Demokraside Birlik Vakfı ve İnsani Değerler Derneğinin Türkiye’nin ikinci yüzyılda tam demokrasi hedefi ve yeni anayasadan beklentiler konulu ve Ankara Büyükşehir Belediyesi Gençlik Parkı Necip Fazıl Salonunda 23 Aralık 2023 günü düzenlenen panele konuşmacı olarak eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçtaroğlu, Eski Anayasa Mahkemesi) AYM) Başkanı Haşim Kılıç, Gazeteci Taha Akyol, Avukat Mehmet Gün katıldılar.
Vakıf Başkanı Mehmet Bozdemir açılış konuşmasında konuşmacıları sıra ile konuşmalarını yapmak üzere çağırırken, Kemal Kılıçtaroğlu’nun konuşmasından önce, alkışlara neden olan şu cümlesi salonda dikkat çekti: “..Geçmişteki siyasiler kanunen hakkettiklerinin dışında dipten götürdüklerini devlete iade etseler bir tane aç insan kalmaz, fakir insan kalmaz, o günler de gelecek inşallah; siyasiler bürokrasiye gelmeden önce malları ne idi, şimdi ne oldu”
Salonda eski bazı bakanlar, bazı milletvekilleri, eski yeni bürokratlar, yerel parti, dernek ve sivil toplum örgütü başkan ve temsilcileri ile geniş bir dinleyiciler konuşmaları ilgi ile izlediler. Panelin anlatımları çok ilgi ve beğeni ile izlenilen Haşim Kılıç altı askerin şehit olması ve Gazze’deki insanlık dramına başsağlığı dedikten sonra sözlerine şöyle başladı:
“Amerika ve İngiltere’nin dünyanın başına bela ettiği İsrail 75 yıldır insanlığa adeta meydan okuyor. Hiçbir kayda tabi olmuyor, Birleşmiş Milletlerden BM’den istediğiniz kadar karar çıkarın istediğiniz organlardan karar uygulayın hiç birisi bu ülkeye maalesef uygulamasına yanaşmıyor uygulanmıyor. Başbakanları Netenyahu’nun daha olayın başlangıcında askerlerine “hiçbir kayda tabi değilsiniz” diyerek her türlü zulmü yapabilecekleri konusunda izin verdiği zihniyeti ben devlet olarak kabul etmiyorum. Bugün İsrail bir devletten ziyade bir terör örgütü görüntüsü veriyor. BU nedenle de yaptıkları da eğer bir devlet olsaydı yaşlılara, kadınlara çocuklara dokunmazdı. Bu kadar korumasız insanlara saldırmazdı. Devletler hukuku uluslararası hukuk bu konuda ciddi anlamda ilkeler ortaya koymuştur. Bu İsrail için söz konusu değil.
Demokrasi esasen hak ve özgürlüklerin güven içinde yaşandığı ve devletin de bunu garanti ettiği bir yönetim biçimidir. Eğer hak ve özgürlükleri yaşayamıyorsanız, bunda sorunlar yaşanıyorsa o ülkede demokrasiden değil ancak sözde demokrasiden bahsedebilirsiniz. Dolayısıyla demokrasinin bir araya gelerek, diyalog kurarak, sorunlarımız tartışarak ve ister anlaşalım ister anlaşılmayalım. Bu nimetlerinden geçmişte çok faydalanamadık, ama son zamanlarda bu konuda ciddi adımlara atılıyor. Bu çerçevede seçim öncesi altı patinin ya da diğer partilerin belli konularda anlaşmalarını demokrasimiz adına çok önemli bir gelişme olarak görüyorum. BU konuda büyük gayret sarf eden şu anda aramızda bulunan sayın Kılıçdaroğlu’na da bu çalışmalarından ve katkılarından dolayı teşekkür ediyorum.
Biz anayasamızı 1921 Cumhuriyet öncesini alacak olursak 24, 61, 82 bu 82 anayasa üzerinde yapılan önemli değişikliklerle bugüne kadar geldik. Cumhuriyetin kurulduğundan beri, ki ben 2010 Anayasa değişikliğini Türkiye için bir dönüm noktası olarak görüyorum, 2010 Anayasa değişikliği Türkiye’nin makas değiştirdiği yıldır. Çok önemli bir değişikliktir. Bu değişiklikte yargı vesayeti ile askeri vesayetin ortadan kaldırılması konusunda ciddi adımlar atılmış ve o kadar da başarılı olunmuştur. Ancak bir vesayet kaldırılırken bir başka vesayetin fırtınasına uğradık. Daha sonra bir terör örgütü olan cemaatin yapılanması ve onun ele geçirmesi ve daha sonra da mevcut siyasi partinin iktidarın ele geçirmesi sonunda ele geçirilmiş değil, bu vesayet devam ediyor.
Bu tanımlamadan sonra şöyle geriye doğru gittiğimiz zaman Türkiye iki konuda çok ciddi sıkıntı çekmiş. Birisi ifade özgürlüğü diğeri de din ve vicdan özgürlüğüdür ve sorunlarımız bu iki etkende doğmuş. Dolayısıyla da bu iki konunun birazcık detaylandırılmasında yarar görüyorum. O bakımdan geçmişle ilgili birtakım bağlantılar kurarak bunu anlatmak isterim. Anayasada olmamasına rağmen 1961 anayasasında cumhuriyetin nitelikleri belirlenmiş, demokratik, laik sosyal bir hukuk devleti olarak bildiriliştir. Bu kavramların içleri doldurulması gereken kurum tarafından evrensel hukuk değerlerine göre doldurulmadığından dolayı maalesef bu sorunları yaşayarak geldik.
Şimdi ifade özgürlüğünün içerisinde basın özgürlüğünü de ifade özgürlüğünün içinde toplantı ve gösteri yürüyüşünü de katabilirsiniz bunlara.
Din ve vicdan özgürlüğü konusunda da fahiş hatalar yapılarak bu noktaya kadar geldi ve bugün bazı konularda şikâyet ediyorsak, azı konuları eleştiriyorsak mutlu değilsek bu laiklik konusunun içini evrensel anlamda doldurulamadığından dolayı biz bu şeyleri yaşamaya devam ediyoruz, devam ettik. Ve bakınız biz ne demokrasinin ne laikliğin ne adaletin ne sosyal devletin içini yeterince dolduramadık, bunu besleyemedik, bunu yapması gereken Anayasa Mahkemesi (AYM) idi. AYM yorum hakkı olan anayasayı yorumlayan ve AYM ne diyorsa anayasa o ruhu olan bir kurum bizim için. Ama bunların içi doldurulamadı. Bakın laiklikle ilgili AYM nin 2012 yılına kadar olan tavrını şöyle iki cümleyle söylemem gerekirse o da şudur. Din vicdanlarda olması gereken kas sınırlarını da asla aşmaması gereken bir kavramın sonucu olarak bize anlatıldı hep. Bir din sadece vicdanlara kilitlenir mi? Kalplere kilitlenir mi? Tabi ki bunun uygulaması var, tabi ki bunun dışa vurumu var, bütün bunlarla birlikte devletin görevi bunları garanti altına alarak teminat altına alarak toplumu mutlu etmektir. Ancak biz bunu yapamadık ve kalplere gönüllere kilitledik.
Laiklikle ilgili AYM’nin 2012 yılına kadar yaptığı yapmış olduğu bu tarih 2012 yılında 2012/ 128 kararıyla tamamen değiştirilmiştir. Laiklik değişmedi ama laikliğin içi değişti, anlamı değişti; sayın Kılıçtaroğlu 121 arkadaşıyla çıkan bir yasanın, ki o da ortaokul ve liselerde Kuranı Kerim dersi ve Peygamberin hayatının seçmeli tercihli olarak öğretileceğine ilişkin yasaydı. Ve bu yasayla ilgili iptal davası açıldı. Ben teşekkür ediyorum çünkü bize laikliğin gerçek evrensel anlamdaki bu tarifini de bize yapması fırsatı verdiler. Ve bu kararla AYM si laikliğin sadece gönüllerde vicdanlarda bir değer olmadığını bunun uygulamasının da bunun ameli olarak hayata yansımalarının da bu kapsamda devletin garantisi altında laikliğin garantisi altında olduğunu özgürlükçü bir laik anlayışı çerçevesi içerisinde tarif etme fırsatı buldum. O günkü kurulumuzda 17 kişi vardı. Bu 17 kişinin çoğunluğu laiklik konusunda ciddi anlamda hassasiyeti olan arkadaşlardı. Ama bu karar iki muhalefete iddiası 15 oyla kabul edilmişti. Ve bugün bu karar çerçevesinde bu değerlendirmeler yapılarak yoluna devam eden bir Türkiye var.
Şimdi tekrar ifade özgürlüğüne çıkacak olursak ve dini inanç özgürlüğü konusunda yaşananları hep beraber biliyoruz. Laiklikle ilgili bu anlayıştan dolayı Huzur Partisi, Refah Partisi, Milli Nizam Partisi, Fazilet Partisi ve en sonda AK Parti bu şekilde bu ilkeyle karşı karşıya kalmış ve kapatılmayla karşı karşıya kalmış, AK Parti dışında tamamı kapatıldı. Ve bu bize neye mal oldu, bu bize sonuç itibariyle bireysel olarak da sivil topluma yansımaları itibariyle bir başörtüsü yasağı ortaya çıktı maalesef ve bu 1989 da 1992 de AYM kararları ile artık muhkem haline getirilerek ve bu yasak 2010 yılına kadar devam etti.
Şimdi bu yasağın partilerle bölümü belli ama bir de kişilerle olan bölümüne baktığımız zaman kimi insanlar siyasi haklardan mahrum edilmiş, kimi vakıflar dernekler kapatılmış ve sonuç itibariyle 2007 yılında yaşanan cumhurbaşkanlığı seçimini bile etkilemiş olayla karşı karşıya kaldık. Neydi o, cumhurbaşkanlığı seçiminde sayın Abdullah Gül’ün başının kapalı olması nedeni ile ciddi anlamda bir tepki çıkmış cumhurbaşkanı olamayacağına ilişkin toplumsal bir tepkiyle karşı karşıya kaldık. Ama öyle bir hale geldi ki, Çankaya köşkünün etrafını insan şeşiyle sararak “içeriye asla sokmayacağız” diye bir olayı bir gerçeği de yaşadık.
Bunun sonunda ne oldu, bunun sonunda 367 gibi bir garabet ortaya atıldı. Meclisteki karar hesabının aynı olmasını söyleyerek yapılan oylamalar AYM ne getirilerek AYM bunu iptal etmek durumunda kaldı ve cumhurbaşkanlığı seçimi akamete uğradı. Arkasından erken seçime gidildi ve erken seçimle ilgili parti büyük bir artış yaparak yüzde 47 gibi bir oyla tekrar iktidara geldi. Şimdi arkasından şu gündeme getirildi, tabi Abdullah Gül seçildi eski sisteme göre seçildi. Madem ki toplantı nisabına karar nisabı aynı olacakken o şart gerçekleştirilerek bir partinin katılımı ile cumhurbaşkanı seçilşdi.
Sonra denildi ki, “bizim anayasa değiştirmemiz lazım ve cumhurbaşkanını halk seçmesi gerekir” dendi. O da gerçekleşti ve cumhurbaşkanını 2014 yılında halk seçti. Şimdi seçilen cumhurbaşkanımız yetkilerini o kadar kullandı ki, o kadar aştı ki artık cumhurbaşkanının dışında kimse gözükmedi. Oysa parlamenter sitemde bir başbakan vardı, ama cumhurbaşkanı başbakanın da yerine geçerek “şimdi beni halk seçti benim arkamda halk var dolayısıyla ben bunları yaparım” düşüncesi hâkim oldu. Sonuç itibariyle bir parti lideri çıktı, “yav bu fiili durum, gelin anayasaya uydurarak biz bunu halledelim” dediler ve bu günkü cumhurbaşkanlığı sistemi ortaya çıktı.
Bunları şunun için anlatıyorum, bakın bir fahiş hata bir yanlış tanımlama bizleri nerelere kadar getirdi ve bugün cumhurbaşkanlığı sisteminden eğer rahatsız olan varsa, ki rahatsız da var, tepki varsa bu tepkinin altında bu tarihi gerçekler vardır. Bunu sizlere arz etmek istedim. O nedenle ifade özgürlüğü ile ilgili, bir zamanlar 141-142-163 silahlarıyla insanlar tarandı hapishanelerde yer kalmamıştı. Ne hikmetse bizim yargı ve siyasetçilerimiz bu konuda çok kabiliyetli, mutlaka bir şey buluyoruz. Rahmetli Turgut Özal 141-163 ü kaldırdı, arkasından bir de 299 madde çıktı ve bugün cumhurbaşkanına hakaretten yüz binlerce dosya soruşturma açıldı ve bu soruşturmanın bir bölümü kovuşturmayla sonuçlandı, o kovuşturmaların sonunda da 25 bin 30 arasında insan mahkûm oldu. Bu nedir, bir yerleri koruma adına cezalandırmak için bir silah olarak kullanma aracıdır. Bunun dışında 332 madde terörle mücadele ile ilgili yok terörü övmeyle ilgili ciddi anlamda yorumlar yapılarak mahkemelerimiz kararlar veriyor. Bir tivit attı diye on sene önce tüvit attı diye insanlar yargılandı ve hapishanelere düştü. Bugün hapishanelerimizde 300 binin üzerinde insan var; bilmiyorum Avrupa’daki eşdeğer ülkelere bakıldığı zaman herhalde bizim kadar mahkûm olan ya da tutuklanan insan sayısı bu kadar değildir. Biz tutukluluk konusunu bile cezalandırma aracı olarak kullandık ve tutukluluğu yasada yazmasına rağmen yorumlarımızla özelikle yorumlarımızla bunu mahkûm insanları tutuklayarak hapishanelerde bekletmek durumda kaldık. Yani buradan şuraya gelmek istiyorum, bir anayasa var bir de anayasanın uygulanması ve yorumu var, bir laiklik var, bir laikliğin uygulanması ve yorumlanması var, bir hukuk devleti var hukuk devletinin uygulanması ve yorumu var. Size soruyorum bunların hangisi suçlu?
Bugün sorunumuz ne anayasa, bence ne de yasalarımızdır, bunu uygulayan ve yorumlayan insanlarımızdır. Gerçekten yargı erkine verilmiş olan yorum hakkı maalesef isabetli kullanılmıyor, kullanılmadığı için de bu sorunların ülkede bıraktığı yakıcı yıkıcı etkilerini çözemiyoruz, çözemedik.
Bu nedenle ben anayasayla konuya gelince bakıyorum anayasada 177 madde var, 177 maddenin 121 maddesi değişmiş. Yaklaşık 51 maddesi ikinci ve üçüncü kez değişmiş, bunun 34 maddesi Ak Parti öncesinde değişmiş, Ak Parti iktidarıyla birlikte de 79 madde değişmiş.
Şimdi bana söyler misiniz ortada bir darbe anayasası var mı? Dolayısıyla bugün çektiğimiz sıkıntılara altına bakmak için üstünü kaldırdığımız zaman örtüye o yapılan değişikliklerden AYM de eğer AYM’nin 15 ini Cumhurbaşkanı seçiyor, üç tanesini Meclis seçiyor ve Mecliste de çoğunluğunuz varsa eğer 15 ini de aynı irade seçiyor demek için yanlış yapıyor olur muyuz?
Hakimler Savcılar Kurulunun (HSK) 13 üyesi var 6sını Cumhurbaşkanı seçiyor, 7 sini parlamento seçiyor, bu parlamentodaki seçimlerin mevcut iktidar tarafınsan yönetildiği, onların iradesi ile seçilmesinde bir endişemiz var mı? Türkiye’de üç tane kurum var birisi AYM, HSK birisi de Yüksek Seçim Kuruludur (YSK). Bu üç kurulun tarafsız ve bağımsız olmasını temin etmedikçe biz bu sorunlarımızdan asla kurtulamayız. Eğer yargıda böyle bir sorun varsa bunun ekonomiye yansımaları, sosyal hayata olan yansımaları da düşündüğümüzde bunun temelinde yatan tek şey hukuk güvenliğini yaratılamamasıdır. Hukuk güvenliğini yaratamadığımız için de bugün para politikalarıyla, mali politikalarla dövizi indiriyoruz, faizi çıkarıyoruz, faizi çıkarıyoruz dövizi indiriyoruz ve böylece ekonomiyi idare etmeye çalışıyoruz. Bunlar yapay tedbirler, gerçek tedbir bağımsız ve tarafsız herkesin rahatlıkla kanatlarının altına sığınacağı bir yargıyı teşekkül ettirmektir”. (Alkışlar).
Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com