Bu Düzeni Değiştirecek Olan Şey Partiler Değildir, Halktır.
Bizim Görevimiz, Kazanılsa Da, Kaybedilse De, Haksızlıklara Baş Kaldırmak,Tepki Koymaktır.
Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy’un evlerinin önünde katledilişlerinin anısına düzenlenen 25. Adalet ve Demokrasi Haftası etkinliklerinin ilk paneli, Sosyal Demokrasi Derneği’nin düzenlediği “2019 A Giderken Demokrasi Beklentisini Derinleştirmek Bu Süreçte Sivil Toplum Kuruluşlarının Yeri Ve Rolü” konu başlığındaki etkinlikte konuşmacı olarak Uğur Mumcu Yıldız, Gazi Ömeroğlu (ADD’ den ODTÜ Tarih bölümü 3. Sınıf öğrencisi), Baturay Göksular (SDD den Bilkent Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi 3. Sınıf öğrencisi)katıldılar.
(Bu yılki etkinliğin sloganı “Uyan Gazi Kemal” olarak belirlendi. 25.01.2018 günü Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezindeki konuşmaları ne yazık ki çok az sayıda kişi izliyorlardı, öyle ki salonun onda bir bile dolmamıştı. Bunda Ankara Valiliğinin OHAL kapsamındaki yasaklamanın (sonra zorlukla serbest bırakıldı) etkisi olduğu söylendi.
Uğur Mumcu’nun anma etkinliğinde başka bir Uğur Mumcu adlı bir öğrencinin konuşması “rastlantı” olduğu açıklandı. Çok sayıda izleyicinin izlediği bu konuşmaları, biz de banttan çözerek size sunmayı istedik. Ancak metin uzun olacağı için, üç konuşmacının konuşmasını üçe böldük, üç bölüm halinde vereceğiz.
İlk konuşmayı yapan Uğur Mumcu Yıldız (ÇYDD’den HÜ Siyaset Bilimi Kamu Yönetici 2. Sınıf öğrencisi ) şunları söyledi:
“-Demokrasiden bahsedeceğiz, demokrasiyi herkes değişik biçimde tarif ediyorlar. Hatta şöyle garip bir örnek var, 17 Temmuz’da kamuoyunda Selamet Hoca diye bilinen adam kendini demokrat sınıfına koymuş, bundan önceki konuşmalarında, “demokrasi yanlısı değilim, şeriat yanlısıyım” diye bir söylem vermiştir. Bu da demokrasinin bu kadar böyle sadece bir tabela olarak kullanıldığını maalesef gözler önüne seriyor.
İki, demokrasi, sadece “ben demokrasiye sahipleniyorum” demekle, ya da parti tüzüğüne, parti programına “biz demokratız” diye yazmakla olabilecek bir şey mi? Aslında böyle bir demokrasi var, ama bu demokrasi biraz şuna benziyor, bir yandan sigara içip bir yandan ben Yeşilay hareketinin destekliyorum” demeye benziyor bu demokrasi. Her şeyde olduğu gibi demokraside de hak, hukuk adalet, özgürlük, bunların hepsinde fiiliyat önceliklidir. Mühim olan ne yaptığınızdır, ne söylediğiniz değil, ya da parti tüzüğüne ne yazdığınız değil.
Ama biz bunu maalesef Türkiye’de çok fazla göremiyoruz; TÜRKİYE’DE DEMOKRASİ SADECE BİR TABELA OLARAK KULLANILIYOR. Peki demokrat olmayan kesim neden bu tabelayı kullanıyor. Sadece demokrasi ile de sınırlı değil, özgürlük, hak, adalet, eşitlik, vatanseverlik bunlar hepsi birer evrensel kavram ve siyasi partilerin bütün seçmenleri, olsun olmasın siyasi partilerden bunları sahiplenmelerini bekliyor, demokrasiyi, özgürlüğü, adaleti, bu yüzden bir oy kaybı, bir çıkarcılıkla partiler tarafından savunuluyor.
Şöyle garip bir örnek var, sanırım demokrasiyi sanırım sadece devlet fabrikalarını, devlet mallarını emperyalizmin hizmetine peşkeşe çeken partiler kendilerini demokrat, adaleti de sadece bir zümreye adalet sunan partiler de isimlerini adalet olarak değiştiriyorlar, ya da bu şekilde kullanıyorlar. Parti tüzüklerine bunu yazıyorlar. Bunlar maalesef gerçekten de Türkiye’nin çıkarcı örnekleri, siyasi ahlaksızlıkları. Keşke bu siyasi ahlaksızlıklar sadece bu bahsettiğim bir iki kişi ya da iki parti üzerinden sadece bunları konuşsak. Maalesef sadece bunlarla sınırlı değil, mesela şöyle 1980 e doğru gidelim. 1980 de bir darbe oldu 82 Anayasası geldi, bu anayasasının öngördüklerinden yüzde on seçim barajı. Şimdiki muhalefet partilerinin hepsi, hatta şu andaki parti iktidardayken bir süre yüzde onluk barajı eleştirmiştir. 82 den beri, şu an günümüze kadar gelen partilerin hepsi bu yerde bu seçim barajını eleştirdi, “antidemokratik adaletsiz” buldu. Ama ben şuna eminim ki eğer bu partilerden biri iktidara gelecek olursa, maalesef bunu pek de antidemokratik bulmayacak ya da adaletsiz bulmayacak.
Şimdi buna ne kadar eminsiniz, diye soracak olursanız, şöyle cevap verebilirim, Türk siyasi hayatı bunu bir kere yaşadı, daha yaptı, belki de birden fazla yaşadı, çarpıcı bir örneği var.
Şöyle 1946-1950 dönemine gidelim, Demokrat Parti’nin kurulması 1960 da kapatılması süreci. 1946 dan 50 ye kadar, Demokrat Parti’nin muhalefette olduğu süre zarfında, Demokrat Parti nispi temsil sisteminin savunucusuydu. Nispi temsil sistemi tam olarak ne oluyor, partilerin gerçek oy oranlarıyla Mecliste temsil edilmelerini sağlıyordu. Evet, bu çoğunluk sistemine göre gerçekten daha demokratik bir şey. Ama bu savunuculuğu Demokrat Parti’nin nereye kadar sürdü dersiniz, ta ki 1950 seçimlerinde yüzde 53 oyla 408 milletvekili çıkarana kadar. Yüzde 53 oyla 408 milletvekili çıkarınca, yani çoğunluk sisteminin nimetlerinden faydalanınca bu nispi temsil sistemini bu istemi bir kenara bıraktı. Bire bir çıkarcı demokrasi ama sadece bununla da sınırlı da değil, maalesef karşısındaki parti de şöyle bir yola gitti, 1950 den sonra CHP 46-50 de bu sistemin destekçisi oldu. Muhalefete geçmesinden dolayı nispi temsil sisteminin savunucusu oldu. Maalesef bunlar, Türk siyasi hayatımızda gördüğümüz, siyasi ahlaksızlıklar ve çıkarcı demokrasi örnekleri. Siyasi ahlaksızlıklardan bahsettik.
Türkiye’nin şu anki antidemokratik durumunun sebebi bu partilerin çıkarcılığı ve antidemokratik uygulamalarıdır. En basitinden söylemek gerekirse, böyle bir şey söylemek vatandaşlarımıza ihanet etmek demektir. Sanıyorum burada biat etmeyi kimse savunmaz. Yanlış düşünmüyorum. Bilerek ya da bilmeyerek bu antidemokratik düzenin sorumlusunu bulmakla bu partinin antidemokratik uygulamaları olarak görüyoruz.
Demokrasilerde seçimler 4-5 yıllık sürede hangi partinin ya da hangi zümrenin hükümranlık edeceğini, bizi hangi zümrenin sömüreceğini seçmek olmamalıdır. Kazanan ya da kaybeden partinin seçmende hiçbir fark yok. “Benim partim yaptı bir bildiği vardır demekle, benim partim yapmadı benim bir sorumluluğum yok, ben sadece sosyal medyada eleştirmekle hiçbir farkı yok, ister kazanan seçmeni olun, ister kaybeden seçmenin, bu sadece seçilen hükümete biat etmek demektir. Her türlü hak tecavüzüne, sömürüsüne tepki koymak vatandaş olarak bizim hakkımız değil, bunu başka şeye indirgeyemeyiz, vatandaş olarak bizim sorumluluğumuzdur. Bu bizim vatandaşlık sorumluluğumuzdur. Bunu hak olarak indirgeyemeyiz.
Türkiye’de maalesef seçimler amaç olarak görülüyor. Seçimleri kazanma amacı, ondan sonra ne derseniz kocaman bir boşluk. Her sesimizi çıkarmadığımızda, her baskıya göğüs gerdiğimizde, bıraktığımızda daha doğrusu, biraz daha karşılaşıyoruz, biz bunu 2002 den beri görüyoruz. Ne kadar haksızlığa, adaletsizliğe ses çıkarmazsak, bir tek daha fazlası üzerimize geliyor. Oysa seçimler demokrasiye giden yolda sadece birer araçtır. İktidarı ele alırsınız, o zamandan sonra, eğer siz demokrasiye ve adalete inanıyorsanız, bunun üzerine çalışmalar yaparsınız bu güçle. Bizim görevimiz, kazanılsa da, kaybedilse de, haksızlıklara baş kaldırmak, biz buradayız demek, bu bizim görevimiz. Hakkımızdan öte bu bizim bir sorumluluğumuz. Yoksa hep yaşadığımız gibi, birazdan daha fazlasını görürüz.
Antidemokratik uygulamalara ses çıkardığımızda buna karar verdiğimizde bir yönümüzü iyi kullanmamız lazım. İnsani gücümüz, hafızamız; neden özellikle hafızadan bahsediyorum, bana kalırsa biz halk olarak biraz hafıza problemi yaşıyoruz.
Şöyle üç dört yıllık süreci gözümüzden geçirelim, hafızamızı zorlayalım, biz neler yaşadık üç dört yıllık süreçte sayısız patlama, terör, büyük rüşvet ve yolsuzluklar, eğitim sisteminde sayısız değişiklik Üniversiteye Geçiş Sistemi daha yakınlarda değişti, kadın cinayetleri, çocuk cinayet ve tecavüzleri ve tabi ki darbe. Biz bunları nasıl hatırlıyoruz, maalesef ki şöyle hatırlıyoruz, sosyal medyada bir tane paylaşım görüyoruz, genellikle bu olayların yıl dönümlerinde oradan görüyoruz, oradan tepkimizi gösteriyoruz.
Şöyle düşünün, bu olayların bir kaçı bir Avrupa ülkesinde olsa ne olurdu? Büyük ihtimalle hükümet düşer, ya da önü alınamayacak isyanlar başlardı. Peki, biz ne yaptık, maalesef unuttuk, bizim halk olarak algılamamız maalesef biraz problemli, belki de biraz da fazla şey yaşadığımızdan dolayı, bilmiyorum.
Bu hafıza problemimizle yüzleşmeliyiz, bunu bilmeliyiz, ama asla bununla yaşamaya alışmamalıyız. Başkaldırmayı ve harekete geçmeyi öğrenmeliyiz bir yerden sonra. Bu konuşmanın üst başlığı olarak 2019 a giderken demokrasi beklentimizi derinleştirmek-bu süreçte sivil toplum kuruluşlarının yeri ve rolü. Önümüze bir seçim ve bir sandık çıktı 2019 daki seçim gerçekten Türkiye tarihinin en önemli seçimlerinden biri. Biliyorum hepinizin aklına başkanlık sistemi geliyor ama başkanlık sisteminden bahsetmiyorum ben. Şöyle bir durum var bu seçimlerde biz geçen yıl ret ettiğimiz başkanlık sistemine 2019 da bir başkan seçeceğiz. 2019 da ret ettiğimiz sisteme başkan seçmek için sandığa gideceğiz ve bu gün burada konuştuğumuz şey, 2019 a giderken, demokrasi beklentimizi geliştirmek, derinleştirmek aslında bizim burada üzerinde durmamız gereken şey daha çok konuşmamız gereken şey, bana kalırsa 2019 a değil, yarına giderken demokrasi beklentisini derinleştirmek olmalıdır.
Az önce bahsettiğim gibi seçimler demokrasi değil, o yoldaki sadece birer amaçtır. Kurutuluş Savaşını, devrimleri, Cumhuriyetin kurulmasını hatırlayın. Bunlar seçimle veya sandıkla mı geldi. Yani sabah yedide bütün paşalar oy kullanmaya gitti, hadi Cumhuriyet kuralım, İstiklal Savaşı’nı kazanalım mı dediler. Hayır, şöyle: Atatürk’ün Amasya Genelgesinde söylediği gibi, “milletin istiklalini yine milletin azim ve kararlılığı kurtaracaktır”. Yani milletin, halkın hareketleri. Seçimlerden sonra, vatandaş olarak bir şeyler yapmazsak, desteklediğimiz parti dahi iktidara gelse bu antidemokratik düzen değişmez. ÇÜNKÜ BU DÜZENİ DEĞİŞTİRECEK OLAN ŞEY PARTİLER DEĞİLDİR, HALKTIR. Demokrasi, adaleti bu güzel kavramları getirebilecek olan şey A ve B partisi değil gizli halk ve kitlelerdir. Devletler, milliyetler, kültürler bunlar insanı oluşturmaz, insan bunları oluşturur.
2015 Temmuzunda, bilmiyorum hatırlıyor musunuz, Cerattepe birkaç doğa olayı olmuştur, orada bir Artvin’li bir teyze vardı, söylediği şey şuydu: “Devlet kim ben varsam devlet var, ben halkım” yani her türlü şekilde devleti, milliyeti ve kültürleri oluşturur. Devlet var diye, ya da kültürler var diye insan oluşmaz. İnsanlar var diye bunlar oluşur. İnsan ve insan hareketleri olmazsa ne demokrasiden bahsedebiliriz, ne de bu yolda harekete geçebiliriz, çalışabiliriz.
Şimdi bu konuda insanlar dedik halk dedik veya demokrasi isteğinden bahsettik. Demokratik haklarımızı belirlemeli, bunları fiiliyata döküp istemeliyiz, dedik. Peki, bunu nasıl yapacağız? Demokratik sisteme olan bir bireyse, ortak demokratik isteklerde buluşmuş kitleler ve bu kitlelerin faaliyetleridir, yani ortak demokratik hamleleri olan halklar ve bunların hareketleri bu fiilleri amaçladığımız fiillere götürebilir. İşte burada konuşmamızın ikinci başlığı olan sivil toplum örgütleri ve bunların demokrasiye giden süreçte önemini yapıyoruz. Sivil toplum kuruluşları burada karşımıza çıkıyor, her bir sivil toplum kuruluşu kendileri belirledikleri amaçları doğrultusunda çalışıyor ki, Türkiye’de eğitimden hayvan haklarına, doğa hareketlerinden kadın ve çocuk haklarına kadar uzanan çok geniş bir sivil toplum kuruluşu ıskalası var. Türkiye’de partiler üstü bu organizasyonlar ülkemizde ilericilik ve demokrasi adına büyük önem taşıyor. Niye özelliği ve partiler üstü olarak altını çiziyorum, hep bahsettiğim gibi bize demokrasiyi ve istediğimiz şu güzel şeyleri getirebilecek olan şeyler A ve B partisi değildir. Partileri de çünkü insanlar, insanların fikirleri ve hareketleri belirler. Bu yüzden bu sivil toplum kuruluşları partiler üstü sadece halk ve kitle olarak örgütlenmeleri bizi demokrasiye götürecek ana etmenlerden biridir.
Bu demokrasi siyasetten arınmış daha doğrusu siyasetin ahlaksızlıklarından arınmış gerçek çıkarsız bir demokrasidir. Bu demokrasiye biz ancak partiler üstü sivil toplum kuruluşları götürebilir. Tabi siyasi ahlaksızlıklardan arınmış derken siyasetten tamamen arınmış bir siyaset asla bahsedemeyiz. Bundan bahsetmek çünkü gerçeği asla yansıtmaz.
Her siyasiler sivil toplum kuruluşun amaçları doğrultusunda çalıştığı yolda gerici bir düzenleme yaparsa sivil toplum kuruluşu siyasallaşır ki bu olması gereken bir şeydir. Mesela kendi içinde bulunduğun ÇYDD den örnek vereyim, çağdaş eğitim için mücadele veren bir sivil toplum kuruluşu eğitim alanındaki her tülü gerici düzenlemeye müdahale etmeli, sesini çıkarmalı, tepkisini ortaya koymalıdır. Bu tepkiyi ortaya koymada bir kez daha müteselli kavramı karşımıza çıkıyor. Sivil toplum kuruluşları ne kadar kitleselleşirse o kadar güçlenir ve o kadar çok alana sahip olurlar, dokundukları insan sayısı o kadar artar.
İşte bu kitleselleşme bu mücadele çok hayati bir nokta. Paydaşları ile işleri güçlü, nerede ise Türkiye’nin her yerinde kurumsallaşmış, dokunduğu etki ettiği insan sayısı sivil toplum kuruluşu tepkisini üyesi olan ya da olmayan bütün insanlarda bu tepkiyi yeşertebilir, bunu büyütebilir. Ve aha demokrasi iste ne kadar çevreye yayılırsa Amacına ulaşmaya o kadar da yakınlaşır.
Konuşmamı tamamlarken, Tarık Zafer Tunaya’nın İstiklal Savaşı döneminde Anadolu’daki bir tahlilinden bahsedeceğim size. Zafer Tunaya İstiklal Savaşı döneminde Anadolu’daki direnişleri birer çoban ateşlerine benzetiyor. Bir tas suyla sönebilecek çoban ateşleri ve ekliyor, Atatürk bu çoban ateşlerini birleştirip bir yangın haline getirmiştir. İşte bu yangın Cumhuriyet’i kurmuş, İstiklal Savaşı’nı kazanmış ve bütün devrimleri yapmıştır. Demokrasiye, çağdaşlığa, ilericiliğe inanan tüm ssk lar birer çoban ateşidir. Bu sivil toplum kuruluşları birleşir bir yangın oluşturursa işte o zaman yarına giderken demokrasi adına, özgürlük adına ve tam bağımsızlık adına bu savaşı derinleştirebilir ve bu amacımıza ulaşabiliriz”.
Cevat Kulaksız
Yorum Gönder