdım; kendi imkânlarımla, param olmadığı için diğer iki kitabımla birlikte yüzer tane olmak üzere, 300 tane bastırabildim. Diğer iki kitabım beğenildiği için Milli Kütüphane kayıtlarına geçti, orada bulunuyor. Fakat Eşekname Öküzname ile birlikte üç kitabımı bazı yayınevlerine gönderdim, basmadılar, Kültür Bakanlığna başvurdum, ilgilenmediler. (Geliri bir hayır kurumuna gitmek üzere dört kitabımı bastıracak bir sponsor arıyorum)
Neyse biz okumakta olduğum kitaba dönelim. Eşeklerin Bilgeliği kitabı elimde okurken dalıp gitmişim. Köyde 1950 li yıllarda anamın bir eşeği vardı, eşeğe o kadar önem verirdi ki anlatamam, tarlaya, bağa, bahçeye, pazara eşekle giderdi. “O benim elim ayağım” derdi. Bizim ayakkabımızdan önce eşeğin nalını düşünürdü. Öküzü ölen bazı köylülerimizin tarımsal işte tek öküzün yanına eşek koştuklarını hatırlıyorum. Anamın eşeğini bir gün kapmıştı, anam ölen eşeğimize ağlayıp durmuştu. Köylü olup da benim yaşımda ve 1950 li yıllarda çocuk olanların mutlaka eşekli anıları vardır. Ben de sonradan anamın eşeği hakkında aşağıdaki mısraları yazmıştım. (Eşek Deyip Geçmeyin Cevat Kulaksız yazıma bakarsanız daha ilginç notları görürüsünüz)
AKtrollerin hakaretine uğradım:
Yazımı bitirip gönderdikten daha sonra aklıma gelen şunları eklemeyi unuttuğumu fark ettim:
1-Bu eleştirel yönlü yazılarımı yazdığım, paylaşımları yaptığım facıbook paylaşım sitesinde, baktım bana karşı, bu sansürcülerin paralelinde davranan bir AKtrolün yazdığını tahmin ettiğim hakaretimsi bir yazı gördüm. Adam bana karşı şöyle yazıyordu:
Bizim köyde, sahibine daha sadık olsun diye köpeklerin kulaklarını keserler. Senin de CHP liler kulağını kesmişler, CHP lilerin iyi köpeği olmuşsun”.Soyadım Kulaksız ya, adamın yazdıklarına bakın, adamlar fikre fikirle yanıt veremedikleri için sadece mayalarına meşreplerine uyan küfür ve hakaretlerde bulunuyorlar. Ben de cevap olarak, -kötü söz- sahibinindir diye yazmaya başladığım sırada, birden o hakaret yazısı da, benim cevap olarak yazmakta olduklarım da, bu metin kaldırılmıştır, cevap yazamazsınız notu ile kaybedildi.
2-Yine 1950 li yıllarda, amcamgillerle dededen kalan ahır sekisi denilen kocaman bir odada oturur yatardık, insanların yatıp oturdukları yer biraz yüksekte idi. Odanın yarısından çoğu bölümünde eşek, öküz, inek, koyun hepimiz bir odada yatar, otururduk. Babalarımız “o hayvanların nefesleri odayı hepimizi ısıtıyor” derler, ahır sekisinden vaz geçmezlerdi. Gecenin bilmem kaçıncı saatinde eşeğimiz “aiai” diye bir bağırtı kopartır, hepimizi uyandırırdı. Bu kocaman odanın iki küçük penceresi vardı, pencerede cam bile yoktu, pencere açılıp kapanmazdı. Pencereye “pencere kağıdı” dedikleri samanlı bir kağıt hamurla yapıştırırlardı. 1950 li yılların sonlarına doğru, bu havasız odada yaşamamız sonucu olarak babam ve amcam veremden öldüler, ben ve amcamın bir kızı vereme yakalandık. Tedaviler sonucu biz verem kırımından kurtulduk, ama şimdilerde her akciğer filmi çektirdiğimizde doktorlar “akciğerinde küçükken verem geçirmişin küçük bir boşluk var ama zarar vermez” derler. 1960 lı yıllara doğru, baktılar ki ahır sekisi sağlıksız, bir bir ahır sekileri yok oldu, herkes büyük ve açılır kapanır pencereli sağlıklı evler yaptılar,  verem de bitti. Eşekli bir kitap ve yazı beni nerelere götürdü.

 

ANAMIN EŞEĞİ

Köyde anamın bir eşeği vardı,
Onun çok güzel gözleri vardı,
Anam onu bizden üstün tutardı,
Eşek benim elim ayağım” derdi.

Eşekle çekerdi taşı toprağı,
Tarlada ”kümpür” turşu kabağı,
Çekerdi, dolanırdı yol, sapağı,
Eşek benim yoldaşım” derdi.


Önce alınırdı eşeğin samanı,
Eşeksiz geçmez onun zamanı,
Yükü taşırdı tınmazdı amanı,
O olmasa çok çekerdim” derdi.

Her şeyi taşır tarla pazardan,
Korurdu onu gözden nazardan,
Üstün tutardı evimizde bizden,
Eşek benim yol arkadaşım”derdi.

Anam, “eşeksiz olamam” derdi
Anırmasından derdini bilirdi,
Gece kalkar bakar yem verirdi,
Eşek benim sırdaşım” derdi.

Bizden önce yemini düşünürdü,
Korur, tımar eder, kaşırdı,
Eşek kaybolsa üzülür şaşırırdı,
Eşek benim her şeyim” derdi.

O bizim ev halkımız gibi idi,
Eşeksiz günü hiç geçmez idi,
Her derdi yükü o çekerdi,
Yükü neyle çekerim” derdi.

Pabuçtan önce alınırdı nalı,
Eşeksiz anamın ne olurdu hali,
Giysimizden önceydi onun çulu,
Eşeksiz edemem oğul” derdi.

Bir gün eşeği kırda kurt yedi,
Anam epeyce eşeğe ağladı,
Yükümü neyle çekerim” dedi,
Eşek öldü halim harap” dedi.

Bir “Alamancı” anama eşek verdi,
Al bununla yükün taşı” dedi,
Hediye eşeğe anam çok sevindi,
“Var olasın Alamancı, Alaman” dedi.
                                                                        
Kırda yaramaz çocuk çobanlar,
Eşek arısı yuvasına ateş yakmışlar,
Eşeği yuvaya itip sürmüşler,
Anam,”eşeği ölüme sürmüşler” dedi.

Eşeği “bizi yaktı” sanıp sokmuşlar,
Yuvadan çıkanlar eşeğe üşüşmüşler,
Sokmuşlar eşeği ölüme şişirmişler,
İnleyip ölmüş anamın “Alamancı” eşeği,
Anam, “eşeksiz kaldım gine” diye ağladı…


Kaynak: Eşeklerin Bilgeliği (Kaotik bir dünyada sükûnet arayışı) Andy Merrifield Aylak Kitap 2014

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız

Bu gün 24 Ağustos Pazartesi. Evden dışarı çıkmak üzere iken, baktım cep telefonuma yerel derneğimiz yönetiminden Kültür Bakanlığında çalışan köylümüz Ruhi Soylamış’ın dernek adına işlem gören sitede Bekir Çoban’ın öldüğünü bildiren mesajını okuyunca şaşırdım, çünkü bu arkadaşımızın belirli bir hastalığı yoktu.
Bekir Çoban, köylümüzde ilkokulda birlikte okuduğumuz, ailece gidip geldiğimiz bir arkadaşımızdı, kendisi tapu kadastrodan emekli memurdu.
Mesajını okuyunca, şok oldum, hemen yola çıktım ki cenazesine katılayım,  yetişeyim diye düşündüm.  Hemen rahmetlinin evine, cebine telefon ettim hiç cevap veren yoktu. Yola otobüste Ruhi’yi telefonla aradım, cenaze nereye defnedilecek, Karşıyaka’ya mı, köyümüz Yelek köyüne mi diye sordum.
Ruhi telefonda, “aman abi sakın gitme, Bekir Bey koronadan ölmüş,  cenazeye kimseyi almıyorlarmış, cenaze ne köye, ne Karşıyaka’ya, Mamak’ta korona mezarlığı varmış, ailesi dışında hiç kimseyi almıyorlarmış. Sana Şevket Çoban’ın telefonunun mesajlıyorum, onu ara, ayrıntıyı o biliyor” dedi ve ben şok olmuştum. Çünkü sevip saydığımız, değerli bir arkadaşımızdı ve de köyümüzden ilke kez bir arkadaşımızı corona virüsünden kaybetmiştik.
Sonra Şevket Çoban’ı aradım, o da aynı şeyleri söyledi. Akşamüstü, İstanbul’da çalışan Bekir Çoban’ın oğlu Bülent Çoban’la görüştüm, o da şunları anlattı: 
“-Kurban Bayramında izinli geldim, babam öksürük, grip olmuş, ilaç almış geçer diye, sonra ateşi yükselince, Şehir Hastanesine götürdük, covit çıktı, hastane yatırdılar, sonra yoğun bakıma (entübe) aldılar 20 kadar yattı ve kaybettik. Sonra ben test yaptırdım, ben de pozitif çıktım, hastanede beş gün kadar yattım, sonra negatiftim, çıktım. Annam, kız kardeşim test yaptırdı onlar negatifti. Böylece babamı kaybettik. Cenaze Mamak taraflarında Ortaköy diye bir yere defnettiler”, dedi.
Böylece sevdiğimiz köylümüz, arkadaşımızı kaybetmenin ve de cenazesine bile katılamamanın üzüntüsünü yaşadık.
İKİNCİ CENAZE:

İki Cenaze
Akşamüstü eve geldim, Badi’yi gezdirmeye çıktım; komşu sitede uzaktan bakınca bir evin önünde kalabalık var, evin önündeki parka sandalyeler dizilmiş, oturanlar, gezinenler vardı.  Bu neyin nesi, deyip oradan geçen bir adama sordum, bu kalabalık neyin nesi komşuda düğün mü var, dedim. Adam, “ne düğünü cenaze var” dedi. Badi’yi gezdireyim de varıp başsağlığı dileyeyim, diye düşündüm.
Bir süre önce de Van’da emniyetin bir uçağı dağa çarpıp polisler ve pilot ölmüştü. İşte o uçağı kullanan pilot, öldürülen Hasan Bağcı’nın evine 50 m uzaktaki sokakta komşunun damadı olduğunu öğrendim. Halen o sokakta evlerin önünde bayraklar asılıdır. 

