Aralık 2023
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Yeni Yıl Ve Yeni Umutlar
Bizim de kullanmakta olduğumuz takvime göre; 1. Ocak. 2024 günü, içinde bulunduğumuz 2023 yılının sonlanarak gireceğimiz yeni yılın ilk günüdür. 


Yarın gece yarısı saat 24. 01  kutlayacağımız yılbaşı, İsa'nın doğum günü olarak kabul edilen 25 Aralıkta kutlanan Hristiyanların Noel Bayramı ile karıştırılmamalıdır. Yılbaşının,  dini ve kutsal bir yanı bulunmamaktadır. 


Bunu karıştıran bazı dinci kesim,  biz Hristiyan değiliz, Müslümanız,  yılbaşını eğlenerek kutlamayız günahtır diyerek,  yılbaşı kutlamalarına ve kutlayanlara eleştirel bir gözle yaklaşmaktadırlar. Bu değerlendirme ve yaklaşım yanlıştır. 


Yılbaşı bir bayram değildir, bir takvim olayıdır. 


İçinde bulunduğumuz 2023 yılının bittiği günü, yeni 2024 yılının ilk gününe bağlayan 31. Ararlık. 2023 gecesi;  insanların,  evlerinde veya evlerinin dışındaki eğlence mekanlarında,  masalar kurarak ve özel olarak hazırlanan yemekleri yiyip içkiler içerek eğlendikleri, yeni yılı neşe içinde  karşılayarak kutladıkları, yeni yıla mutlu bir şekilde girdikleri, bir gelenek ve kültürü yaşayıp yaşattıkları bir gecedir. 


Eski yılın bitimi ve yeni yıla girilmesiyle;  aslında,  insanlarımız bir yıl daha yaşlanmakta ve ömürlerinden bir yıl daha azalmaktadır, bunun bilincindeki insanlarımız,  o zaman yeni yıla niçin eğlenerek neşeli ve mutlu bir şekilde girmek istemektedirler, bu bir çelişki değil midir? Diye sorup düşünenler olabilir. 


Ben,  şahsen öyle düşünmüyorum, hepimizin bir yaşam ömrü vardır ve her geçen yıl bu ömürden çalıp gitmektedir bunu biliyoruz ama,  korkunun da ecele bir faydası yoktur, her yeni yılla birlikte yaşlanıyoruz, ölüme bir adım daha yaklaşıyoruz diye, oturup ağlayacak da değiliz tabi. 


Bir de bardağın dolu yanından bakacak olursak, insanların;  gelecek her yeni yıldan ve yıllardan bir beklentileri, gayeleri ve umutları vardır. İnsanlar;  gayesiz, umutsuz,  umutlarını yitirerek yaşayamazlar, asla mutlu olamazlar, umut fakirin ekmeğidir sözü,  boşa söylenmemiştir. 


İnsanların umut ve beklentileri bir yıl ile sınırlı olmadığı için, her yeni yıl insanların umut ve beklentilerinin tazelendiği yepyeni bir dönemi ifade etmektedir. 


Örneğin; genç insanlar,  bir an önce okullarını bitirmek ve hayata atılmak, daha sonra evlenip yuva kurmak, çocuk sahibi olmak ve çocuklarını okutarak meslek sahibi yapmak, emekli olup gezip tozmak isterler ve bu istek ve umutlarının gerçekleşmesi için,  yılların çabucak geçmesini,  yeni yıllara ulaşmayı iple çekerler, yaşlanacakları ve ölüme bir adım daha yaklaşacakları akıllarına bile gelmez. 


İşte, insanların  bu ileriye dönük istek ve umutlarının gerçekleşmesi,  yeni yılları ve  yeni yılbaşlarını zorunlu kıldığı için, insanlar yaşlanmalarını, ömürlerinden kopup giden yılları düşünmezler bile. 


Bana sorarsanız, sizler de; yaşlanacağım korkusuyla, ileriye dönük isteklerinizden,  gayelerinizden,  arzularınızdan,  umutlarınızdan ve bunların gerçekleşmesinden,  asla vaz geçmeyiniz, ileriye dönük gayeleri,  beklentileri ve umutları olmayan insanların,  yaşlanmaya fırsat bulamadan yaşayan ölü haline geldiklerini unutmayınız. 


Bu vesileyle,  hepinizin yeni yılını yürekten kutluyor ve 2024 yılının sağlık, mutluluk,  huzur,  başarı,  ekonomik açıdan insanca yaşama koşulları ve siyaseten özgürlükler getirecek bir yıl olmasını, en kötü ihtimalle 2023 yılını aratmamasını, gönülden diliyorum.

Güner Yiğitbaşı

30/12/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Hükümeti Devirmeye Teşebbüs
ERDOĞAN;  iktidar koltuğunu kaybetmekten çok korkuyor.  


Bu korku paranoya halini almış adeta.  


Bu nedenle, kendi iktidarını beğenmeyen, eleştiren ve demokratik bir şekilde muhalefet gösteren,  kişi, kuruluş, siyasi parti ve sivil toplum kuruluşlarını,  potansiyel bir tehlike ve hükümeti devirmeye teşebbüs eden suçlular olarak görüyor.  


Kendisini biraz sertçe eleştiren, anayasal eleştiri ve protesto haklarını kullanan grupları,  hükümeti devirmeye teşebbüs ediyorlar diye yaftalıyor.  


Demokrasilerde;  seçimle iş başına gelen siyasi iktidarları,  muhalefet partileri, muhalif kişi ve kuruluşlar silahsız ve saldırısız bir şekilde barışçıl olarak eleştirebilirler ve iktidarın iş başından gitmesini isteyebilirler ve siyasal iktidarı bu eleştirileriyle siyaseten güçsüz kılabilirler, istifaya davet edebilirler ve hatta siyasal iktidar muhalefetin demokratik barışçıl eleştiri ve protestolarından bunalarak istifa etmek zorunda da kalabilir.  Bu demek değildir ki;  hükümeti devirmek.  


Hükümeti iş başından uzaklaştırmayı istemek ve arzulamak başka, bunu sağlamak için elverişli vasıtalarla güç,  cebir ve şiddet kullanmak, bu şekilde eyleme geçmek başka şeylerdir.  


Burada önemli olan yöntemdir.  


Cebir ve şiddete dayalı silahlı bir eylem yöntemini kullanmadan,  hükümeti en ağır bir şekilde eleştirmek ve protesto eylemlerinde bulunmak,  asla,  hükümeti devirmeye teşebbüs olarak değerlendirilemez.  Ufak tefek taşkınlıklar yapılmış, yasalara aykırı olarak barışçıl protesto eylemlerini engellemeye çalışan güvenlik güçlerine mukavemet eylemlerinde bulunulması,  hükümeti devirmeye teşebbüs suçunun halkaları olan eylemler olarak kabul edilemez.  Keza,  bu barışçıl protesto eylemleri sırasında,  eylemciler arasına şiddet yanlısı kışkırtıcıların sızarak münferit şiddet eylemleri sergilemeleri de,  o protesto eylemlerini hükümeti devirmeye teşebbüs suçunun unsur eylemleri olarak değerlendirilemez.  


Anayasa Mahkemesinin hak ihlali kararlarına rağmen tahliye edilmeyen Hatay Milletvekili Can ATALAY,  bu hukuki gerçeklere aykırı olarak,  hükümeti devirmeye teşebbüs olarak değerlendirilen, aslında genelinde anayasal bir hakkın kullanıldığı Hükümeti protesto niteliğindeki  Gezi eylemleri nedeniyle haksız olarak cezalandırılmıştır.  


Can ATALAY ve onun gibiler ve birçok insan;  hukuk dışı uygulamalarıyla Gezi protestosuna neden olan hükümetin iş başında kalmasını istemiyor olabilirler, ancak ortaya koydukları eylemler;   nitelikleri ve kullanılan  taktik ve yöntem itibariyle  asla doğrudan hükümeti devirmeye yönelik ve bu amaca elverişli cebir ve şiddete dayalı silahlı eylemler değildir.  


Gezi eylemine katılmaktan dolayı hükümeti devirmeye teşebbüs etmekle suçlanarak cezalandırılan Can ATALAY ve sair tüm sanıkların eylemleri;  


Anayasanın 83.  maddesinde yapılan atıf nedeniyle, milletvekilliği dokunulmazlığı kazanılmasına engel kabul edilen anayasanın14.  maddesinde zikredilen;  ”Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri,  Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.   ” hükmünde yer alan, hak ve hürriyetlerden hiçbirinin devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozma ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyet biçiminde kabul edilebilecek nitelikte eylemler değildir.  


Yargıya doğrudan baskı yaparak anayasanın milletvekili dokunulmazlığını düzenleyen 83.  maddesinin, 14.  maddeye atıf yapan ibaresine dayanarak,  14.  madde uyarınca, Can ATALAY'ın  milletvekili dokunulmazlığını kazanamayacağı iddiasıyla tahliye edilmesine engel olan iş başındaki siyasal iktidar;   aynaya bakması halinde;  kendi geçmiş ve bugünkü karnesinin,  anayasanın 14.  maddesinde sayılan yasak eylem ve faaliyetlerle dolu olduğunu görecektir.  


Gerçekten, siyasal iktidarın;   geçmişteki ve bugünkü eylem ve faaliyetlerine şöyle bir baktığımızda;  çözüm süreci adı altında bölücü PKK örgütüne sahip çıktığını, aynı masaya oturarak bölücü örgütle müzakere yaptığını, sınırda seyyar çadır mahkemeleri kurarak,  sınırdan ülkeye giren PKK militanlarının çadır mahkemelerinin onayıyla ülkede topluca şov yapmalarını sağladıklarını, bölücü örgütün hendekler kazarak malum illerde yuvalanmalarının önünü açtığını, polise ve askere PKK militanlarına engel olunmaması için emirler verdiğini, özgür kalan PKK militanlarının yörede yönetimi ele geçirerek, yöre halkından vergiler toplamalarını,  yol kontrol ve denetimleri yapmalarını sağlayarak, anayasanın 14.  maddesinde sayılan;   Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozucu icraatlardı bulunduğunu, Anayasa Mahkemesinin kararıyla tescil edildiği gibi, laiklik karşıtı eylem ve faaliyetlerin odağı haline geldiklerini, ülkeyi laiklik karşıtı dinci tarikat ve cemaatlere teslim ettiklerini, İslami esaslara dayalı anti laik siyasal İslami bir rejimin tesisine yönelik kaldırım taşlarını döşediklerini, 14.  madde de yasak olarak belirtilen  insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan eylemleri bizzat siyasal iktidarın kendisinin sergilediği,  inkar edilemez bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.   


Elverişli sayıdaki kişi ve silahlarla cebir ve şiddet yöntemini kullanarak hükümeti devirmeye teşebbüs suçunu icra etmeye başlamayan,  ancak iş başındaki hükümetten de hoşlanmayan Gezi eylemlerine katılan kişilerin,  iş başındaki ERDOĞAN hükümetini ve icraatlarını  sevmemeleri, onaylamamaları,  icraatlarını barışçıl olarak protesto eden eylemleri;   devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozma ve  insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan vasıf ve mahiyette eylemler olarak nitelendirilemez.  


Bu eylemler;  bilakis,  Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan bir tutum içindeki siyasal iktidarı uyarmayı amaçlayan eylemlerdir.   


Anayasanın 14.  maddesinde yer alan;   “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozma” amaç ve nitelikli eylemler,  ancak bölücü PKK ve onun eylemleri için söz konusu olabilir.  

Aynı şekilde anayasanın 14.   maddesinde yer alan ve yasaklanan, milletvekilliği dokunulmazlığına engel olan;  ” insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırma amaç ve nitelikli eylemler de, ülkede dini esaslara dayalı anti laik ve anti özgürlükçü bir rejim kurmayı amaçlayan siyasal İslamcı örgüt ve partilerin eylemleri için söz konusu edilebilir,  ki;  böyle bir parti şu anda Cumhur İttifakının ortağıdır.  


Can ATALAY dahil her birinin;   devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik cumhuriyeti savunduklarında, en küçük bir şüphe bulunmayan Gezi eylemcilerini,  anayasanın 14.  maddesi kapsamına sokarak,  onların, salt iktidar karşıtı olmaları nedeniyle,  temel hak ve özgürlükleri kötüye kullanmakla suçlanmaları,  hukuka,  anayasaya ve gerçeklere aykırıdır.  


Hiç kimse, iş başındaki iktidarı sevmeye,  icraatlarını benimsemeye, ona yönelik demokratik ve barışçıl protesto haklarını kullanmamaya zorlanamaz.  


Tekrar ediyoruz;   iş başındaki hükümeti ve icraatlarını sevmemek, benimsememek, onu ağır eleştirmek, hükümete yönelik barışçıl protesto haklarını kullanmak, onun iş başından uzaklaşmasını arzu etmek, bu amaçla barışçıl silahsız protesto eylemleriyle hükûmeti siyaseten yıpratmak,  asla suç değildir.   Suç olan;   istek değil, yöntemdir, cebir ve şiddet yöntemiyle,  elverişli silahlarla ve yeterli sayıda insanla hükümeti devirmeye yönelik eylemleri icraya kalkışmaktır.

Güner Yiğitbaşı

29/12/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Panelde eski AYM Başkanı Haşim Kılıç’ın konuşması
Demokraside Birlik Vakfı ve İnsani Değerler Derneğinin Türkiye’nin ikinci yüzyılda tam demokrasi hedefi ve yeni anayasadan beklentiler konulu ve Ankara Büyükşehir Belediyesi Gençlik Parkı Necip Fazıl Salonunda 23 Aralık 2023 günü düzenlenen panele konuşmacı olarak eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçtaroğlu, Eski Anayasa Mahkemesi) AYM) Başkanı Haşim Kılıç, Gazeteci Taha Akyol, Avukat Mehmet Gün katıldılar. 

Vakıf Başkanı Mehmet Bozdemir açılış konuşmasında konuşmacıları sıra ile konuşmalarını yapmak üzere çağırırken, Kemal Kılıçtaroğlu’nun konuşmasından önce, alkışlara neden olan şu cümlesi salonda dikkat çekti: “..Geçmişteki siyasiler kanunen hakkettiklerinin dışında dipten götürdüklerini devlete iade etseler bir tane aç insan kalmaz, fakir insan kalmaz, o günler de gelecek inşallah; siyasiler bürokrasiye gelmeden önce malları ne idi, şimdi ne oldu”

Salonda eski bazı bakanlar, bazı milletvekilleri, eski yeni bürokratlar, yerel parti, dernek ve sivil toplum örgütü başkan ve temsilcileri ile geniş bir dinleyiciler konuşmaları ilgi ile izlediler. Panelin anlatımları çok ilgi ve beğeni ile izlenilen Haşim Kılıç altı askerin şehit olması ve Gazze’deki insanlık dramına başsağlığı dedikten sonra sözlerine şöyle başladı: 

“Amerika ve İngiltere’nin dünyanın başına bela ettiği İsrail 75 yıldır insanlığa adeta meydan okuyor. Hiçbir kayda tabi olmuyor, Birleşmiş Milletlerden BM’den istediğiniz kadar karar çıkarın istediğiniz organlardan karar uygulayın hiç birisi bu ülkeye maalesef uygulamasına yanaşmıyor uygulanmıyor. Başbakanları Netenyahu’nun daha olayın başlangıcında askerlerine “hiçbir kayda tabi değilsiniz” diyerek her türlü zulmü yapabilecekleri konusunda izin verdiği zihniyeti ben devlet olarak kabul etmiyorum. Bugün İsrail bir devletten ziyade bir terör örgütü görüntüsü veriyor. BU nedenle de yaptıkları da eğer bir devlet olsaydı yaşlılara, kadınlara çocuklara dokunmazdı. Bu kadar korumasız insanlara saldırmazdı. Devletler hukuku uluslararası hukuk bu konuda ciddi anlamda ilkeler ortaya koymuştur. Bu İsrail için söz konusu değil.

Demokrasi esasen hak ve özgürlüklerin güven içinde yaşandığı ve devletin de bunu garanti ettiği bir yönetim biçimidir. Eğer hak ve özgürlükleri yaşayamıyorsanız, bunda sorunlar yaşanıyorsa o ülkede demokrasiden değil ancak sözde demokrasiden bahsedebilirsiniz. Dolayısıyla demokrasinin bir araya gelerek, diyalog kurarak, sorunlarımız tartışarak ve ister anlaşalım ister anlaşılmayalım. Bu nimetlerinden geçmişte çok faydalanamadık, ama son zamanlarda bu konuda ciddi adımlara atılıyor. Bu çerçevede seçim öncesi altı patinin ya da diğer partilerin belli konularda anlaşmalarını demokrasimiz adına çok önemli bir gelişme olarak görüyorum. BU konuda büyük gayret sarf eden şu anda aramızda bulunan sayın Kılıçdaroğlu’na da bu çalışmalarından ve katkılarından dolayı teşekkür ediyorum.

Biz anayasamızı 1921 Cumhuriyet öncesini alacak olursak 24, 61, 82 bu 82 anayasa üzerinde yapılan önemli değişikliklerle bugüne kadar geldik. Cumhuriyetin kurulduğundan beri, ki ben 2010 Anayasa değişikliğini Türkiye için bir dönüm noktası olarak görüyorum, 2010 Anayasa değişikliği Türkiye’nin makas değiştirdiği yıldır. Çok önemli bir değişikliktir. Bu değişiklikte yargı vesayeti ile askeri vesayetin ortadan kaldırılması konusunda ciddi adımlar atılmış ve o kadar da başarılı olunmuştur. Ancak bir vesayet kaldırılırken bir başka vesayetin fırtınasına uğradık. Daha sonra bir terör örgütü olan cemaatin yapılanması ve onun ele geçirmesi ve daha sonra da mevcut siyasi partinin iktidarın ele geçirmesi sonunda ele geçirilmiş değil, bu vesayet devam ediyor.

Panelde eski AYM Başkanı Haşim Kılıç’ın konuşması

Bu tanımlamadan sonra şöyle geriye doğru gittiğimiz zaman Türkiye iki konuda çok ciddi sıkıntı çekmiş. Birisi ifade özgürlüğü diğeri de din ve vicdan özgürlüğüdür ve sorunlarımız bu iki etkende doğmuş. Dolayısıyla da bu iki konunun birazcık detaylandırılmasında yarar görüyorum. O bakımdan geçmişle ilgili birtakım bağlantılar kurarak bunu anlatmak isterim. Anayasada olmamasına rağmen 1961 anayasasında cumhuriyetin nitelikleri belirlenmiş, demokratik, laik sosyal bir hukuk devleti olarak bildiriliştir. Bu kavramların içleri doldurulması gereken kurum tarafından evrensel hukuk değerlerine göre doldurulmadığından dolayı maalesef bu sorunları yaşayarak geldik.

Şimdi ifade özgürlüğünün içerisinde basın özgürlüğünü de ifade özgürlüğünün içinde toplantı ve gösteri yürüyüşünü de katabilirsiniz bunlara.

Din ve vicdan özgürlüğü konusunda da fahiş hatalar yapılarak bu noktaya kadar geldi ve bugün bazı konularda şikâyet ediyorsak, azı konuları eleştiriyorsak mutlu değilsek bu laiklik konusunun içini evrensel anlamda doldurulamadığından dolayı biz bu şeyleri yaşamaya devam ediyoruz, devam ettik. Ve bakınız biz ne demokrasinin ne laikliğin ne adaletin ne sosyal devletin içini yeterince dolduramadık, bunu besleyemedik, bunu yapması gereken Anayasa Mahkemesi (AYM) idi. AYM yorum hakkı olan anayasayı yorumlayan ve AYM ne diyorsa anayasa o ruhu olan bir kurum bizim için. Ama bunların içi doldurulamadı. Bakın laiklikle ilgili AYM nin 2012 yılına kadar olan tavrını şöyle iki cümleyle söylemem gerekirse o da şudur. Din vicdanlarda olması gereken kas sınırlarını da asla aşmaması gereken bir kavramın sonucu olarak bize anlatıldı hep. Bir din sadece vicdanlara kilitlenir mi? Kalplere kilitlenir mi? Tabi ki bunun uygulaması var, tabi ki bunun dışa vurumu var, bütün bunlarla birlikte devletin görevi bunları garanti altına alarak teminat altına alarak toplumu mutlu etmektir. Ancak biz bunu yapamadık ve kalplere gönüllere kilitledik.

Laiklikle ilgili AYM’nin 2012 yılına kadar yaptığı yapmış olduğu bu tarih 2012 yılında 2012/ 128 kararıyla tamamen değiştirilmiştir. Laiklik değişmedi ama laikliğin içi değişti, anlamı değişti; sayın Kılıçtaroğlu 121 arkadaşıyla çıkan bir yasanın, ki o da ortaokul ve liselerde Kuranı Kerim dersi ve Peygamberin hayatının seçmeli tercihli olarak öğretileceğine ilişkin yasaydı. Ve bu yasayla ilgili iptal davası açıldı. Ben teşekkür ediyorum çünkü bize laikliğin gerçek evrensel anlamdaki bu tarifini de bize yapması fırsatı verdiler. Ve bu kararla AYM si laikliğin sadece gönüllerde vicdanlarda bir değer olmadığını bunun uygulamasının da bunun ameli olarak hayata yansımalarının da bu kapsamda devletin garantisi altında laikliğin garantisi altında olduğunu özgürlükçü bir laik anlayışı çerçevesi içerisinde tarif etme fırsatı buldum. O günkü kurulumuzda 17 kişi vardı. Bu 17 kişinin çoğunluğu laiklik konusunda ciddi anlamda hassasiyeti olan arkadaşlardı. Ama bu karar iki muhalefete iddiası 15 oyla kabul edilmişti. Ve bugün bu karar çerçevesinde bu değerlendirmeler yapılarak yoluna devam eden bir Türkiye var.

Şimdi tekrar ifade özgürlüğüne çıkacak olursak ve dini inanç özgürlüğü konusunda yaşananları hep beraber biliyoruz. Laiklikle ilgili bu anlayıştan dolayı Huzur Partisi, Refah Partisi, Milli Nizam Partisi, Fazilet Partisi ve en sonda AK Parti bu şekilde bu ilkeyle karşı karşıya kalmış ve kapatılmayla karşı karşıya kalmış, AK Parti dışında tamamı kapatıldı. Ve bu bize neye mal oldu, bu bize sonuç itibariyle bireysel olarak da sivil topluma yansımaları itibariyle bir başörtüsü yasağı ortaya çıktı maalesef ve bu 1989 da 1992 de AYM kararları ile artık muhkem haline getirilerek ve bu yasak 2010 yılına kadar devam etti.

Şimdi bu yasağın partilerle bölümü belli ama bir de kişilerle olan bölümüne baktığımız zaman kimi insanlar siyasi haklardan mahrum edilmiş, kimi vakıflar dernekler kapatılmış ve sonuç itibariyle 2007 yılında yaşanan cumhurbaşkanlığı seçimini bile etkilemiş olayla karşı karşıya kaldık. Neydi o, cumhurbaşkanlığı seçiminde sayın Abdullah Gül’ün başının kapalı olması nedeni ile ciddi anlamda bir tepki çıkmış cumhurbaşkanı olamayacağına ilişkin toplumsal bir tepkiyle karşı karşıya kaldık. Ama öyle bir hale geldi ki, Çankaya köşkünün etrafını insan şeşiyle sararak “içeriye asla sokmayacağız” diye bir olayı bir gerçeği de yaşadık.

Bunun sonunda ne oldu, bunun sonunda 367 gibi bir garabet ortaya atıldı. Meclisteki karar hesabının aynı olmasını söyleyerek yapılan oylamalar AYM ne getirilerek AYM bunu iptal etmek durumunda kaldı ve cumhurbaşkanlığı seçimi akamete uğradı. Arkasından erken seçime gidildi ve erken seçimle ilgili parti büyük bir artış yaparak yüzde 47 gibi bir oyla tekrar iktidara geldi. Şimdi arkasından şu gündeme getirildi, tabi Abdullah Gül seçildi eski sisteme göre seçildi. Madem ki toplantı nisabına karar nisabı aynı olacakken o şart gerçekleştirilerek bir partinin katılımı ile cumhurbaşkanı seçilşdi.

Sonra denildi ki, “bizim anayasa değiştirmemiz lazım ve cumhurbaşkanını halk seçmesi gerekir” dendi. O da gerçekleşti ve cumhurbaşkanını 2014 yılında halk seçti. Şimdi seçilen cumhurbaşkanımız yetkilerini o kadar kullandı ki, o kadar aştı ki artık cumhurbaşkanının dışında kimse gözükmedi. Oysa parlamenter sitemde bir başbakan vardı, ama cumhurbaşkanı başbakanın da yerine geçerek “şimdi beni halk seçti benim arkamda halk var dolayısıyla ben bunları yaparım” düşüncesi hâkim oldu. Sonuç itibariyle bir parti lideri çıktı, “yav bu fiili durum, gelin anayasaya uydurarak biz bunu halledelim” dediler ve bu günkü cumhurbaşkanlığı sistemi ortaya çıktı.

Panelde eski AYM Başkanı Haşim Kılıç’ın konuşması

Bunları şunun için anlatıyorum, bakın bir fahiş hata bir yanlış tanımlama bizleri nerelere kadar getirdi ve bugün cumhurbaşkanlığı sisteminden eğer rahatsız olan varsa, ki rahatsız da var, tepki varsa bu tepkinin altında bu tarihi gerçekler vardır. Bunu sizlere arz etmek istedim. O nedenle ifade özgürlüğü ile ilgili, bir zamanlar 141-142-163 silahlarıyla insanlar tarandı hapishanelerde yer kalmamıştı. Ne hikmetse bizim yargı ve siyasetçilerimiz bu konuda çok kabiliyetli, mutlaka bir şey buluyoruz. Rahmetli Turgut Özal 141-163 ü kaldırdı, arkasından bir de 299 madde çıktı ve bugün cumhurbaşkanına hakaretten yüz binlerce dosya soruşturma açıldı ve bu soruşturmanın bir bölümü kovuşturmayla sonuçlandı, o kovuşturmaların sonunda da 25 bin 30 arasında insan mahkûm oldu. Bu nedir, bir yerleri koruma adına cezalandırmak için bir silah olarak kullanma aracıdır. Bunun dışında 332 madde terörle mücadele ile ilgili yok terörü övmeyle ilgili ciddi anlamda yorumlar yapılarak mahkemelerimiz kararlar veriyor. Bir tivit attı diye on sene önce tüvit attı diye insanlar yargılandı ve hapishanelere düştü. Bugün hapishanelerimizde 300 binin üzerinde insan var; bilmiyorum Avrupa’daki eşdeğer ülkelere bakıldığı zaman herhalde bizim kadar mahkûm olan ya da tutuklanan insan sayısı bu kadar değildir. Biz tutukluluk konusunu bile cezalandırma aracı olarak kullandık ve tutukluluğu yasada yazmasına rağmen yorumlarımızla özelikle yorumlarımızla bunu mahkûm insanları tutuklayarak hapishanelerde bekletmek durumda kaldık. Yani buradan şuraya gelmek istiyorum, bir anayasa var bir de anayasanın uygulanması ve yorumu var, bir laiklik var, bir laikliğin uygulanması ve yorumlanması var, bir hukuk devleti var hukuk devletinin uygulanması ve yorumu var. Size soruyorum bunların hangisi suçlu?

Bugün sorunumuz ne anayasa, bence ne de yasalarımızdır, bunu uygulayan ve yorumlayan insanlarımızdır. Gerçekten yargı erkine verilmiş olan yorum hakkı maalesef isabetli kullanılmıyor, kullanılmadığı için de bu sorunların ülkede bıraktığı yakıcı yıkıcı etkilerini çözemiyoruz, çözemedik. 

Bu nedenle ben anayasayla konuya gelince bakıyorum anayasada 177 madde var, 177 maddenin 121 maddesi değişmiş. Yaklaşık 51 maddesi ikinci ve üçüncü kez değişmiş, bunun 34 maddesi Ak Parti öncesinde değişmiş, Ak Parti iktidarıyla birlikte de 79 madde değişmiş.

Şimdi bana söyler misiniz ortada bir darbe anayasası var mı? Dolayısıyla bugün çektiğimiz sıkıntılara altına bakmak için üstünü kaldırdığımız zaman örtüye o yapılan değişikliklerden AYM de    eğer AYM’nin 15 ini Cumhurbaşkanı seçiyor, üç tanesini Meclis seçiyor ve Mecliste de çoğunluğunuz varsa eğer 15 ini de aynı irade seçiyor demek için yanlış yapıyor olur muyuz?

Hakimler Savcılar Kurulunun (HSK) 13 üyesi var 6sını Cumhurbaşkanı seçiyor, 7 sini parlamento seçiyor, bu parlamentodaki seçimlerin mevcut iktidar tarafınsan yönetildiği, onların iradesi ile seçilmesinde bir endişemiz var mı? Türkiye’de üç tane kurum var birisi AYM, HSK birisi de Yüksek Seçim Kuruludur (YSK). Bu üç kurulun tarafsız ve bağımsız olmasını temin etmedikçe biz bu sorunlarımızdan asla kurtulamayız. Eğer yargıda böyle bir sorun varsa bunun ekonomiye yansımaları, sosyal hayata olan yansımaları da düşündüğümüzde bunun temelinde yatan tek şey hukuk güvenliğini yaratılamamasıdır. Hukuk güvenliğini yaratamadığımız için de bugün para politikalarıyla, mali politikalarla dövizi indiriyoruz, faizi çıkarıyoruz, faizi çıkarıyoruz dövizi indiriyoruz ve böylece ekonomiyi idare etmeye çalışıyoruz. Bunlar yapay tedbirler, gerçek tedbir bağımsız ve tarafsız herkesin rahatlıkla kanatlarının altına sığınacağı bir yargıyı teşekkül ettirmektir”. (Alkışlar).

Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com

Utanıyorum
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Özgür Özel’in şehit Piyade Sözleşmeli Er Enis Budak’ın Manisa’daki cenazesinde protesto edilmesiyle ilgili konuşan Erdoğan, “Bir tanesi Manisa’da gitmiş orada güya gövde gösterisi yapacak.  Ne oldu? Artık bu millet kimin kim olduğunu gayet iyi biliyor.  Öyle herkese yol geçen hanı demiyor” demiş. 


Bu beyanlar alelade bir şahsa ait değildir. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, milletin birliğini temsil eden ve tarafsızlık yemini etmiş bulunan partili Cumhurbaşkanına ait. 


Bir tanesi diyerek hitap ettiği ve  hakir gördüğü kişi, yani Özgür ÖZEL;  T. C. Devletinin kurucusu ATATÜRK'ün oturduğu koltukta oturan, bugünün ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisinin Genel Başkanı. 


ERDOĞAN'ın; bu sözleri,  bırakınız Cumhurbaşkanı sıfatıyla, AKP Genel Başkanı sıfatıyla dahi sarf etmesi büyük bir ayıp, bu sözler bir insana, bir devlet adamına ve Cumhurbaşkanına hiç yakışıyor mu?


Gerçekten ERDOĞAN'ı anlamakta zorlanıyoruz ve sinirlerimiz geriliyor. 


ERDOĞAN; silahların eşit olmadığını, kendisinin eylem ve söylemleriyle,  hiç hakketmediği Cumhurbaşkanlığı sıfatından kaynaklanan üstünlüğüne ve ceza muafiyetine güvenerek,  kendisine göre güçsüz ve çaresiz gördüğü kişileri ezmeye, haysiyetleriyle oynamaya çalışıyor. Özgür ÖZEL'in şahsında, CHP'ye gönül vermiş milyonlarca vatandaşını da haksız bir şeklide üzüyor, halkı bölüyor. 


Eşit olmayan üstün ve  imtiyazlı koşullarının arkasına sığınarak, çok rahat bir şekilde böyle konuşmak onu rahatsız etmiyor, siyasi geleceği ve çıkarı için her kötü sözü kendisine hak görüyor. 


Türk insanı bunu asla hakketmiyor. 


İnsanıyla ve ülkesiyle kültürel ve ekonomik olarak gelişmiş ve olgunlaşmış ülkelerde doğru işleyebilen, yaşayabilen ve tadına doyum olmayan demokrasinin;  en zayıf halkası olan kendisini koruyabilme olanağının,  insanların kültür ve ahlak düzeyiyle orantılı olması nedeniyle,  maalesef ülkemizdeki demokrasi ancak bu düzeyde icra edilebiliyor. 


Bu güzel ülkeye çok yazık, çok. 


Demokrasiyi,  sandıktan çıktım,  her yaptığım mubahtır diye gören ve tanımlayan,  kendisinden hesap sorulamayan, anayasayı rafa kaldıran, devlet yönetiminin tüm örf ve adetlerini, yerleşmiş geleneklerini rafa kaldırarak, ülkeyi keyfi bir şekilde yöneten tek adamın yönetimindeki bu ülkede yaşamak zorunda olmaktan, utanıyorum ve büyük üzüntü duyuyorum.

Güner Yiğitbaşı

26/12/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Dem Partisi Doğru Yapmamıştır
Benim yazılarımı takip edenler bilirler. Eski adı HDP olan DEM Partisini, meclise temsilci yollayan  meşru bir siyasi parti olarak sürekli desteklemiş ve diğer bazı partilerin bu partiyle ilişkiden kaçınmalarını ve dışlamalarını hep kınamışızdır. 


Bölgesel Kürt partisi olmadıklarını,  tüm ülkeyi kapsayan bir Türkiye partisi olduklarını savunan DEM Partisi; son,  on iki şehit verdiğimiz bölücü PKK terör saldırısını açıkça kınayarak lanetleyen bir bildiri yayınlayarak insanlarımızın hassasiyetlerine saygı göstermemişlerdir. Bu tutumlarıyla, adeta ayaklarına silah sıkmışlardır. Bu konuda takiye yapmayı dahi düşünmemişler, halkımızın çoğunluğunun duygularına saygı göstermemişlerdir. 


Bu nedenle, DEM Partisini;  biz dahil,  insanların savunma olanakları, bizzat DEM Partisinin akıl dışı bu tutumuyla iyice zorlaşmıştır. 


CHP'nin haklı gerekçelerle ortak bildiriyi imzalamamasına rağmen, ortak bildiriden daha kapsamlı ve milli yas ilanını da isteyen tek başına bildiri yayınlamasını dahi yeterli görmeyerek,  teröre destek olarak değerlendiren,  şehit cenazesine katılan CHP lideri Özgür ÖZEL'i haksız bir şekilde protesto eden,  önyargılı, muhakemeden yoksun kişilerin yer aldığı ülkemizde, terörü lanetleyen ortak bildiriye imza koymadığı gibi tek başına müstakil bir bildiri ile açıkça terörü lanetlemeyen DEM Partisi, özellikle yaklaşan yerel seçimler öncesinde hem kendisine hem de ülkeye zarar vermiş ve AKP'nin değirmenine su taşımıştır. 


Bu aşamadan sonra, CHP'nin;  yerel seçimlerde,  özellikle İstanbul ve Ankara’da DEM Partisinden destek talep etmesi ve işbirliği için DEM Partisiyle ilişkiye geçerek görüşmeler yapması iyice zorlaşmıştır. 


CHP;  haklı olarak, DEM Partisinin desteğini almanın getirisi ile götürüsünü düşlenecek, bir hesap ve  mukayese yapacak ve muhtemeldir ki; DEM Partisinin desteğinden vazgeçecek ve İstanbul ve Ankara seçimleri riske girecek, AKP bundan istifade ederek İstanbul ve Ankara'yı geri alıp, ülkeyi tamamen karanlığa gömecek siyasal ve moral üstünlüğü eline geçirecektir. 


Bu mudur, ülkeyi sevmek ve Türkiye partisi olmak? 

Güner Yiğitbaşı

25/12/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Chp Cesur Ve Yerinde Bir Adım Atmıştır
Bravo CHP'nin yeni genel Başkanına ve yönetimine. 


Biz, AKP'nin öncülük yaptığı ve bazı muhalefet partilerinin de imza koyduğu terörü kınayan ve lanetleyen ortak bildiriye imza atmayan ve ana muhalefet partisi olarak tek başına daha kapsamlı, şehitlerimiz için milli yas ilanını talep eden  ve terörü lanetleyen bildiri hazırlayarak imzalayıp kamuoyu ile paylaşan CHP'yi kutluyoruz. 


CHP; bu sefer, AKP'nin öncülük ettiği terör bildirisine imza atmazsak AKP tarafından suçlanırız ve konuyu siyasi propaganda malzemesi olarak kullanacak olan AKP'nin şerrine uğrarız korkusuna kapılmadan,  ortak bildiriye imza koymamış ve haklı nedenlerini de açıklayarak,  tek başına daha güzel bir terör bildirisine imza koymuştur. 


Terör örgütü PKK ile bugüne kadar her türlü yakınlaşmanın içine giren ve uyguladığı politikalarla bitmek üzere olan terörü yeniden hortlatan, Suriye’nin kuzeyinde Amerika’nın desteği ile terör örgütüne bir devlet kurdurtmaya neden olan yanlış Suriye politikasının mimarı iş başındaki AKP iktidarının,  bu konuda söz söylemeye ve peşine takılarak kendi bildirisine imza koymayarak tek başına bildiri yayınlayan CHP'yi suçlamaya asla hakkı yoktur. 


CHP; tek başına hazırlayarak imzalayıp yayınladığı bildiriyle, bölücü PKK terörünü açıkça kınayarak lanetlemiştir. Bu konuda güven vermeyen AKP'nn dümen suyuna girmemek ve müstakil bir bildiri yayınlamak,  CHP'nin terörü kınamadığı şeklinde yorumlanarak suçlanamaz, böyle bir suçlama,  terör ve şehitlerimiz üzerinden politika yapmak ve oy devşirme girişimidir. 


Hain FETÖ Terör Örgütünün 15 Temmuzda gerçekleştirdiği darbe girişimi sonrası AKP'nin dümen suyuna giren ve olayı ortak kınayan CHP'nin dili yanmış ve AKP'nin bu darbe girişiminden gerekli dersleri çıkarmadığı, cemaatlere ilişkin gerekli tedbirleri almadığı, FETÖ darbe girişimini fırsata çevirerek, anayasaya aykırı olarak çıkardığı olağanüstü hal kararnameleriyle FETÖ'nün başaramadığı darbeyi bu ülkeye kendisinin yaptığı bilinen bir gerçektir. 


Akıllanan ana muhalefet partisi CHP,  bu sefer AKP'nin oyununa gelmemiştir. Olay budur. 


Ne olmuş yani, ortak bildiriye imza atmayan CHP bölücü PKK terörünü onaylamış mıdır?


Asla. Sadece,  tek başına terörü lanetleyen bildiri yayınlamış ve ilaveten bu bildiriyle şehitlerimiz için milli yas ilanını AKP iktidarından talep etmiştir. 


12 şehidimize rağmen milli yas ilan etmeyen emrindeki TRT de eğlence programlarına devam eden AKP iktidarının;   yas ilanına sıcak bakmayan ortak bildirisine imza koymasını beklemek ve imza koymadığı için CHP'yi suçlamak haksızlıktır ve şehit kanı üzerinden oy devşirme girişimidir. 


Farz edelim ki, bir kişinin çocuğu evlendi bir takı takılacak. Birkaç yakını birleşerek ortak bir takı takabileceği gibi, bir yakını da, hayır ben ayrı takı takacağım diyebilir ve ortak takıya iştirak etmeden tek başına daha değerli ve güzel takı takarak görevini yerine getirebilir. 


İşte olay budur. 


CHP'nin ortak bildiriye imza atmayarak onun yerine tek başına hem de milli yas ilan edilmesini de talep ettiği daha güzel ve kapsamlı,  terörü lanetleyen bildiri yayınlaması, CHP'nin;   oy kaygısıyla,  acaba ne derler korkusunu üzerinden attığını göstermesi açısından iyi ve olumlu  bir gelişmedir.

Güner Yiğitbaşı

24/12/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Kılıçtaroğlu demokrasi panelinde konuştu
Demokraside Birlik Vakfı ve İnsani Değerler Derneğinin Türkiye’nin ikinci yüzyılda tam demokrasi hedefi ve yeni anayasadan beklentiler konulu ve Ankara Büyükşehir Belediyesi Gençlik Parkı Necip Fazıl Salonunda 23 Aralık 2023 günü düzenlenen panele konuşmacı olarak eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçtaroğlu, Eski Anayasa Mahkemesi) AYM) Başkanı Haşim Kılıç, Gazeteci Taha Akyol, Avukat Mehmet Gün katıldılar.
Vakıf Başkanı Mehmet Bozdemir açılış konuşmasında konuşmacıları sıra ile konuşmalarını yapmak üzere çağırırken, Kemal Kılıçtaroğlu’nun konuşmasından önce, alkışlara neden olan şu cümlesi salonda dikkat çekti: “..Geçmişteki siyasiler kanunen hakkettiklerinin dışında dipten götürdüklerini devlete iade etseler bir tane aç insan kalmaz, fakir insan kalmaz, o günler de gelecek inşallah; siyasiler bürokrasiye gelmeden önce malları ne idi, şimdi ne oldu”
Salonda eski bazı bakanlar, bazı milletvekilleri, eski yeni bürokratlar, yerel parti, dernek ve sivil toplum örgütü başkan ve temsilcileri ile geniş bir dinleyiciler konuşmaları ilgi ile izlediler. Panelin anlatımları çok ilgi ve beğeni ile izlenilen Kemal Kılıçtaroğlu yaptığı konuşmada şunları söyledi:
“Anayasamızın meşhur 5. maddesi var, devletin temel amaç ve görevleri, cumhuriyeti ve demokrasiyi koruma görevi vermiştir. Anayasanın ilgili 5. maddesine göre devletin görevi anayasayı korumaktır. Eğer biz anayasayı tartışıyorsak anayasanın bu maddesi bize uymuyor demektir. Yani sorunsuz olsa böyle bir toplantıya gerek kalmayacaktı, demek ki sorunumuz var. Rahmetli İsmet İnönü’nün bir sözü var. Bunu anlatan bölümü size okumak isterim, “demokratik rejimin gayet basit bir tılsımı vardır, iktidarı bırakabilmek. İktidarda bulunanlar bunu yapmadığı takdirde rejim soysuzlaşır. Rejimi yaşatmak için nasıl geliyorsak gitmesini bilmek gerekir, gitmeyi bilmeliyiz”.  Türkiye’de yaşadığımız asıl temel sorun bu. Nasıl geliyorsak geldiğimiz gibi gitmesini bilmiyoruz. Gitmemek için yasaları değiştiriyoruz. Gitmemek için anayasayı değiştiriyoruz. Gitmemek için pek çok hukuk dışına çıkan uygulamaları yapıyoruz. Türkiye’nin temel sorunlarından birisi budur. Bu sorunu çözer de halkın iradesi ile gider yargıyı siyasallaştırmadan parlamentoyu yönlendirmeden bunları çözebilsek pek çok sorunu aşabiliriz.
Demokrasi aynı zamanda bir kurumlar kullar zinciridir, kurallar ve kurumların olmadığı bir yerde demokrasi yaşamaz. Kurallar anayasan başlar, devleti devlet yapan kurallar kurumlar silsilesidir. Nedir onlar yargısı vardır, bakanlıkları vardır vb. bunların her birisi devletin kurumlardır. Bu kurumları çalıştırmak için yöneticiler atıyoruz. Şimdi bu kurumlarda şöyle bir sorunlar karşı karşıya kalabiliyoruz. Kurumları kurum yapan, kurumları güçlendiren temel öge liyakattir. Yani devleti de devlet yapan aslında liyakattir, yani işi ehline teslim etmektir, işi ehline teslim ettiğiniz zaman bunu yasaları öngören kuralları yerine getirir.; ama kurum kimliğini yok ederseniz, liyakatsiz kişileri ehil kurumların başına getirirseniz devlet devlet olmaktan çıkar, kurumlar kurum olmaktan çıktı, kurumlar yönetilemez noktaya geldiler. Bakanlar, Başbakanlar sorunları ortaya yatırır birlikte sorunu çözerler. Rahmetli Demirel’in, Rahmetli Erbakan’ın, Rahmetli Özal’ın pek çok toplantısına katıldım. O toplantılarda biz düşüncelerimizi özgürce söylerdik, yeri geldiğinde eleştirirdik, ama o siyasiler bizi dinlerlerdi. Şimdi yukarıdan bir kişi karar veriyor aşağıdan hiç itiraz etmiyor yanlış olsa bile, yanlış olduğunu söyleyemiyor, “ya bu yanlıştır” diyemiyor, yanlışlar düzeltilemiyor, çünkü itiraz edecek bir makam yok.
Dolayısıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİM) kararları uygulanmıyor, uygulanmaz niye uygulanmıyor, anayasayı ihlal ediyorsun aslında bununla. Ama eğer şiddetten destek alıyorsa, o zaman anayasaya uymama dozunu yükseltiyor ve bir süre sonra bir kişi “ben devletim” diye ortaya çıkıyor, güçü kontrol etmemiz lazım, kontrolsüz güç güç değildir, gücü yasalarla kontrol etmeliyiz, gücü kontrol eden güçlü müeyyideler var.

Kılıçtaroğlu demokrasi panelinde konuştu

Denetimsizlik, sağlıklı işleyen bir demokraside denetimsiz hiçbir organ yoktur, her organ denetlenebilir. Parlamento, yasa çıkarırsınız Anayasa mahkemesi denetler, “anayasaya aykırıdır” der.
Sayıştay, devletin harcadığı bütün harcamaları denetler, onun görevi bu, kim adına denetler TBMM adına denetler. TBMM bir yasama organı olarak devletin bütün harcamalarını denetler, gerçekten denetleniyor mu? Hayır, örneğin devletin nice organları denetlenemez, çünkü yasa ile denetlenemiyor.
Bir ülkede gerçek anlamda demokrasinin oluşabilmesi için, gerçek anlamda bütün harcamaların hesabını sormak zorundasınız. Verdiğimiz vergilerin hesabını sormalıyız, yeni doğan çocuktan her yaştaki kişilerin verdiği vergilerin hesabını sormalıyız. İster kefen bezi alalım ister çocuk bezi alalım hepimiz vergi veriyoruz, otobüse binelim, dolmuşa binelim, attığımız her adım, sadece nefes alma hariç vergi veriyoruz. Demokrasinin ayaklarından biri, verdiğimiz vergilerin hesabını sormaktır. Bu hesap sorulmadığı için demokrasi yeterli olmuyor. Size hesap veriliyor mu, verilmiyor, bu doğru mudur, yanlış mıdır neyin nesi. Dolayısıyla sorunumuz var.
Adaleti tesisi eden makamlar muktedirler tarafından ele geçirilirse o ülkede demokrasiyi icra edemezsiniz. Şimdi adaleti temsil eden makamların muktedirler tarafından ele geçirildiğini biliyoruz. Yasama, yargı bağımsız mı diyorsunuz, kesinlikle bağımsız değil. Bu muktedirler sadece yürütme organını değil, adaleti de çeteler oluşturuldu bağımlı hale getirdiler. Yargıda çetelerin oluşturduğunu sadece ben söylemiyorum, yargıdaki yargıçlar da söylüyor. Çetelerin istemine göre kararlar veriliyor. Yargıdaki çeteleşmeyi önleyemezseniz, yargıdaki çürümeyi önleyemezsiniz. Bu toplum için en hassas konu budur. Vergi bir toplum için çok önemlidir, vergi kaçıranlar hapse bile girmemekte. Vatandaş benden aldığın vergiyi nereye harcıyorsun” diye kimse sormuyor, soruşturulmuyor. Kesin hesap komisyonu kurulmalı, TBMM de kesin hesap komisyonu kurulmalı.
Anayasanın da önemi kalmadı, anayasa hükümlerine uyulmuyor, anayasanın bağlayıcılığı var, anayasanın hiçbir üstünlüğü de kalmadı, isteyen uygular isteyen uygulamaz, istediğiniz gibi yorumlayabilirsiniz.

 

Kılıçtaroğlu demokrasi panelinde konuştu
Başka bir şey hesap vermek. Demokrasi aynı zamanda bir hesap verme rejimidir. Siyasal iktidarın kendi halkına kendi toplumuna hesap verme zorunluluğu vardır. Eğer hesap vermiyorsa ve biz de onun hesabını sormuyorsak o ülkede mükemmel bir anayasa getirseniz gerekçe olamaz. Demokrasiyi kendi hududumuzda kabul etmeliyiz, ona saygı duymalıyız, farklı görüşlere saygı duymalıyız. Aksi de düşünmeliyiz, en değerli şey aksi düşünmemizdir. Eğer siyasal iktidar farklı düşünceden farklı görüşlerden korkuyorsa sağlıklı yönetemez, iyi yönetemez. Hep örnek veririm, Elma ağacının altında yatan bilim Nevton adamının kafasına elma düşüyor, kendi kendine, “bu elma neden yukarıya gitmiyor” diyor, Nevton’un bu farklı düşünmesi onun yer çekimini bulmasına yol açıyor. Farklılara saygı gösterdiğimiz zaman demokraside çözemeyeceğimiz hiçbir sorun yok.
Biz iktidara geldikten sonra hesap vermekten vazgeçiyorsak, hesap vermiyorsak, haklı kümeleri cezalandırıyorsak ülkeyi ileriye taşıyamazsınız. Bu nedenle sürekli yerimizde sayan bir ülke oluruz. Düşünün Güney Kore’den önce biz otomobil üreten bir ülkeydik; şimdi Güney Kore’nin gerek ekonomi gerek sosyal yaşantımız gerek bilim dalında çok daha ileriye gittiğini gördük. Namuslu bir siyasetçi halkına bir hesap vermeyi namuslu bir görev saymayı kabul etmelidir. (Alkışlar). Bırakın hesap vermeyi Parlamentodaki milletvekillerinin sorusuna cevap bile vermiyor. “Milletvekili alsın maaşını otursun yerine” diyor. Cevap vermiyor.
Milletvekili olmuş, AYM “hak ihlali” diyor, uymuyorlar “içerde kalsın” diyorlar. Bu udur demokrasi, bunlar oluyor. Hepimizin herkesin en mütevazi, kişiden en yukardakine kadar herkesin yması gereken kurallar vardır demokrasilerde. Osmangazi köprüsünün maliyeti 1 milyar 200 milyon dolar bu köprüye verilen garanti 16 milyar 900 milyon dolar. Bu adar farklılığı kim ödüyor, sizler ödüyorsunuz, hep beraber ödüyoruz. Eğer biz açıkça soyulmaya karşı sesimizi çıkarmıyorsak ve soyguncular itibarlı hale geliyorsa asıl tehlike buradadır. Çalanların itibarlı olduğu bir ülkede biz anayasa değişikliğini konuşuyoruz.
O nedenle hepimizin görev var, bir ulusal vergi konseyinin kurulması lazımdır. İş dünyası, akademik dünya orda olacak, siyasetçiler de orada olacak. Vergilerin paraların nereden alındığını nerelere harcandığını bütün vatandaşlar görecek, böylece çiftçisinden sanayisine kadar herkes ne kadar vergi verdiğini nerelere harcandığını görecek. Bu olması lazım.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen hepimiz asla umutsuz olmayacağız. Beraber olmak zorundayız, birlikte olmalıyız”.
Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com

Sadece Anayasa Mahkemesi Kararları Bağlayıcıdır
Anayasanın 153.  maddesine göre;  kararları,  kesin olan  ve yasama, yürütme ve Yargıtay da dahil olmak üzere tüm yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlayan Anayasa Mahkemesinin;  Hatay milletvekili seçilen ve anayasanın 83. maddesine göre dokunulmazlık kazanan Can ATALAY'ın tahliye edilerek davasının durdurulmasına yönelik hak ihlaline uğratıldığına dair Anayasa Mahkemesi kararına,  Yargıtay ve yerel ağır ceza mahkemesi tarafından uyulmamasına gerekçe olarak dile getirilen; Yargıtay da bir yüksek mahkemedir ve onun kararları da bağlayıcıdır ve uyulması gereken bir yüksek yargı kararıdır. Bu nedenle, ortada;  uyulması gereken birisi Yargıtay ve diğer Anayasa Mahkemesinin kararı olmak üzere,  iki ayrı yüksek mahkemenin kararı vardır, ortaya çıkan durum bir yargı ihtilafıdır, bu nedenle Yargıtay'ın ve ona bağlı yerel adliye mahkemesinin,  Anayasa Mahkemesinin Can ATALAY kararına uyma ve  uygulama zorunluluğu yoktur tezi, külliyen yalandır, büyük bir hukuki aldatmaca ve demagojidir.  


İlk kez biz buradan iddia ediyoruz, anayasaya ve özel yasasına göre adliye mahkemelerince verilen karar ve hükümlerin son inceleme mercii olan Yargıtay'ın kararları; anayasanın 153. maddesinde Anayasa Mahkemesinin kararlarına ilişkin olarak açıkça yazıldığı gibi,  yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlayan kararlar değildir. 


Anayasanın ilgili maddesinde ve özel Yargıtay Yasasında; Yargıtay kararlarının, anayasanın 153. maddesinde yazılı olduğu gibi,  Anayasa Mahkemesi kararları için öngörülen genel anlamda, makro düzeyde her makamı ve kişileri bağlayacağına ilişkin bir hüküm yoktur. Zaten işlevi Adliye mahkemelerinin karar ve hükümlerini nihai olarak  inceleme ile sınırlı olan,  anayasa maddelerini yorumlama görev ve yetkisi olmayan Yargıtay'ın,  benim kararlarım da bağlayıcıdır deme yarışına girmeye hakkı yoktur. 


Yargıtay; karar ve hükümlerini nihai olarak incelediği Adliye Mahkemelerinin kararlarını onaylarsa,  o yerel adliye mahkemesinin kararı kesinleşir ve infaz edilebilir hale gelir. Bu,  Anayasa Mahkemesinin kararlarının makro düzeyde bağlayıcılığı ile bir tutulamaz. İkisi ayrı şeylerdir. 


Yargıtay'ın verdiği kararlar, içtihat niteliğini kazanmış olsa da, benzer olaylarda yerel adliye mahkemelerini bağlamaz. Yargıtay'ın verdiği bozma kararları dahi,  yerel mahkemeleri bağlayıcı değildir, yerel adliye Mahkemesi, kural olarak , Yargıtay’ın verdiği bozma kararına direnerek ilk kararında ısrar edebilir. 


Yargıtay'ın;  o da dosyasına özel olmak üzere, adliye mahkemesinin bozulan ilk kararında direnmesi üzerine verdiği kararı yeniden inceleyen Yargıtay genel kurul kararları ile içtihadı birleştirme kurulu kararları bağlayıcıdır. 


Bu itibarla, icra ettikleri yargı fonksiyonları çok farklı olan, kararlarıyla ülke çapında anayasal düzeni koruyan, anayasa ihlallerini önleyen, anayasa maddelerini yorumlamaya tek yetkili olan, anayasanın 153. maddesinde açıkça yazılı olduğu gibi,  kararları;  yasama, yürütme ve Yargıtay da dahil tüm yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlayan Anayasa Mahkemesinin kararları ile Yargıtay'ın kararlarını eşdeğer kabul edemezsiniz, 


Amiyane olacak ama, teşbihte hata olmaz, cuk oturduğu için okurlarımın affına sığınarak yazmak zorundayım, hiç kimse,  Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay arasında sidik yarıştırmaya kalkışmasın. 


Anayasa Mahkemesinin Can ATALAY kararı,  eninde sonunda uygulanmaya mahkumdur. Bu bir rejim sorunudur.

Güner Yiğitbaşı

22/12/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu 

Cehennemdeki Türk siyasiler
Cumhuriyet Kitaplarınca yayınlanan 13 Ocak 1990 da evinin önünde Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı katillerce evinin önünde hunharca öldürülen Prof. Dr. Muammer Aksoy’un(1)sağlığında yayınlanan seçkin makalelerinden alınmış Devlet Hukukla Yaşar adlı kitabından “Solu Yok Etme Tutkusu başlıklı makalesini okurken, günümüzdeki kavgalı çekişmeli siyasi yaşantımızla da örtüşen bir ilginç fıkrayı günümüze de denk düştüğü için buraya almak istedim.
Bu makalenin yazıldığı 27.09. 1986 tarihi içeren günlerde, yıllarda yine siyasal çekişmeler oluyor, ama gazeteciler aydınlar güya kimliği bilinmeyen katillerce öldürülüyorlardı. Günümüzdeki siyasal yaşantımızın en gerici iktidarı AKP-RTE yönetiminde ise gazeteciler ve aydınlar öldürülmüyorlarsa da kimi evlerinin önünde kimi sokakta denk düşen her yerde iktidarın trolleri yandaşlarınca darp ediliyorlar, adeta eskilerin söylemi ile “eşek sudan gelinceye kadar kötek atılıyor”, çeşitli zaman ve biçimde yumruk atmalardan tutun da çeşitli biçimde darp ve dayak yiyorlar. Gazeteciler ve muhalif kişi ve yazarlar saldırıya uğruyorlar. Siyasi yaşantımızdaki atışmalar, sataşmalar, tehdit ve hakaretler haliyle trol ve yandaşlara bir tahrik saldırı işareti oluyor olmalı ki siyasi arenadan tutun da spor sahalarına kadar yumruklaşma ve saldırılara neden olmakta olduğunu görerek yaşıyoruz. İşte bu Muammer Aksoy zamanından beter curcunalı, saldırılı, öldürmeli, atışmalı, sataşmalı, yumruklamalı toplumun Türklerin Cehenneme gidişlerini bir fıkra ile rahmetli Muammer Aksoy bize yansıtıyor. Yazısında Rahmetli Aksoy, 2000 yılından önceki Türklerin Ahiretteki akıbetlerini Cehennemdeki durumlarını bize aşağıdaki fıkra ile anlatıyor. Günümüzdeki siyasal toplumsal yaşantımıza bu fıkra da uymuyor mu? Fıkraya konu edilen yıllarda sosyal demokratlara izafeten anlatılıyorsa da siz bunu günümüzün kavgalı siyasilerine, kavgalı siyaset yaşantısına uyarlayarak yorumlayın, karar sizin.
“Siyasiler birbirlerini iktidara gelmelerini önlemek için elden geleni yapmaktalar. 2000 yılında cehennemi ziyaret eden bir kişiye, yerde fokur fokur kaynayan çamur kazanları ve başlarında bekleyen eli balyozlu zebanileri göstererek, “işte bu kazanlarda her ülkenin her doğrultudaki siyaset adamları kaynamaktadır, birisi kazandan çıkmak isterse, zebani başına vurup onu engel olur”, denilince yalnız bir tek kazanın başında zebaninin bulunmadığını gören ziyaretçi, zebaniye bunun nedenini sorar, aldığı yanıt şöyledir:
Orada Türk sosyal demokratlar kaynıyor, bu nedenle zebaniye gerek yok; içlerinden birisi dışarıya çıkacak duruma gelirse, onu zaten arkadaşları bacaklarından aşağıya çekerler.” İşte iktidar partisinin bin bir tekelden ve ayrıcalıktan yararlandığı bir seçim cehenneminde, bir Türk sosyal demokrat partisi yukarıya çıkabilecek duruma gelmiş; ama, kazanmasına hiçbir olanak bulunmayan başka bir sosyal demokrat parti, onu bacağından aşağıya çekmekte meşgul. “Ben çıkamayacağım, o da çıkmasın”, diye bar bar bağırıyor, zebanileri bile göreve çağırıyor!”(2) Ben bunu, “sosyal demokratlar” olduğu kadar  Türk siyasiler için de algılıyorum.
Ne dersiniz, gerek parti içindeki aynı parti mensupları ile partiler arasındaki siyasal kavgalar ve çekişmeler “sen seçilemezsin ben seçileceğim, sen iktidara gelmeyeceksin ben geleceğim” şeklindeki kıyasıya çekişme ve kavgalar, cehennemdeki çekişmelere benzemiyor mu?
Umarım ülkemizdeki zorlama kör topal demokrasi de Batı’daki gibi çağdaş demokrasiler seviyesine ulaşır. Toplumlar ancak gerçek bir demokrasi ile çağdaşlaşabilir. 
Bu vesile ile evinin önünde 1990 da katledilen Prof. Dr. Muammer Aksoy’u rahmetle anıyorum.
Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com< Son notlar

(1) Prof. Dr. Muammer Aksoy (1917-1990)

(2)  Devlet Hukukla Yaşar Muammer Aksoy. Cumhuriyet Kitapları sf. 145-146

Bunlar Allaha Şirk Koşan Şarlatanlardır
ATATÜRK'ün kurduğu laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyetinin canına kasteden en son örneğini ve gerçek yüzünü 2016 da hain darbe girişimi ile gördüğümüz Gülen Cemaatinden ders almayan bir siyasal iktidar ile yüz yüzeyiz. 


Aslında alınacak dersleri de yok bunların. 


Zira, bizzat ERDOĞAN Fetullah GÜLEN ile aynı menzile gittiklerini açıkça itiraf etmiştir. 


İş başındaki siyasal iktidar ve onun lideri ERDOĞAN ile darbeci,  anti laik, demokrasi ve ATATÜRK karşıtı ve düşmanı Gülen ve diğer cemaat ve tarikatlar arasında,  ideoloji ve amaç açısından hiçbir farklılık bulunmamaktadır. 


Attığı imzalar ve yaptığı atamalarla, Gülen Cemaatinin devletin tüm kurumlarını ele geçirmesinin baş sorumlusu olan AKP iktidarı; boynuzun kulağı geçmesi nedeniyle,  kendisini bir darbeyle devirmek isteyen Gülen Cemaati ile bir iktidar mücadelesine girmemiş olsaydı, Gülen Cemaati AKP iktidarının baş tacı olmaya devam edecek ve birlikte aynı menzile ulaşacaklardı. 


Bu nedenle, aynı kafada ve zihniyette olan AKP iktidarı ve ve onun liderinin;  siyasal geleceği açısından 2016 darbe girişiminden ders almasını ve cemaat ve tarikatlarla arasına mesafe koymasını,  onlarla mücadele etmesini beklemek,  abesle iştigaldir, 


Gülen Cemaatinden ve onun ihanetinden  ders almayan, 2016 darbe girişiminde,  koltuğunu ve canını,  her zaman karşılarında olduğu,  laik ve demokrat ATATÜRKÇÜ Türk subaylarına borçlu olan ERDOĞAN; sürekli seçim kazanmak ve siyasi geleceğini garanti altına almak için, dindar ve kindar bir nesil ve ordu yaratma amacından vaz geçmemiş ve devletin kapılarını;  en başta milli eğitim ve  milli savunma bakanlıkları olmak üzere, tarikat ve cemaatlere açmıştır. 


Siyasal iktidarın destek ve teşvikiyle Devletin kurumlarına sızan ve sızmaya devam eden  bu tarikat ve cemaatlerin;  gerçek İslamlıkla uzaktan yakından bir ilişkisi bulunmamaktadır. Bunlar,  Allaha şirk koşup adeta Allah gibi din pazarlayarak kendilerini  müritlerine taptırarak rant elde eden ve  günlerini gün eden şarlatanlardır.  


ATATÜRK'ün kurup bizlere emanet ettiği laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti; cemaat ve tarikat adı altında örgütlenen bu şarlatanların ve bunlardan siyasal çıkar uman siyasal iktidarın kuşatması altındadır, maalesef.  


Siyasal iktidar;  cemaat ve tarikatlardan, cemaat ve tarikatlar da;  siyasal iktidardan beslenmektedir, karşılıklı işbirliği halindedirler, ülkemizin demokratik ve laik  geleceği açısından düşündürücü olan ve endişe veren de,  bu gerçekliktir. 


Bu ülke asla sahipsiz değildir, 


Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş değerlerine ve ATATÜRK ilkelerine sonuna kadar bağlı,  laik ve demokrat Türk Milletinin sabrını daha fazla test etmekten vazgeçiniz.

Güner Yiğitbaşı

20/12/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

İyi Partide Yaprak Dökümünü De Aşan Bir Dağılma
İyi Parti'yi herkes gözlemliyor. Parti, yaprak dökümünü de aşan bir dağılmanın eşiğinde adeta. 


Genel Başkanı AKŞENER;  ağzını bozan ve sertleşen üslubuyla,  önüne gelene esiyor ve gürlüyor. 


Çok hırçın, söylediklerini kulakları duymuyor,  sözlerinin nerelere gideceğinin ve sonuçlarının  farkında değil. 


Partisine hakim değil,  bu nedenle sert tavırlarla partisine hakim olmaya çalışıyor. 


Sanırım,  üst akıl ve rol model olarak,  kendisine ERDOĞAN'ı örnek almış, adeta onu taklit ediyor onun stratejisini uyguluyor. 


Bilmiyor ki; ERDOĞAN iktidarda, tek adam, devletin bütün olanakları elinde, herkes onun eline bakıyor, devlet pastası elinde pastayı o bildiği gibi dağıtıyor, herkes ona muhtaç, bu nedenle istediğini azarlıyor, eleştiriyor, kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor, anayasa ve yasa tanımıyor, zira hesap vermiyor, hesap sorulamıyor, 400 milletvekili gerekli hesap sorulabilmesi için, şimdi AKŞENER kalkmış kendisini ve partisini dev aynasında görmeye başlamış ve ERDOĞAN gibi önüne gelene kükrüyor, kırıcı konuşuyor, akıl dışı kararlar alabiliyor. 


Bu olumsuzlukları gören aklı başında daha ziyade merkez sağa yakın olan sekiler, Atatürkçü İyi Partililer,  bir bir partiden kaçıyorlar. 


Hangi birini sayalım, partinin tüm ağır topları istifa ettiler, bugün de emekli askeri hakim Ahmet Zeki ÜÇOK;  CHP ile işbirliğini savunması nedeniyle,  genel başkan yardımcılığı koltuğundan azledildi, benim de çok sevip takdir ettiğim değerli hukukçu Ece GÜNER de istifa etti. 


Bana göre, patide kalan son kişi Turhan ÇÖMEZ,  sıra ona geldi sanırım. O da istifa etse,  gerçekten partiyi sırtlanacak adam kalmayacak, parti eski MHP'li ağır topların elinde kaldı diyebiliriz. 


Partinin bugünkü yapısına ve koşullarına baktığımızda, biraz ironi gibi olacak ama, sanırım partiden atılma sırası AKŞENER'e geldi diyebiliriz. 


Ancak,  AKŞENER;  sanırım bu acı gerçeklerin farkında değil henüz. 


Partiye sonradan katılan eski MHP'li Oktay VURAL; şu sıralar,  sanırım partide hakim durumda. AKŞENER ona çok bel bağlamış sanki, durum onu gösteriyor. 


Oktay VURAL; yerel seçimlerde CHP ile işbirliği yapılmasın,  seçimlere hür ve müstakil girelim diyenlerin önde gelen kişisi gibi duruyor. 


Geçtiğimiz günlerde  Sözcü Televizyonuna çıkan Oktay VURAL; Sözcü yazarı Deniz ZEYREK ile CHP'le seçim  işbirliği konusunda tartışmaya girmiş olup, bizim bu tartışmadan çıkardığımız sonuca göre, Oktay VURAL;  DEM Partisini ve seçmen tabanını kara listeye almış, Kürt seçmeni yok saymış, milliyetçilik adına,  ırkçılık yapmış, o kadar ki; kendileri DEM ile doğrudan  işbirliği yapmasalar da, DEM seçmeninin oylarıyla destekleyeceği CHP adayına, İyi Parti olarak oy vermeleri halinde,  DEM ile paralel düşecekleri ve onlarla işbirliği yapmış olacakları saçmalığına kadar vardırmış işi. 


DEM Partisi ve seçmenleri Kürt halkının; kendilerini tenzih ederim ama, isterlerse terörist olsunlar,  ne olurlarsa olsunlar, bir doğruya imza atmaya,  bu ülkenin gerçeklerini görmeye, ERDOĞAN'a muhalefet ederek onun İstanbul ve Ankara adaylarını seçtirmemeye, ERDOĞAN'ın yerel yönetimlerdeki gücünü kırmaya, bu nedenle CHP adaylarını destekleyerek onlara oy vermeye hakları olamaz mı, size ne ey İYİ Partili yöneticiler, oylarınız,  DEM Partili seçmenin oylarıyla, sandıkta aynı CHP adayında birleşmiş olsa ve CHP adayı büyükşehir belediye başkanı seçilse, ERDOĞAN umduğunu bulamasa,  hiç değilse yerel yönetimlerde gücünü kaybetse,  fena mı olur? Sizi rahatsız eden nedir?


Demek ki, İYİ partililer; DEM Partisinin de katkı sunacağı oylarla bir CHP'li aday belediye başkanı seçileceğine, bırakın ERDOĞAN'ın adayı seçilsin ve ülkeyi perişan etmeye devam etsin istiyorlar. 


Bu zihniyetteki bir partinin; her gün gelen  istifalarla erimesi ve dağılması,  mukadderdir ve  bu durum ülkenin de hayrınadır,  bize göre.

Güner Yiğitbaşı

14/12/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

“Milleti Mahveden, esir eden, harabeden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir” Atatürk

Kurtuluş Savaşı başlarında sahte peygamber Şeyh Eşref

Atatürk’ün dediği gibi bu ülkeye en büyük kötülük din kisvesi altında yapılmıştır. Bu Osmanlıda da böyleydi. Bilindiği gibi ulema denilen din bilginlerinin çoğunluğu, yapılan her türlü yeniliklere din adına karşı çıkmışlardı. Dini kullananlar aşağıdaki sahte peygamber örneğinde olduğu gibi dinsel sömürüyü en üst seviyeye çıkarmışlar.

Örneğin matbaa 1450 yılında (daha İstanbul alınmadan önce) Alman Jan Gütenberg tarafından bulunuyor, Osmanlıya ise 1727 yılında cahil din adamlarının direnmesine karşı Lale Devrinde Macar Dönmesi İbrahim Müteferrika tarafından zorlukla 277 yıl gecikmeyle getiriliyor; matbaaya karşı direniliyor, güya din adına “gavur icadı Kuran basılmaz” diyerek çağa ışık tutan bu buluşa tepki gösteriyorlar. Batı ile 277 yıllık gecikme arasını gecikmeyi günümüze kadar kapatmış değiliz.
Hele uzayı yıldızları izlemek için Boğaziçi sırtlarına Osmanlının ilk rasathanesini kuran Takiyüddin’in gözlemevinin başına gelenler utanç verici. Takiyüddin (1526), Osmanlı'da yetişen en büyük astronomlardan biri olup kadılık zamanlarında Takiyüddin, çokça gözlem yaptığı ve bu gözlemlerinin tutarlılığı ve o dönem kimi kararların üzerinde büyük etki yaratan göklere hakimiyeti sebebiyle saray müneccimbaşılığına yükselmişti. 1570'li yıllarda Galata Kulesi'nde gözlemler yapmayı sürdürürken yöneticilerin desteği ve başarısı padişah III. Murat'ı da ikna ederek Takiyüddin'e Tophane tepelerinde Dar-ü’r Rasad-ül Cedid adıyla rasathane kurulur.

Kurtuluş Savaşı başlarında sahte peygamber Şeyh Eşref

 O sıraları İstanbul semalarında görülen bir kuyrukluyıldız sebebi bilinmeyen büyük bir korku yaratmıştı. Bu gözlemlerin sonrasında hem bir salgın hem de deprem olduktan sonra halk iyiden iyiye hurafelerin tesiri altına girdi. Tüm bu olayların insanlık tarihinde sık sık yaşanan olaylar olduğu unutulmuş ve felaketlerin 'rasathaneden dolayı yaşandığı' düşünülmeye başlandı. Öyle ki aynı günlerde halkı galeyana getirmek için Takiyüddin'in meleklerin bacaklarına baktığına dair bir dedikodu yayarlar.
Dincilerin hurafecilerin III. Murat üzerindeki baskılar artınca Takiyüddin karşıtlarının yıkıcı söylemleri ile, dönemin karşısında olan şeyhülislamına III. Murat'ın emriyle fetva verildi.
Gericiler şöyle diyorlardı: “gözlem yapmak uğursuzluk getirir, Meleklerin sırlarını küstahça anlamaya çalışmanın vahim sonuçları çok açıktır, gözlem yapılan hiçbir memlekette işler yolunda gitmemiş ve devlet yapısı mutlaka zelzeleye uğramıştır.” Sonunda rasathane top atışlarıyla yerle bir olurken bilim de bu topraklardan göçüp gitti. Bu iki üzüntü ve utanç veren örnekle din adın yapılan gericiliği, bilime karşı geriliği vurgulamak istedik.(1)


Kurtuluş Savaşı başlarında sahte peygamber Şeyh Eşref

Tarih boyunca tüm krallar, padişahlar, şahlar, başbakanlar, cumhurbaşkanları, siyasal partiler, dinden nemalanlar günümüze kadar daima dinleri mezhepleri kullanıp bilim ve yeniliklere karşı durmuşlar ne ki nice kanların dökülmesine neden olmuşlardır. İlk çağlardan günümüze kadar gericiliğe dinsel isyana örnek pek çok olayı sayabiliriz. Ancak insanın içini sızlatan Kurtuluş Savaşımızın başlarında, daha Mustafa Kemal Samsun’dan Ankara’ya ulaşmadan 1919 un sonlarına doğru Bayburt yakınlarında Hart denilen nahiyedeki dehşet verici Şeyh Eşref olayını anlatmak gerekti.
Tüm dinsel isyanlarda, dinsel sömürü örneklerinde olduğu gibi, dini kullanalar her türlü yalanı ve iftirayı uygulamışlar, insanlara acı ve ıstırap, yıkım, gericilik yaşatmışlardır. Aşağıdaki Şeyh Eşref olayına baktığımızda, vatan işgal edilmiş, vatan elden gidiyor onlar dünyadan habersiz veya ilgisiz sadece oradaki çıkar ve itibarını düşünüyorlar. Günümüzde bile dinsel sömürüyü kullanan Taliban gibi iktidarlar, ülke ekonomisi geriye gitmiş umurlarında olmazlar, onlar sadece dinsel iktidar, sömürü ve çıkarlarının peşlerinde olmaktadır.  Günümüzde bile Hasan Mezarcı gibi “mesihim, peygamberim”  diyenlere rastlıyoruz.
Şimdi uzatmadan, dini kullanan Şeyh Eşref’in “peygamber oldum” deyişini, nice cahil halkı peşine taktığını, devlete orduya karşı durduğunu, dine dayalı gericiliğini, isyanı bastıran Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir’in anlatımından ibret dehşet verici olayı size sunmak istedik.

Sahte Peygamber Şeyh Eşref

“Sivas’a hareketimde vekaletime Manastırlı Albay Kazım Bey’i bırakmıştım.
9 Aralık 1919 da Erzurum’a döndüğümde Bayburt’a yakın Hart köyünde Şeyh Eşref namında çılgın bir mutaassıbın “Peygamber oldum” diye başına birçok avene toplayarak üzerine gönderine jandarma ve askerlerin silahlarını alarak subaylarını hapis ve erlerini terhis ettiklerini öğrendim. 
Milli tarihimizi vakit vakit lekeleyen ve milli bünyemize ıstırap veren irtica hadiselerinin nasıl çıktığı ve büyüdüğü hakkında bir ibret numunesi olarak üzerine işbu hadisenin tafsilatını faideli buldum.
6 Ağustos 1919 da Bayburt Kaymakamı Hart Nahiyesi Müdürünün ve Bayburt kadısının Şeyh Eşref’in Şiilik telkinleri yaptığı hakkındaki şikâyeti vilayete geliyor. Vilayet ehemmiyet vermiyor.
20 Ekim 1919’da Hart Eski Müdürü tekrar bizzat vilayete gelerek şikâyet ediyor. 26 Ekim 1919 da vilayet Bayburt kaymakamlığından tahkikat neticesini soruyor (Kaymakam vekili jandarma yüzbaşısıdır).
6 Aralık 1919 da ilçe müftüsü başkanlığı altında hocalardan oluşan bir heyetle tahkikat yapmak isteniyorsa da müftünün davetine Şeyh Eşref, “hükümet dinsizdir, subayları şer-i şerife riayetsizdir”, diyerek gelmiyor.
8 Aralık 1919’da Hükümetin gücünü göstermek için gönderilen jandarmalar ve onları takviye eden elli kişilik müfrezeye Şeyh Eşref baskın yaparak silahlarını alır. Bayburt’tan sevk olunan takviye birliklerini görünce ibret verici bir hile kullanır. Müfreze kumandanına şunu söyler:
-Bu meselenin aslı daha beş ay evvel nahiye müdürüyle aramızda başlayan bir geçimsizliktir. Bir düğün alayı, cami-i şerifin yanında davul çaldırıyordu. Caminin yanında davul çalmamalarını söyledim. Fakat nahiye müdürü geldi, bana hakaret etti ve zorla çaldırdı. Ben de günahtır yapmayınız, dedim. Beni hükümete şikâyet etmiş. Cinayet yapmışım gibi üzerime asker ve jandarma gönderdiler. Halk bizi vuracaklar zannıyla korkudan müfrezenin silahlarını almış silahlar burada alın. Ben hükümete mutiim, nereye emrediyorsa gelirim. Üzerime taburla asker gönderilmesi reva-yı hak değildir. Asker beyhude yere yoruldu. Evlerde istirahate geçin. Sabahleyin nereye isterseniz gideriz.
Müfreze kumandanı bu sözlerin samimiyetine inanır. Askerleri evlere üçer beşer dağıtır. Bir hazır birlik bırakmaz, emniyet tertibatı da almaya lüzum görmez. Subaylar Şeyh Eşref’in evinin yanında bir evde istirahate geçerler. Halk samimi görünür. Subaylara ve askerlere yemek çıkarırlar. Fakat gece yarısı her ev misafirlerin silahlarını toplar. Subayların bulunduğu mahal hapishane yapılarak kapısına müritlerden nöbetçi dikiliyor. Sabahleyin be feci manzara karşısında kalan müfrezenin erleri terhis ve subayları iman yenileterek günlerce ibadet ve zikrettirdiler.”
Aynı gece civar bir köyde bulunan altmış er ve dört makineli tüfekten ibaret makineli tüfek bölüğü de basarak makineli tüfeklerini alır, subay ve erlere aynı muameleyi yaparlar. İşte Erzurum’a geldiğim zaman karşılaştığım mühim bir hadise.
Derhal telgrafla mahallinden yaptığım tahkikatta Şeyh Eşref’in “Peygamberlerimizin ruhunun kendisine geçtiği”ne inanmış ve etrafında sahabe-i kiram ve mücahidler diye birçok cahil ve mutaassıp kimseleri toplamış olduğu Of ve Sürmene sahillerine kadar nüfusu altında bulunan müritlerinin de fevç fevç Hart ’aya gelmekte oldukları, Bayburt’ta halkın müthiş telaş ve heyecanda olduklarını öğrendim. Tedbirsizlik yüzünden hemen bir alayımızı mefluç kılan bu hadiseyi derhal imha edebilecek kadar civarda kuvvetimiz olmaması ve Bayburt’un düşmesiyle Erzurum-Trabzon yolunun kapanması çok fena vaziyetler doğurabileceğinden, askeri tedbir almakla beraber kuvvetlerin oraya yetişeceği zamana kadar bu yalancı peygamberi oyalamayı uygun gördüm.
Askeri tedbir olarak Erzurum’dan bir, Gümüşhane’den bir, Narman hududundan iki tabur, sahilden bir tabur, Erzincan’dan iki süvari bölüğü, Erzurum’dan 10.5’luk iki obüs toptu, bir dağ bataryası yola çıkarttım.
Zaman kazanmak için de derhal Erzurum Kadısı Hurşid Efendi’ye Şeyh Eşref’i köyünde oyalamak için gönderdim.
18 Aralık 1919 da Kadı Hurşid Efendi’den gelen malumat:
Şeyh Efendi, Kadı Hurşid Efendi’nin sakalını tutmuş, “bir tutamdan az olduğunu” görünce “şer’e mugayirdir” diye kendisinitekfir etmiş. Birlikte giden askerlik dairesi kalem reisinin sakalı olmadığından buna daha mütecavüz bulunmuş. Halk, Şeyh Eşref’e kurşun işlemediğine, sakalının rengini lahzada değiştirerek keramet saçtığından ve Peygamberimizin ruhunu temsil ettiğinden şeriat neşredeceğine inanıyorlarmış. Şeyh Eşref’i avutacak birkaç günlük sohbet zemini tebliğ ettim.
24 Aralık 1919’da kuvvetlerimiz Hart’ı sardılar. Şeyh Eşref’in avenesi de köyü tahkim etmişler ve bini aşmışlardı. Kanlı bir çarpışma başlamış, fakat 10’luk obüslerin ilk mermisi Şeyh’in bacağını kalçasından koparıp adamlarından birinin başına çarpınca mesele hallolmuş, Şeyh ölür ölmez müritler teslim olmuşlar.
Kısa zaman devam eden şiddetli çarpışmada 3 subay, 43 erimiz yaralı ve 18 erimiz şehit olmuştur. Hart’taki bütün subaylarımız sağ olarak kurtarılmıştır. Şeyh Eşref ile iki kızı, iki oğlu ve adamlarından beş kişi topçu ateşinden ölmüşlerdir. Müritlerden birçoğu çarpışmada ölmüşlerdir. Bu şiddetli tertibat Doğu’da mühim tesirler yaparak benzer hadiselerin çıkmasına mâni olmuştur”.(2) 

“Bizi yanlış yola sevk eden soysuzlar bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz dinleyiniz… Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harabeden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir”. Atatürk

    
Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com
Son notlar

(1)https://onedio.com/haber/meleklerin-bacaklarina-bakiyor-fetvasiyla-rasathanesi-yikilan-icatlariyla-bati-ya-ornek-olan-astronom-takiyuddin-824366

(2)İstiklal Harbimizin Esasları Kazım Karabekir Truva Yayınları 2019 sf. 179-180-181-182 

İsmet İnönü (1884-1973) Cumhurbaşkanı olduğu 1938’den 1950 ye kadar Atatürk Devrimlerini aynı inançla sürdüremedi.

İsmet İnönü’nün ABD mandasını isteyen mektubu üstüne anımsamalar

Bu yazıda kaynak olarak yararlandığım evinin önünde katledilen rahmetli Prof. Dr. Muammer Aksoy’un(1)Devlet Hukukla Yaşar kitabında 23. Sayfasında, M. Aksoy, Mustafa Kemal Atatürk’ün önemli vasıflarını vurgularken İnönü için kıyaslama yaparak şöyle yazmakta: “Harbiye Nezareti Müsteşarı İsmet Bey ise küçük işlerin adamıdır” diye giriş yapmakta. Aksoy’un kıyaslamaya örnekler verdiği gibi Mustafa Kemal kadar olmasa da şüphesiz İnönü de çok değerli bir vatanseverdi.

Devamla Aksoy 24. Sayfada, İ. İnönü için şöyle demekte: “ya istiklal ya ölüm” diyecek yüce ruhtan, cesaret ve liderlikten tüm yoksundur. Onun kararını, ruh ve kafa yapısını, 1919 yılında Kazım Karabekir Paşa’ya yazdığı mektup bütün açıklığı ile ortaya koyacak niteliktedir.  İnönü ABD mandasını isteyen o mektubunda şunları yazmakta: “Eğer Anadolu’da ve halkın Amerikalıları herkese tercih ettikleri zemininde Amerika milletine müracaat edilse, pek ziyade faydası olacaktır deniliyor ki, ben de tamamiyle bu kanaatteyim. Bütün memleketi parçalamadan bir Amerikan’ın murakabesine tevdi etmek, yaşayabilmek için yegâne ehven çare gibidir. Fakat bugün bu kanaatin kıymeti onun izharındadır…
Sen Erzurum’a giderken, bana “korkuyorum ki, seni bir şeye karıştıracaklar”, demiştin. Evimden dışarı çıkmadım ve hiçbir şeye karışmadım. Fakat muhitim karıştı. Ben karışmadım da ne oldu. Hiç. Sekiz ay evimde oturduktan sonra bir gün çağırdılar. Şurayı Askeri teşkil ettiklerini ve beni de oraya tayin ettiklerini bildirdiler. Bir hafta sonra affettiklerini söylediler. Kim etmişti, sonra ne sebeple affettiler; bilen söyleyen yoktur. “Anadolu’ya silah ve cephane giderse ben gönderirmişim, hep ben idare edermişim. Adil Bey’in kanaati bu. Merhumun her bildiği işte böyle ise, vay milletin başına.
Anadolu’da anarşi günden güne artıyor. Hükümetsizlik her gün daha ziyade tebarüz ediyor…Bakalım ne olacak. İşte biz evimizde, hiçbir kimse ve hiçbir şeyle alakadar olmaksızın ahvali böyle teessürle görüyoruz. Dilhun (içi kan ağlayan çok üzülen) oluyoruz. Duadan başka elimizden bir şey gelmez. Malatyalılar bana Malatya mebusluğunu teklif ediyorlar. Sen ne dersin? Seni bağrım basarım sevgili kardeşim Kazımığım.”(2)

İsmet İnönü’nün ABD mandasını isteyen mektubu üstüne anımsamalar

Rahmetli Muammer Aksoy aynı makalesinde ve kitabın 25. Sayfasında bu mektup için şu eleştiride bulunuyor: Evet, vatan düşman işgaline çoktan uğramıştır; fakat o, sekiz aydır evden çıkmıyor.  Hem de kafası, “Anadolu’ya gönderilen silahlarda parmağı bulunduğu iftirası ve vehmi yüzünden kaybettiği askeri şura üyeliği” ile ve Malatya mebusluğu umuduyla meşgul!
Muammer Aksoy yine devam ediyor, bir yıl kadar önceki ruh durumu ise çok daha ilginç: Harbiye Nezareti Müsteşarı olarak Miralay İsmet Bey’in Kazım Paşa’ya 28.11.1918 de söylediklerine bakınız: “Kazım, her şey mahvoldu, sürüklediler ve bitirdiler. Benim kiç ümidim kalmadı, ben kararımı sana söyleyeyim mi Kazım? Köylü olalım, askerlikten istifa edelim…Senin kaç liran var? Birleşelim, Kazım ağa, İsmet ağa olalım, hayatımızı çiftçilikle sürdürelim.
“Kazım ne diyorsun? Sen vaziyeti henüz bilmiyorsun. Ordularımız mahvoldu. Boğazlara itilaf hâkim. Bütün cenup hudutları açık bir halde. Asıl felaket bizim içimizde tasfiye yapacaklar, tasfiye…Anlıyor musun? Bugün harpte kazandığın paşalığı alacaklar. Bir, belki de ki iki rütbe kaybedeceksin! Ben çok düşündüm. Neyimiz varsa birleştirebiliriz, ne mümkünse alırız. Kazım ağa oluruz, İsmet ağa oluruz. Ben başka türlüsünü göremiyorum Kazım, sen de bir iyi düşün!..
“Kazım, millete karşı mümkün olanı yapalım. Fakat yapılamayacaktan fayda yoktur. Vaziyeti sen de anlarsın!”(3). (Sf 26)
Rahmetli İsmet İnönü’nün, arkadaşı rahmetli Kazım Karabekir’e gönderdiği mektubundan öğrendiğimize göre, Miralay İsmet Bey, vatanın kurtuluşu için Amerika mandacılığını öneriyor ve bundan başka çare de göremiyor. Öte yandan Mustafa Kemal
, vatanın kurtuluşu için her tülü çareleri araştırmakta, kurtuluşun Anadolu’da olduğunu sezdiği için, Anadolu’ya gitmek için padişah çevresinde girişimlerde bulunmakta iken, Miralay İsmet Bey sekiz ay evden dışarı çıkmıyor.
Daha önce İsmet İnönü de vatanın kurutuluşu için ümidi olmadığından, Kazım Karabekir’e yazdığı yukarıdaki mektupta da “ordudan istifa edelim”, bir köylü gibi yaşayıp çiftçi olalım” diyor. Düşman işgal ettiğinde çiftçi köylü bundan etkilenmeyecek miydi?

İsmet İnönü’nün ABD mandasını isteyen mektubu üstüne anımsamalar
15 yıl içinde, savaştan çıkmış yorgun, hemen her mahalleden, nice evlerden şehitler çıkmış, yoksulluk kıtlık içindeki Türkiye’de, peş peşe bütün dünyanın hayran kaldığı devrimler, yenilikler yapmış, çağdaş uygarlık yolunda ulusun önünü açmış Gazi Mustafa Kemal Paşa 10 Kasım 1938 de bu fani dünyadan göçünce, Cumhurbaşkanı olarak 1950 yılına kadar yönetimde kalan İsmet İnönü ile başbakan olan Celal Bayar’la Atatürk Devrimlerini aynı inanç aynı azimle yürütememiş, zaman zaman gericilere devrim düşmanlarına karşı ödün verircesine devrimleri duraksatmıştır. Oysa devrimler yapılırken Atatürk’ün yanında birlikte olmuşlar, aynı devrim sürecini yaşamışlar, ama bu ruh ve heyecan içinde 1938’den 1950 ye kadar Türk devrimlerini aynı inançla yürütememişler. Gericilerin istem rüzgarına kapılarak Hasan Ali Yücel gibi devrimci bakan ve bürokratları bir bir görevlerinden uzaklaştırmaya başlamışlardı. Böylece Atatürk’ün aydınlanmacı devrimleri tavsıyor, hele 1950’den sonra iktidara gelen Adnan Menderes ve Cumhurbaşkanı olan Celal Bayar yönetiminde oy uğruna gericilere yeşil ışık yakmışlar, irticanın tırmanmasına adeta çanak tutmuşlardı. Örneğin, Türk aydınlanmasına çok önemli katkıları olan Köy Enstitülerini, Halkevlerini kapatmışlardı. Böylece Atatürk devrimlerini aşındırmaya, devrimci basın ve aydınları, gerici uygulamalarını eleştirenleri hapse atmaya başlamışlardı.
O günden günümüze kadar devrim karşıtları yavaş yavaş tırmanmaya başlarken Atatürk devrimleri de aşınıyor ve devrim düşmanları saklandıkları inlerinden çıkarak Atatürk ve Atatürkçülük aleyhine açık açık karşı durmaya başlıyorlardı. Artık yukarıda iktidara gelenler devrimlere açıkça karşı gelmeseler de ulusal bayramları es geçmeye, “iki ayyaş” diyerek, Kemalizm’e “virüs”(4) diyerek Atatürk ve Devrim düşmanlığını dışa vurmaya başlamışlardı. Böylece günümüzde Atatürk karşıtlarının iktidarı sürecini yaşamaktayız. Ama her şeye karşın Atatürk sevgisi Türk halkınca daha çok yayılırken, dünyada da İsrail’den Japonya’ya, Şili’den Kuba’ya kadar Atatürk hayranlığı giderek artıyor ve 30 fazla ülke meydanlarına onun anıtları dikildi.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com     

Sonnotlar:

(1)Prof. Dr. Muammer Aksoy (1917-1990 seçkin aydın insan 31 Ocak 1990 da evinin önünde katledildi.

(2) İsmet Bey’in el yazısıyla yazılmış bu mektubun fotokopisi bulunakta. Kazım Karabekir’in 1959-1960 yılında yayınlanan İstiklal Harbimiz adlı kitabının sonunda 10 uncu ek olarak yayınlanmıştır. Yeni harflerle tamamı da aynı kitabın 175-177. Sayfalarında yer almaktadır. İsmet Paşa, bu mektubu aradan geçen yıllar içinde inkâr edememiştir. 

(3) Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, İstanbul, 1959-1960, s 176-177

(4) R. T. Erdoğan, Kemalizm’e “virüs” diyen Selman Öğüt'ü İstanbul Esenyurt Üniversitesi Rektörlüğüne atadı.

İstanbul Ve Ankara'nın Kaybı Halinde Kaybedenler Chp İmamoğlu Ve Yavaş Olmayacak Tek Kaybeden Tüm Halkımız Olacaktır
Büyük umutlarla girilen ve ERDOĞAN'ın Saray iktidarına son vereceğine kesin gözüyle bakılan 2023 Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri,  özellikle İyi Parti ve onun genel başkanı AKŞENER'in hataları yüzünden kaybedilmiş ve tüm umutlar Mart 2024 de yapılacak olan yerel seçimlere odaklanmıştır. 


Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerini kazanan ERDOĞAN; seçimlerden galip çıkmanın morali ve özgüveniyle, bir sene sonra yapılacak olan yerel seçimlere rağmen, kendisine çeki düzen vermemiş, halkı ezip geçen eski hatalı ekonomi politikalarını aynen uygulamaya devam etmiş, vasıtalı vergileri artırarak, zamlar yaparak,  açık veren bütçenin ve israfın tüm yükünü fakir halkın sırtına yüklemeyi sürdürmüş, tüm çalışanları çığırından çıkardığı enflasyona ezdirmiş ve tüm tercihlerini emekten yana değil,  sermayeden yana kullanmaya devam etmiştir. Kısacası,  EROĞAN cephesinde değişen hiçbir şey olmamıştır. 


Mart 2024 de yapılacak olan yerel seçimler; tüm halkımızın, ERDOĞAN  Saray iktidarını uyarmak ve  kulağını çekmek,  memnuniyetsizliğini göstermek açısından son şansıdır. 


Özellikle İstanbul ve Ankara'da çok başarılı çalışmalar yapan, Saray İktidarının;  halkın paralarından oluşan belediyelerin mali kaynaklarını yandaş vakıflara ve cemaatlara aktardığı hortumları kesen Ekrem İMAMOĞLU ve Mansur YAVAŞ'ın seçimleri kaybederek İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyelerinin tekrar Saray yönetimine geçmesi halinde, 2028 senesine kadar dört yıl süreyle seçim korkusu yaşamayacak olan ERDOĞAN'ın,  fakir halkın ensesinde pişireceği bozaları, elini fakir halkın cebinden çıkarmayacağını,  fakir halkı inim inim inleteceğini, halkın özgürlüklerini tamamen yok edeceğini düşünmek bile istemiyoruz. Görünen köy kılavuz istemiyor bu gerçekleri görmek için. 


İşte bu nedenledir ki; ERDOĞAN'a adeta güvenoyu yerine geçecek ve ERDOĞAN'a,  2028 seçimlerine kadar, ülkeyi başına buyruk,  keyfi bir şekilde yönetmenin ve fakir halkı iktisaden ezmenin yolunu açacak, ERDOĞAN'a bu konuda vize verecek olan 2024 yerel seçimleri,  çok önemlidir. 


Halkımız ve tüm seçmenlerimiz; 2023 genel seçimlerinde hangi partiye gönül ve oy vermiş olurlarsa olsunlar, Mart 2024 yerel seçimlerinde,  özellikle ve en başta  İstanbul ve Ankara 'da oy kullanacak olan halkımız,  icraatlarıyla başarı kazanmış, başarıları kanıtlanmış ve hatta isimleri Cumhurbaşkanı adaylıklarına layık görülmüş Ekrem İMAMOĞLU ve Mansur YAVAŞ'a oy vererek, sandıkta bu adaylar için ittifak içine girmelidirler. 


İSTANBUL ve ANKARA'nın muhalefetin elinde kalması, ERDOĞAN'ın;  İstanbul ve Ankara'yı geri alma planlarının bozulması elzemdir. İstanbul ve Ankara'nın kaybedilerek yeniden ERDOĞAN'ın eline geçmesi halinde, seçimin kaybedeni CHP, İMAMOĞLU ve YAVAŞ olmayacak, bizzat halkımız olacaktır. Tek kazanan ise,  ERDOĞAN olacaktır. 


İstanbul ve Ankara'nın kaybı halinde, bugün dahi kontrolsüz bir güç olan ERDOĞAN'ı freni patlamış bir kamyon gibi tamamen kontrolsüz bir güç haline getirecek ve bu durumdan en büyük zararı halkımız görüp yaşayacaktır.

Güner Yiğitbaşı

05/12/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget