Pembe Köşk’ün bahçesinde bulunan küçük amfi tiyatroda İnönü Vakfı ile Gönen Köy Enstitüsü çıkışlı Emekli İlköğretim Müfettişi Mehmet Ayhan’ın organize ettiği anma etkinliğinde büyük eğitimci Tonguç’un yaşamı, Türk eğitimine yaptığı katkılar ve köy enstitülerinin açılmasındaki istemi övgü ile anlatıldı. Bu etkinliklere Eski Adalet Bakanlarından Hikmet Sami Türk, emekli birçok bürokratlar, emekli askerler, emekli öğretmenler ve çevredeki Çankayalılar katıldı.
Programın başında İnönü Vakfı Başkanı Özden Toker açılış konuşmasında şunları söyledi:
“- Çok değerli Tonguç hocamızı anmak için beraber olduk. Aranızda benim çocukluğumdan beri bildiğim çok yakın dostlarım var. Köy enstitüsü ile ilgili anılarım var, 85 önceki zamanda ben o zaman altı yedi bir çocuk olarak babam o zaman Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, benim elimden tutar Hasanoğlan’a götürüdü. Orada benim yaşımdaki çocuklarla beraber, beraber oynardık, beraber sofra kurardık, yemekleri taşırdık, sonra bulaşıkları götürür bulaşıkları yıkardık. Ama bunun yanında da ben ilk defa ömrümde Yunan antik piyesini Antigonu, Kral Oidipüs’ü orda Hasanoğlan Köy Enstitüsünde o küçücük Cumhuriyet çocuklarının olduğu yerde gördüm. Onları orada heyecanla seyrederdik, hatta Kral Oidipius hatırlayanlar hatırlarlar, gözlerini kaybeder, kanlar akar, bir şeyler olur. Annem hep onlara üzülmüştü, “niye bu çocuklara üzüntülü şeyler oynatıyorlar, daha neşeli bir şey bulsalar da onu oynatsalar” diye. Ama işte gördüğüm o Antigonu hiç unutmadım. Ondan sonra yemek sırası geldiği zaman da hepimiz sofralara geçerdik, babam da olmak üzere otururuz, mesela o günkü yediğimiz yemek, kuru fasulye pilavdı. Ondan sonra gençlere, çocuklara, misafirlere muhallebi, o zaman muhallebi anne babadan gördüğümüz muhallebi çok yenirdi; onun için muhallebi ikram edilirdi.
Babamın önüne bir tane ekşi elma getirmişler, hemen tabi o Köy Enstitüsü çocuklar, “Cumhurbaşkanı ne yiyor, Cumhurbaşkanı bizden farklı bir şey yiyor” diye itiraz ettiler. Tabii aleni değil, ama belli oldu ki içeride niye öyle Cumhurbaşkanı bizim gibi, mahallebiyi beğenmedi de ona ekşi elmalar filan, hemen soru sordular. İşten ben küçükken Atatürk o yaşlara geldiği zaman hep bana bunu söylerdi, “çocuklar merak edeceksiniz, soru soracaksınız”, işte o çocuk merak edip, -niye acaba Cumhurbaşkanına başka bir şey verildi- diye merak edip bunu sorma cesaretini kendinde gösterdi. İşte bizim istediğimiz, benim yaşımda demeyim ama, sizin hepinizin içinde olan bu, bu gençlik var, bu gençliğin içinde her yaştaki gençler vardır.
Ondan sonraki daha sonraki zamanda vakıf kurulduktan sonra tanıdıklar burada, aile dostlarım burada, vakıf dostlarımda birlikte çalıştığım dostlarım var, bakanlar var isimlerini saymakla bitmez arkadaşlarım dostlarım yani her anımızda çokça 90 sene anıları olmak kolay bir şey değil. Hepsini de anmak isterim. Şimdi köy enstitülerini anlatan arkadaşlarımızı dinleyeceğiz, başka şartlarda beraber olmayı temenni ederim”.
Bu konuşmadan sonra programı düzenleyenlerden Emekli İlköğretim Müfettişi ve Gönen Köy Enstitüsü çıkışlı Mehmet Ayhan şu konuşmayı yaptı:
“Ben Köy Enstitüsü çıkışlı Mehmet Ayhan, eğitime 36 yılını vermiş, eğitimin en yüce değerlere kavuştuğu anları unutamayan ve o programın şimdi ve gelecekte size bize hepimize çocuklarımıza torunlarımıza değil, bütün dünya insanlarına uygulanmasını isteyen bir kişi olarak karşınızdayım.
Bu mekân, bundan 60 yıla yakın önce Sayın Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü benim koluma girerek bu bahçede 50 dakika beni gezdirdi, sohbet etti, “nerelisin, nasılsın, nerede okuyorsun” falan gibilerden 50 dakika sohbet ettik, köy enstitülerini konuştuk onunla. Bize ikramlarda bulundu, böyle bir hatıram vardır. Onunla çektirdiğim fotoğrafları Vakıfla paylaştım.
Biliyorsunuz burası Pembe Köşk, fakat Pembe Köşk küçük bir mekân, mütevazi bir mekân; bu Pembe Köşk kavramını yücelten içindeki insanlar ve içindeki insanların ulusalcı insancıl tutumlarıdır, İsmet İnönü’dür, köşkün birçok yurt sorunlarını konuşan adam Atatürk’tür. BU kökten Milli Eğitimi konuşan Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’tur. Onun için bu tarihi mekânda yine sizlerin desteği ile, bu tarihi toplantıyı yapıyoruz. Köy Enstitüsü ruhu ve Tonguç’un insancıl yaklaşımı ile yetişmiş olan biz eğitimciler eşi ve benzeri bir daha dünyaya gelip sergilenemeyecek olan her insan bir harikadır, anlayışı ile hoş geldiniz diyorum.
İsmail Hakkın Tonguç’un bugün 23 Haziran 1960 da ölen İsmail Hakkı Tonguç’un 62’ncı ölüm yılı dönümüdür. O bakımdan bu toplantıyı yapıyoruz. Fakat toplantı sadece İsmail Hakkı Tonguç’la ilgili değil, onun ilişkileri olduğu, eğitimin ilişkisi olduğu Hasan Ali Yücel’le M. Kemal Atatürk’le, İsmet İnönü’yle de bütün yurt eğitimine gönül vermiş olan herkesle ilintisi ve ilişkisi vardır. Onun niçin tabi onlara da değineceğiz. Ama esas konumuz, Türk ulusunun eğitimi ve bu eğitime candan gönül veren İsmail Hakkı Tonguç’tur. Ruhu şad olsun diyorum, diyorum.
Bu mekân mütevazi bir mekandır, burada bir bağ evi vardır, 1923’te Cumhuriyet kurulduktan sonra Atatürk yukarıdaki köşkü Ankara Belediyesine hediye etmiş ise, İsmet İnönü de burayı satın almıştır. Fakat oturulacak durumda değilken birkaç oda daha genişleterek tamir ettirmiş, sonra biraz genişletmiş, sağını solunu düzeltmiş ondan sonra İzmir’de bulunan Mevhibe Hanım’a ancak 1925 de gelebilmesini söylemiştir, “evimiz tamamlandı” diye. Ve 1927 de de ilk dedikodu odası yapılmıştır. Şu anki programımızda Cumhuriyet anlayışının, Cumhuriyet misyonunun devamıdır”.
Bu arada Ankara Konservatuvarı çıkışlı Dorukan Ersin gitarı ile üç parça ile programa katkıda bulundu. Bu gitar gösterisinden sonra Emekli İlköğretim Müfettişi konuşmasını sürdürerek şunları söyledi:
“-Tonguç Baba kimdir? 1922 de zafer kazanıldıktan sonra, “artık savaş bitti” diyenlere Mustafa Kemal şunu söylemiştir: “Savaş asıl bundan sonra başlıyor, Cehaletle de sefaletle de savaş başlıyor”, diyor demiştir. Ve cehaletin de sefaletin de ortadan kaldırılmasını birlikte cehaletle de sefaletle de savaşıyor demiştir ve birini yapalım öbürünü sonra yapalım olmaz, birlikte yürütülmüştür.
Yedi yüzyıldır cephede cepheye sürülen ve tahkir edilen bu milletin yüzde 80’i köylü, hakiki efendisi esas üretici olan köyler cahilse, sefil durumdaysa bundan utanmak gerekir” diyerek çevresindekilere ihmal etmeyin çocuklar düşünce üretiniz” diye sürekli baskıda b ulunmuştur. Bu düşünceler sonunda ekonomik yönde kalkınma başlarken Tevhidi Tedrisat yasası-Öğretim Birliği yasası, Harf devrimi, Millet mektepleri gibi aşamalardan sonra bakıyor ki köylüde cehalet sefalet devam ediyor, bunların yoksulluğuna bir çare bulun” diyor. Kendisi bizzat öne düşerek proje üreterek şeker fabrikalar, basma bez fabrikaları gibi şunlar bunlar üzerinde duruyor. Yırtık pırtık çuldan çaputtan olan giysileri o renkli giysilerle insanın bedenin örtmekle kalmayıp estetik zevklerini geliştirmekte kalmayıp dünyaya örnek dünya insanlarını giydiren kurumlar haline getiriyor. 1940 larda Alman delegeleri Paris’te toplandığında üçüncü ülkelere kendi mallarını kendileri işliyorlar ve Türkiye’nin de adını vererek Alman delegesi şöyle söylüyor: “Bunun önüne geçilmez demeye Türkiye’nin kalkınmasını baltalamak istiyorlar. Türkiye’ye o derece dünya ile gelişmesine hâkim bir duruma getirilmiştir. Millet mekteplerinden sonra, TDK, TTK gibi kurumalarla millet yaratılırken, 1835 de yine Atatürk’ün bir önerisi öne geçiyor. “Milletin cehaletine bir çare bulun” derken “mesela” diyor, “askerlikte bizim önemli çocuklarımız vardı, “onları onbaşı olmuşlardır, çavuş olmuşladır erbaştırlar, onları kişiliklerine gör onlardan yararlanın, onlara üç beş ay kurs göstererek köylere gönderin, köylerin öğretmeni eğitmeni olsunlar” diyor. Bu öneri üzerine o zamanki Milli Eğitim Bakanı Saffet, Gazi Eğitim Enstitüsünde öğretmen olan ve Hasan Ali Yücel ile birlikte çalışan İsmail Hakkı Tonguç’u çağırıyor”, diyor ki, “İsmail Bey siz İlköğretim Genel Müdürlüğüne atandınız, projemiz Eğitmen kursu ile başlayarak köylümüzü halkımız yetiştirmektir, buyurun” diyor. Zaten o günlere kadar donanımlı olan ve bu işe gönül vermiş olan yurt ulus ve insan sevgisiyle dolup taşan İsmail Hakkı Tonguç, diğer adıyla “Tonguç Papa” derhal kolları sıvıyor, Eskişehir’de şurda burda eğitmen kursunu açıyor. On bin tane köy geziyor, bunun köy gezmesi zaten eskideki zamanında başlar, o şekilde eğitmen kursları, köy okulları öğretmen denemsi ve ondan sonra nihai çözüm olarak Köy Enstitüsü kuramını, kuruluşunu, uygulamasını ve yöneticiliğini başarıyla yürütüyor.
Kimdi bu İsmail Hakkı Tonguç: “1897 yılında Bulgaristan’ın Tatar atmaca köyünde doğan bu genç çocuk, dedesi ona “Tonguç” diyordu, ilk oğul anlamına sonradan “Tonguç” lakabıyla anılıyordu. O zaman, tabi soyadı değildi bu, fakat 1934 de İsmail Hakkı adına “Tonguç’u da soyadı adını almış, dedesinden miras kaldığı için.
Köyünde okuyor, rüştiyeye (ortaokul) kadar okuyor. Fakat amcasına şuna buna bakıyor dinsel okullar kadar okumuşlar. Sıkıntılar içinde yuvarlanıyor, İstanbul’a kadar geliyor, köylülerinden arkadaşlarının yanına gidiyor. Fatih caminin yangınında oralardaki odacıklarda kalıyorlar. Ne yapıyorsunuz nasıl geçiniyorsunuz ne yiyip içiyorsunuz, diyor onlara. “E komşuların onun bunun verdiği temeklerle idare ediyoruz” falan gibilerden. “Böyle ir eğitim öğretim olamaz, insan onuruna aykırıdır” diyor ve kesinlikle böyle bir eğitimi kabul etmiyor. Müzik, pedagojik modern öğrenim veren okullarda okumaktır bütün aşkı. Fakat okumak için geldiği İstanbul’da bir avukat tarafından aldatılıp soyuluyor. Parasını alıp, “seni bir yatılı okula koyacağım” derken parasını kaptırdığını anlıyor.
Köyünden kendisine bilgi verdikleri bir paşanın huzuruna çıkıyor, falan “köyden geldim, okumama yardım et” diye. Paşa, “paran var mı” “yok”. Paşa “o halde geriye köyüne dön, parası olan okur”, diyor, buna çok içerliyor İsmail. Görürüsün sen parası olmayan okur mu okumaz mı” diyor ve direngen kişiliği ile peşini bırakmıyor.
Yazıp çizdiği araştırdığı etrafta nihayet Osmanlı’nın Maarif Nazırı Şükrü Bey’e çıkmayı başarıyor, derdini ona anlatıyor. Şükrü Bey Kastamonuludur, bu gencin içten ve samimi davranışı karşısında etkiliyor. “Peki seni bir yatılı okula göndereyim, orada okursun, benim memleketim olan Kastamonu’da öğretmen okulu var, oraya seni yazdırayım, beğenmezsen yine seni İstanbul’a aldırırım diyor.
O savaş yıllarında 1914’deki Savaş yıllarında kağnıyla şununla bununla milyonları kat ederek Kastamonu’ya geliyor. İşte Anadolu’yu gözlemlemesi, köyleri gezmesi, köylerin hangi koşulları altında yaşayıp güçlüklerle, hangi güçlükleri yenerek yaşamaya çalıştığını, daha oralardayken gözlemlemeye başlıyor. İki yıl orada okuduktan sonra tekrar İstanbul’a naklini istiyor, İstanbul öğretmen okulunu bitiriyor 1918 de. Onda sonra başarılı gençler, 20 kadar genç Almanya’ya gönderiliyor, orada incelemeler, kurslar gibi eğitimini daha da geliştiriyor. Resim, elişi ve Beden Eğitimi öğretmenliği üzerine bir nevi ihtisas yapmış oluyor. Ondan sonra Atatürk Samsun’a çıkarken ve İstanbul’a geldiğinde atandığı Eskişehir’e veriyorlar bunu. Eskişehir düşman işgali altına girerken okulunu işgal etmek isteyen bir müfrezeye İngiliz subayın karşı gelince bir tokat yiyor ondan, bunun üzerine öğrenciler bu subayın üstüne yürümek istiyorlar. Tutuyor ellerinden, “oturun yerinize” diyor. “Bu şekilde sonuca erişemezsiniz, bunlar silahlı şu anda hakim vaziyetindeler bir şey yapasınız, üstelik zararlı çıkarsınız, ancak bağımsızlığımız için çalıştığımız sürece eğitim öğretimle kendimizi, gelişmemizi sürdüreceğiz, biz bağımsızlığa ve tokat yememeye layık oluruz, diyor ve geri kalan millete Atatürk’ün de bir sözü vardı “medeni olmayan milletler, medeni olan milletlerin ayakları altında ezilmeye mahkumdurlar” sözünün aynı benzerini, bizler böyle kaldıkça her zaman tokat yemeye müstahak oluruz” diye ulusal ve temkinli davranışı gösteriyor.
Kişiliği sakindir, birden kükreyerek ağızda çarpışmak ağız dalaşı yapmak veyahut da sokaktaki insanlarla sokak savaşı yapmak gibi bir tutumu yoktur. Akılcı bir yöntemle amacına ulaşan bir kimliktir. Orada İnönü muharebesinden gelen, yaralıları taşımak için bir görev veriliyor.
Yine 1922lerde Almanya’ya gönderiliyor, oradan geldiğinde Konya’da ve Adana’da beden eğitimi öğretmenliği, resim iş öğretmenliği yapıyor. Resim el işini çok önemser çünkü, iş pedagojisine en yakın derstir, resim el işi, üretmek el becerisi kazandırmak ve felsefesi şudur zaten, üç K üzerine, kafa kol kalp. Bir iş üretilirken önce kafada belirlenmeli, tasarım yapmaktır ona eline dökmelisin; Atatürk de buna benzer sözler söyler: “Bir süs ve tahakküm vakası olarak kullanmaktan sarfı nazar hakikate safı nazarla bakmalı ve el ile temas etmelidir”, der Atatürk, onun için Atasına düşünen kişi sadece düşüncesi ile kalırsa o bir şey değil, düşüncesini eyleme katarsa o iyidir, düşüncesini harekete geçirecek, hareketi yaratıcı olacak, sonra bu işe gönül verecek, kalbini verecek ki, o zaman da sanat olacak. Yani en güzel üretim en güzel yaratılan maske ortaya çıkacak gerek düşünsel hayatta gerekse maddi olarak günlük yaşantımızda. Onun için bu işin felsefesinde hâkim tabiatlı olan kişinin hafızasında eğitim bir amaç olarak görülmemeli. Yiğidin kişiyi ve toplumu sağlıklı mutluluğa eriştiren bir araç olarak görülmeli, der. Yoksa ben okudum efendi oldum ceketim var, kravatım var, bir de yakamda cep mendilim var gibi gezen nice okumuşları görüyoruz, onlar da köyünde gözlemleyip de ret ettiği dinsel eğitim görenler gibi onlar da işsiz, sömürücüler takımındandır.
Onun için İsmail Hakkı Tonguç derken “elimde yetkim olsaydı, Türkiye’de ve dünyada insanın insanı sömürmemesi üzerine okullara bir ders saati koydururdum” diyor. Demek ki sömürülmesi ilk kez nerde tatmıştı, avukata parasını kaptırdığında İstanbul’da. Annesinin babasının fakir olması, paşanın oradan kovulması, “parası olan okur” denmesi. Kastamonu’ya kağnıyla şunla bunla gelirken Anadolu insanının güçlükler içinde nasıl yaşam savaşı verdiğini gözlemleyerek, ağır ağır “ben halkımı okutmaya ve halkıma borcumu ödemek benim boynumun borcudur, felsefesi tutumuna erişmiştir. Onun için eğitim bir araç değil bir amacı gerçekleştirmek için bir araçtır, eğitim. İnsan biyo kültürel bir varlıktır. Biyolojik yönümüz, hayvanlarla eşdeğerde olmamız, hayvanlara göre beyin üstünlüğümüz vardır. Beyin yapımız başparmak ve ayakta iş görmemiz, dik durmamız gibi insani vasıflarımız vardır, hayvanlardan ayrılık var. O halde bu yaratığa bir de kültürel vasıflar eklenmektedir. İnsan kültürlendiği oranda insanlaşır. Kültürlenmeyen insan kuyudaki kurbağaya benzer, kuyudaki kurbağa gökyüzünü kuyunun ağzı kadar sanırmış. İşte eğitimde Tonguç’un felsefesi, o kurbağayı evvela kuyunun dışına çıkarmaktır, ufukların ne kadar geniş olduğunu göstermek, ondan sonra yükselme parmaklarını kendi kendine öğretmektir.Köy enstitülerini açarken felsefesi şudur, köyü içinden öyle bir uyandırmalıyız ki, onu kimse gelip iğfal edememeli, kötüye kullanamamalı; kendi derdine çare kendi yani benim fakrıyla hiç kimseye avuç açmadan muhtaç olmadan kendini bilmek, kendini tanımak ve yapabileceklerini yapma haline getirmektir. Bir söz vardır eski taşlarda yazılı, Sümerlerde sanırım, “Tanrım” diyor, “bana yapabileceklerim için güç ver, yapamayacaklarım için sabır ver bunun ikisini de ayırt edebilmek için akıl ver” diyor.
O halde yapabileceklerimizi olanaklarımızı tanımak evvela akılcılık demektir. Tonguç sakin tabiatı yanında ikinci bir özelliği de akılcı bilimsel yönden yürümesidir. Tonguç’un eğitmenler kursuna el atması çeşitli yerlerde incelemiş, on bin köyü gezmiştir. On bin köyde iyi bir eğitim öğretim Anadolu’nun neresinde nasıl yapılacak, o aşamaları geçtikten sonra Türkiye’de 21 tane köy enstitüsü kurulmuştur. Bu 21 tane köy enstitüsü Türkiye çapında her üç dört ile il merkezine bir enstitü olmak üzere bütün Türkiye’yi kavrayan yani fert kişi eğitimi değil, toplumsal gelişme, toplumsal eğitim toplumsal iyileşmeyi amaçlayan bir eğitim görüşüne sahipti ve bunu gerçekleştirmiştir.
Şimdi Korona günlerindeyiz, herkes maske takacak herkes aşı olacak bir seri önlemler alındı. Bunları önemsemeyen bunlardan kaçanlar muhakkak o mikrobu başkalarına yayacaklar demektir. O bakımdan bu işin sıkı tutulması, hiç kimseye “ben iğne (aşı) olmak istemiyorum, o yapılacaksa toplumsal koruma için bir zarurettir. Zorunluluk diye yapılaması gerekir. İşte eğitim de böyle bir şeydir. İsmet İnönü ne diyor, eğitime gönül vermiş bu adam, “eğitim öğretim insan olma, millet olma davasıdır” diyor. İlköğretim bugün dünya milletlerinde 11-12 yıldır, liseyi dahi kapsar. Üç dört ülke hariç o şekildedir. Bizde zar zor sekiz yıla çıkarılmış ki onu da kopuk hale getirerek dört yıla indirdiler, ondan sonra okullar bir tarafa, hatta ve hatta programlarım nedir, nasıldır diyor.
Eğitimin iyileştirilmesi demek insanın iyileştirilmesi demektir, insan sağlığının iyileştirilmesi demektir. İnsan sağlığı biliyorsunuz üç ayak üzerine oturur. 1-Beden sağlığı, 2-Ruh sağlığı, 3-Çevre sağlığı. Bunların içerisinde en önemlisi sosyal sağlıktır. Çünkü sosyoloji sosyal sağlık insan eliyle yapılır, iyileştirilir, ya da insan eliyle bozulur. Bozulan o toplum insanları insanın ruhunu ertelediler, ne demişler “insanı gam çürütür, duvarı nem çürütür. İnsanı gamlandıran o haliyle ruha etki eder, ruhumuz bozulur, ruhumuz damar sistemine solunum sistemine sinir sistemine, boşaltım sistemine etki eder ve derece derece. Demek ki sosyal siyasal hayat o parametre bu işlerin başında geliyordu. Bunun bilincinde olalım. Adam öldü neden öldü? “Vadesi yetmiş oldu”, belki sosyal olaylar onu ölüme götürdü, onu hiç bilen duyan yoktur. Bu bakımdan eğitim bir ulus için kaçınılmaz bir kavram ve araçtır, diyoruz.
Bu konuda ileriye dönük köy enstitüsü ondan sonraki oluşum üzerine köy enstitülerinin sonlandırılması gibi bencil tutumlarla, hani şöyle bir atasözümüz, altın yere düşmeyle pul olmaz derler ya, köy enstitüleri onun bunun sonuçlandırmasıyla yere düşmüş pul olmuş değildir. Şurada bulunduğumuz toplum Tonguç’un bugün için ve gelecek çağlar için ofluya ahlıya Türk eğitim sistemi olarak dünya ansiklopedilerine İsviçre Eğitim Ansiklopedisi’ne geçmiş hatta bazı yerlerden kanun maddesi olmuş Türkiye’deki köy enstitüsünün şu şu konularında insanı koruma hakkı diye gerekçe yazılmıştır kanunlara. Demek ki bu eğitim sistemi bugün burada yaptığımız toplantı, eğitim toplantısı dolayısıyla İsmail Hakkı Tonguç toplantısı ve dolayısıyla bu oluşumlara gönül veren destek veren, imza atan o günkü eğitim ekibine candan teşekkür ediyoruz. Bu öyle bir aşk ki geniş toplumları eğitmek en yüce mutluluk sağlayan bir etkinliktir, en yüce saygınlık sağlayan bir etkinliktir. Halkı eğitmenin mutluluğuna ve saygınlığına başka hiçbir şey girmesi etkilemez. Çünkü eğitimsiz halk hatta canavar olabilir, hayvandan daha vahşi olabilir. Çünkü onda beyin gibi bir aletle donanımı vardır. Hayvanda olmayan beyin, İngiliz kurnazlık kötülük düşünen şey var. Ve bu işe gönül vermiş olan o zamanki İsmail Hakkı Tonguç, İsmet İnönü ve Hasan Ali Yücel sağı solu bitin enstitüleri gezmişledir.
1943’te bir temmuz veya ağustos gününde Gönen Köy Enstitü’ne gelirler. Gönen Köy Enstitüsü’nde kalırlar, İsmet İnönü Gönen’den enstitüye tablalarını veren köylülere tekrar verilmesini ister. Enstitüsü artık yerleşti mi 300 dönümlük arazisini işler hale getirdiğini köylülerin mallarını gasp etmiş gibi bir görünüm de onların armağan ettiği ağaçları tarlaları tekrar iade edelim demiş Tonguç’a. Gece İsmail Hakkı Tonguç’lan Hasan Ali Yücel öğrencileri ile birlikte top sahasında alanında saat akşam 8 de, 9 da 10 da öğrenmeye başlamışlar, sabahlara kadar birlikte coşup eğlenmişlerdir. Şimdi ondan bir parça vereceğim” dedi. (Banttan enstitülerden birkaç marş, Çiftçiler marşı gibi şarkılar söylendi).
“Kültürümüz doğudan batıya, batıdan doğuya, güneyden kuzeye, kuzeyden güneye köy enstitüleri vasıtasıyla taşınmıştır. Kültürün yerel kültürün ulusal kültüre yönelmesi ile ulusal birliği kuvvetlendirir, kültür birliğin harcıdır” dedikten sonra çağırılan, bu program için Antalya’dan gelen Yüksel ve İbrahim Bilgenoğlu birbirinden güzel yöre türkülerini söylediler ve çok beğeni aldılar. Harmandalı zeybeği çalınıp söylenirken, Mehmet Ayhan ve bazı izleyiciler sahneye çıkarak türkü yanında harmandalı zeybeğini oynadılar.
Bu arada emekli Albay Oğuzhan Akova, ağız armonikası ile söylediği çaldığı parçalar programa ayrı bir renk kattı. Sonra Emekli İlköğretim Müfettişi Alim Başaran da köy enstitüleri ile ilgili anı ve anekdotlarla oluşan konuşmasında şunları söyledi:
Fakir Baykurt okulda Birleşik Kaplar Kanununu bir türlü anlayamamış
“-Köy Enstitüsü çıkışlı yazarımız Fakir Baykurt, fizikte geçen birleşik kapları teorisini bir türlü anlayamamış. İki tane kap var birbiri ile bağlı, bir taraftan suyu koyunca öbür tarafa doğru yükseliyor, bunu bir türlü kavrayamamış. Onun kendi anılarında şöyle anlatıyor, -birleşik kaplar ders ortamında bir türlü anlayamadığını ifade ediyor. Ama diyor 2-B sınıfı olarak Gönen Köy Enstitüsünün arkasındaki 9km ötedeki Tınaz Dağı’ndaki kaynak suyu enstitüye akıttığımız zaman ben bileşik kaplar kanunun o zaman kavradım- diyor. Tınaz Dağı yüksekte, suyu almışlar çukur bir yere gelmiş, Gönen Köy Enstitüsü de biraz yüksekte, arkadaşlardan bazıları, “Gönen Köy Enstitüsü yüksekte yükseğe çıkmaz, orası tepede”, çıkar çıkmaz tartışmışlar, en sonunda bir tanesi diyor ki, biz birleşik kaplar kanunu öğrendik, düşünelim onu, onu göz önüne getirelim, bakalım su çıkar mı çıkmaz mı, su yokuş yukarı çıkar mı, çıkmaz mı diye iddiaya girmişler, sonunda suyun yokuş yukarı çıkacağını, suyun aynı seviyeye kadar çıkacağını görmüşler. Tabi o boruları döşerken birçok bilgi beceri kazanmışlar. Bunu Fakir Baykurt anılarında anlatıyor.
Öğrenciyken Mahmut Makal Tonguç karşısında bir türlü konuşamıyor
Yine öğrencilerin yetiştirilmesi ile ilgili, bizzat İsmail Hakkı Tonguç’un, Tonguç’la yine ünlü yazarlarımızdan Mahmut Makal anlatıyor. Mahmut Makal İvriz Köy Enstitüsünde okuyor, daha ikinci sınıfta. Bir gün havanın iyi olduğu bir gün dışarıda ders yapıyorlar. Dersleri de yurttaşlık bilgisi, konu da devletin halka karşı görevleri. Onlar o dersi işlerken boynunda fotoğraf makinesi, (İsmail Hakkı Tonguç boynunda fotoğraf makinesi ile dolaşır, gördüklerini fotoğrafla ölümsüzleştirirmiş, İsmail Hakkı Tonguç okula geliyor, ders yapanların yanına varıyor. Öğretmene sormuş dersiniz nedir diye, o da “yurttaşlık bilgisi” demiş. Peki konunuz nedir, devletin vatandaşlara karşı görevleri. Tonguç’un gözüne Mahmut Makal çarpmış, herhalde, Mahmut Makal’a demiş ki, oğlum kalk bakalım, “devletin vatandaşlara karşı hangi görevleri var, bana söyleyebilir misin, diye soruyor. Mahmut Makal, karşısında iri yarı uzun boylu bir adam, boynunda fotoğraf makinesi, yanında da başka kişiler heyecanlanıyor, nutku tutuluyor, bir türlü konuşamıyor, konuşamayınca, “tur oğlum” diyor.
Sonra öğretmene dönüyor ki, “ben bu çocuğu konuşamadı” diye kınamıyorum, kabahat onda değil, çünkü onlara biz 700 yıl biz konuşma hakkı vermedik, devletin vatandaşa karşı görevlerinin olabileceğini söylemedik. Ben de daha yeni öğrendim devletin vatandaşa karşı görevlerinin ne olduğunu daha yeni öğrendim, okullarda öğrendim, Cumhuriyet’ten önce devletin vatandaşa karşı görevi mi olur. Olsa olsa devletin vatandaşa aşar borcu olur, askere gitme borcu olur, vatan uğruna ölme borcu olur-. Bunları söylüyor diyor ki, “bu çocukları konuşturun, bunlar konuşmaya konuşmaya hep ezilmişler, bir büyüğün karşısında bir iki kelimeyi bir araya getirip konuşamıyorlar. Bunlara her şeyden önce konuşmayı öğretin” diyor ve bu olayın kartşısında İsamail Hakkı Tonguç’un karşısında nutku tutulan Mahmut Makal dünyanın en ünlü yazarlarından biri oluyor. İşte Köy enstitüleri böyle insan yetiştiriyor.
Bir de köy enstitülerinde en çok üzerinde durulan eleştiri kültürü kazandırılması, eleştiriye tahammül edebilme, eleştiriyi hoş karşılama, eleştirene teşekkür etme bizde ne yazık ki bu yok. Medyada TBMM de görüyoruz, koskoca üniversite bitirmiş adamlar birbirlerine hakarettenler ediyorlar, yetmiyor yumrukla girişiyor. Aynı şeyler şimdi tv larda da yaşıyor.
Köy Enstitüsünde eleştiri kültürü özgürce veriliyordu
Peki köy enstitülerinde ne oluyor, nasıl oluyor yetiştiriliyor. Köy enstitülerinde özellikle her cumartesi tüm okulda çalışan öğrenciler, öğretmenler, usta öğreticiler diğer çalışan kişiler hepsi toplanıyor, bayrak töreninden sonra oradan o hafta içinde, tabi orada sınıf başkanları var, sınıf nöbetçileri var, yatakhane nöbetçileri var, yemekhane nöbetçileri var herkes görevli. Orada kendi kendine özyönetim uygulanıyor. Okulda kim varsa herkes oraya toplanıyor, herkesin görevi var. O hafta yapılanlar yapılmayanlar, yanlış yapılanlar, eksik yapılanlar her şey orada dile getiriliyor. Bu eleştirilenlerin içine oradaki işçilerden öğrencilerden, öğretmenlerden yöneticiler müdürüne kadar herkes o eleştirilerden nasibini alıyor. “Ya bu müdür eleştirilmez, öğretmen eleştirilemez diye bir şey yok. Herkes nasibini alıyor. Bununla ilgili olarak bir insan yetiştirme ustası olan, belki de Türkiye’de adından çok söz edilmeyen ama bana göre Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük eğitimcilerinden birisi Mehmet Rauf İnan hem Çifteler Köy Enstitüsünde hem de Hasanoğlan Köy Enstitüsünde müdürlük yapmış gerçekten çok değerli bir eğitimci. O anlatıyor, diyor ki, - Cumartesi toplantımız günü çevre ilçelerin kaymakamları Çifteler Köy Enstitüsüne geldiler. Ben onlara efendim, bizim cumartesi toplantımız var, isterseniz gelin siz de izleyin, dedim. Bunları oraya davet ettim, onlar da geldiler, oturdular. Cumartesi eleştirileri başladı, diyor. B u eleştiriler herkes, bütün okuldaki görevli olan herkes o eleştirilerden nasibini almış. Bir öğrenci de kalkmış, sosyal bilgiler öğretmenini yerin dibine batırıyor, öyle eleştiriyor ki, “efendim bu öğretmenimiz araç odasından haritaların bulunduğu yerin haritaları getirtiyor sınıfına, işi bittikten sonra tekrar oraya bıraktırmıyor, bu haritalar yırtılıyor, yıpranıyor, kullanılmaz hale geliyor, diye o öğretmeni gücü yettiği kadar eleştiriyor.
Yanındaki Mihalıçık İlçesi kaymakamı, Rauf İnan’a dönüyor, “müdür bey bu öğrenci bu kadar eleştirdi yerin dibine soktu. Peki bu öğrenci bu öğretmenin dersine girmeyecek mi”, “girecek”. Bu öğretmen bu öğrenciye sıfır vermeyecek mi? Eleştirdi”, diyor. Rauf İnan, “yook gayet normal bir şey bizim her zaman yaptığımız bir şey, beni de gerektiğinde beni de yerin dibine batırırlar öğrenciler. Ben o öğrencilere teşekkür ederim”, diyor ve böylece enstitüsünde eleştiri kültürünü nasıl geliştiğini çok iyi bir örnekle göstermiş oluyor”.
Bu arada köy enstitüsünün simge sazı mandolin dinletisi yapıldı; Emekli Müzik Öğretmeni Serpil Özyürek mandolini ile, kızı Müzik Öğretmeni Gözde Özyüksel piyano ile köy Enstitülerinde söylenilen şarkıları çalıp söylediler. Mehmet Ayhan da kemanı ile eşlik etti.
Program çeşitli müzik ve dans gösterileri ile biterken, Köşk bahçesinde davetlilere vakıfça, pasta meşrubattan oluşan ikram edildi. Köşk içindeki müze topluca gezildi.
Cevat Kulaksız
Cevat Kulaksız kulcevat5999@gmail.com
Yorum Gönder