İki Cenaze

Badi’yi gezdirip eve bıraktıktan sonra, cenaze evine gittim; başsağlığı diledim, nasıl olmuş, hasta falan değildi, ne oldu, dedim. Orada taziye  evi olarak kullanılan evlerinin önündeki parkta, katledilen Hasan Bağcı’nın babası İnşaat Mühendisi Ahmet Bağcı kısaca şunları söyledi: “Batımerkez’de, üniversite mezunu 21 yaşındaki oğlumuz Hasan Bağcı, bir kavgaya karışmış, 20 kişi demir çubuklarla saldırmışlar, adeta linç etmişler, rahmetli beyin kanamasından öldü, şimdi saldıranlardan 18 kadar kişi poliste sorguda”, dedi. Aman Tanrım ona da başka üzülmeye başladım. Babasının cep telefonuna kayıtlı öldürülen Hasan Bağcının telefonumla ben de fotoğrafını çektim. Eve yönelirken bir gence rastladım, komşudaki bu ölüm olayının mahiyetini gence sordum. O şöyle anlattı:
“-Abi bu Hasan Bağcı Batımerkez’de bir kafenin önünde, bir kızdan sigara yakmak için çakmak istemiş, kız çakmağı vermiş, kıza laf mı atmış, taciz mi etmiş, kız da sözlüsünü telefonla çağırmış, sözlüsü gelince bu Hasan’la tartışmışlar, Hasan birkaç arkadaşı ile kızın sözlüsünü tartaklamış. O da 15-20 kadar arkadaşlarını çağırmış, ellerinde leviye, sopalarla bu Hasan’a saldırmışlar, başına vurulan darbelerle beyin kanamasından ölmüş” dedi. 

İki Cenaze


Badi’yi gezdirirken rastladım, hemen yukarıdaki parkta, 8-10 kadar genç oturuyordu. Aralarında bir de 15 yaşlarında görünen kız vardı, bu kız meğer öldürülen Hasan’ın kız kardeşi imiş ve ötekiler kızın arkadaşları imiş. Kıza başsağlığı diledikten sonra, aman arkadaşlar maskelere dikkat diye uyardım.  Gerek taziye evinde, gerekse yakın parkta başsağlığı için gelen özellikle gençlerde maske takılı değildi,  gerçekten hiç birinde takılı maske yoktu. Yurt genelinde düğünde, cenazede, asker uğurlama gibi kalabalıkların yoğunlaştığı yerlerde maske ve mesafe kuralına uyulmadığı için son haftalarda virüs salgınında ve ölümlerde artış olduğunu gözlemliyoruz.
Medyada yayınlanmayan bu olaya da ayrı bir üzüntü duydum. Şiddet toplumu olduk, kadın cinayetleri, trafikte yol vermedin diye adam öldürenler, diye kendi kendime yorumladım.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız

 

Şaşırdınız mı? - Güner Yiğitbaşı
350 bin kişilik namazla Ayasofya'yı ibadete açmakta, 

Milyonlarca öğrenciyi sınavlara sokmakta, 

Binlerce kişinin katılımıyla 15. Temmuzu anmakta, 

Milyonlarca vatandaşı tatile göndermekte, 

Malazgirt Zaferinin 949'uncu yıldönümünü kutlamakta, 

Pandemi'yi engel görmeyen siyasal iktidar, 

İçişleri Bakanının illere gönderdiği bir genelge ile 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamalarına yasak ve kısıtlama getirmiştir. 

Bu yasaklama kararına sanırım şaşırmadınız. 

Yasaklama getirilmeseydi şaşırırdınız mutlaka. 

Şimdi bir mantık yürütelim. 

30. Ağustos Zafer Bayramında biz neyi kutluyoruz?

Düşman işgali altındaki ülkemizin düşman işgalinden kurtarılmasıyla sonuçlanan kurtuluş savaşı sırasında ATATÜRK'ün başkomutanlığında gerçekleşen ve düşmanların topraklarımızı terk etmesiyle, Yunan ordusunun Ege Denizine dökülmesiyle sonuçlanan büyük zaferin 98. yıldönümünü kutluyoruz. 

30. Ağustos;  emperyalistlerin ve Yunan Ordusunun kara günleri, bizim için ise,  ülkemizde özgürlük güneşinin yeniden doğduğu gündür. 

Kadir MISIROĞLU denen vatan haini, ATATÜRK ve 30. Ağustos zaferi için  ne demişti?

ATATÜRK'ü sevmediğini, cenazesine ATATÜRK'ü sevenlerin katılmamasını vasiyet etmiş ve ağıza alınmayacak galiz küfürlerle alenen ve korkusuzca ATATÜRK'e hakaretler yağdırmış ve kurtuluş savaşı için,  keşke Yunan kazansaydı demiştir. 

Hani, bana arkadaşının kim olduğunu söyle,  ben de sana kim olduğunu söyleyeyim diye anlamlı bir söz vardır ya. 

Bu güzel ve anlamlı sözden hareketle, sorarsak

Peki, bu vatan haininin en yakın dostları ve arkadaşları kimlerdir?

Bu Kadir MISIROĞLU'nun en yakın dost ve arkadaşlarının kimler olduğu meçhul değildir. 

Bu arkadaş ve dostlar Türk Kamuoyunun malumudur. 

Malumu ilan etmek gerekirse; 

Ülkemizi yöneten tek adam ve onun yakın mesai arkadaşı Diyanet İşleri Başkanı, Kadir MISIROĞLU'nun dostlarıdır. Kendisinin ayağına kadar giderek ziyaret etmiş ve hediyeler sunmuşlardır. Diyanet İşleri Başkanı, hem de  resmi giysi ve makam aracıyla bu ziyareti gerçekleşmiştir. Diyanet İşleri Başkanı son olarak da AYASOFYA'nın ibadete açılışında ATATÜRK'e lanet okumuştur. 

Bu yalın gerçekler karşısında; iş başındaki iktidar ve onun şeyhülislamı ve  temsil ettiği zihniyetin; 30. Ağustos Zafer Bayramı kutlamalarına yasak ve kısıtlama getirmesine, şaşırdınız mı?

Biz şaşırmadık. 

Tüm ATATÜRK düşmanlarına inat,  Türk Milletinin 30. Ağustos Zafer Bayramını bugünden kutluyor, bu zaferi bize kazandıran, hainleriyle ve vatanseverleriyle bu vatanı bize emanet eden ATATÜRK ve silah arkadaşlarını,  rahmetle ve minnetle anıyoruz. 

Selam olsun;  tüm,  vatanını, ulusunu ve ATATÜRK'ü koşulsuz sevenlere. 


24/08/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

 

Saray rejiminin muhafızları(mıdır)?
21/Ağustos/2020 Cuma günü çıkan Resmi Gazete de Cumhurbaşkanı İmzasıyla yayınlanan 2844 Sayılı Cumhurbaşkanı Kararıyla; Ankara ilinde olduğu gibi, İstanbul ilinde de, Emniyet Genel Müdürlüğü'nün doğrudan merkeze bağlı taşra teşkilatı olarak, Takviye Hazır Kuvvet Müdürlüğü kurulmuştur. 

Bir lokma ekmek bulmakta zorlanan milletimize hayırlı ve uğurlu olsun. 

Milletimizin,  böyle bir polis müdürlüğün kuruluşuna,  gerçekten çok büyük bir ihtiyacı vardı!

Bundan sonra açız, işsiziz, parasızız, çocuklarımız aç, iş ve aş istiyoruz, insanca yaşamak istiyoruz, milli gelirin hakça paylaşılmasını istiyoruz, kadınlar şiddete maruz kalmasınlar, öldürülmesinler, yargı bağımsız ve tarafsız olsun, hak ve adalet istiyoruz, oylarımızla seçilen milletvekillerimizin mecliste etkin olmalarını, milli iradeye saygı, özgürlük, güçler ayrımı istiyoruz diyerek, silahsız olarak barışçı vel anayasal protesto haklarını kullanmak için sokağa çıkar çıkmaz polis şiddetiyle ve barikatıyla karşılaşan halkımızın,  gözleri aydın olsun!

Bundan sonra,  hiç zahmet edip,  barışçıl,  silahsız anayasal protesto haklarını kullanmaya kalkışmasınlar, kendilerini hiç yormasınlar, bu yeni kurulan Takviye Hazır Kuvvet Müdürünün,  doğrudan saraydan alacağı emir ve talimat uyarınca , üzerinize salınacak donanımlı, güçlü kuvvetli,  saray güdümlü ve sarayın koruması altındaki seçme ve beden eğitimli polislerin,  en seri bir şekilde orantısız müdahalesine maruz kalarak,  adım dahi atamayacaksınız, bundan sonra oturun oturduğunuz yerde, saray rejimini protesto, özgürlükler sizin neyinize, saraya biat etmeye alışmaya başlayınız. 

Evet, bu müdürlük neyin nesidir, yüz yıllık laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti Devleti,  bugüne kadar böyle  paralel bir teşkilat kurulmadan kötü mü yönetildi, 18 yıldır iktidardasınız, böyle bir polis teşkilatı kurmak gider ayak şimdi mi aklınıza geldi?

Emniyet Genel Müdürlüğü ve İçişleri Bakanının gazetelere yansıyan beyanlarına göre,  kurulan bu yeni müdürlüğün kuruluş amacı; tabii afet, terör, büyük mitingler, gösteriler,  riskli spor müsabakalarında güvenlik riski olan kişilerin bazı illeri ziyaret ettiklerinde, güvenlik önlemlerinde yetersiz kalan yerel emniyet teşkilatına takviye olduğu, halkımızın güvenli bir şekilde toplumsal etkinliklerini tamamlamalarını sağlamak,  şeklinde açıklanmıştır. 

Açıklanan bu amaç,  hiç inandırıcı olmayıp, ülkemizde yaşanan gerçeklerle de asla örtüşmemektedir. 

Bize göre amaç;  insanlarımızın, demokratik ve barışçıl miting, yürüyüş ve basın açıklaması gibi toplumsal etkinliklerini, demokratik eylemlerini güvenli bir şekilde yapmalarının, anayasal haklarını kullanmalarının önünü açacak tedbirlerin alınması değil, bilakis anayasal ve barışçıl protesto haklarını kullanmak isteyen halkımızın,  bu haklarını kullanmalarının acilen ve en seri bir şekilde önlenmesi, saray rejimini eleştiren halkımızın, daha kolay ve etkin bir şekilde susturulmak istenmesidir. 

Biz, işkembeden söylemiyoruz bu gerçekleri, görünen köy kılavuz istemez, ülkemizdeki mevcut uygulamalara bakarak,  gerçeği görmek o kadar zor değil. 

Bu ülkede, ezilen  kadınlarımız; kendilerine yönelik erkek şiddetini protesto etmek için, hem de kadınlar gününde,  demokratik ve barışçıl protesto haklarını kullanmaktan, iktidarın talimatıyla hareket eden polisler tarafından anında engellenerek susturulmakta ve orantısız bir şekilde polis şiddete maruz kalmaktadırlar. 

Bu ülkenin saygın Baro Başkanları, anayasal ve barışçıl gösteri ve yürüyüş ve protesto haklarını kullanmaktan yasaklanıyorlar ve üzerlerine iktidar tarafından polisler sürülüyor, polis barikatlarıyla durduruluyorlar. 

Bazı parklar yasaklanmakta ve polis barikatlarıyla korunmakta, demokrasinin (D) sinin olmadığı, insanların barışçıl gösteri haklarını kullanamadıkları, toplumsal tüm eylemlerin, Anıtkabir’e giriş ve çıkışların dahi yasaklandığı ülkemizde, böyle bir polis teşkilatının kurulmasını, demokrasi adına, hayra yormak imkansızdır. 

Bize göre, bu teşkilatın kurulması; çok tehlikeli ve antidemokratik, anayasaya ve yasalara aykırı bir girişim olup, halkın özgürlüklerini güvence altına almak bir yana, halkın özgürlüklerini yok etme ve saray rejimini koruma ve kollama girişimidir. 

Türkiye Büyük Millet Meclisinin devre dışı bırakılarak, tartışılıp görüşülmeden, gizli kapaklı sürpriz bir Cumhurbaşkanı kararıyla oluşturulan,  anayasa ve yasa dışı paralel bir polis teşkilatının;  ülkemizin zaten kalmayan demokrasisine büyük bir darbe vuracağını düşünüyoruz. 

Umarız yanılan biz oluruz. 

Güner Yiğitbaşı

23/08/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

 

Bu İçişleri Bakanı'nı Hak Etmiyoruz
AKP iktidarı, partili Cumhurbaşkanı ve onun İçişleri bakanı ile ülkemizin ve ülke insanımızın kabusu olmaya devam ediyor. 

AKP iktidarının,  bu ülkeye ve ülke insanına sunabileceği hiçbir olumlu katkısı kalmamıştır. 

Ülkemiz adına çok üzücü ve kaygı verici bir durum,  bu çaresiz bekleyiş. 

Ülkemiz,  AKP iktidarı tarafından anayasaya ve yasalara göre değil,  tamamen keyfi olarak yönetilmekte, anayasa ve yasalar,  raflarda tozlu bir şekilde uygulanmayı beklemekteler. 

Dün Kadıköy’de yine bir kadınımız şiddete ve hatta cinsel tacize maruz kaldı,  herkesin gözleri önünde. 

Kadına yönelik bu şiddet ve cinsel saldırı, öyle alelade bir erkek tarafından yapılmış değil. 

Bu şiddet ve cinsel saldırı; maalesef, kadın ve erkek tüm yurttaşların can güvenliklerini, ırz ve namuslarını ve beden bütünlüklerini korumakla görevli polisten gelmiş ve tüm yurttaşlarımızı derinden yaralamıştır. 

Kadıköy’de iki polis memuru,  maskesiz olduğu gerekçesiyle,  genç bir kadını gözaltına almak istemiş ve buna direnen kadına orantısız bir şiddet uygulayarak yere yatırıp yerlerde sürünmesine neden olmuştur. 

Olayın görüntülerini televizyonda canlı olarak izledik,  polisin kadına yönelik bu orantısız saldırısı ve şiddetinin,  hiçbir haklı nedeni ve mazereti olamaz. 

Maskesiz olduğu iddia edilen kadına arkadan yanaşan polisler, kadının kol altı ve bel üstünden,  iki kolları ile sarılarak ve abanarak,  güreşir gibi yere yatırıyorlar. 

Dikkat buyurun kadına saldıran orantısız şiddet uygulayan polisler,  kadın polis değil genç erkek polisler. 

Bu ülkede,  kadınlara yönelik operasyonu gerçekleştirecek,  kadınların üstlerini arayacak, gerekirse, orantılı bir şekilde zor kullanarak onları  gözaltına alabilecek kadın polis yok mudur?

Kadınların haricen üst aramasını dahi kadın polislerin yaptığı ülkemizde, iki erkek polis;  sanki kaçmak isteyen cinayet şüphelisini suçüstü yakalar gibi, iki elleriyle ve kollarıyla arkadan sürpriz bir şekilde bel üstünden kavrayarak sarılabiliyorlar. 

Bu ne cüret ve terbiyesizlik ve görevi kötüye kullanmaktır,  anlamak mümkün değil. 

Görüntülere baktığımızda,  kadına yönelik bu şiddeti uygulayan erkek polisler,  kadının göğüslerini elleyerek ona cinsel tacizde bulunmuş ve ağır bir cinsel suç işlemişlerdir. 

Orada kadın polis mi yok, elindeki telsizle çağırırsın kadın polisleri, şüpheli kaçmak mı istiyor,  fotoğrafını çekersin tutanağını tutarsın ve sonra düşersin kaçan şüphelinin peşine usulüne uygun yakalar ve gözaltına alırsın. 

Bu görüntüleri değerlendiren İstanbul Valisi,  kadına gereksiz şiddet uygulayan ve adeta cinsel tacizde bulunan iki polis memurunu görevden uzaklaştırarak yasal gereğini yerine getirmiştir. Aslında bu idari tedbir dahi yeterli olmayıp, bu iki polis memuru hakkında görevi kötüye kullanmak ve cinsel tacizden adli soruşturma başlatılmalıdır diye beklerken, medyadan duyurulan Ankara’dan gelen bir haber, yurttaşlarımızı hayrete düşürmüştür. 

Evet, maalesef Ankara’daki İçişleri Bakanı,  İstanbul Valisi tarafından haklı olarak görevlerinden alınan iki polis memuruna sahip çıkarak,  onları tekrar görevlerine iade etmiş ve bu iki polis memurunun suçlarına ortak olmuştur. 

Böyle bir İçişleri Bakanı olan, İstanbul Sözleşmesini tartışmaya açan, dönemlerinde her geçen gün kadına yönelik şiddet artarak süren AKP ve onun temsil ettiği  ben devletim ve vatandaşı ezerim zihniyeti iktidarda kaldığı sürece,  Allah kadınlarımıza güç ve kolaylıklar versin

Biz,  suç işleyen polisleri sahiplenen, onların suçlarına ortak olan bir İçişleri Bakanı istemiyoruz. 

Güner Yiğitbaşı

21/08/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu


 

Günaydın aklınıza yeni mi geldi?
Amerika’nın Demokrat Parti Başkan adaylığı kesinleşen Joe Biden'in,  henüz aday adayı iken Aralık 2019 tarihinde yaptığı ERDOĞAN'a yönelik yakışıksız beyanları, o tarihte yok sayılmış, görmezlikten gelinmiş ve ülkemizin çözümler bekleyen  gündeminde sıkışıp kalan AKP iktidarı ve  yandaşları, Biden'in adaylığının kesinleşmesi ve seçilme şansının da çoğalması üzerine Biden'in bu yakışıksız beyanlarını ısıtarak gündeme taşımışlar ve muhalefeti, özellikle de CHP'yi darbecilikle suçlamaya başlamışlardır. 

Biden'in beyanı çok açık ve nettir. ERDOĞAN'a karşı muhalefeti destekleyeceğini, Erdoğan'ı mağlup etmeleri için muhalefeti cesaretlendireceğini beyan ederek, bu desteğinin darbe ile değil seçimle olacağını açıkça belirtmiştir. 

Bu beyanları yapıldığı dönemde görmezlikten gelen AKP iktidarı yetkililerine günaydın,  aklınız neredeydi demek gerekiyor. 

Kaldı ki;  Dünyanın süper bir gücü olan,  sömürgeci ve kendisini Dünyanın jandarması kabul eden bir devlet konumundaki ABD başkan adaylarının, seçim malzemesi olan  bu tür beyanları,  bizim için şaşırtıcı ve sürpriz beyanlar da değildir, çok olağandır. Bizi yönetenlerin vurdum duymazlıkları yüzünden,  alıştık artık böyle aşağılayıcı beyanlara. 

Ne çabuk unuttunuz,  Trumpun, ülkemizi aşağılayan,  Erdoğan'a yazdığı o hakaret dolu,  kağıt parçası mektupçuğunu. 

O mektubu halkımızdan gizleyen ve iade etmekten çekinerek bu hakaretleri içlerine sindirebilen AKP yönetiminin;  şimdi, ABD başkan adayı Biden'in sekiz ay önce sarf ettiği szölerden rahatsızlık duymasını anlamakta zorlanıyoruz. 

En başta AKP iktidarı olmak üzere,  herkes şunu iyi bilsin ki, ülkeler arasında kalıcı dostluklar yoktur, karşılıklı çıkarlar vardır. Bu nedenle, ABD Başkan Adayı Biden de bu ilkeden hareketle, başkan seçildiğinde,  ERDOĞAN'ın Türkiye'nin başında olmasını arzu etmiyor ve  seçimle iş başından uzaklaştırılmasını istiyor olabilir. 

Elin ağzı torba değil ki büzesin. 

AKP iktidarı değil midir?

Mezhepsel bir düşünceyle,  Suriye Devlet Başkanı Esat'ı devirerek Suriye’de İhvancı bir yönetimi iş başına getirmek için Suriye bataklığına giren, Suriye'nin içişlerine müdahale eden, Emevi Camisinde Cuma namazı kılmak isteyen. 

Aynı şekilde, Mısırda İhvancı  Mursi'yi destekleyen ve bu nedenle Mısır ile diplomatik ilişkilerimizi bozan. 

Keza, Libyada;  İhvancı,  Serrac liderliğindeki Trablus yönetimine, Ulusal Mutabakat Hükümetine destek çıkarak,  Libya'ya asker gönderen. 

Evet, AKP iktidarı değil midir?

Biz diyoruz ki; sömürgeci ABD başkan adayından başka ne bekleyebilirsiniz?

Bu nedenle akıllı ve güçlü olacaksınız, başkalarının size yapmasını istemediklerinizi siz de başka devletlere ve uluslara yapmayacaksınız, başkalarını suçlamadan önce kapınızın önünü süpürerek temiz tutacaksınız.  

Güner Yiğitbaşı

21/08/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu


 

Adaletin İzinde Bir Ömür
Büyük önder Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşlarının kazandıkları destansı Kurtuluş Savaşından sonra başlatılan kuruluş aşamasında, laik Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş, hukukun üstünlüğü sağlanmış, ardı sıra tüm devrimler gerçekleştirerek Kurtuluş Savaşı ve laik Cumhuriyet taçlandırıldı.

Devrimler ve yükseliş büyük önderin ölümüne kadar hız kaybetmeden devam etmiş ve Türkiye Cumhuriyeti uygar dünya ülkeleri arasında layık olduğu yeri almıştı.

Atatürk’ün ölümünden sonra devam eden tek parti döneminde herkes (sağ, sol, muhafazakâr) oradaydı ve devrimler, Köy Enstitülerinin aydınlığı dışında durağan döneme girdi.

Çok Partili döneme 1946 yılında geçildiyse de, sağı temsil eden Demokrat Parti (DP) 1950 seçimlerinde tek başına iktidara geldi. 

O günden bu güne kadar solu temsil eden CHP çeşitli tarihlerde toplam 9 yıl 6 ay 2 gün koalisyon ortağı olarak iktidar olabilmiştir.

Geride kalan 70 yıl değişik sağ partiler bazen tek başına, bazen de koalisyon ortağı olarak iktidar olmuşlardır.

14 Mayıs 1950 yılında başlayan sağ iktidarlarda devrimler geri sayıma başlamış, her gelen sağ iktidar oy uğruna devrimlerden ödün vermekte sakınca görmemiştir.

Bu devrimlerin içinde en çok geriletilen de, laiklik ve eğitim birliği olmuştur.

Ne yazık ki sağ iktidarlar devrimlerden ödün verirken, Cumhuriyet, Atatürk ilke ve devrimlerinden yana olduğunu savlayan bir şey olmaz öngörüsüzlüğü ile zamanında devrimlere sahip çıkmamışlardır.

Sahip çıkan gerçek devrimciler ve Kemalistlerin mücadelesi de yaşamlarına mal olmuştur.

Örneğin, Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Turan Dursun, Necip Hablemitoğlu. 

Herkes tarafından bilinenleri neden yazdığımı sorduğunuzu duyar gibi oluyorum.

Yazmanın nedeni, çok yakından tanıdığım, kendisiyle çalışma onurunu yaşadığım ve 60 yıldır yaşamını adalete, hukukun üstünlüğüne, laik cumhuriyetin korunmasına adamış büyük öngörü sahibi, eski Adalet Bakanı Sayın Seyfi Oktay’ın bu mücadelesini, kendisiyle yaptığı uzun söyleşi sonunda “ADALETİN İZİNDE SEYFİ OKTAY” adıyla kitaplaştıran Sayın Necdet Saraç’ın kitabını okumam ve bunu okumayanlara bildirmektir.

Sayın Seyfi Oktay 1960 yılında başladığı mücadeleyi bu göne kadar hiç ara vermeden devam ettirmiş, Türkiye’nin bu gün geldiği durumu, yıllar önce büyük bir öngörü ile her platformda dile getirmiştir.

Adalet Bakanlığı döneminde, üst düzey bürokrat olarak kendisiyle çalışmanın onuru yaşamaktayım. O yıllarda Bağımsız yargı, yargıçların özlük hakları, kişi hak ve özgürlükleri, hukuk reformu hakkında mücadelesine bire bir tanığım.

Laik Cumhuriyet sevdalılarının, Kemalistlerin, hukukun üstünlüğünden yana olanların, yargı bağımsızlığını içselleştirenlerin mutlaka bu kitabı alıp okumaları gerekmektedir.

Bu nedenle kitap hakkında geniş bilgi vermek yerine, önermeyi uygun gördüm.

Sayın Seyfi Oktay’ın mücadelesinde ki mangal yüreğine, emeğine, bu mücadeleyi kitaplaştıran Sayın Necdet Saraç’ın emeğine sağlık. 


19.08.2020

Gündüz AKGÜL

Emekli Cumhuriyet Savcısı 

17 Ağustos 1999 Marmara Depremi anısına saygıyla

Kulak Kabı
1966 yılının Ağustos Ayında Muş'un Varto İlçesinde büyük bir deprem olmuş üç bin yurttaşımızı kaybetmiştik, yüzlerce ev yıkılmış, yüzlerce yaralı vardı.
Anlatacağım buna ilişkin bir olayı, oralarda çalışan bir öğretmen arkadaş anlatmıştı. Ben de o bölgede Ağrı İli Diyadin İlçesinin bir köyünde öğretmen olarak çalışıyordum; yaz tatili olduğu için kendi memleketimde idim. Varto dolaylarında çalışan bir öğretmenle yolda bir yerde karşılaşmıştık, o anlatmıştı.

İşte bu deprem nedeni ile yurdun her tarafından depremzedeler için yardım kampanyaları düzenlenmişti. O bölgeye çuvallar dolusu giyecekler gönderiliyordu. İstanbul'dan mı bir şehirden bayanın biri, çocuklar ve kadınlar için çeşitli giysileri Varto'ya gidecek yardım torbalarının içine koyarken bir tane de sütyeni giysilerin içine atmış. Bu yarım torbaları trenlerle dolanı dolanı Varto'ya ulaşır. Kamyonlar dolusu giysi torbaları çuvalları köylere dağıtılır. Köyün birinde, öğretmen ve muhtarın yardımı ile giysi yardım torbaları çocuklar eliyle evlere gönderilir. Dağ başında gariban bir köyde gariban yoksul bir ailede giysi yardım torbası açılır. Çocuklara uyan elbiseler seçilirken, torbadan bir sutyen çıkar. Köyünden başka yere gitmemiş, dışarı çıkmamış ve hayatında sutyen görmemiş olan evin annesi sutyeni eline alır, beri çevirir, öte çevirir. Açılan giysileri seyreden kocasına, eline sutyeni alıp  "herif bu ne ola ki", diye sorunca, çobanlıktan başka iş yapmamış, o da köyünden dışarı pek çıkmamış evin erkeği de, karısına bakarak, çokbilmiş bir tavırla, "yav onu bilmeyecek ne var, bizim melmeket soğuktır, çocuklar üşümesin, diye kulak kabı göndermişler, Allah razi olsun" der ve sutyeni okula giden çocuğun kulağına bağlarlar.

Varto Depreminden İki Anı


Kulağında sutyen bağlanmış çocuk sevinçle okula geldiğinde, öğretmenin dikkatini çeker. Bakar ki, çocuğun kulağına sutyen takılmış, kendi kendine öğretmen ne diyeceğini bilemez, ama gerçeği çocuğa anlatır. Rastlantı bu ya tesadüfen karşılaştığım öğretmen bunları anlatmıştı.
İşte bu 50 yıldan fazla zamandır anılarımda taze imiş gibi duran sutyen anısını belleğimde saklarken, Ağustos 2020 de Mete Akyol'un "Hem Yaşadım, Hem Yazdım" adlı kitabını okuyordum. Depremden bir aydan fazla bir zaman geçtikten sonra Varto'ya gelen, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın(1)depremzedelere geçmiş olsun ziyareti anısını okudum. Varto'nun dışına depremzedeler için çadırken kurulduğunu, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın bir gece özel çadırda kaldığını, çadırda viski içtiğini Mete Akyol kitabında anlatıyordu. Yukarıdaki sutyen anısı da hafızamda dururken, ikisini harmanlayıp size sunmak istedim.
Mete Akyol kitabında, yabancı devletlerin gönderdiği, "içinde domuz eti var" söylentisine inanarak, halktan hiç kimsenin konserve kutularını almadıklarını, çadırdan mahkeme, çadırdan okul, çadırdan sağlık ocağı gibi olayları anlatıyordu.

"İdamlıktan öteye senin hükmün geçmez!"
 İşte o günlerde İran gazisine giden Cevdet Sunay, o nedenle deprem bölgesine erken gelemediğini öğrendiğimiz Cumhurbaşkanı, bir arkadaşın anlattığına göre İran gezisinde, "İran TRT sine teşekkür" ettiğini anlatmıştı.
Neyse biz Mete Akyol'un kitabından Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın depremzede bir yaşlı köylüye nasıl "Allah belanızı versin" dediğinin anısına dönelim.  
Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, deprem çadırında bir gece yattıktan sonra, Varto'da halka "geçmiş olsun" konuşması yaptıktan sonra, uçakla Ankara'ya gitmek üzerere Erzurum'da uçağa binmek için yanındakilerle konvoy halinde Varto'dan Erzurum'a doğru yönelir. Yolda Hınıs yakınlarında konvoy bir grup köylüler tarafından kesilir. Arabadan inen Cevdet Sunay köylülere doğru yaklaşır, yolu kesen bir tarlada bekleyen kadınıyla, erkeğiyle, çocuklarıyla, yaşlısıyla, genciyle bir köyün tüm halkı, Cumhurbaşkanının huzuruna çıkabilmiş olmanın verdiği heyecan içindeler. Sunay elinden hiç düşürmediği asasını köylülere doğru uzatarak sorar:
"-Söyleyin bakalım, yolumu neden kestiniz, beni neden durdurdunuz"  (Düşünelim, köylüler acı ve üzüntü içindeler, deprem olalı bir ay olmuş, devletin kolu köye uzanmamış; yörede ölümlü yıkımlı bir deprem olmuş, devletin Cumhurbaşkanı o acılı vatandaşa selam vermek şöyle dursun, azarlıyor, üstelik  “Allah belanı versin” diyebiliyor).
Köylülerin seçip görevlendirdiği yaşlıca sakallı bir adam, köylülerin iki adım önüne geçer ve saygıyla topuklarını birleştirir, ellerini yanına yapıştırıp başını sert biçimde önüne eğip kaldırarak selamını verir ve şöyle der:
"-Köyümüzün gözle görülen yamaçlarından geçmektesiniz...Köyümüze şeref bahşetmiş bulunuyorsunuz, şan bahşetmiş bulunuyorsunuz, muhterem Reisicumhurumuz."
Yaşı 75 den fazla olduğu belli olan, saçı sakalı bembeyaz olmuş bu yaşlı adamın daha fazla saygısını sunmaya Sunay izin vermez ve bu adamın konuşmasını keser, "ne istediğini lafı uzatmadan söyle"mesini emreder. Yaşlı adam hemen konuya girer ve şöyle der:
"-Bizim köyümüz, ilerideki şu dağın tepesinde görülen köydür. Depremden en çok  döndü:
Siz dün Muş’ta bana verdiğiniz brifingde (bilgilendirme), hasar tespiti yapılmamış köy kalmadığını, hatta en ücra köye bile yardım gönderildiğini söylemiştiniz. Haldun Bey” dedi. “Bakın vatandaş ne diyor…”
Bakan Haldun Menteşoğlu, asker vaziyetini alarak, abartmalı bir bürokrat selamı karışımı bir selam verdikten sonra Cumhurbaşkanı’nın sorusunu şöyle yanıtladı:
-Kendileri yalan söylüyorlar, Muhterem Cumhurbaşkanım”.
Bakan Menteşeoğlu’nun bu yanıtı üzerine Cumhurbaşkanı Sunay, asasını karşısındaki köylünün yüzüne doğru sallayarak onu sert bir biçimde azarladı:
-Karşımda yalan söylemeye utanmıyor musun, be adam?...dedi. Sonra da “Allah senin belanı versin” “dedi…
Yaşlı köylü
“-Allah bizim belamızı zaten vermiş…” diye üzüntü ile cevap verdi. Cumhurbaşkanı Sunay karşısındaki yaşlı adama şunları söyledi:
“-Yetmemiş, yetmemiş… Daha vereceği var ki, seni benim karşımda böyle konuşturuyor…”  Yaşlı köylü üzüntü içinde Cumhurbaşkanı Sunay’a şöyle sitemlice cevap verir.
“-Madem daha vereceği belamız varmış, o halde toptan versin de hepimiz birden bulalım belamızı…”  Yüreği gönlü yaralı yaşlı vatandaşımıza karşı Cumhur Başkanı Cevdet Sunay sinirlenerek şöyle dedi:
“-Alın şunu karşımdan… Götürün şunu karşımdan…”
Birkaç resmi görevli kişi, yaşlı adamı kucaklayıp köylülerin arasında en uzak noktaya götürürken, yaşlı köylü doğrulup Cumhurbaşkanı Sunay’a karşı sinirli sinirli şöyle bağırıyordu:
“- Götürseler götürseler, en son idamlığıma kadar götürürler…Ondan öteye de senin hükmün geçmez…”  O yaşlı adam böylece sinirli bir anlatımla acı bir sitemde bulunuyor.
Şimdi siz yorumlayın, köylüler mi yalan söylüyor, yoksa bakan mı? Düşünelim, bir ay önce deprem olmuş, köyleri çok zarar görmüş, devletin hiç birimi gelip incelememiş, köylüler, cumhurbaşkanından, devletten ilgi bekliyor, heyecanla yola çıkıp dertlerini anlatmak istiyor. Ama devletin cumhurbaşkanı köylülere "geçmiş olsun", diyeceği yerde, yaşlı temsilcilerine "Allah senin belanızı versin" diyor. Peki ya bakan yanıltılmışsa, köylüler haklı ise, devletin hiç bir yetkilisi köylerine gelmemişse. Okurken üzüntü duydum.
Fotoğraf: Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, deprem çadırında yatarken, (belki de deprem çadırında yatan ilk cumhurbaşkanı olsa gerek)

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız
Kaynak: Hem Yaşadım hem yazdım. Mete Akyol Yılmaz Yayınları 1993 sf 95-101

Sonnotlar

(1)Cevdet Sunay: Asker kökenlidir (Orgeneral).1966 yılında emekliye ayrılmasının ardından Cumhuriyet Senatosu kontenjan üyeliğine getirildi. Sunay, Gürsel’in rahatsızlığı sebebiyle cumhurbaşkanlığı görevinin sona ermesi üzerine 28 Mart 1966’da Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye’nin beşinci cumhurbaşkanı seçildi. Yedi yıllık görev süresini tamamladıktan sonra 1973 yılında cumhurbaşkanlığından ayrıldı. 1980'deki askeri müdahaleye değin anayasa gereğince Cumhuriyet Senatosu üyesi oldu.
https://www.tccb.gov.tr/cumhurbaskanlarimiz/cevdet_sunay/

Turan Güneş’in En Utandığı An

 Bu yaz bir iki kütüphaneden İlhan Selçuk’un Enel Hakkın Hakkı adlı kitabını arıyordum, okumak için. Bir iki kütüphane ve bir kitabevinde bulamadıktan sonra, gittiğim Cebeci Halk Kütüphanesinde rastladım, listede var fakat kitap yoktu. Görevli memurla raflara bakarken, o gazetecinin olacağı yerde, bu gazetecinin kitabı olsun, diyerek, ilk elime gelen Gazeteci Mete Akyol’un Hem Yaşadım Hem Yazdım adlı kitabını aldım ve okumaya başladım. Kitapta insanı duygulandıran, Kıbrıs Barış Harekâtında Dış İşleri Bakanımız olan Prof Dr Turan Güneş’in anısını içeren bölümünü sizinle paylaşmak istedim.

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nın 46 yıldönümünü kutladığımı şu günlerde, devrin unutulmaz Dış İşleri Bakanımız Prof. Dr. Turan Güneş, “Ayşe (kızı) tatile çıksın” şifreli mesajı ile harekâtın başlama sinyalini veren kişi idi.

Prof Dr. Turan Güneş, bilgili, aydın, hoşsohbet, esprili, dürüst bir kişiliğe sahip bakanımızdı. 

Turan Güneş, devrin seçkin gazetecileri, bu satırları bize yazıları ile anlatan Mete Akyol’un da bulunduğu bir grupla İstanbul’un bir ünlü lokantasında yemek temektedirler. Yemekte Prof.Dr. Turan Güneş, Dış İşleri Bakanlığı dönemiyle ilgili olarak kimi ilginç, kimi gülünç gözlemlerini anılarını ayağa kalkarak anlatmaktadır.

Hoşsohbet konuşmalar devam ederken, Turan Güneş birden hüzünlenir ve şöyle der: 

“-Hani zaman olur, insan öylesine utanır ki, (ye yarılsa da yedi kat yerin dibine girsem) diye içinden dua eder ya, işte benim hayatımda da böylesine utandığım bir anı vardır, onu size anlatmak istiyorum”.

Bizim Kıbrıs Barış Harekâtı’nın üzerinden tam bir yıl geçmişti. Ramazan Bay ramı ya peşine, ya başına cumartesi, pazar da eklenmiş, ortaya bir haftalık tatil çıkmıştı.

Mersin-Magosa seferini yapan bizim Truva gemisini dolduran tüm yolcular gibi, Prof. Tutan Güneş de bayram tatilini ailesi ve yakınlarıyla Kıbrıs’ta geçirmek istemiş. 

“-Biz de, Kıbrıs yolcusu turistlerle birlikte Truva vapurundaydık. O yıllarda Kıbrıs’a giden turistlerin çoğunun, yok teflon tava, yok çelik tencere, Türkiye’de bulunmayan yok bilmem ne eşyası peşinde koşuşturduklarını hatırlatmama gerek yok…O yılları hep biliriz…Bayram tatili nedeniyle, şimdi Truva vapuruyla Kıbrıs’a birlikte gittiğimi turistlerin çoğuna yakın bölümü de, hiç kuşkunuz olmasın, bavul turizmi amacıyla gidiyorlardı Kıbrıs’a”.

Turan Güneş, vapurun salonundaki turistlere bakıp, aklından bunları geçirirken, bir görevli yaklaşmış yanına:

“-Sayın Bakanım, şurada Siirt’li olduklarını söyleyen iki kişi sizle görüşmek istiyorlar” demiş.

Turan Güneş, bu iki kişinin kendisiyle hangi konuda görüşmek istediklerini öğrenmek istemiş.  

Görevli o kişilerin yanına gitmiş, ne konuda görüşmek istediklerini sormuş ve gelmiş, Turan Güneş’e bildirmiş:

“-Her ikisi şehit babasıymış, Sayın Bakanım” demiş. “Barış Harekâtı sırasında ikisinin de oğulları şehit olmuşlar. Şimdi kendileri, çocuklarının mezarını ziyarete gidiyorlarmış.” 

Turan Güneş o gün o anda duyduklarını, şimdi şöyle anlattı:

“-Hani (başımdan aşağı kaynar sular döküldü) deriz ya…” dedi.  “Ondan da beter oldum…Sanki başımdan aşağı kaynar sular dökülmedi de, biri aldı kafamı, kaynar sulara fokurdayan bir kazana soktu soktu, çıkardı…Alnımın kenarlarında, şakaklarımın hizasında önce boncuk boncuk ter tanecikleri oluştu…Sonra da onlardan ter derecikleri oluştu.”

Görevliye, şehit babası iki Siirt’liyi getirmesini söylemiş.

“-Adamlardan kaçmak mümkün olsa, kaçacağım ama, vapurdayız…Nereye kaçabilir ki insan?...Çaresiz konuşacağız, görüşeceğiz… Ve ne konuşacağımızı, ne görüşeceğimizi de, sanki görüşmeye başlamışız gibi biliyorum.”

Turan Güneş’in kafasının içinde beliren “hayali görüşme”ye göre şehit babası iki Siirt’li yurttaş gelip, diyeceklermiş ki:

“-Ey Turan Güneş…Sizinde bir bakanı olduğunuz, hem de Dışişleri Bakanı olduğunuz hükümetiniz, Kıbrıs’ın ve Kıbrıs’lı Türklerin kurtulmaları için geçen yıl bir Barış Harekatı başlatılmıştır.Bu harekata, o sıralarda vatani görevlerini yapmakta olan bizim oğullarımız da katıldılar ve vatan uğrunda, millet uğrunda kutsal görevlerini yaparlarken şehit oldular.

Biz iki şehit babası olarak, Bayram’da şehit oğullarımızın mezarlarını ziyaret etmek için Kıbrıs’a gidiyoruz. Ya bu vapurdaki herkes niye gidiyor Kıbrıs’a?...Biliyor musunuz niye gittiklerini tabii, Sayın Bakan’ım…Hemen hepsi de, kap kaçak almaya, üst baş almaya, teyp almaya, video almaya gidiyor…

Şimdi soruyoruz size, Sayın Bakan’ım…”Bu bir vapur dolusu insan Kıbrıs’a rahatça gelip, buradan kap kacak alsın,naylon gömlek alsın, video teyp alsın diye mi şehit oldu bizim evlatlarımız?...”

Turan Güneş, kafasının içinde yarattığı bu hayali görüşmeyi, yarattığı biçimiyle anlattıktan sonra, iki şehit babasının bu son sorusuna verebilecek bir yanıt da bulamadığını söyledi.

“-Rezil olacağım adamların karşısında” diye düşünürken birden, şehit babası Siirt’li iki yurttaşımızı karşımızda bulmuş.

“Kendilerini karşılamak ve ikisine de “hoş geldiniz” demek için ayağa kalkıyordum ki…”

İki babanın ikisi bir anda üzerine atılmışlar ve birbirleriyle yarış edercesine bir davranışla, Turan Güneş’in ellerini kapmışlar, öpüp öpüp, alınlarına götürmeye başlamışlar.

Bir yandan da şöyle diyorlarmış:

“-Allah sizden razı olsun, Sayın Bakanım…Sayenizde evlatlarımız şehit olmuştur…Allah sizden razı olsun…Allah ne muradınız varsa versin versin…Evlatlarımız sizin sayenizde şehit olmuştur…Allah tuttuğunuzu altın etsin…”

Turan Güneş bu anısını anlatırken, sadece bizim dost masasında değil, tüm lokantada sinek uçsaydı, insanın, kanatlarının sesi duyulurdu.

Turan Güneş yerine oturdu, o da bir süre bizle birlikte tüm sessizliği dinledi.

Anısını anlatmadan önce söylediği bir sözü, anılarını anlattıktan sonra da söyledi:

“-Hayatımda bir kez utanç duymuşumdur” dedi. “O da, işte o iki şehidimizin babaları karşısındaki o günkü utancımdır…”

Kaynak: Hem Yaşadım Hem Yazdım. Mete Akyol Yılmaz Yayınları 1993 sf 176-180

Cevat Kulaksız

Havuz Medyasının Ağzına Sakız Oldun Sayın İnce
 Muharrem İNCE; maalesef, isyan bayrağını çekerek,  CHP'yi iktidar yolunda ilerleyen parti görünümünden,  parti içi çekişmelerin partisi konumuna getirmiştir. 

İNCE'nin çıkışından bugüne kadar, Cumhur İttifakı ve havuz medyası,  ellerini ovuşturarak, CHP'yi itibarsızlaştırmak ve bölmek adına,  İNCE'yi ağızlarına sakız yapmışlardır, bu ayıp da Muharrem İNCE'ye yeter herhalde. 

İNCE; suskunluğunu bozarak,  niyetinin yeni parti kurmak olmadığını, parti içinde bir hareket başlattığını, Cumhurbaşkanı adayı olmak ve aldığı %31 oy oranını,  %51'e yükselterek,  Cumhurbaşkanı olmak istediğini açıklayarak, boyunu ve çapını çok aşan çok iddialı bir beyanda bulunmuştur. 

Sayın İNCE: bilmelidir ki; CHP'nin Cumhurbaşkanı adayı olarak girdiği geçen seçimde aldığı %31 oranındaki oy,  kendi şahsına verilen oylar değildir. 

Kötünün iyisi olarak,  CHP'nin  Cumhurbaşkanı adayı yapılmış, pek de kısa sayılmayan propaganda dönemi sonunda girdiği seçimde, seçimi ilk turda kazanamadığı gibi, seçimin ikinci tura kalmasını dahi sağlayamamış, seçim gecesi sessizliğe gömülerek,  seçmenlerinin karşısına dahi çıkamamış, mağlubiyeti kabul etmiştir. 

Bu nedenle, İNCE kendisine bağlanan umut ve güvene layık olamamış, miktarları çok az olan fanatik taraftarları dışında, seçmen nezdinde itibarını ve inandırıcılığını kaybetmiş olup, CHP'nin yapılacak yeni seçimde kendisini yeniden Cumhurbaşkanı adayı göstermesi halinde, CHP'nin çıkışına rağmen, %31 oy oranına dahi erişemeyecektir. 

O zaman, İNCE ne yapmak istemektedir?

Gerçekten anlamak mümkün değildir. 

İNCE; kendi kafasına takılarak ve siyasi ihtiraslarına yenilerek, partiden ayrılmadan parti içinde paralel bir yapı ve hareket oluşturamaz. Buna hakkı ve yetkisi yoktur. 

Parti içinde iktidar yarışının nasıl yapılacağı,  Parti Tüzüğünde kurallara bağlanmıştır. 

İNCE'de,  iki kez iktidar yarışına girmiş genel başkanlığa aday olmuş ve kurultayda yeterli oyu alarak genel başkan seçilememiş ve son 37. Olağan Kurultayda da KILIÇDAROĞLU'nun karşısına genel başkan adayı olarak çıkama cesaretini gösteremeyerek,  havlu atmış ve bu suretle CHP içinde Muharrem İNCE efsanesi sona ermiş, Muharrem İNCE defteri,  bir daha açılmamak üzere kapanmıştır. 

Bu arada, özellikle son yerel seçimlerde parti içinde Ekrem İMAMOĞLU, Mansur YAVAŞ gibi yeni yıldızlar parlamış ve olası bir seçimde CHP'nin Cumhurbaşkanı adayları olarak,  seçmen tarafından açıkça dile getirilmeye başlanmıştır. 

Bu koşullarda, İNCE'nin;  yeniden,  CHP'nin cumhurbaşkanı adayı olarak gösterilmesi imkansızdır. Aksi halde, CHP'nin seçimlerde başarılı olamayacağı çok açıktır. 

Bize göre,  İNCE'nin;  CHP içinde feda edilemez bir oy tabanı yoktur, aldığı %31 oy'un tamamı İNCE'ye verilmemiş, İNCE bu oyları,  CHP adayı olduğu için,  CHP'nin kurumsal saygınlığından yararlanarak almıştır. 

İNCE'nin;  bu yalın gerçeği fark edemeyecek ruh hali ve kibiri dahi,  önümüzdeki seçimlerde,  CHP'nin Cumhurbaşkanı adayı yapılmamasının haklı nedenidir. 

İNCE; kendine gelmeli,  boy aynasının karşısından çekilerek kararını vermeli, CHP'de kalarak kendi başına buyruk, parti disiplinini çiğneyerek. genel merkeze karşı bir hareketi yürütemeyeceği gerçeğini görerek, susmalı ve mütevazi bir parti üyesi olarak partisine hizmet etmeye devam etmeli veya kendisine çok  güveniyorsa,  bir an önce CHP'den istifa ederek,  yeni rotasını çizmelidir. 

Genel merkez de, artık  suskunluğunu bozarak, açık bir şekilde,  kesin tavrını ortaya koymalı ve gereğini yapmalıdır. 

İNCE dahil, CHP için;  hiç kimse,  bulunmaz Hint kumaşı değildir.  

Güner Yiğitbaşı

11/08/2020

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Müslümanlıkta kurban kesme âdeti yoksa neden Diyanet bunu açıklamaz.
Cuma namazından sonra vakit namazının (öğle) kılınmayacağını hiçbir imam söylemiyor.
Diyanetin bedava dağıttığı kitapta utandıran ifadeler.
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Ramazan ayının ilk Cuma hutbesinde eşcinsellik ve evlilik dışı ilişkiyle ilgili sözleri tartışma yaratmış, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmekle” suçlanmıştı. 21 nci yüzyılda Diyanetin kafası, düşüncesi daha Lüt Kavminin zamanlarında kalmıştır. Daha çağdaş bir diyanet bekliyoruz.
Daha önce, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Atatürk düşmanı Fesli Kadir’i (Kadir Mısıroğlu’nu) ziyaret etmesi, ülkedeki Atatürkçüleri üzerken, Ayasofya’nın ibadete açılması cumasındaki hutbe konuşmasında Atatürk’e ima yolu ile “lanetllemesi ülkede gerginliğe neden olmuştu.  Sivil toplum örgütleri, insan hakları savunucuları, barolar ve bazı siyasetçiler tarafından eleştirilmiş ve kendisi hakkında dava açma girişimleri de olmuştu. Bir diyanet işleri Başkanı çağdaş ve Laik TC nin görevli memuru gibi konuşması gerekirken,  bir cemaat şeyhi gibi 1500 yıl önceki Peygamber devrinin örf ve akitlerine göre konuşması hep eleştiri konusu olmaktadır. Kaldı ki ülkemiz bir Suudi Arabistan gibi dini kurallara göre yönetilmemekte, çağdaş hukuku anayasa ve yasalarında öncelik vermişti.
Diyanet İşleri Başkanı dini konularda bilgi verirken, kurban, mevlid ve cuma namazındaki vakit (öğle) namazının düşmesi konularında açıkça bilgiler vermelidir.
Diyanet İşleri Başkanının aşağıda sıra ile yönelttiğim konulara açıklık getirmelidir:

1-Diyanetin Kitabından Utandıran İfadeler

Diyanet İşleri Başkanı toplumu geren konuşmalardan ziyade, dindeki gerçekleri açıklamalıdır
Önce, bir arkadaşın gönderdiği, Diyanet İşleri Başkanlığının yayınlayıp ücretsiz dağıttığı “Diyanet ve Gençlik” adlı kitaptan bir metinden söz etmek istiyorum.
Diyanetin çocuklara bedava dağıttığı “Diyanet ve Gençlik” adlı kitabından alınan çok tuhaf birkaç satır yazılar. Bir öğretmen kökenli kimse olarak bu ifadelere çok üzüldüm, biz daha aydın bir diyanet ve daha aydın daha bilgili din adamı bekliyoruz. İşte o yazılar:
“…Maalesef  ileri zekalı bir nesil geliyor…Bu sivri zekalı veletler sürekli sorular soruyor… “O ne”, “bu ne” diyor…Çocuk ileri zekalı olacak da ne olacak?...Yaptığını beğenmeyecek ve inancınla, ibadetinle alakalı sorular soracak…Anne ve babalara sesleniyorum, çocuklarınıza lütfen zeka geliştirmeyen oyuncaklar verin.
“Eğitime ayrılan bütçeye bakın, neredeyse Diyanet kadar bütçesi var okulların… Boşa giden bir para. Bakın bu eğitim işinin mantığı nedir? Çocuklar buraları bitirecek, mühendis olacak, telefon yapacak, değil mi? Zaten telefon var piyasada…Saçmalığa bakar mısınız! Araba yapılacaksa zaten süper yabancı arabalar var, fasulye yetiştirilecekse Çin’de daha ucuzu var. Yani eğitime para harcayacağımıza arabaydı, telefondu, bunları yabancıdan almak daha mantıklı değil mi? Bu şekilde dinimiz bize kalır…”
Şaka değil, bütün bunların yazıldığı kitabı Diyanet bedava dağıtıyormuş, bir önemli keramet var ki bedava dağıtıyor, diye düşündüm. Ama içeriği dehşet vericiydi.
Metni okumuşsanız, çocukların ileri zekâlı olması istenmiyor. Hangi baba çocuğunun ileri zekâlı üstün zekâlı olmasını istemez ki?  Çocukların soru sormalarından bile korkacak kadar korkaklık yapıyor diyanet. Aileler ve okullarda çocuklar daha özgür soru sorsun, daha özgür tartışsın diye çaba gösterilirken, Diyanet çocukların soru sormalarından, zekâlarının gelişmelinden korkuyor, ne kadar çağ dışı, ne kadar bağnazca bir düşünce. Diyanet ana babalara seslenerek, “çocuklarınıza zekâ geliştirmeyen oyuncaklar verin” diye yazıyor.  Bu yazı ne kadar bağnazca ve cahilce ve üzüntü verici bir düşünceyi dışa vuruyor.
Diyanetin bütçesi beş altı yatırımcı bakanlığın bütçesinden fazla diye eleştirilirken,  metinde eğitime ayrılan bütçeye bakın, neredeyse Diyanet kadar bütçesi var okulların… Boşa giden bir para…” Avrupa’nın hangi ülkesinde genel bütçeden ayrılan bütçe kadar, para ayrılan diyanet-din kurulu var. Hiç birinde yok.
Ne kadar bilgisizce yazılmış bir yazı; teknolojinin ürettiği araba, telefon vs yabancıdan alıyoruz,  fasulyeyi Çin’den den daha ucuza alıyormuşuz. Bu mantıkla ne sanayi, ne bilim, ne tarım gelişir. Hayret, bu çağda böyle bir diyanet…

 

2-Kurban yok mu?

Müslümanlıkta kurban kesme âdeti yoksa neden Diyanet bunu açıklamaz.
Bazı din adamları ve rahmetli Prof. DR. Yaşar Nuri Öztürk, Müslümanlıkta hayvan kesmek (kurban) adetlerini olmadığını söylemekte.  Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş toplumu geren konuşma ve davranışlar içinde olacağına, şu aşağıda sıraladığım konularda açıklık getirmelidir.
Ulusal Kanal’da Gülgün Feyman ile Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün yaptıkları ropörtajda, Y.N.Öztürk şunları anlatıyordu:
“-Bu ülkede İslam dininin ve Kuran dininin hayvan kesmek diye bir ibadet yoktur. Bunu söyleyen ben değilim, peygamberin en büyük sahabeleri söyledi ve uyguladılar; mesela İbni Abbas, sahabenin hocası müfessirlerin babası. Yıllarca kurban kesmemiştir. Yani hayvan kesmemiştir. Niye yapmıyorsun bunu” diye soranlara: “Bunu Hacca gelen misafirlere sofra kurmak için ikram için geliştirilmiş bir adettir, bunun dinle ne ilgisi var, bu bir adettir diyor. Siz bunu dinin bir parçası yaptınız, buna karşı çıkman lazım” diyor ve kesmiyor. Daha onlarca sahabe aynı şeyi yapmış.
Peygamber hayatında kaç defa kurban kesti? Niçin kesti, kaç defasından başka en önemli olan budur. Misafirlere et ikramıdır o da oraya gelen Hac mevsiminde gelen misafirlerine.
Bu konuyu veren ayetler Hac süresinde geçer. Şimdi siz bunu aldınız, İslam’ın hükümlerinden biri yaptınız. Bereket İslam’ın şartları diye uydurdukları o beş şeyin içine koymadılar, İslam’ın şartlarının içine okuması yok. Kuranın ilk ibadeti ilk emri “oku”maktır. İslam’ın şartlarında okumak var da, nereden çıkardın da koydun onu. Eğer bunu Kurana ilk uygulama yapacaksan sıraya okumayı koyacaksın. Hangi pis parmak müdahale etti de bunu okumayı ilk şartı çıkardı oradan. İslam’ın şartı beştir gerisi hezeyan, bunların hepsi hezeyan,  Kuran’ın ilk emri ve temel ibadeti okumaktır.
Bakın temel ibadeti okumak yapan ülkelere, medeni dünyaya; temel ibadeti namaz yapan ülkelere Ortadoğu’ya bakın. İslam’ın beş şartı deyip 600 sayfalık Kuran öbür emirleri o ne olacak? Paylaşım emri ne olacak, namazın yirmi katı yer alıyor Kuranda. Zulme karşı çıkma emri o ne olacak? Namazın 50 katı 60 katı yer alıyor Kuran’da o ne olacak? Yalan söyleme, yalan söyleyenler Allahın lanetlediği insanlardır, o ne olacak? Riyakârlar müşriktir ve kurtuluşları yoktur, o ne olacak? Daha son hikmet, bunların hiç biri yok. Muaviye’nin buyurduğuna göre b ir İslam manifestosu düzenlemiştir. Son kelimeler saum, salat, kelimei şahadet. Küllüsi bedava, bu liste hezeyan, bunları böyle düzenleyip, İslam’ın bunların dışında şartı yok manasına getiren zihniyeti hezeyanıdır. Yoksa Kuran’da namaz emri de var, oruç da var, Hac da var, zekât da var. Ama Kuran’da paylaşım emri de var, çalış emri de var ve bunlardan elli kat daha fazlası da var. “Yalan söylememe” emri var, “oku” emri var, riya emri var nerede onlar?”
Zaten kurban kesmenin ne farz, ne sünnet olmadığını vacip olduğunu biliyoruz.
Eğer Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün ölmeden önce söyledikleri doğru ise, yani Müslümanlıkta hayvan kesmenin olmadığını, (biz buna kurban kesmenin diyelim) Diyanet de biliyor idi ise, Diyanet İşleri Başkanlığı neden doğruları halka neden söylemezler. Rahmetli Öztürk’ün anlattığına göre, kurban kesmeye karşı olan Peygamberin, sadece misafire ikram olsun diye, hayvan kestiği anlatılıyor. O zaman, yani Yaşar Nuri’nin anlatımına göre Müslümanlıkta anladığımız manada kurban kesmek yoktur.  Bu ülkede yoksullar kurban kesmeye gücü olmadığı halde bile borç para alıp kurban kestiği söyleniyor.
Ayrıca birtakım dini vakıf ve cemaatle, dernekler kurbanın etinden ziyade derilerini alıp paraya çevirerek nemalandıkları için, kurban kesmeyi farz halinde telkin etmekteler. Oysa kurban kesmek ne farz ne sünnettir. O zaman Diyanet İşleri Başkanı, siyasal içerikli konuşma va davranış içinde olacağına bu konuda halkı aydınlatması gerekir.

3-Diyanet Cuma günkü öğle namazı hakkında açıklık getirmelidir.

Bilindiği gibi, Türkiye genelinde bütün imamlar camilerde cuma namazı ile birlikte öğle namazını da kıldırmaktalar. Oysa eski Diyanet İşleri Başkanı Süleyman Ateş, bu konuda bakın ne diyor, “cuma namazından sonra vakit namazı düşer, (yani öğle namazı kılınmaz) Hatta Süleyman Ateş, bu konudaki görüşlerini açıklarken, “cumadan sonra vakit namazının düşeceğini, yani öğle namazının kılınmayacağını her imam, her diyanet işleri başkanı söylemiyor, söylemeye cesaret edemez” demişti. 
Eski Diyanet İşleri Başkanı Süleyman Ateş konuşmasında şunları söylemişti:
“Cuma namazı, o günün öğle namazıdır. Artık başka bir öğle namazı yoktur. Hutbeden önce iki rek’at cuma namazı iki rek’attır. Cemaatle kılınır. Cuma namazını kılan kimseden öğle namazı düşer. Çünkü sünnet vardır, dileyen kılar, dileyen kılmaz. Hutbeden sonra kılınan Cuma namazından sonra iki veya dört rek’at sünnet kılınır.
Sünnetler zorunlu değil, isteğe bağlıdır. Dileyen kılar, dileyen kılmaz, gider. Ama Cuma günü ayrıca bir öğle namazı yoktur, vallahi yoktur, billahi yoktur. Ama bu konuda Diyanet niçin kesin tavrını koymuyor, bilmediğinden değil, çekindiğinden, alışkanlıkları din haline getirmiş olanları gücendirmekten çekindiği için maalesef kesin tavrını koymuyor Diyanet. Oysa bunu yapması, yayınlayacağı fetvalarla konuyu halka açıklaması gerekir.(1)

Süleyman Ateş de Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış, Ali Erbaş da şimdiki Diyanet İşleri Başkanı.  Süleyman Ateş, Cuma günü vakit namazı kılınmaz diyor, yüreği varsa,  şimdiki Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Süleyman Ateş’in söylediği bu doğruları söyleme cesaretini göstersin. Türkiye’nin kurtarıcısı, devletimizin kurucusu G. Mustafa Kemal Atatürk’ü, Ayasofya’nın açılışında cuma hutbesinde imalı bir şekilde ihanetle hainlikle suçlayacağına, halkın çoğunluğunun bilmediği bu doğruları, bu gerçekleri halka anlatmalıdır.  Prof. Dr. Süleyman Ateş ne diyor biliyor musunuz, “bunları açıklamaya cesaret edemiyorlar” diyor.  

4Müslümanlıkta Kandil kutlama da yoktur.

Diyanet İşleri Başkanı toplumu geren konuşmalardan ziyade, dindeki gerçekleri açıklamalıdır
Türkiye’de sanki Müslümanlığın şartı imiş gibi Kandil Günleri ve Mevlit okunur, kutlanır. Oysa Kuran’da geçen Kadir Gecesi dışındaki bütün kandil günleri dinde yoktur.

Türkiye’de hemen bütün camilerde Kadir Gecesi dışında şu kandil günleri anılır:

  1. Ragaip Kandili, dine sonradan eklenmiştir.
  2. Miraç        “            “             “                “
  3. Berat         “            “             “                “
  4. Mevlit       “            “              “                “
  5. Muharrem ayı, Kerbelâ H. 61 senesinin 10 Muharreminde 10 Ekim 680) olayından sonra anılmaya başlanmıştır.  Gerekli açıklamayı daha önce yayınlanan bir yazımdan alıyorum.       

Adı geçen kandiller, peygamberden 550 yıl sonra Xl yyılda Mısır Halifesi Selâhaddin Eyyübi (1137–1193) zamanında kutlanmaya başlanmıştır.
Mevlit de, Osmanlı Şairi Süleyman Çelebi’nin yazdığı şiirdir.
Mevlit kandili Süleymân Çelebi {d.M 1351 (H.752)-(ö.H.825 M.1422)}               
Mevlit Kandili, Peygamberden 777 yıl sonra Osmanlı İmparatorluğu zamanında Birinci Murat devrinde yazılıp kutlanmaya başlanmıştır. Mevlit’in dini bir zorunluluğu yoktur; ne vacip, ne sünnet, ne de farzdır. Bursalı Tasavvuf Şairi Süleyman Çelebi tarafından yazılmış. Başka Diğer Müslüman ülkelerde de yoktur, sadece Türkler tarafından mevlit okunup, anılır.
Anadolu’da Mevlit okutmayı nerede ise Kuran’dan üstün sayarlar.
Şimdi burada tekrar soruyorum, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, neden bu gerçekleri halka, topluma anlatmaz da, toplumun sinir uçlarına dokunan, iktidara yaranmak için siyasi içerikli, bilim dışı, hukuk dışı konuşmalar yapar. Yukarıda yazdığım dört maddelik sorunlara Diyanet açıkça cevap vermelidir, halkımızı aydınlatmalıdır.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız 

Sonnotlar

(1)https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/suleyman-ates/cuma-namazi-kac-rekattir-1572325

Bahçeli'dir Ne Yapsa Yeridir
Türk siyasetinde insanların aklını karıştıran ve insanları siyasetten iyice soğutan sürpriz çıkışlar,  peş peşe gelmeye başladı. 
İnanın,  kendi adımıza konuşuyoruz, siyasetten ileriye dönük hiçbir olumlu beklentimiz kalmadı, ülkesini seven bir aydın olarak çok üzülüyoruz. 
Hangisini söylesek. ülke felaketin ve anti laik bir siyasi oluşumun eşiğine gelmiş, bir azınlık dışında kimsenin umurunda değil. 
Yazıyoruz çiziyoruz, hayatında ülke yararına tek satır yazmamış kişiler, ellerine kalemlerini alıyorlar ve sizin haklı uyarılarınıza destek çıkacak veya hiç değilse susacak yerde, sizi eleştiriyorlar, bu ülkeye hiçbir şey olmaz, bu ülkenin laik düzenini değiştirmeye kimsenin gücü yetmez diyorlar. 
Hala, ülkenin  2002 öncesi koşularında olduğunu sanıyorlar. Kafalarını kuma gömmüş ve bekliyorlar. 
CHP'nin milletvekilliğini, meclis grup başkan vekilliğini yapmış ve cumhurbaşkanı adayı olmuş olan Muharrem İNCE; ben mutlaka genel başkan olmalıyım, CHP de olamadım, bu nedenle yeni parti kurmak istiyorum düşüncesiyle,  AKP iktidarının değirmenine su taşıma gayreti içinde. 
İNCE'nin bu zamansız ve gereksiz çıkışının dedikoduları etrafta dolaşırken, AKP iktidarının yedek lastiği BAHÇELİ, bu puslu havada ortaya çıkarak, İYİ Parti Genel Başkanı Meral AKŞENER'e,  yuvana dön çağrısı yaparak abesle iştigal ediyor. 
BAHÇELİ gerçekten çıldırmış, bize göre artık mantığını da kaybetmiş. 
BAHÇELİ'ye sormak lazım, kardeşim;  siz,  kendi evinizde misiniz ki,  AKŞENER'e evine dön çağrısı yapıyorsunuz?
Siz, kendi evinizi terk ettiniz, evin kapısına kilit vurarak AKP'nin evine sığıntı oldunuz, müstakil bir eviniz kalmadı, siz bilmiyor musunuz, bizim ülkede güzel bir söz vardır, ”ev ev üstüne kurulmaz” diye. 
Sayın BAHÇELİ; bu nedenle, Sayın AKŞENER'e hangi yüzle ve mantıkla evine dön çağrısı yapıyorsunuz? Gerçekten anlamak mümkün değil. 
BAHÇELİ; önce kendi yuvasına dönerek, tek başına evinin  bacasını tüttürmeye başlamalı ki; AKŞENER'e evine dön çağrısı yapmaya hak kazanabilsin.  
BAHÇELİ'nin amacının; çöken Cumhur İttifakına dökme suyla çare arama olduğu çok açıktır. 
Bu çağrı;  iktidardaki Cumhur İttifakının çöküşünün ilanıdır. 

Güner Yiğitbaşı

5/8/2020
Hukukçu

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget