“Son Başkent Ankara”

Başkent Ankara’nın başkent oluşunun 99 yıldönümü anısına, Gazeteci Mustafa Balbay tarafından Cumhuriyet Kültür Merkezi’nde “Son Başkent Ankara” konulu

“Son Başkent Ankara”
Başkent Ankara’nın başkent oluşunun 99 yıldönümü anısına, Gazeteci Mustafa Balbay tarafından Cumhuriyet Kültür Merkezi’nde “Son Başkent Ankara” konulu söyleşi düzenlendi.  Cumhuriyet okurlarının dinleyici olarak bulunduğu etkinlikte biz de bulunup konuşmanın tümünü banda alarak size sunmak istedik. Mustafa Balbay, izleyenlerin beğenisi ile yaptığı konuşmada şunları söyledi:
-Ankara’nın başkent oluşunun 99 yılı önümüzdeki yıl yüzüncü yılını kutlayacağız. Doğrusu ben 2010 yılların başından beri Silivri Mahpushanesinden 100. Yıllara özel olarak hazırlanalım bir yüzüncü yılların ayrı anlamı olur ve bu çerçevede de hem aklın ve bilimin ışığından tarihimizi bugüne taşırız diye her zeminde söyledim, demir parmakların ardından yazdığım yazıların, bilmiyorum bazıları aklınızdadır. En az dört beş kez yüzüncü yıllara gönderme yaptığımı hatırlıyorum. Özgürlüğe 9 Aralık 2013 de özgürlüğe kavuştuktan hemen sonunda da soluğu Cumhuriyet Halk Partisi Genel Merkezinde aldım, yüzüncü yılları bırakmayalım. İlk Birinci Dünya Savaşının başlangıcının yüzüncü yılında büyük bir konferansın yapılmasını ben sağladım. Oradan Halil İnalcık, Talat Halman onların da bildiri sunduğu bana nasip olmuştu. Çanakkale Savaşının yüzüncü yılında kimseye bırakmamalı, mutlaka bizim bu konuda bütün dünyaya söyleyeceklerimiz varı işlemeye çalıştık ama, anımsar mısınız Çanakkale’nin Avustralyalılar yaptı iki Türk sanatçıyı da figüran olarak oynattı. Üzüldüm umarım böyle devam etmez 2023 ün ramak kaldı Cumhuriyetin 99. Yılını kutlayacağız, önümüzdeki yıl yüzüncü yıl. Ne olursa olsun Cumhuriyetin yüzüncü yılında Cumhuriyet fikriyatını benimsemiş, Cumhuriyetin bütün değerlerini özümsemiş bir ülke yönetiminde olmayı arzu ediyoruz. BU yönde de Türkiye’de geçen hafta Denizli Kitap Fuarındaydım, orda da insanlar bu sefer tamam değil mi, duygusundalar. Herkes orada bir zafere bir sonuca odaklandı, ama mesele bir zafere ve sonuca odaklanmak değil oraya giden yolu örmek. Çünkü belki de dediğim gibi ana hatlarıyla yüzüncü yılda ilgili başından beri bunun kaygısını güçmüş birisi olarak şu ana dek tam istediğimiz şekilde tutamadığımızı hatırlatmak isterim. En azından Çanakkale’de söylediğim gibi bizim orada dünyaya söyleyeceklerimiz vardı, bir Avustralyalı bir baş rol oyuncusu ve Avustralya bu filmi yaptı. Bizden de Cem Yılmaz da Yılmaz Erdoğan’ı figüran olarak oynattı.

“Son Başkent Ankara”
Aslında Cumhuriyetimizin 100. Yılın giderken de bizim gerçekten dünyaya söyleyeceğimiz çok şe var. Türkiye’nin dış politikasına baktığımızda aklı başından zemini olan tek siyasetin Karadeniz siyaset olduğunu görüyoruz. Ukrayna ve Rusya arasında bir denge arayışı Türkiye’yi belirli ölçülerde dengede tutmayı sağlayan avantajlar dejeavantajlar var. Ama en büyük dayanağımız şu andaki Karadeniz politikasındaki dayanağımız hatta tek dayanağımız Montrö, tek dayanağımız. Artık bu iktidar sahipleri de anlaşmaya evet Montrö ile oraya dayanarak siyasetlerini oluşturdular. Bu bağlamda vurgulamadan geçemeyeceğim, M. K. Atatürk’ü, evet savaşların kahramanıdır, en az savaşlar kadar barışların kahramanıdır M. Kemal. Etrafında bir barış halkası örmüştür, tarihimiz bu kavram kendi dönemi içinde sonrayı önceyi biraz ötelediğimiz çok fazla derinlemesine, ya da olayları birleşmekten zorlanıyoruz, İkinci Dünya Savaşına girmememizde İsmet İnönü’nün büyük payı vardır, büyük siyaset gütmüştür. Ama Mustafa Kemal Atatürk’ün İkinci Cihan Savaşı’na giderken Batı’da Balkan Paktını, Doğuda Bağdat Paktını kurup etrafımızda bir barış halkası örmesinde de çok büyük payı vardır. Bunları çok güzel bir şekilde çoğaltabilirdik ve hatta çoğaltabiliriz. Hani onlar taptazedir, çünkü tarihteki olayların canlılığı yılla ölçülmez, bugüne hitap edip etmemesiyle ölçülür. İşte Lozan Montrö örneğinde biraz önce söylediğim gibi Atatürk’ün o 9 Eylül 1922’den sonra evet biz Kurtuluş Savaşı’nı 9 Eylül 1922 de zafere ulaştı diyoruz.
Peki 9 Eylül 1922 de İstanbul ne durumdaydı? İşgal altındaydı, 400km yolu 15 günde yürüyerek aldılar Mehmetçikler, Afyon’dan İzmir’e kadar. Açık söyleyeyim, 2017 de 400 km’lik yolu Kemal Bey’in Adalet yürüyüşünde 25 günde aldık. Onca gittiğimiz yerde belediyelerin konforu çadırı vardı, karnımız doyuyordu, biz 25 günde aldık. Ama o savaşı veren, vuruşa vuruşa 15 günde 400km yolu alıp Kurtuluş Savaşını zafere ulaştırdılar. Ama o gün İstanbul işgal altındaydı İstanbul’daki İngiliz idaresi M. Kemal’e şu öneriyi götürmeye hazırlandılar. Ordusu yorgun, ordusu zafere ulaşmış padişahı ne istese olur ne istese yapar bu ona yeter dediler. Bu mesajı ilettiler, 11 Eylül M. Kemal bu mesajı aldı, iki süvari birliğinin Trakya’ya doğru yola çıkmasını istedi ve devamında hepimizin bildiği Lozan Antlaşması geldi. Öyle eğrimiydi dorumuydu, gizli maddesi mi vardı değil olay, olay M. Kemal’in savaş meydanları kadar o cepheler kadar önemli bir diplomasi mücadelesi vermesidir ki Lozan sürerken Çırçıl iki savaş gemisini boğaza gönderiyor, M. Kemal de mecliste savaşa hazırlık kararı alıyor, “eğer tamam siz gemi gönderiyorsanız biz de hazırlanıyoruz” diyor ve Lozan’ın İstanbul’daki bu işgalinin 6 Ekim 1923’te sona erdirilmesini İngilizler Çörçil’in üçüncü yenilgisi diye yorumlarlar. Birincisi Çanakkale, ikincisi İzmir Kurtuluş Savaşı üçüncüsü İstanbul ve Lozan derler. Böylesine süreçlerin devamında 6 Ekim 1923’te İstanbul işgalden kurtulduktan sonra Ankara’yı Başkent ilan etmiştir. Çünkü Ankara’yı başkent ilan etse psikolojik olarak yani İstanbul işgal altında verdi, hani vermese vs. o tür yorumlar yapılabilir diye düşündü. İstanbul’un Anadolu T.C. sınırlarına girişi kesinleşti ondan sonra 13 Ekim 1923’te Ankara’yı başkent ilan etti.
Ankara’nın başkent oluşuyla birlikte üç değerlendirme var, biri M. Kemal bozkırı aldı başkent yaptı. Bir başka değerlendirme de Ankara zaten Ahi Cumhuriyetinin başkentliğini yaptı bir asır, zaten Friglerin başkentliğini yaptı, zaten daha önce Galatların başkentliğini yaptı. Daha önce beş kez başkent olmuş bir yerdi Ankara. Her ikisi de doğru, çünkü 19. Yüzyılda çok büyük bir kıtlık yaşanıyordu. Ankara’nın tarihini okumuş olanlar bilirler iki büyük kıtlık, açlıktan insanlar ölüyor ve iki büyük yangın geçiriyor Ankara biri 20. Yüzyılın başında olmak üzere o nedenle de Ankara büyük bir gerileme yaşıyor. Yoksa ondan öncesinde şu anda Anadolu Medeniyetleri Fatih Sultan Mehmed’in kervan yolunda büyük bir geçiş yolu olarak gördüğü ve hanlar yaptığı yer. Daha önce Roma kral yolu buradan geçmiş, Romalıların en önemli kalıntılarından biri Agustus tapınağı burada, o da hem Roma tarihin hem insanlık tarihinin önemli unsurlarından biri ki bence güzel bir şekilde anlatabileceğimiz fotoğraf çekerken Roma’nın Agustus tapınağıyla bizim Hacı Bayram camisinin aynı kareye vardığını biliyorsunuz ve yüzyıllarca da aynı şekilde devam edegelmiş.
Ankara'nın başkent oluşuyla birlikte aslında belki de Özgen Acar (dilerim sağlığına kavuşur yine burada konferans verebileceği sağlığına kavuşur, özgen abiden öğrendiğimiz o ki Ankara Anadolu’da şu anda yüze yakı başkent var. Lidyalıların başkenti Sart, Karya’nın başkenti Bodrum Halikarnas’ın, Selçukluların başkent yapmış Karaman, Osmanlılar başkent yapmış Edirne Bursa İstanbul yüze yakın başkent var. Böylesine büyük bir medeniyetler kapısı medeniyetler beşiği kavimler kapısı aynı zamanda da kavimlerin geldiği kültür bıraktığı bir merkez.  Atatürk bunu bildiği için, düşün ün bilmiyorum dikkatinizi çekti mi Anadolu medeniyetleri ve müzesinin kuruluş tarihi olarak kabul edilirse kapısında 1921 yazar. Düşünebiliyor musunuz Kurtuluş Savaşı daha örgütlenmemiş, Meclis açılmış daha yeni yeni örgütleniyor Kurutuluş Savaşı. O süreçte M. Kemal Anadolu Medeniyetleri müzesini kuruyor. Yani hakikaten önce Meclisi kurup toplumu inşa edip ardından Kurtuluş Savaşı vermek, bu “Türkün Türk’e propaganda” değil, bu gerçekten bizim tarihe armağan olarak hem kendi tarihimize hem de insanlık tarihine armağan olarak verebileceğimiz çok büyük bir değer ki Atatürk “T.C. temeli kültürdür” dediği gibi o müze yanılmıyorsam 1997 veya 98 idi, her yıl dünya müzesi olarak ilan ediliyor. Anadolu Medeniyetleri Müzesi de 1997’nin dünya ölçeğinde müzesi olarak kabul edilmişti.
Mustafa Kemal’e, Yunus Nadi “niçin Ankara” diye soruyor bu bir akşam sofrasında. Mustafa Kemal diyor ki, “ben Ankara’nın tarihini inceledim okudum Ankara’yı geçmişteki Ahi Cumhuriyeti dönemini baktım bu günkü Cumhuriyet anlayışına en uygun yönetimin orada verildiğini orada olduğunu gördüm”. Gerçekten Ahi Cumhuriyeti ile ilgili araştırmalar vardır, ama o Cumhuriyet gerçekten de esnaf ağırlıklı bir cumhuriyettir. Ama o dönem, Anadolu’daki o dönemi hatırlayın, bir geçiş dönemi, Osmanlının da olduğu bir dönem ama kendini yönetebilecek, hakikaten kendini yönetebilecek bir yapıya büründürüyorlar. O dönem Batıdan Haçlı seferleriyle, doğudan Moğol istilalarıyla büyük kıyımın yaşadığı Anadolu’da doğu kültürüyle Batı Bizans kültürünün bir anlamda başlıca harman olduğu geçebildiği ve fermanların çekildiği bir yer olmuştur Ankara.
Bu yanıyla Ankara’nın kültürü geçmişte Ankara’nın gerçekten yetiştirdikleri Ankara çevresindeki uygarlıklar çok önemlidir, düşünün Yunus Emre’nin hocası Taptık Emre Nallıhan’da Ahi Evran bölgemizde Kırşehir’de, Mevlâna yine Orta Anadolu’da, bu bölgeden Hacıbektaş yine Ankara periferinde bu bölge büyük bir kültür. İşte ben bunu “son Başkent Ankara” diye geçen yıl yazmayı tasarladığımda, biraz da coğrafyaya baktım, hakikaten Ankara’nın burada medeniyetlerin yetişmesinin Sezar’ın buradan geçmesini, Büyük İskender’in Ankara Gordion bölgesinde bir kış geçirmesini ki 33 yıl yaşamış 14 yaşında komutan olmuş sonra 33 yıl yaşamış bir kişinin ki önemli, bir kışı Ankara’da geçiriyor. Büyük İskender ve “büyük” unvanı da burada alıyor, bu da Özgen Acar’ın Tarihi araştırmalarından bir aktarım olsun, büyük unvanı da burada alıyor.
Coğrafi olarak gördüm, Kızılırmak Sivas’tan doğuyor tam on şehri dolaşıp Karadeniz’e dökülüyor. Sakarya Konya Karaman’dan doğuyor dokuz ili geçip Karadeniz’e dökülüyor. Haritayı gözünüzün önüne getirin her iki ırmağın içinden geçtiği tek ortak il Ankara. İşte ben de Türkçenin anlatım zenginliklerinden yararlanarak “Kızılırmak’la Sakarya’nın arası Mustafa Kemal’in Ankara’sı” diye yazmalı diye düşündüm ve yazarken de çok öğrendim. Zaten ben kitapları öğrenmek için yazıyorum, haddime değil öğretmek için değil öğrenmek için yazıyorum. Ben de büyük bir birikim sağlamış oluyorum kendimce. Ankara’nın tarihini yazanların, hayatı Ankara’dan geçmiş olanların yaşamına okuduğunuz da baktığınızda siz de çok şey öğrenmiş oluyorsunuz.
Henüz tam doğrultamadığım arkeologlarla konuşurken, “ya haklısın Balbay ama” tam yanıtını alamadığım bir şeye rastladım. Asur Alfabesi çözülmüş, Asurcayı Asur tabletlerin okuyabiliyoruz Mezopotamya medeniyeti olarak Suriye “Asur’a” adı oradan geliyor.
Hititçe çözülmüş, hem Hititolog var Hititologlarımız var yerli yabancı o da çok önemli bir uygarlık. Ege medeniyetleri Antik İyon dili çözülmüş, Orta Anadolu Hitit dili çözülmüş çözülmemiş bence çözüldü mü çözülmedi mi; Yunan edebiyatının kökünün Orta Anadol olduğu ortaya çıkıyor. Ama benimki bir gazeteci gözlemi, bilimsel bir paylaşım olarak yapmam haksızlık olur. Ama sizlerin de dineleninize de sokmuş olayım, ben bunu Anadolu Medeniyetleri müzesi müdürüne söyledim. O da “sahi ya” dedi. “Tam” dedi “Frikçeyi tam tümüyle çözülmedi” dedi. Frig tabletleri tam çözüldüğünde ki Antik Yunandaki pek çok tanrının ve tanrıçanın Hititle tam bağıntı kurulması zor oluyor, kurulmuyor tam. Ama arada Frigya var, Anadolu’nun ortasında bir uygarlık var ki işte Kızılırmak ve Sakarya büyük bir bereket aynı zamanda, hani insanların yaşaması için çok önemli bir toprağın verimliliği olarak, topraktaki insanın verimliliği olarak da çok önemli uygarlıklarla da bir tüketmiş ve yaratmış. Ankara’nın keçisi, armudu, balı, tavşanı kedisi pek çok şey bu bölgeye özgüdür. Keçisi bütün bunlar çok sıradan basit söylemden geçirilecek şey değil yani. Ama Frikçeyi tam üzerine eğilmemeyi ben biraz buradan çok da kuşkucu muyum bilmiyorum ama, bu yanıyla da anlamlı buldum.
Bunu da vurguladıktan sonra Atatürk’ün Ankara’yı Başkent olarak ilan etmesiyle birlikte hakikaten, Anadolu Medeniyetleri müzesini söyledik, devamında Meclis’i söyledik, bu kadar da önemli olan, bugün pek de tartışılmıyor ama, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’dir. Orası, naçizane benim değerlendirmem o ki, Ankara Kalesi Ankara Tarihimizin kalesi TBMM ulusumuzun ulusal direncimizin kalesi, Anadolu Medeniyetleri Müzesi gerçek anlamda tarihi anlamda bir tarihin kalesi Dila Tarih Coğrafya Fakültesi de bilimin kalesi olmuştur. Oradan öyle büyük insanlar yetişti ki, gerçekten sonrasında çok feda ettik Pertev Naili Boratav’dan Behice Boran’a kadar pek çok oradan yetişen onlarca dünya ölçeğinde bilim insanımız yetişti. Ama düşünebiliyor musunuz Dil Tarih Coğrafya Fakültesi açılıyor, evet İngiliz dili ve edebiyatı var, Japon dili ve edebiyatı var, Çin ve edebiyatı var, ama bunun yanında Sümerce var, Asurca var, Kırgızca var, Türkmence var bütün o dilleri de öğreten dilleri de gerçek anlamda bir kültür devrimini anımsattınız ya siz. “T.C. nin temeli kültürdür anlatan, yaşatan ve bilimsel olarak da ortaya koyan büyük bir kaledir Türk Tarih Coğrafya Fakültesi. Ben zaman zaman giderim oraya her bir bölüm aslında dünyaya açılan bambaşka bir bilimsel kalesidir, okuludur Dil Tarih Coğrafya Fakültesi.
Orasıyla bir Türkçemizin gerçek anlamda yaşamasını çağa ayak uydurmasını sağlayan da devamında Dil Devrimi 1930 lu yıllarda, yıldönümünü geçtik, Türkçe kurultaylarını yapılmasını sağlayan en önemli unsur olmuştur. Dil o kadar önemli ki örneğin Polonya bin yıl devlet kuramamış, bin yıl devlet kuramamış Almanya ile Rusya arasında böyle hep sandviç olmuş, bugün de zaman zaman bu sorunu yaşıyor. İkinci Dünya Savaşının meşhur anlatımıdır, savaştan önce Hitler Rastag’ın (Alman parlamentosunun) birinci katında Hitlerin adamları Polonya’ya saldırmazlık antlaşması yaparken Polonya’nın dördüncü katta Stalin’in adamlarıyla Polonya’yı paylaşıyorlardı. Yine paylaşılmıştı, böyle bir coğrafyada Polonya, bin yıl devlet kuramadan ayakta kalmasının tek nedeni dilini korumayı başarması, diyorlar. O yüzden hani dil için Albert Camus’un hani “benim iki vatanım var biri yaşadığım toprak biri konuştuğum dil” demesi boşuna değildir.
İşte Atatürk’ün Ankara’yı başkent yaparken sadece siyasal bir başkent yapmadı Ankara’yı. Biraz önce söylediğim gibi, Anadolu Medeniyetleri müzesiyle tarihin başkentini yaptı. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi ile bilimin başkentini yaptı, TBBM ile de gerçekten bir siyasetin ulusal bağımsızlığının başkenti yapmıştır.
Ben tabi ki Türkçeyi çok seviyorum ve hatta benim Türkçeyi kullanma şeklini Adan Üniversitesi’nde bir öğretim üyesi “Balbay’ın dili” diye 40 sayfalık bir araştırma yapmıştı. Söz içine sözcük yerleştirme sözcüklerin anlamını bozma, sözcüklerden farklı anlamlar çıkarmam” falan bütün olanları alt alta koymuş. Tabi o çalışma ben de saklamışım onu. Ergenekon soruşturmasında onu da götürmüşlerdi. Bakmışlar gizli bir belge olarak düşünmüşler ve Genel Kurmaya göndermişler, Genel Kurmay resmi bir yazı göndermiş, “böyle bir belgeye kayıtlarımızda rastlanmamıştır” diye. Ne zaman Türkçe aklıma gelse biraz da işin o yanı aklıma geliyor. Ama Ankara’nın özetlemeye çalıştığım gibi, M. Kemal’in yarattığı bir başkent oluşunu anlatmaya çalışırken yine bene gibi sözlerden biri şu olmuştu, Avusturya büyükelçisi anılarını yazıyor şöyle diyor: “Mustafa Kemalin en büyük eseri Ankara’dır çünkü bütün eserlerini Ankara’da vermiştir” diyor. Bu yanıyla hakikaten Ankara’yı en güzel anlatan da Bilal Şimşir’dir. Bilal Şimşir ustamızın da hakkını ayrıca teslim etmiş olalım.
Şunu da vurgulayalım belki bizi dinliyordur ama bence bu dağarcığımızda durmalı. Bugün Ankara’daki pek şeyi İstanbul’a götürmeye kalkanları karşıda anlatılmalı.
Atatürk 13 Ekim 1923 de Ankara’yı başkent ilan ettiğinde İngilizler, Fransızlar, Amerikalılar, Almanlar ve İtalyanlar şu değerlendirmeyi yapıyorlar: “Mustafa Kemal tamam savaşı başardı ama hukuku başaramaz taşıyamaz, uluslararası hukuk anlamında bir varlık gösteremez”, onların sözü olarak söylüyorum, “sonuçta eşkıya”, öyle bakıyorlar. O yüzden”, diyorlar, “biz büyükelçiliğimiz Ankara’ya taşımayalım” diyorlar. 1928’e kadar böyle direniyorlar. Ama Atatürk inatla onları hep mesela yeni büyükelçi, İngiliz Büyükelçisi mesela Lokin meşhurdur o, bağlılığını güven mektubu verecek; Atatürk’ün İstanbul’da olduğu anda randevu isteyecek, Atatürk de 10 gün sonra buluş tarihini Ankara’da veriyor. O da trenle geliyor, trende yatıyor, mektubunu iletiyor güven mektubu ve geri dönüyor. Ama Atatürk inatla Ankara’nın başkent olduğunu hem yerleştiriyor, onlar da sonunda 1928 de İngilizler tam bir İngiliz modeliyle kraliçenin doğum gününü Ankara’da kutlayarak Başkenti fiilen Ankara’ya taşıyıp devamında da Ankara’ya taşıyorlar.

“Son Başkent Ankara”
Mustafa Kemal’in büyüklüğüne bakın ki, tabi o dönem iki ülke büyükelçiliğini Ankara’ya taşımış Afganistan ve Sovyetler Birliği, sonra dörde çıkıyor, ondan sonra bir süre artmıyor, o dört ise biri Polonya Yunanistan Mustafa Kemal’e “sen kazandın” diyorlar, “arkadaş biz büyükelçiliğimizi Ankara’ya taşıyoruz” diyorlar. Aslında bizim keşke bu Yunanistan’la ilişkilerimizin akılcı bir şekilde her şeyi onlara teslim etmek teslim olmak ya da hani kafa tutmakla çanak tutmak arasında başka bir şey var. Ortasına bir şekilde bakabilsek, çünkü o süreç başka bir süreç ki, şunu da vurgulayalım Atatürk’ün Ankara’ya gelen büyükelçileri, büyük ülkelerin büyükelçileri neredeyse tümü anılarını yazma gereğini duymuştur. Büyükelçilik geleneğinde anı yazmak yoktur, tek yazılması istenmez, çünkü büyükelçisin, hani yazsan bir şey olur tam hitap etmez kuru olur” derler ama onlar yazmıştır. Onlardan biri de Şerin’dir, Şerin’in anılarında çok kritik yerler vardır, biri şu, Şerin anılarında tam bir kovboy, “arkadaş” diyor Mustafa Kemal’e, “sen” diyor, “Yunanistan’ı yendin”, diyor, “giderken bütün şehirlerini yakıp yıkmış” diyor. Eskişehir’i, Uşak’ı yakıp gitmiş, “niye savaş tazminatı istemedin” Mustafa Kemal’e gidiyor, Mustafa Kemal de mektupta cevap veriyor, “Sayın Şerin savaş tazminatı istemek benim hakkımdı” diyor. “Ama ben Yunanistan’la savaştan sonra böyle savaş tazminatı isteyip böyle bir yola girmekle bunun yerine barış yolunu tutarsak onun getirisi daha fazla olur, onun için savaş tazminatı istemedim” diyor. Şerin anılarında, “ben bundan daha büyük bir ileri görüşlü, bundan büyük bir lider tanımadım” diye yazıyor. Düşününü Yunanistan’la, bir kuşak geçmemiş daha, bir kuşak geçmemiş üzerinden. Balkan Paktını 1935 de kuruyor 36 da kuruyor, Kurtuluş Savaşı’nı 1922 de vermişsin, bir kuşak geçmemiş daha. Böyle bir Ankara bütün bunların başkenti. Yunanistan’ın da Trikopis Yunanistan Genel Kurmay Başkanı, onların da ilk hedefi Ankara idi, neden? Çünkü onların kafasına göre de “büyük İskender Ankara’ya geldiyse biz Ankara’ya geleceğiz” diyorlar. Onlar mutlaka Ankara’yı ele geçirmeyi bir hedef olarak benimsiyor.
Tabi Mustafa Kemal Büyük Taarruzu başlatmadan bir ay önce İzmir’deki Yunanistan kuvvetlerinin temsilcisi bir kokteyl veriyor, “yakında Mustafa Kemal’i esir olarak getireceğiz” diyor. Atatürk Yunanistan Genel Kurmay Başkanı hani başkomutanı Trikopis’i esir alıyor, ama gerçekten insan gibi davranıyor, eşini arayabileceğini söylüyor, ama sonra esir Yunanistan askerlerinin üst rütbelilerini Ankara’ya getiriyor, “Ankara’yı görmek istiyordunuz” diyor, “buyurun” diyor. Ama esir olarak. Ben de bunu naçizane şöyle yorumladım kitapta, “bir toplum bu topraklar bin yıldır Türklerin toprağıdır, yine öyle kalacak, bu topraklara barış için gelen misafir, savaş için gelen esir olur” diye vurgulamıştım.
Sözlerimi noktalarken, Ankara’nın başkent oluşunun Kızılırmak ve Sakarya’nın arası diye böyle altı bölümlük bir şiir haline getirmiştim, son bölümünü okumak isterim, naçizane diyorum ki:
Bir milletin yeniden dirilişidir,
esaretin yere serilişidir,
egemenliğin halka verilişidir,
Kızılırmak’la Sakarya’nın arası Mustafa Kemal’in Ankara’sıdır”.
İzleyenlerle konu üzerinde karşılıklı sorular, katkılarla söyleşi bitti.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget