Mart 2024
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

İranlı bir Türk olan Ülgen Tölge’nin Atatürk hakkındaki tespitleri
İçimizdeki Atatürk düşmanlarına inat, Dinci İran Devletinin bir insanı Atatürk’ü böyle tanımlıyor, anlatıyor:


Atatürk kimdir?


1- Atatürk üst insandı. Onu herkesle karşılaştırmak doğru olmaz kanımca.


Atatürk’ün vatan sevgisi basit bir ifade olur! Üst insanlarda vatan sevgisi çok farklıdır!


Başka şey olmalı: Vatan kuruculuğu...


Farklı düşünüyorum bu konuda.


Çünkü o zaman sevilecek vatan diye bir olgu yoktu.


Osmanlı’nın yok ettiği ümmetçi karanlık geçmişin harabeleri vardı.


Vatan sadece toprak yığınından oluşmuyor. Vatan, değerlerin zarfıdır.


Peki Atatürk zamanında hangi değerler vardı? Hiçbir değer...


Hiçlik vardı.


İnsan hiçliği nasıl sevebilir?


Atatürk sevilecek ve insanca değerlere zarf olacak bir vatan tesis etmek istedi.


Yüksek ölçüde de bunu başardı.


Çünkü üst insanlar, değerlerin kurucuları olurlar.


O değerlerle de vatan, madde olmaktan, toprak yığını olmaktan çıkarak manevi ölçütlerin yurduna dönüşür. Atatürk´ün kurduğu ve Anadolu´ya armağan ettiği değerlerin O´ndan önce var olduğuna dair hiçbir örnekle karşılaşmadım.


Nelerdi bu örnekler?


2- Cumhuriyet bir değerdir ve Atatürk öncesi yoktu.


3- Laiklik, sadece bir değer değildir, değerlerin üreme ve üretilme olanağıdır ve Atatürk öncesi yoktu.


4-Türkçe bir değerdir ve Atatürk öncesi yoktu. Özellikle benim için önemli olan budur.


Ben birkaç dil bilirim ve Türkçenin de birkaç lehçesini bilirim.


Atatürk öncesi Türkçe yoktu.


Felsefeye, fiziğe, tıbba, bütün bilim dallarına girmiş bulunan modern Türkçenin kurucusu Atatürk´tür.


Çağımızda eski Yunan felsefesinden modern Batı felsefesine denli bilgi kaynakları tercüme edilmişse, bunun nedeni Atatürk tarafından insanlık tarihine sunulan ve grameri belli olan Türkçedir.


5- Atatürk öncesi kadın yoktu.


Şeriat esiri ve seks makinası olan, evde oturması gereken, cihat için çocuk doğuran dişi nesne vardı.


Kadına insan onuru kazandıran, yazıp okuması için önündeki şeriat engellerini kaldıran, seçip seçilme hakkı kazandıran Atatürk olmuştur. Atatürk olmuştur ve başka kimse olmamıştır.


6- Atatürk öncesi tarih hafızası olan bir toplum yoktu.


Çünkü tarih bilgisi ve bilinci olan bir toplum yoktu.


10 yıl boyunca TDK başkanlığı yapmış olan felsefeci Macit Gökberk "Değişen dünya, değişen dil" kitabında "Ortaokulu Osmanlı döneminde bitirdim. Anadolu’da Selçuklu devletinin de olduğunu Ortaokulu bitirdikten sonra yabancı kaynaklardan öğrendim" diye yazar.


Yani Anadolu toplumunda tarih bilinci ve bilgisi yoktu.


Bu hafıza, bilinç ve bilginin yaratıcısı Atatürk’tür.


7- Türkler için (Sadece Türkiye Türkleri için değil) Atatürk´ten önce tarihin kendisi de yoktu. Üst insanlar kendilerinden itibaren başlayan tarihin yaratıcıları olmuyorlar. Daha önceki tarihin de kurtarıcıları, aydınlatıcıları oluyorlar. Bu açıdan Atatürk tarihin kurucusu, kurtarıcısı ve aydınlatıcısıdır.


8- Atatürk öncesi Arap töreleri Türk toplumunun beynini öylesine karanlığa gömmüştü ki, iğne deliği denli bir yer bile ışık sızması için kalmamıştı.


Atatürk büyük dinsel aydınlatıcı gibi Kuran’ı Türkçeye çevirttirerek 1000 yıllık katı ve delinmesi güç olan karanlıklara ışık sızdırtmaya çalıştı ve büyük ölçüde başarılı oldu.


Günümüzdeki Osmanlı karanlıklarına dönüşün macerası başkadır.


9- Atatürk´ten önce edebiyat yoktu, çünkü alfabe yoktu.


Arap alfabesi, sadece Türkçe'nin düşmanı değil, Arapçanın ve Farsçanın da düşmanı. Arap harflerinin beyinleri körleştirme sürecini durduran Atatürk olmuştur ve başkası değildir.


Atatürk öncesinde 1000 yıl boyunca Ebu Reyhan El Biruni gibi bilgeler bu alfabeden Orta Doğu’yu kurtaracak kurtarıcı üst insan aramışlardı.


O kurtarıcı Atatürk kişiliğiyle ortaya çıkmıştır.


10- Atatürk öncesi musiki yoktu.


Osmanlı sarayının saçma ve karmaşık dildeki aruz edebiyatı musiki için asla yatkın değildi ve beyinlere uyuşturucu etkisi bırakmaktaydı. Konservatuarların kurucusu ve eski karanlıklara gömülmüş toplumun estetik zevk algısını aydınlatan Atatürk olmuştur.


11- “Atatürk’ten önce, Tanzimat’tan başlayarak Batılılaşma süreci vardı ve bu süreç Atatürk’ü yetiştirdi" savını kabul edemiyorum.


Çünkü böyle olsaydı, o zaman Atatürk gibi bir önder Batının kendisinde yetişmeliydi?


Ama yetişmedi.


18. YY itibarı ile Rusya’da büyük aydınlanma süreci başladı.


Rusya aydınlanma ve intelenjiyası 19. yüzyılda bütün dünyayı etkisi altına aldı.


Tanzimat’tan sonra Osmanlı'da Dostoyevski, Tolstoy, Turgenyev, .... Gibi dâhiler mi yetişti? Yok.


O zaman neden Rusya intelejensiyası Atatürk gibi bir önder değil, Lenin gibi bir terörist yetiştirdi?


Evet, Lenin teröristti ve Çar saltanatını mensuplarının hepsini toptan teröre uğratarak katletti.


Atatürk de Osmanlı hanedanını toptan katledemez miydi?


Ama etmedi.


Hz. Muhammed’in "Yeryüzünde İslam egemen olana dek savaşın!" sözlerine benzer Lenin de "Yer yüzünde işçiler azat olana dek savaşın ve proleter diktatörlüğünü kurun!" dedi.


Ama Atatürk ne Arap ne de Lenin saçmalıklarına aldırış etti.


Bu saldırgan zihniyetlere karşı "Yurtta barış dünyada barış" söylemini ortaya koydu. Tarihte böylesine bir devlet adamıyla karşılaşmadım ve neler neler...


12- Özetle: Atatürk öncesi yokluk vardı, en önemli ve kıymetli insani ve evrensel değerler yoktu!


ATATÜRK, sadece Türkiye’ye değil, dünyaya eşsiz bir armağandır...


Alıntıdır, aktaran Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com

“İstikbal marşı”
Aşağıda Cem Yılmaz’ın yazdığı söylenilen, İstiklal Marşımıza nazire olarak yazılan “İstikbal Marşı” başlıklı, siyasi, ekonomik sıkıntıları da harmanlayan bir şiir internette dolaşıp duruyor. Cem Yılmaz diyor “ben yazmadım”. Bunu yazan da iktidarın “hakaret” bombardımanından korktuğu için toplum olarak mizah, fikir ve ifade özgürlüğü sindirildiği için sahibi ortaya çıkmıyor.  Yazan kişi de “ben yazdım” diyemiyor ortaya çıkmıyor korkuyor olmalı, sanki ülkede baskıcı Abdülhamid’in istibdat idaresi varmış adam taşlamalı şiir yazıyor korkusundan meydana çıkmıyor. Oysa bizler Nasrettin Hocaların, İncili Çavuşların torunlarıyız, onlar zamanında devrin hükümdarları nasıl hoşgörülü olmuşsa, bizler de toplum olarak, yönetici olarak daha bir hoşgörülü olmalıyız. Böylece yaratıcı insanların ufkunu açmış oluruz. Unutmayalım ki bilim ve sanat özgür düşüncenin ortamında gelişir, yaratıcılık artar. Her ne hal ise, vatandaşımız İstiklal Marşımız üzerinden nazire yapar gibi bir taşlama eleştiri şiir yazmış, bize düşen de tebessüm ederek hoş gören bir algı ile onu okumaktır.   


Bu şiir aşağıdaki gibi, bir de siz okuyun ve kendiniz yorumlayın:

“İstikbal marşı”

“Bakma, dönmez şafak vakti yurttan kaçan o alçak!

Dönmeyip Amerika'da, arlanmaksızın yaşayacak!

O benim milletimin hırsızıdır, yurdu soyacak,

Hortumladıkları benimdir, milletimindir ancak!


Çalma, kurban olayım hepsini ey hırslı çakal!

Gariban halkıma da bir pul bırakacak kadar al!

Olmaz sana götürdüğün paralar sonra helal,

Hakkını vermezsen burdaki ortakların behemehal!


Ben ezelden beri aç yaşadım, aç yaşarım!

Hangi hükümet beni kurtaracakmış, şaşarım!

Kurumuş musluk gibiyim ne akar ne taşarım!

Yırtsam da bir tarafımı, hiç görülmez başarım!


Mali krizler, yoluna örmüşse çelikten bir duvar,

Benim ..çeyiz, ..cağız diyen bir hükümetim var!

Bağırsın korkma, nasıl işimize burnunu sokar?

'Avrupa Birliği' denen tek dişi kalmış canavar!


Arkadaş, Meclis'e namusuyla çalışanları uğratma sakın!

İşe aldıracakların, olsun hep sana yakın!

Gelecektir, cezanı vereceği günler Hakkın,

Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın!


Yaktığın yerleri 'orman' diyerek geçme, tanı!

Çalışanı işten at, doldur kadroya yatanı!

Gözleri açık yatır seni kurtaran atanı,

Satılmadık o kaldı, durma satıver şu vatanı!


Sermaye mutlu olsun, olsa da çevre feda!

Semizlettin Apo'yu, mezarında dönsün şüheda!

Uydurma kanunlarla Meclis'ten getirin seda!

On bin Yıllık tarihe, yurdum ederken veda!


Cümlenizin bu yurdu yok etmek mi emeli?

Yediğiniz herzelere başka ne demeli!

Oyuverin altını iyice sallansın temeli,

Yurdumun ki, sonunda vatandaş kükremeli!


O zaman durur belki gözümden akan yaşım,

O zaman doğrulur belim, yukarı kalkar başım,

O zaman boşa gitmez yıllar süren uğraşım!

Hesabını verip de gittiğiniz gün kardaşım,


Dalgalanın dolar gibi sizde şimdi ey suçlular!

Olsun artık soyguncuya vurulacak bir yular,

Ebediyen, öyle yok hesapsız bir iktidar!

Hakkıdır 'garip yaşamış vatandaşın da gülmek,

Hakkıdır ezilmiş milletimin, aydınlık bir İstikbal!


“Cem Yılmaz yazdı” diye dolaşıyor.  Sezen Aksu, Tarkan derken sanatçılar korkularından ima yoluyla, “kızım sana diyorum gelinim sen anla” kabilinden eleştiri mi yapmak istiyorlar. Her neyse okuyup gülümseyin yeter, eleştirinin taşlamanın kime yönlendirildiğini içinizden siz yorumlayın. 

Bu ileti Avrupa’da tıklanma rekorları kırmış. Ben de size aktarmak istedim.

Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com

Herkes Aklını Başına Toplamak Mecburiyetindedir
Yazımın başlığı; ”Herkes Aklını Başına Toplamalıdır” da olabilirdi. 


Ancak, bilinçli olarak, yazı başlığını “HERKES AKLINI BAŞINA TOPLAMAK MECBURİYETİNDEDİR” şeklinde belirledik. 


Evet, seçmenin;  aklını başına toplayarak,  artık ülkemiz için beka sorunu haline gelen, kindara geldikleri 22 sene önceki halimizi dahi aratır hale getiren, çözeceğim dediği tüm sorunların bizzat yaratıcısı AKP ve Cumhur İttifakı iktidarından kurtulmamız için önemli bir dönemeç olacak olan 31 Mart seçimlerinde,  AKP ve Cumhur İttifakı adaylarına asla oy vermemeleri,  artık bir mecburiyet haline gelmiştir. 


ERDOĞAN'a sempati duyabilirsiniz,  hala onun partisinin adaylarına oy vermeyi gönlünüzden geçiriyor olabilirsiniz, ancak büyük vebal altına girersiniz, bu iktidarın ekonomi ve özgürlükler alanında ezdiği en başta emekliler olmak üzere halkımızın çoğunluğuna karşı büyük günah işlemiş olursunuz. 


31 Mart seçimlerinin telafisi yoktur. Dört sene boyunca bir daha seçim yok. 31 Mart seçimlerinde AKP ve Cumhur İttifakının adaylarına oy verecek olursanız, bu oylarınızın her biri,   ERDOĞAN'a güven oyu ve onun ülkeye zarar veren tüm icraatlarını onaylama anlamına gelecek ve ERDOĞAN; halkım benim icraatlarını onayladı,  aynı şekilde yola devam demeye ve halkımızı ezmeye davam demeye hak kazanacaktır. Kendinizi düşünmüyorsanız diğer insanlarımızı düşününüz  ve ERDOĞAN'a oy vermemeye mecbur hissediniz kendinizi. Aksi halde kul hakkı yemiş olacaksınız, ülkemize ve insanlarımıza büyük kötülük yapmış olacaksınız. 


31 Mart seçimlerinde,  kendilerini ERDOĞN'a ve onun adaylarına oy vermeme mecburiyetinde hissetmesi gerekenlerin başında da emekliler ve aileleri gelmektedir. 


Evet, 31 Mart seçimleri iktidara hesap sormak için en yakın ve tek şansınız. Bu işi sonrasına bırakırsanız, dört sene beklemek zorunda kalacaksınız. 


Bir düşünün, aklınızı başınıza devşirin, şurada seçime bir hafta kalmış, anketler aleyhinde olduğu halde ERDOĞAN Nuh diyor Peygamber demiyor ve emeklilerin çığlıklarına gözlerini ve kulaklarını kapatıyor, dar gelirlilerin ve emeklinin geçim ve yaşam derdine çare olabilecek en küçük bir girişimde bulunmuyor. 


Bir hafta kalmış ve anketlere göre bir seçim yenilgisinin nefesini ensesinde hissetmiş olan, buna rağmen, kapıya dayanmış 31 Mart seçimleri için dahi kılını kıpırdatmayan ERDOĞAN'ın; 31 Mart seçimlerini,  en başta emekliler olmak üzere, ezilen halkın oylarıyla başarıyla atlatması ve yeniden güven oyu alması halinde, 1 Nisan'dan sonra ezilen halkın, emekli ve çalışanların yüzlerine dahi bakmayacağını ve bunda da yerden göğe kadar haklı olacağını,  aklınızdan çıkarmayınız. 


Bu nedenle, 31 Mart’ta oy vermeden önce, sorgulayın ve iyi düşünün lütfen,  ERDOĞAN'a vereceğiniz oylarınızla bindiğiniz dalı kesmeyiniz, kendiniz bir yana,  diğer masum ihsanların da ezilmelerine ortak olmayınız.


25/03/2024 

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

İşgal yıllarında bir Ermeni suikastı
Yıl 1921 İstanbul ve vatanın birçok yeri işgal altındadır. İşgalci askerlerle birlikte yerli Rum, Ermeni azınlıklar halkı aşağılayan, dışlayan davranışlar içindedirler. İşte bu koşullarda 1921 Temmuz ayı sıcağında akşamın geç saatlerine doğru İstanbul’da biri kadın iki erkek üç kişi Tepebaşında Pera Palas oteline doğru sohbet ederek yürüyorlar.

Böylece yürürlerken elleri ceketinin ceplerinde, köşeli şapkasını gözlerine kadar indirmiş zayıf ve cılız bir gölge kendilerini takip ediyordu. Öndeki üç kişi tatlı bir sohbetle sanki mutlu bir yaşantılarını sürdürüyorlarmış gibi gülüşe gülüşe, yavaş yavaş kaldırımda ilerledikleri sırada, şapkasını gözlerine kadar indirmiş olan bilinmeyen kişi, gözlerini sabit bir nokta gibi bu gruba saplamış, avını takip eden bir avcıyı andırıyordu.

Bir kadınla iki erkek Pera Palas otelinin köşeyi dönerken, onları takip etmekte olan bilinmeyen kişi, hızlı adımlar atarak bu üç kişilik gruba yaklaştı, belinden çıkardığı kocaman bir tabanca ile gruptan bir erkeğe doğrultarak ateş etmeye başladı. Bu ani birkaç el ateşten sonra gruptan bir kişi vurulup yere düştü. Yakınlardaki polis düdükleri, çığırışlar artmaya ve yaklaşmaya başlarken, kadın kenarda dehşetle olayı seyrederken, iki erkek boğuşmaya başladılar. Birkaç el daha silah atışından sonra süngülü devriyeler ve polisler iyice yaklaştılar, yere düşen yaralanan kişi kaldırımı tırmalayıp can çekişirken eli silahlı kişi koşarak kaçıp oradan uzaklaştı.

İşgal yıllarında bir Ermeni suikastı

İstanbul’da işgalciler Türk gazetecilerini mahkeme salonuna almıyorlardı

Bu suikastla Ermeni fedaisi Misak Torlakyan, Azerbaycan Cumhuriyetinin sabık İçişleri Bakanı ve Güney Kafkas Sovyetleri dış ticaret vekili Behbud Han Cevanşir’i öldürmüştü. 

 Tüm İslam dünyası halifesinin ve Osmanlının başkenti idi güya; “işgal yıllarında öz vatanında halkın boynu bükük bir yetimden farkı yoktu”. İşgalciler tarafından halk öylesine hakir görülüyor, öylesine dışlanıyordu ki sokaklarda Ermeni fedaileri İstanbul sokaklarında insan avlıyorlar, yalnız giden kadınlara saldırıyorlar, peçelerini yırtıyorlardı. Işgalci devriyeler sokaklarda tek geçen yerli Türk halkını çevirip, “zito (yaşa) Venizelos” vb şeklinde bağırttırıyorlardı. 

Gelelim, Ermeni fedaisi Torlakyan’ın, Behbud Han Cevahir’i şehit ettikten sonra yakalanıp yargılandığı mahkemeye. Olayı Ermeni ve Rum gazeteleri yazabiliyorlar, lakin Türk gazetecileri yargılamanın yapıldığı Harbiye Mektebindeki İngiliz Divan-ı Harbine kabul edilmiyorlardı. Bu nedenledir ki bütün İstanbul halkını yakından ilgilendiren yargılama sürecini ancak Ermenice, Rumca gazetelerden tercüme şeklinde ve bir gün sonra gazetelerine yazabiliyorlardı. İşgalcilerin sansürü de gazetelere göz açtırmıyor, yerli Türk gazeteleri sık sık kapatılıyordu. Bu ve nice örnekler İstanbul Türk halkının işgalciler tarafından ne kadar hor görüldüğünü gösteriyor.

İstanbul’da Ermeni fedaisi Torlakyan’ın Azerbaycan’lı Behbud Han’ı suikastla öldürmesi Babıali basınında çalkalanıyordu.  O zamanın İttihatçı milliyetçi gazetelerinden İleri Gazetesinin bir muhabirini, İngilizce olarak duruşmaların yapıldığı salonunda yargılamayı takip için gönderirler. Fakat kapıda bekleyen iki süngülü İngiliz nöbetçi Türk muhabiri içeri almaz. Yargılamaları Ermeni, Rum, ecnebi muhabirlerin izlemesine izin verilirken, Türk gazetecileri mahkeme salonuna girmesini yasaklamışlar. İçeri alınmayan Türk muhabir şaşırır, sinirlenir, ne yapacağını bilemez. Hemen aklına bir kurnazlık gelir, civardaki matbaaların birine sahte bir kartvizit bastırır, kartvizitte sanki Avrupalı bir gazeteci imiş gibi şöyle yazdırır:

Georges Polesku

Adverul Gazetesinin İstanbul Muhabiri

İşgal yıllarında bir Ermeni suikastı

Fesini çıkarıp biraz kılık değiştiren muhabir bu sahte kartviziti mahkeme kapısındaki süngülü İngiliz nöbetçilere gösterir, çavuşlarına danışma bir iki kontrolden sonra muhabiri içeri alırlar. İleri gazetesinin bütün sayfalarında cinayet suikast haberleri tüm ayrıntıları ile çıkınca basında bir şaşkınlık olur. İleri gazetesinin muhabiri böylece Torlakyan davasını sonun kadar takip eder. Divan-ı Harp bir sürü tanık dinledikten sonra, sonunda 1921 yılı Ekim ayının 21’inde çıkan İstanbul gazeteleri Azerbaycanlı Behbud Han Cevaşir’in katili Ermeni fedai Misak Torlakyan hakkında İngiliz Divan’ı Harbince verilmiş olan şu acayip kararı İstanbul halkına bildiriliyordu.

“İstanbul. (Türkiye, Havas, Reuter)-Torlakyan hakkındaki hüküm bugün ilan edilmiştir. Suçlanan katil fiilinden dolayı suçluluğu tasdik edilmişse de mahkeme basit şuuru bozuk ve bundan dolayı gayrimesul sayılmıştır (Mesul sayılmamış)”.  

İşgal yıllarında bir Ermeni suikastı

Birkaç gün sonra da gazeteler tahliye edildikten sonra Ermeni Patrikhanesine teslim edilmiş olan katil fedai Torlakyan’ın bir Yunan vapuruna binerek Pire’ye getirmek üzere İstanbul’dan uzaklaşmış olduğunu kaydettiler…

Görüldüğü gibi işgal kuvvetlerinin mahkemesi bile, suçu sabit görülmüş katil Ermeni’yi suçtan mesul saymıyor. Aynı şekilde 15 Mart 1921 de Berlin’de yine bir Ermeni fedai Sogomon Tehliryan tarafından katledilen Talat Paşa davasında katil Ermeni böyle bir uyduruk kararla salıverilmişti.

Şimdi burada bir nokta koyalım, Fesli Deli Kadir’ın “keşke Yunanlılar kazansaydı” dediği gibi olsaydı, (Tanrı korusun) işte böyle kıytırık kararlar verip bizi her şeyde, her konuda dışlayacak aşağılayacaklardı. 

Kaynak: Mütareke Yıllarında İstanbul. Ahmed Cemalettin Saraçoğlu 2009 sf 271-276

Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com

Erdoğan adına üzülüyorum !...
Evet, ERDOĞAN adına çok üzülüyorum.


Neden mi?


Ülkemizde yaşayan bazı kişi ve çevreler; ERDOĞAN'ın izni, onayı,rızası ve talimatı olmadan  bu ülkede bir yaprağın dahi kımıldayamayacağını, Güneş'in dahi doğarak sabahın olamayacağını, iyisiyle kötüsüyle her şeyin ERDOĞAN'ın bilgisi dahilinde gereçekleşeceğini, ülkenin tek hakiminin ERDOĞAN olduğunu, bir türlü anlamak, EROĞAN'ın tek başına mutlak gücünü ve kudretini kabul etmek istemiyorlar.


Bu durum tek adam ERDOĞAN adına çok üzücü ve onur kırıcı doğrusu!


Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde; yasama, yürütme ve yargının, tüm devlet yetkisinin hiçbir yasa ve anayasa kuralına tabi olmaksızın, tek başına ERDOĞAN' da toplandığını, bir türlü kabul etmek istemiyorlar!


Genellikle hafta başlarında toplanan ve alacağı kararlar, hacı bekler gibi, merakla beklenen, kendisine kabine denilen kurulun, Saray'da ERDOĞAN başkanlığında toplandığını, kabine içinde yer alan ve kendilerine bakan denilen memurların, kabinede alınan kendi bakanlıklarıyla ilgili kararları tek başlarına açıklama ve bu kararları ERDOĞAN'ın talimatı olmaksızın uygulamaya yetkilerinin olmadığını, her bakanın; yaptığı icraatı kamuoyuyla paylaşırken, besmele çeker gibi, söze başlamadan önce, Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatıyla cümlesini kurmadan, tek bir açıklama dahi yapamadıklarını, görevlerinden istifa etmek isteyen bakanların ve devlet kurumlarının başındaki üst düzey yöneticilerin, istifa özgürlüklerinin bulunmadığını, ERDOĞAN'ın atadığı makam ve  koltuklarından, ancak ve ancak, ERDOĞAN'ın affıyla ayrılabildiklerini, Diyanet İşleri Başkanının; özel dini ve milli günlerdeki hutbelerinde, tek başına, ATATÜRK'ün adını anmama ve ona hayır duasında bulunmama gibi bir yetki ve inisiyatifinin, ERDOĞAN'ın bilgisi ve onayı olmaksızın ATATÜRK'ü yok sayma ve görmezlikten gelme lüksünün bulunmadığını, devlet memuru olan ve devletten maaş alan ATATÜRK düşmanı bazı din adamlarının, ATATÜRK'e dil uzatmalarına ve hakaret etmelerine rağmen, ERDOĞAN'IN onayı olmadan bu suç işleyen din adamları hakkında gerekli soruşturmaların yapılmayarak, hoşgörüyle geçiştirilemeyeceğini, lafın kısası, ERDOĞAN'ın; bu ülkede yapılan ve yapılmayan iyi veya kötü tüm icraatlarda tek söz sahibi olduğunu bilmeyen,ERDOĞAN'ın tek başına mutlak gücünü inkar eden kişiler var hala bu ülkede. 


Eski İstanbul Valisi İçişleri Bakanı Ali YERLİKAYA'nın; göreve geldikten sonra, eski bakan Süleyman SOYLU'nun aksine, suç örgütlerinin lider ve kadrolarıyla makamında veya başka bir yerde poz vererek albüm yapmayarak, suç örgütleriyle mücadeleye girişmesi, suç örgütlerine karşı operasyon üstüne operasyonlar yaparak aslında görevini yapıyor olması, bu operasyonları ERDOĞAN'ın muhalefetine ve karşı çıkmasına rağmen, bağımsız  ve tarafsız bir şekilde yapıyormuş gibi, bazı kişi ve  çevrelerce göklere çıkarıldığına, İçişleri Bakanı hakkında methiyeler düzüldüğüne tanık oluyorduk.


Farz ediliyordu ki; bürokrasiden gelen devlet terbiyesi alan Ali YERLİKAYA, kabine içinde, tek başına kabine, ERDOĞAN'ın talimatı dışına çıkabilen ve ERDOĞAN'a rağmen tarafsız ve bağımsız bir şekilde görevini yapan asi çocuk.


ERDOĞAN'ın mutlak otoritesi ve yetkisi yok sayılarak, böyle farz edildiği ve gözlerde çok büyütüldüğü için, İçişleri Bakanı Ali YERLİKAYA'nın seçim meydanlarına çıkarak İstanbul AKP Büyük Şehir Belediye Başkanı adayı Murat KURUM için seçmenden oy istemesi, gerçekleri göremeyen bazı kişi ve kesimleri hayal kırıklığına uğrattı ve SEZAR'ın;”sen de mi Brütüs” sözlerini akla getirdi, o çevrelerce.


Aslında Ali YERLİKAYA'nın da diğer bakanlardan yok bir farkı. Göklere çıkarılan Ali YERLİKAYA da dahil, Kabine’nin tüm bakanları, ERDOĞAN tarafından atanan ve onun izni ve affı olmadan istifa edemeyen ve onun mutlak talimatlarıyla ve büyük bir sadakatle görev yapan, ERDOĞAN kabinesinin memurlarıdır ve bunda şaşılacak bir durum da yoktur.


22/03/2024

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Mustafa Kemal’i kıskanan Enver Paşa

Mustafa Kemal’in ilk fotoğrafı gazeteye ne zaman çıktı
“Mütareke yıllarında İstanbul” adlı kitabı okuyorum; işgal yıllarına ait ilginç detaylara rastladım. Bu kitabı okurken orada Çanakkale Savaşında Mustafa Kemal’in kahramanlığını anlatan yazıda Mustafa Kemal’in gazeteye ilk fotoğrafının nasıl çıktığını, onu kıskanan Enver Paşa’nın bunu nasıl engellemeye çalıştığını görünce bunu okuyucuyla paylaşmak istedim.

Aradan yüz yıldan fazla bir zaman geçmesine karşın, günümüzdeki gerici AKP-RTE iktidarı M. Kemal Atatürk’ü nasıl kıskanıp dışlıyorsa (ne ki, nasıl “ayyaş” diyerek ona düşmanlık duygularını dışa vuruyorsa), yüz küsur yıl önceki biraz geri kafalı Enver Paşa da Mustafa Kemal’in başarılarını kıskanıyormuş. Bu yazımızda örnekler ve kaynaklarıyla Enver Paşa’nın Mustafa Kemal’i nasıl kıskandığını aktarmaya çalışacağız. 

İki gün önce 18 Mart’ta Çanakkale Savaşlarının ve şehitlerin 109. Yıldönümünü andık. İşte o savaşlar sırasında 19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal’in Arıburnu’nda Anzaklara karşı ani çıkışla başarısını o devrin Tasvir-i Efkâr gazetesi fotoğraflı olarak yayınlamak ister.  

1914 Birinci Dünya savaşının başlangıcında ihtiyatta bulunan 19. Tümen komutanı Mustafa Kemal, Boğaz Müstahkem Mevki komutanı Cevat Paşa’dan emir almadan karaya çıkan düşmana saldırmış “Anzak”lar denilen Avustralyalı, Yeni Zelandalı düşman birliklerini Arıburnu mıntıkasında geri püskürtmüştü.

 

Mustafa Kemal’in ilk fotoğrafı gazeteye ne zaman çıktı
Zamanın Tasvir-i Efkâr gazetesi bu başarıyı gazetede resimli haritalı olarak yayınlamak için sayfalarına haritayı onun iki yanına iki yuvarlak koyup birinci yuvarlağın içine Cevat Paşa’yı, ikinci yuvarlağa Mustafa Kemal’in resmini koyarlar. Askeri sansür subayı Mustafa Kemal’in resmini yuvarlaktan çıkarır. Bunu isteyen de Harbiye Nazırı ve Başkumandan vekili meşhur Enver Paşa Mustafa Kemal’den hoşlanmıyor, onu kıskanıyormuş.

Fakat gazete yöneticileri telefonla değişik birimleri arayarak sansürün kaldırılmasını isterler. Aşağı yukarı telefon ederken, sansür memuruna “izin aldık” deyip onay mührünü sansür memuruna bastırırlar. Enver Paşa’nın emri ile sansürlenen Mustafa Kemal’in resmi gazetede ilk kez olarak   yayınlanınca, bunu gören Enver Paşa “küplere binmiş”, önce sansür subayını üç gün hapsederler, gazetede çalışanları da hemen cepheye gönderme tehdidinde bulunup müthiş haşlarlar, resmi yayınlayan Tasvir-i Efkâr gazetesini de on gün kapatırlar. 

Enver Paşa ve partizanları kendisi ile Anafartalar üzerine yapılan bir konuşma, fotoğrafla birlikte Harp Mecmuasında basılacağı sırada, Enver Paşa, dergi baskısını durdurarak, Mustafa Kemalin resmini çıkartıp, yerine Alman Komutan Liman Von Sanders’in fotoğrafını koydurmuştur. (Otto Von Sanders 1855-1929) Çünkü ona göre, Mustafa Kemal, “Sarıkamış bozgununun manevi yükü altında kıvranan Enver’i gölgede bırakmamalı idi” …

Enver Paşa Mustafa Kemal farkı

Mustafa Kemal’in ilk fotoğrafı gazeteye ne zaman çıktı
Ama ortada herkesin gördüğü, tanık olduğu Mustafa Kemal ve Enver Paşa arasında belirgin özellikler vardı: Enver Paşa uçuk, Mustafa Kemal gerçekçidir. Enver Paşa saldırgan, Mustafa Kemal savunmacıdır. Enver Paşa çağ dışı, Mustafa Kemal çağdaştır. Enver Paşa, elleriyle batırdığı imparatorluğun içler acısı durumuna bakmadan yeni bir imparatorluk kurma düşleri besleyecek kadar hayalci, Mustafa Kemal, bu enkazdan milli bir devlet çıkarmayı planlayacak kadar akılcıdır. Enver Paşa emperyalizme (Almanlara) sonuna kadar teslimiyetçilik içinde iken, Mustafa Kemal, “istiklal-i tam” demektir. Adeta Enver’in kişisel hırsları devlet çıkarından öndedir.

Enver Paşa, Mustafa Kemal’i öylesine kıskanıyordu ki, Doğu’da Ruslara karşı başarı kazanıp, Kafkasya ve Türkistan’ı kurtarmak ve böylece Mustafa Kemal’in başarılarını gölgelemek, onu geçmek istiyordu.

Yeterli giysi ve mühimmata sahip olmayan Üçüncü ordunun üç kolordusu (9, 10, 11. Kolordular), 24 Aralık 1914 günü -39 derece soğukta Ruslara taarruza geçti. 150 000 kişilik ordunun 90 000’i (veya 60 000’i) donma, dizanteri ve tifo gibi hastalıklarla mahvoldu. Sarıkamış İstasyonuna giren Enver Paşa, bu felaket karşısında, Üçüncü Orduyu yüzüstü bırakıp, İstanbul’a döndü. İşte Enver Paşa’nın zamansız ve ucuz zaferi böylece felaketle sonuçlanırken, Ruslar Erzurum’a doğru ilerlediler.

Birinci Dünya Harbinde bozgunlar üzerine, Enver Paşa halk arasındaki cahil insanların dedikodularını durdurmak için, kadın tavizine girişir. Tarihimizdeki tespitlere göre, deprem, yangın, savaş, bozgun-yenilgileri, bazı cahil ve yobaz insanlar, bu felaketlerin dinsizlikten, ahlaksızlıktan geldiğini yorumlarlar, telafisi için de ülkenin aydın insanlarına ve “açık saçık gezen kadınlara” yüklerlerdi. Özellikle Osmanlının işgal ve yıkılış yıllarında “alaylı subaylara”, kadınlara saldırılırdı.

Çarşafların ayakların hangi noktasına kadar ineceğini tespit etmek için bir komisyon bile kurdurmuştur. Yine bir polis müdürü, otellerin birinde karı kocanın birlikte oturduklarını duyunca, bizzat otele giderek kadını sokağa atmıştır.

Mustafa Kemal’in ilk fotoğrafı gazeteye ne zaman çıktı
Çanakkale Cephesinde dövüşen büyük rütbeli bir subayın, anaları Alman olan kızları, bir gün Alman davetlileri ile birlikte buluşmuşlar. (Zaten cephenin başkomutanı Alman’dı, Liman Von Sanders). Türk Kadını bu davette bulundu diye, Bağnaz Enver Paşa bunu duyar duymaz, cephede savaşan subay babayı hemen emekliye ayırmıştır, oysa cephede zabit (subay) sıkıntısı çekilmekte idi. O aileden bir hanımla evli olan bir levazım memurunun da görevine son verdirmiştir.

Enver Paşa, kaprisli ve kıskanç olduğu için, hemen ucuz başarı peşinde idi. Çetin kış şartlarını, ordunun durumunu hesaplamadan, Arap Çöl ve sıcağından yaz kıyafeti ile gelen ordu birliklerini, Sarıkamış’ta, ani bir baskınla Rusları yenmek dışarı atmak ve de ün kazanmak peşinde idi. Sonuç facia ile sonuçlanınca, durumu halktan gizlendiyse de facia belli idi, on binlerce asker çarpışmadan cephede donarak can vermişti. Hayal ve ihtiras peşinde olan Enver Paşa, bu sefer Türkistan’ı kurtarma yoluyla ün kazanmaya çalıştı ise de orada vurularak öldürüldü.

Kurtuluş Savaşımızın devam ettiği, Başkomutanlık Meydan Muharebesinin hazırlık yapıldığı günlerinde 4 Ağustos 1922′de Kurban Bayramı sırasında Tacikistan’da, Belçivan yakınlarında Agop Melkovian komutasındaki Bolşevik Ruslara karşı yapılan bir çarpışmada, üzerine düşen havan topuyla öldü ve Çeğen köyüne gömüldü. Naaşı 1996 da Türkiye’ye getirilerek Abide-i Hürriyet Mezarlığına Talat Paşa’nın yanına gömüldü.

Kaynak: 

1- Mütareke Yıllarında İstanbul Ahmed Cemalettin Saraçoğlu 2009 sf. 197-200

2- Çankaya. Falih Rıfkı Atay Sf:100–124

3- Ustura Dergisi (Günaydın Gazetesinin ilavesi). Cilt:1 sf:7 

Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com

Alevi çocuklarını dışlayan öğretmen
Bir gün telefonuma Alevi çocuklarının okulda dışlandığına ilişkin bir video düştü. Bilgisayarımda bulunan, kim olduğunu anımsayamadığım, sanırım milletvekili idi, heyecanlı bir hatip mikrofonun karşısında alkışlar arasında konuşurken bir okulda bazı öğrencilerin Alevi çocukları olduğu için “piç” benzetmesi ile dışlandığını, aşağılandığını anlatan şu konuşmayı yapıyordu:

“Milli Eğitim Bakanı aramızda yok, dinlemiyor şimdi bizi. Bursa’da şöyle bir şey yaşanıyor ibretlik bir olay yaşanıyor. Parti grupları bunu ciddiye almıyor bunu söyleyeyim. 

Bursa’da Hürriyet Anadolu lisesinde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni Mehtap Cengiz adlı bir kadın diyor ki, Alevilere yönelik, buradaki Alevi öğrencilere yönelik. “Bunların çoğu ailesi babası kimlere ait olduğu belli değil”, diyor bunu söylüyor. Ve sonra bu Mehtap Cengiz şikâyet ediliyor, şöyle bir şikâyet dilekçesi yazıyor, yazdığı cevap dilekçesi şu: 

“Ben Alevilerin gittiği yolun yanlış olduğunu düşünüyorum, çoğu Alevi çocuğu kimden olduğu belli değildir, çoğu Alevilerin ahlak yasası açısından bozukları olduğunu bilhassa kız öğrencilerin ders arasında konuşmasını silah olarak kabul edilmesini istiyorum” diyor, dilekçeye yazıyor veriyor. 

Bu öğretmen nerede şu anda? Bu öğretmen hakkında sadece bir soruşturma açıldı ve başka bir okula verilerek görevine devam ediyor. Yine ayırımcılığa, kin kusmaya, zehirlemeye bu sapkın inancını sapkın düşüncesini bizim üzerimizden uygulamaya devam ediyor. Bu meczubu ne zaman görevden alacaksınız, bu meczubu ne zaman öğretmenlikten men edeceksiniz. Sadece soruşturma açıp sadece okul değiştirerek bu göreve devam etmesine müsaade mi edeceksiniz, bunu yaptığınız zaman demokrat mı oluyorsunuz; sizin sakal bırakma özgürlüğünüz başınız örtme özgürlüğünüz olunca Türkiye özgür mü oldu? 

Bu Alevi çocukları bu psikolojiyi yaşatmaya hakkınız var mı sizin? Bu iftiraları rahatlıkla atabiliyorlar, atıyorlar ama görevden uzaklaştırmıyorlar. Bakın pozitif tarihe geçti sayın bakan, bu sıkıntı yaşanıyor, siz buraya bakın, bunu engelleyin, bunu durdurun. Parti gruplarını da dikkate davet ediyorum. Bu kadının görevden alınması için uğraş verilmesini istiyorum, bütün Alevi tolumu adına”.

Ben öğretmen bir kişi olarak bu bayanın Alevi çocukları için söyledikleri karşısında dehşete kapıldım. Ayırımcılık bir yana, bu kadın hiç öğretmen formasyonu almamış bir kişi gibi konuşuyor. Öğretmen olarak karşımızdaki öğrencinin-çocuğun hangi dinden hangi mezhepten olursa olsun, o öğrencilerin hepsine aynı şefkati göstermemiz gerekirdi. Öğretmen çocuk nazarında örnek yüce bir kişidir. Bu sözleri öğretmeninden duyan Alevi çocuğunun ruh halini düşünün, nasıl bir travma altında kalır. Bu bayan öğretmen, hümanist bir düşünce ile bütün din ve mezheplerin dostluğunu kardeşliğini vurgulamalı idi.  

Bu öğretmen bu söylemi ile ayrıca Alevileri dışlıyor, vatandaşlar arasındaki kin ve düşmanlığı artırmaya da neden oluyor. Bu şekildeki söylemler arttıkça, Alevilere karşı kin ve düşmanlığı artırarak ülke huzurunu bozmaya da neden olmaktadır. Bu bayan bu düşüncesi ile asla öğretmen olmamalıdır. 

Böylesine konuşmalar arttıkça dalga dalga yurt geneline yayılarak Aleviler aleyhinde dışlama yanında Allah korusun saldırılara da neden olacak bir ortama neden olmaktadır. Osmanlı da böylesine Alevileri dışlardı. Ne ki daha yakın zamanda Sivas’ta, Kahramanmaraş’ta böylesine saldırı e katliamlar oluşmadı mı? Yüzyıllar boyunca Alevi katliamlarını bir düşünün.

Alevi çocuklarını dışlayan öğretmen

Alevi çocuğu polis sınavında Alevi olduğu için eleniyormuş

Hemen aklıma gelen, tanık olduğum bir olayı anlatmak istiyorum. Bir gün Batıkent’ten Kızılay’a gitmekte olan halk otobüsünde giderken yanımda oturan adamla bu konuda bir sohbet havası oluştu. Alevi ayırımcılığı konusunda, aklımda kaldığı şekliyle şunları anlatmıştı: 

“Benim oğlum polis olmak için imtihanlara girdi, yazılıdan yüksek puan aldığı halde sözlüden hep eleniyordu. Bu birkaç defa oldu, oğlum çok üzülüyordu. Canım sıkıldı, Emniyet Genel Müdürlüğüne gittim, bu neyin nesi, oğlum yazılıda yüksek puan aldığı halde neden mülakatta eleniyor, sebebini öğrenmek istiyorum, diye yetkililere nedenini ısrarla sormak istedim. Beni bir müdürün odasına çıkardılar. Durumu ona anlattım, ailece çok üzüldüğümüzü söyledim. Adam kalkıp dolaptan bir dosya çıkardı, bana sen nerelisin, diye sordu. İlçemi köyümü söyledim, sizin köy Alevi köyü imiş, biz Alevileri polis olarak almıyoruz” dedi. Bu ayırımcılık karşısında beynimden vurulmuşa döndüm”. Gerçekten Alevileri polis olarak almama gibi bir uygulama varsa çok acı. Bizim vatandaşımız Almanya ve Avrupa’nın öteki ülkelerde polis olurken, Alevileri Türkiye’de dışlamak insanlık dışı, çağ dışı bir zihniyettir.

Bu yazıyı yazdığım sırada, Cemil Kılıç’ın 2023’te basılan Allah adına adlı kitabını okuyordum. Kitabın 97. Sayfasına geldiğimde Allah adına Alevilerin nasıl dışlanıp katledildikleri anlatılıyordu. Cemil Kılıç bir din bilgini öğretmendir, dindeki çarpıklıkları kitaplarında korkusuzca yazdığı, konferanslarında korkusuzca anlattığı için “dinci kinci” yönetim tarafından emekliliğine az bir zaman kala öğretmenlikten atılmıştır. Sayın Cemil Kılıç, Alevi dışlanması, ne ki Alevi kırımı konusunda kitabının 97. Sayfasında şunları yazıyor: “Aleviler tarihleri boyunca egemen dinci kesim tarafından pek çok kez kırıma uğratılmış bir toplumdur. Alevilerin katledilmesi için fetva veren müftüler, şeyhülislamlar ve genel anlamda dinci erk sahipleri onları dinsizlikle, kafirlikle ve fitne ile suçladı. Alevilere yönelik ileri sürülen ağır ve haksız suçlamalardan kimileri şöyle:

Aleviler Allah’ı inkâr ediyor!

Aleviler Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman etmiyor!

Aleviler Kur’an’a inanmıyor!

Aleviler Hz. Ali’ye peygamber diyor!

Aleviler sahabeye dil uzatıyor!

Aleviler namaz kılmıyor!

Aleviler oruç tutmuyor!

Aleviler gusül abdesti almıyor!

Aleviler kadın erkek cem yaparak “harem selamlık” kuralını çiğneyip günah işliyor!

Bu yalanlar tarih boyu Alevileri katletmek için kullanıldı. 

Alevi çocuklarını dışlayan öğretmen

“Canları, malları, eşleri ve çocukları hakkında helal fetvası verildi. Hatta 7 Alevi öldürülen sorgusuz sualsiz cennete gider” denildi. 

Oysa bunların tümü gerçek dışı”.

İşte İslam tarihi boyunca Kerbela katliamından bu yana yüzyıllarca Aleviler bu bayan öğretmen gibiler tarafından dışlandılar, katliamlara uğradılar. Bu öğretmenin öğrencilere karşı söylediği bu yalan ve iftira için kınıyorum. Millî Eğitim Bakanlığı böylesine çarpık ve iftira dolu laf edenleri nasıl öğretmen olarak meslekte tutar. Alevi kardeşlerimiz, Türkiye’de 30 milyonu bulur vatansever, Atatürkçü aydın insanlardır. Bu tür iftiralara itibar etmeyelim.

Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com

Mustafa Kemal kalpağı mı, Rus kalpağı mı?
İstanbul’un işgal yıllarıdır. Türk gazeteleri ve halk Padişah Mehmed Vahdeddin Sadrazam Damat Ferit hükümetinin ve işkâl kuvvetlerinin müthiş bir baskısı ve sansürü altında. Çıkacak olan gazeteler önceden sansür heyetinin kontrolü-sansüründen sonra yayınlanabiliyordu. 

Damat Ferit Babıali’sinin Kuva-yi Milliyeci Gazetesi İleri yayınlanmakta gazetede masum bir tefrika yayınlanıyor. İşte bu gazetede yayınlanan tefrika yüzünden gazetenin çalışanları Damat Ferit’in meşhur Nemrud Mustafa Paşa’sı Divan’ı Harbine nasıl boyladığını bir kaynaktan aktarmaya çalışacağım.

Mustafa Kemal Anadolu’da Milli Hükümeti kurmuş, İstanbul’la ilgisini kesmiş, Padişah Vahdeddin’in Sadrazamı Damat Ferit Gazi Mustafa Kemal’le arkadaşlarını idama mahkûm eden o aşağılık fetvaları yayınlanmış, ulusal ordu kurulmuş, hatta şurada burada düşmana karşı bölgesel başarı elde etmeye başlanmıştı.

İşte işgal altında İstanbul’da yayınlanan Türk gazetesi İleri’in İstihbarat Şefi Cevat Gültekin, Anadolu’dan Kuvay-i Milliyecilerde gelen başarı haberlerini, Yunan işkâl kuvvetlerinin bildirileri arasında yayınlamaya çalışıyordu. Anadolu’da Kuvayi Milliyecilerin haberlerini, İstanbul’a İzmit, Karamürsel, Adapazarı ve ötelerden gelen sebze zerzevat meyve sepetlerinin kasalarının altına saklanmış mili ordu Kuvaay-i Milliyeci kabzımallardan birinden resmi tebliğlerini İleri gazetesi için haber alabiliyorlardı. Böylece Mustafa Kemal’in iç açıcı başarılarını bu gizli belgelerden gelen bilgileri İleri gazetesi İstanbul halkına yayınlamağa çalışıyordu.

İşgal altındaki İstanbul’da İleri gazetesi sansürler baskılar altına yayını sürdürürken bir gün gazeteye bir paşa bir tefrika teklif eder. Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas cephesinde o zamanın başkumandanı Enver Paşa merhumun yaptırdığı yersiz bir taarruz hücumunda birçok askerimiz şehit olmuş, bir kısmı esir düşmüş, daha çoğu da düşman kurşunlarından ziyade azgın bir tabiatın ayazında Sarıkamış Allahuekber Dağlarında donarak ölmüşlerdi. 

İşte gelen paşa İhsan Latif Paşa’dır; Enver Paşa’nın bu çılgın taarruz hücumunda Ruslara esir düşmüş fakat sonraları Rusya’da Bolşevik 1917 Devrimi isyanı çıkınca sürgün bulunduğu Sibirya’dan kaçmaya teşebbüs etmiş, kıyafet değiştirip yaya olarak kaçmaya teşebbüs etmiş, sonunda vatana dönmeye muvaffak olmuş. Daha sonra İstanbul milletvekili de olan ve İzmir Valiliğinde de bulunan İhsan Latif Paşa, esirlikte geçen yılları için gazetede tefrika edilmesini istiyordu. İleri Gazetesi, bu paşanın parlak ve biraz sıkıntılı esir yaşamının, o kapkara mütareke günlerinde Türk okuyucusunun manevi kuvvetini yükseltir düşüncesi ile parlak ilanlarla yayınlanmasını istiyordu. Ancak Paşa işgal İstanbul’unda olduğu için, her ihtimale karşı kimliğinin gizli tutulmasını şart koşmuştu. Bu nedenle Paşa’nın kendi fotoğrafını gazeteye koymak koymadılar. Paşa’nın kimliğinin fotoğraftan belli olmaması için İleri gazetesinin Ressamı Namık İsmail’e başı kalpaklı, sırtı asker kaputlu temsili bir resim yaptırıldı, bunu hem ilanda hem de gazetede çıkan tefrika yazısının yanına koydular. 

İlanlar ve yazı tefrikası İleri gazetesinde yayınlanmaya başlayınca gerçekten kamuoyunda ilgi uyandırmaya başladı. Gazetede yayınlanan yazıda günün politikasına temas eden bir durum yoktu. Savaşta esir düşen ve Sibirya’ya sürgün edilen İhsan Latif Paşa, Sibirya’dan sürgün edildiği yerden kaçarken kılık değiştirdiğini, filan kasabadan nasıl kimlik değiştirdiğini gizleyerek gizlice geçmeye nasıl başarılı olduğunu, o zamanki Bolşevikler arasından nasıl süzüldüğünü, o devirde Rusya’da cereyan eden kardeş boğuşmalarının kanlı safhalarını Paşa ballandıra ballandıra gazetede yazıyor, tatlı tatlı zevkle okunacak meraklı bir seyahatname kaleme alıyormuş gibi şehirlerden, kasabalardan bahsediyordu. Ama zülfüyâra katiyen dokunmuyor, fincanlı katırlarını ürkütmekten çekinir bir kalem kullanıyordu. 

Gazetedeki Rus kalpağını Mustafa Kemal’in kalpağına benzetmişler

Paşa’nın Rusya’da esir yaşantısı ile ilgili serüveni gazetede yayınlanırken, günlerden bir gün matbaada gazete çalışanları çalıştığı sırada padişahın ve işgalci İngiliz polisinden gizli elemanları içeri doluşuyorlar. Kapıları tuttuktan sonra çalışanlara:

“Buyurun, polis müdürlüğüne kadar gideceğiz” derler. Çalışanların hepsi dona kalırlar. Sivil polisler hiçbir bilgi vermek istemiyorlar, sadece doğruca müdüriyete götürülmeleri gerektiğini söylüyorlardı. Gazetede çalışanları palas pandıras polis müdürlüğüne götürdüler. Polis müdürlüğünde kimlikleri tespit edildi, suçlarının ne olduğunu bilmiyorlardı, belki polis müdürlüğünde suçlarını öğreniriz diye ümit ediyorlardı, ama orada da suçlarını söylemediler. Orada yarım saat bekledikten sonra tekrar yola çıkarıldılar ve sanki bir vatan haini gibi Harbiye Nezaretindeki Nemrud Mustafa Paşa Divan-ı Harbine götürdüler. Çok şaşkındılar hala suçlarını bilmiyorlardı. 

Gazete çalışanları götüren polisler Divan-ı Harpteki görevli subaylara teslim ettikten sonra gittiler, ama suçlarını hala öğrenememişlerdi. O sıralarda ise İttihatçı diye, Kuva-yı Milliyeciden bir sürü insan tevkif edilmiş, Bekirağa bölüğünde birleşip duruyordu. Fazla olarak İngilizler de tevkifler yapıyor, onlar da bir oteldeki tevkifhaneleri ile Galata yangın kulesindeki tutuklulara akla gelmedik eziyetler, işkenceler reva görüyorlardı. 

Hala suçlarını bilmeyen gazete çalışanları, Divan-ı Harb heyetinin kapısında saatlerce bekledikten sonra nihayet içeri alındılar. Aksi, kara suratlı, parlak paşa üniformalı, ters görünüşlü bir adam gazetecileri baştan aşağı süzdükten sonra birdenbire şöyle gürledi:

“- Sizi melunlar sizi! Padişah haini Mustafa Kemal’in resmini basarsınız ha? Diye çıkışmaya başladı. Gazeteciler hayretler içinde dona kaldılar. Evvela o zamana kadar Mustafa Kemal’in bir fotoğrafını dahi görmemişlerdi. Gazete çalışanları şöyle yakınıyorlardı: “Biz Mustafa Kemal’in resmini görmüş olsak bile basamazdık, halbuki herif verip veriştirip duruyor. Ne nankörlüğümüz ne padişah hainliğimiz ne Halife düşmanlığımızı bırakmıyorlardı. Meğer gazete ressamının İhsan Latif Paşa’nın tefrika yazısında çizilen başı kalpaklı temsili resim Mustafa Keml Paşa’yı andırıyormuş. O sıralarda Kuvay-i Maliyeciler kalpak giyiyorlardı, onun için Mustafa Kemal’e benzetilen kapaklı resimlerle Mustafa Kemal propagandası yapıyorlar iddiası ile padişah düşmanı, idam mahkûmu diye suçlanıyormuş. Mustafa Kemal’in fotoğrafını dahi görmediğimiz gibi çizilen o kalpak Kuvayi Milliyecilerin kalpağı değil, Rus kalpağı idi”. 

 İşkal yıllarında tüm gazeteler sansür heyetinin kontrolünden geçiyordu. Adı geçen kalpakla ilgili tefrika yazıları sansür heyetinin kontrolünden geçtiği ve her nüsha kontrolünde sansür heyetinin imza ve kaşesi olduğu için gazeteciler paçayı kurtarıyorlar. 

Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com

Kaynak: Mütareke yıllarında İstanbul Ahmed Cemaleddin Saraçoğlu İstanbul 2009 sf. 104-106

Sizi Örtülü Ödenek Harcamaları Dahi Kurtaramayacaktır
Yazı başlığındaki örtülü ödenek nedir?


5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi Ve Kontrol Kanunu diye bir kanunumuz vardır. 


Bu kanunun amacı; kalkınma planları ve programlarda yer alan politika ve hedefler doğrultusunda kamu kaynaklarının etkili,  ekonomik ve verimli bir şekilde elde edilmesi ve kullanılmasını,  hesap verebilirliği ve malî saydamlığı sağlamak üzere,  kamu malî yönetiminin yapısını ve işleyişini,  kamu bütçelerinin hazırlanmasını,  uygulanmasını,  tüm malî işlemlerin muhasebeleştirilmesini,  raporlanmasını ve malî kontrolü düzenlemektir.  


Bu kanunun 24. maddesiyle örtülü ödenek adıyla bir harcama kalemi ihdas edilmiş ve bu örtülü ödenek harcamaları, bu kanunun denetimi ve kapsamı dışında tutulmuştur. 


Örtülü ödenek;  ilgili yasanın 24. maddesinde,  “kapalı istihbarat ve kapalı savunma hizmetleri,  Devletin millî güvenliği ve yüksek menfaatleri ile Devlet itibarının gerekleri,  siyasi,  sosyal ve kültürel amaçlar ve olağanüstü hizmetlerle ilgili Devlet ve Hükümet icapları için kullanılmak üzere Cumhurbaşkanlığı bütçesine konulan ödenektir.  Kanunlarla veya Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle verilen görevlerin gerektirdiği istihbarat hizmetlerini yürüten diğer kamu idarelerinin bütçelerine de örtülü ödenek konulabilir.  Örtülü ödenek,  bu amaçlar dışında,  Cumhurbaşkanının ve ailesinin kişisel harcamaları ile siyasi partilerin idare,  propaganda ve seçim ihtiyaçlarında kullanılamaz.  “şeklinde tanımlanmıştır. 


Yine aynı kanun aynı 24. maddesine göre;  örtülü ödeneklerin kullanılma yeri,  giderin kimin tarafından yapılacağı,  hesapların tutulma ve kapatılma yöntemi,  gideri yapanın değişmesi halinde yeni yetkiliye hangi belgelerin aktarılacağı Cumhurbaşkanı tarafından belirlenir. 


Uzun lafın kısası; kapalı istihbarat ve kapalı savunma hizmetleri, devletin milli güvenliği ve yüksek menfaatleri ve devlet itibarının gerekleri, siyasi, sosyal ve kültürel amaçlar ve olağanüstü hizmetlerle ilgili olarak, yasada sayılan çok istisnai ve sınırlı amaçlarla kullanılması gereken, Cumhurbaşkanı ve ailesinin kişisel harcamaları ile siyasi partilerin idare, propaganda ve seçim ihtiyaçlarında kullanılması yasak olan bu örtülü ödenek; tamamen,  Cumhurbaşkanının göreve başlarken namusu ve vicdanı üzerine yaptığı yeminine sadık kalıp kalmadığının teminatına bağlanmıştır. Bu örtülü ödenek harcamalarını yapıldığı yerler gizli olup, bu ödenekten yapılan ödemeler denetim dışıdır, ödemelerin yapılacağı yerleri,  Cumhurbaşkanı tek başına kendi vicdani sorumluluğu altında belirler, yine bu ödenekten yapılacak olan harcama ve giderin kimin tarafından yapılacağını da Cumhurbaşkanı belirler, yapılan ödemelerin hesaplarının tutulması, gideri yapanın değişmesi halinde gideri yapacak yeni yetkiliye hangi ödeme belgelerinin aktarılacağı,  Cumhurbaşkanı tarafından belirlenir. 


Görülüyor ki; adından da anlaşılacağı üzere,  örtülü ödenekten yapılan sır niteliğindeki harcamaların üzerinde,  kalın ve gizli bir örtü mevcut olup, bu nedenle denetimden ve hesap vermekten tamamen muaf olan örtülü ödenek harcamaları;  Cumhurbaşkanı ile onun belirleyeceği sırdaşı niteliğindeki gideri yapacak olan kişinin insaf ve vicdanlarına emanet edilmiştir.  


Bu bilgilerin ışığında gözlemlediğimizde;  22 senelik AKP iktidarı döneminde,  örtülü ödenekten yapılan harcamaların,  her geçen sene ve özellikle seçim dönemlerinde ve 31 Mart yerel seçimlerini yaklaştığı son aylarda,  katlanarak inanılmaz oranda artması, Cumhuriyet tarihimizin hiçbir iktidar döneminde rastlanmayan anormal miktarlara ulaşması,  bize göre dikkat çekicidir. 


Seçim kazanmak, iktidardan uzaklaşmamak, koltuğunu bırakmamak için meşru veya meşru olmayan her propaganda metodunu kullanmaktan çekinmeyen, kumpas videolardan dahi medet uman, göreve başlarken mecliste namusu ve vicdanı üzerine yaptığı,  yasalara ve anayasaya bağlılık ve tarafsızlık yeminine sadık kalmadığının çokça örneklerini veren ERDOĞAN; umuyoruz ki, kendisinin vicdanına emanet edilen propaganda ve seçim ihtiyaçlarında kullanılması yasak olan örtülü ödenekten,  seçmen tabanı oluşturmak adına harcamalar yapmamıştır. Bir Türk vatandaşı olarak buna inanmak ve güvenmek istiyoruz. 


Bu inancımız ve beklentimiz hilafına,  örtülü ödenekten,  ilgili yasaya aykırı olarak,  siyasi propaganda amaçlarıyla harcamalar yapılmış olsa dahi, 31 Mart yerel seçimlerinde, en başta İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere,  ERDOĞAN ve partisi AKP'nin adayları asla kazanamayacak, koşulları tamamen iktidarın lehine, muhalefetin ise aleyhine olan yerel seçimlerden,  muhalefet adayları başarılı çıkacaktır, kimsenin şüphesi olmasın.


16/03/2024

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Dünya Emekçİ Kadınlar günü münasebetiyle 08/03/2023 de yazıp yayınladığımız yazımızı, 08/03/2024 Dünya Emekçi Kadınlar Günü nedeniyle aşağıda aynen yayımlıyoruz. Tüm kadınlarımıza kutlu olsun. 08/03/2024 Güner YİĞİTBAŞI

Dünya Emekçi Kadınlar Günü Tüm Kadınlarımıza Kutlu Mutlu Ve Selam Olsun
Bugün,  (8. Mart. 2023) Dünya Emekçi Kadınlar Günüdür. 


Bu güzel ve çok özel gün, tüm kadınlarımıza kutlu,  mutlu ve selam olsun. 


Birleşmiş Milletler Genel Kurulu,  8. Mart'ı Dünya Emekçi Kadınlar Günü kabul etmiş olduğundan, her 8. Mart,  Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanmaktadır. 

Dünya Emekçi Kadınlar günü deyince; benim aklıma, hemen ülkemizdeki ezilen, kocaları ve hatta bazılarının da babaları tarafından fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddete maruz kalan, can güvenliklerinden yoksun, eğitim ve çalışma alanında,  siyasette,  erkeklerin çok gerisinde bırakılan kadınlarımız ve çocuk gelinler geliyor. 

Emekçi kadınlar deyince; sadece, bir işverene bağlı olarak ücretle çalışan ve bu çalışmalarını ev kadını olarak evlerinde de sürdüren kadınlar akla gelmemelidir. 

Bir işverene bağlı olarak işte çalışan kadınlarımızın yanında, sadece evlerinde çalışan ev kadınlarımız da;  bize göre,  emekçi kadınlarımızdır. 


Eşine ve çocuklarına,  hem de bila ücret,  hiçbir karşılık beklemeden, karın tokluğuna sosyal güvenceden yoksun olarak fedakarca bakan, çalışan, büyük emekler sarf eden kadınlarımızın da günüdür bugün. 


Ülkemizde;  kadınlarımıza verilen değeri,  daha doğrusu değersizliği, kadınlarımıza çok görülen ve  verilmeyen hak ettikleri değeri,  bir kadın yazarımız;  Duygu ASENA, “kadının adı yok” diyerek,  çok güzel ifade etmiştir. 


Gerçekten,  “kadının adı yok”sözü,  maalesef ülkemizde kadına verilen değeri, daha doğrusu değersizliği çok güzel ifade etmeye yetiyor ve artıyor da. 


Aslında anayasamıza bakıyoruz, anayasanın yasa önünde eşitliği düzenleyen 10.  maddesinde,  cinsiyet farkı gözetmeksizin, kadın ve erkek herkesin,  yasa önünde eşit oldukları yazıyor. 


Yüce ATATÜRK de,  kadınlarımıza verdiği değer nedeniyle, kadın ve erkeğin eşit yurttaşlar olduklarını topluma yaymak ve kadınlarımızı bu konuda bilinçlendirmek için, 5. Aralık. 1934 tarihinde milletvekili seçme ve seçilme hakkını,  demokrat geçinen çoğu Avrupa ülkelerinden çok daha önce kadınlarımıza tanımıştır. 


Ancak, din kurallarının ve çağ dışı geleneklerin hakim olmaya bugün dahi devam ettiği, laiklik ilkesinin içselleştirilemediği, laik eğitimin yaygınlaştırılamadığı, erkek egemenliğinin yok edilemediği ülkemizde, hala kadınlarımıza eksik etek gözüyle bakan, kadınlarımıza;  erkeklerle eşit kişi ve yurttaş olarak değil de, evde oturan, evde erkeğine hizmet eden,  erkeğinin cinsel arzularını tatmin eden ve onlara soylarını sürdürmeleri için erkek çocuk doğurmakla görevli bir dişi gözüyle bakan, kadınları erkeklerle eşit düzeyde görmeyen,  azımsanamayacak sayıda erkeğin, hatta kadının ve politikacıların bulunduğu,  üzücü olsa da,  inkar edilemez bir gerçektir. 


Asıl üzücü olan da; kadın ve erkek cinsiyet ayrımının,  insan hak ve özgürlükleri yönünden bir eşitsizlik yaratma amacına yönelik olmadığını, kadın ve erkek cinsiyet ayrımının,  iki cins arasında doğal ve işlevsel eşit bir iş bölümü olduğunu bilmeyen veya bilmek istemeyen erkekler yanında, bu gerçeği bilmeyen ve kendilerini karşı cins karşısında eşit haklara sahip bireyler olarak görmeyen, bu gerçeği kabullenmeyen ve erkeklerin kendi lehlerine  yaptıkları kasıtlı ayrımcılığa, yaratılan kadın ve erkek eşitsizliğine boyun eğip destek vererek,  kendi ayaklarına kurşun sıkan, kadın ve erkek eşitliğini toplumumuza yerleştirmeye çalışarak bu yolda çok mesafeler alan, kadınlarımıza  kişiliklerini kazandıran ATATÜRK'e sahip çıkamayan,  ATATÜRK'ü savunamadıkları gibi,  hatta eleştiren ve sevmeyen çok sayıda kadınlarımızın var olmalarıdır.  


Bu gerçekler karşısında,  özellikle kırsal kesimlerde, daha genç kız olmaya başladıkları andan itibaren ezilmeye, cinsel istismara, çocuk gelin olmaya, fiziksel, bedensel ve ruhsal şiddete, eğitimsizliğe maruz kalan kadınlarımızı konuşmaya, kadın erkek eşitliğini, kadın haklarını savunmaya daha uzun seneler devam edeceğiz maalesef. 


Bize göre, kadınlarımızın erkeklerle eşit bireyler olarak; ırz ve can güvenlikleri, eğitim ve çalışma alanındaki hakları, siyasi hakları, sosyal yaşamda hak ettikleri yere gelebilmeleri,  erkeklerle her alanda eşit haklara sahip olabilmeleri için; bu konuda erkeklerden bir çaba beklemeden,  bizzat kadınlarımızın kendileri, bilinçlenerek haklarına sahip çıkmaları, seslerini yükseltmeleri, örgütlenmeleri, özellikle kız çocuklarının eğitimlerine azami gayret sarf etmeleri, kendilerini erkeklere biat eden ve erkekler olmadan ayakları üzerinde duramayan kişiler olarak görmemeleri,  kendilerine öz güven duymaları, özellikle;  erkeklerin seks kölesi olmadıklarını göstermeleri, seks yaşamlarında erkeklerle  eşit ve aktif rol üstlenerek işe buradan başlamaları, büyük ATATÜRK'ün kurtuluş mücadelesini başlattığında,  Amasya Tamiminde açıkladığı gibi, nasıl ki; Milletin bağımsızlığını,  yine milletin kendi azim ve kararı kurtaracaksa ki;  kurtarmıştır,  kadınlarımızın haklarını da, bizzat,  yine kadınlarımızın azim ve kararları kurtaracak ve kadınlarımız erkeklerle eşit düzeye geleceklerdir. 


Bu duygularla, varlıklarından onur duyduğum, varlığımı borçlu olduğum anamın da hemcinsleri olan, Dünyadaki insanların yarısını oluşturan, diğer yarısı erkekleri de doğurarak Dünya'ya getiren;  ücretle bir işveren yanında çalışan ve/veya sadece evinde çalışan emekçi ve fedakar tüm kadınlarımızın,  Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nü,  en iyi dileklerimle kutluyor, fedakar ve saygıdeğer  tüm  kadınlarımıza,  buradan selam olsun diyorum.  


Ayrıca, tüm kadınlarımızı,  bu özel günlerini neşe ve mutluluk içinde kutlamak üzere, barışçıl anayasal toplantı ve gösteri yürüyüşü haklarını kullanmaya davet ediyorum. 


08/03/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Recep Tayip Erdoğan’la Devlet Bahçeli bir zamanlar böyle atışmışlardı
Recep Tayyip Erdoğan ile Devlet bahçeli şimdilerde “Cumhur İttifakı” ile birlikte birbirine öylesine bağlılar ki, Recep Tayip Erdoğan’ın 70 yaşına basması ile 70. Yaş gününde Devlet Bahçeli ona 70 tane gül çiçek gönderdiğini basına yansıyan bilgilerden öğrendik.

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli, doğum günü dolayısıyla Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a 70 adet gül gönderdi. Erdoğan da Bahçeli'nin bu jestine “Devlet Bey nezaketini yine gösterdi, çok da zengin bir nezaket. Yaşımın miktarında güller gönderdi” sözleriyle karşılık verdi.

Bahçeli'nin 70 gül jesti sosyal medyada da gündem oldu...Recep Tayyip Erdoğan bu konuda şunları söyledi 

"Öncelikle devlet bey her zamanki o nezaketini, kibarlığını bir defa daha gösterdi. Zengin bir nezaket. Devlet Bey yaşım miktarınca gül gönderdi. Kendine has estetiği içinde olan bir kalem gönderildiğini söylediler. Bu süreci en güzel şekilde dayanışma içinde devam ettireceğiz.”

Bu dostluk ve samimiyetin bir de “Cumhur İttifakı’” nı oluşturmadan önce bunun ikisinin birbirini incitecek kadar eleştirmeleri ve atışmaları var. Halen bilgisayarımızda saklı olan bir videodan kayda aldığımız tespit edebildiğimiz bu atışmaları ve taşlamaları buraya alıp size sunmak istedik. İkisi birbirini şöyle eleştiriyorlardı:

Recep Tayip Erdoğan’la Devlet Bahçeli bir zamanlar böyle atışmışlardı

Recep Tayyip Erdoğan (RTE) “: “Sayın Bahçeli günaydın, gerçekten acınacak bir halin var. Gördüğün zaman içi dolgun bir melek zannedersin. MHP’yi küçülten bu adamla bir yere varamazsın, MHP’nin genel başkanı olan bu zat usta özürlüsün.

Devlet Bahçeli (DB): “Erdoğan aklıyla arasını açmış, klinik bir vaka haline gelmiş.”

RTE: “Milliyetçiyim diyen MHP Genel Başkanı bu milletin hedefinden nasiplensin, bu milletin adabını öğrensin. Önce haddini bileceksin, bir taraftan da milliyetçi ayaklarına takılacaksın. Irkçılık yaptınız, kavmiyetçilik yaptınız, kabilecilik yaptınız, şeytani olan işleri yaptınız”.

DB: “Senin yaptıklarını ancak iblis bilecektir”

RTE:” Kimse bizim karşımıza Türklükte de çıkmasın, biz her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına almış bir iktidarız”.

DB: “Sayın Kandil yetiştirmesidir ya Kürk düşmanıdır ya Türk düşmanıdır.”

RTE: “Ey Bahçeli bunları ispat edemezsen sen alçaksın, adisin”.

DB: “Alçaksın ve şerefsizsin”.

RTE: “Bunu ispat edemezsen alçaksın, namertsin. MHP’nin başındaki beyefendi, aile nedir bilmez, onun böyle bir derdi yok, çoluk nedir çocuk nedir bilmez”.

Recep Tayip Erdoğan’la Devlet Bahçeli bir zamanlar böyle atışmışlardı
RTE: “Sen Cumhurbaşkanı olmanı geçtik de nasıl bir insansın”.

DB: “Evlenmemiş olabilirsin ayrı bir mesele, ama sen ailenin kadrini kıymetini bilmezsin. Bu adam siyasette çırak bile olamadı, olamayacak da. Genel Kurmay Başkanımızın atılacak tırnağının bir paresi dahi olamazsın”.

DB: “Sende şeref ve mertlik işportaya düşmüş, hurdaya çıkmış”.

RTE “Ağzından salyalar akıyor, ey Bahçeli sana da sesleniyorum, bildim bileli o koltukta oturuyorsun, hiçbir işe yaramadın yavu”.

DB: “Bir tek oyum vardır, onu da vereceğim, verdiğim evet oyunu referandumda da tekrarlayacağım”.

Başka bir gün Devlet Bahçeli, R. T. Erdoğan için şunları söyledi:

DB: “25 Aralık AKP’nin aile boyu yolsuzluk ve hırsızlık bataklığına saplandığını gösteren bir milattır. Ankara’da hırsız vardır, hırsız iktidardadır”.

RTE: “Sen bunları ispat edemzsen alçaksın adisin”.

DB: “Alçaksın şerefsizsin”.

RTE: “Namertsin”.

Bu konuşmaların bandı bilgisayarımda saklıdır.

Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com

Laik Cumhuriyetimiz İçin 3 Mart Gününün Önemi
T.C.Devletinin laiklik adına attığı adımın temel taşlarını oluşturan çok önemli devrimlerin gerçekleştirildiği bir gün olması nedeniyle;3 Mart gününün önemi çok büyüktür.


Bugün (3.Mart. 2024) 100.yıldönümünü yaşamakta olduğumuz 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen ve her biri devrim niteliğindeki;


429 Sayılı Yasayla, Şeri'yye Ve Evkaf Vekaleti(Osmanlı döneminde din hizmetleri ile beraber Vakıf hizmetleri için kullanılırdı. Aynı anlama gelen Şeriye ve Evkaf kelimelerinin bir araya gelmesi ile kurulmuş bir bakanlık olarak ifade edilebilir.) kaldırılmıştır.


430 Sayıl Tevhid-i Tedrisat(Öğretim Birliği) yasasıyla, öğretimin birleştirilmesi sağlanmış, medreseler kaldırılmış ve Türkiye Cumhuriyeti sınırlan içindeki bütün okullar, Millî Eğitim Bakanlığı'na bağlanmıştır.


431 Sayılı Yasayla halifelik kaldırılmış ve Osmanlı Hanedanının Türkiye Cumhuriyeti topaklarının dışına çıkarılması sağlanmıştır.


Bu yazımızda herbiri birbirinden değerli olan bu üç devrim yasamızdan, bugün uygulanmayan ve her yeri delik deşik edilen 430 Sayılı Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) Yasasını, büyük bir üzüntü içinde gündeme getireceğim.


Öğretim Birliği Yasasının;

Diğer devrim yasalarımız gibi, Türk toplumunu, çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyetinin laik niteliğini koruma amacını güden bir devrim yasası olduğu, Anayasanın 174.maddesinde açıkça belirtilmiştir.


Anayasamızın, devrim yasalarını koruma altına aldığı 174.maddesi;

Anayasanın hiçbir hükmünün; Öğretim Birliği Yasasının yürürlükte bulunan hükümlerinin, Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılıp yorumlanamayacağını açıkça hüküm altına almıştır.


Başka bir anlatımla, Öğretim Birliği Yasası hükümlerinin; Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı olduğu şeklinde  anlaşılması ve yorumlanması, açıkça yasaklanmıştır. Tabir yerinde ise, Öğretim Birliği Yasasının hükümleri; kurallar hiyerarşisinde, Anayasa hükümlerinden de üstün tutulmuştur.


Bir devrim yasası olan 3.3.1924 tarih ve 430 sayılı Öğretim Birliği Yasasının; 


1.maddesi ile Türkiye dahilindeki bütün ilim ve öğrenim müesseseleri Milli Eğitim Bakanlığına bağlanmış,


2.maddesi ile Şer’ iye ve Evkaf Vekaleti veyahut hususi vakıflar tarafından idare olunan bilcümle medrese ve mektepler, Milli Eğitim Bakanlığına devir ve bağlanmış olup,


4.maddesi ile de, Milli Eğitim Bakanlığının, yüksek din uzmanları yetiştirmek üzere, üniversitede bir ilahiyat fakültesi kurması, imamlık ve hatiplik gibi din hizmetlerinin ifasıyla görevli memurların yetiştirilmesi için ayrı mektepler açılması öngörülerek,

Dini eğitim ve öğretim; yüksek din uzmanları ile imamlık ve hatiplik gibi din hizmetlerinin ifasıyla görevli memurların yetiştirilmesi amacıyla ve bu amaç ve ihtiyaçla sınırlı sayıda açılacak olan, ilahiyat fakültesi ve bir meslek okulu olan imam hatip okullarıyla sınırlı tutulmuş, öğretim laikleştirilmiş ve bu suretle, Türk toplumunun, çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkması ve laik devlet düzenine kavuşmasının önündeki engellerin kaldırılması amaçlanmıştır.


Anayasamızın 42.maddesi uyarınca da; eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre yapılır ve bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz,


Üzülerek söylemek gerekirse; dini eğitim ve öğretimi kaldırarak, eğitim ve öğretimi laik hale getiren ve Türkiye Cumhuriyetinin laik niteliğini korumak amacı taşıyan Öğretim Birliği Yasası, bugüne kadar, amacı doğrultusunda tam olarak uygulanamamıştır. Hatta, fiilen yürürlükten kaldırılmıştır. 


Dini siyasete alet ederek, oy toplayıp, siyaset’ en kolayca bir yerlere gelmek isteyen din simsarı politikacılarımız ve siyasal iktidarlar;


Öğretim Birliği Yasasının 4.maddesini açıkça ihlal ederek, 4.maddenin amacına aykırı şekilde, sayıları itibariyle, din hizmetlerinin ifasıyla görevli memurların yetiştirilmesine yetecek seviyelerle sınırlı kalmayıp, toplumun din adamı ihtiyacını fazlasıyla aşan sayıda imam hatip okulları açarak ve bu okulları, zaman içinde, lise haline getirip, mezunlarına da, genel liseler mezunları gibi, her dalda yükseköğretim kurumlarına girme hakkı tanımak suretiyle;


Dinin; emredici, yasaklayıcı ve değişmez dogmatik katı kuralarına göre yetiştirilen anti laik, dindar ve kindar, cumhuriyetin temel ilkelerine ve kuruluş değerlerimize, kurucumuz ATATÜRK'e düşman bir kitlenin oluşumuna neden olmuşlardır.


Gerçekten, bugün ülkemizdeki imam hatip liselerinin ve mezunlarının sayılarına bakıldığında, bu sayının, imamlık ve hatiplik gibi, dini hizmetlerin ifasıyla görevli memur ihtiyacının çok üzerinde olduğu görülecektir. İmam hatip lisesi mezunlarının tümünün, din hizmetlerinde çalışmadıkları, İslam dininin kurallarına göre, imam ve hatip gibi, bayan din hizmeti görevlisi olmadığı halde, kız çocuklarının devam etmeleri için dahi, kız imam hatip liselerinin açıldığı dikkate alındığında;


Türkiye Cumhuriyetinin laik bir devlet olduğuna ilişkin Anayasamızın 2.maddesine, eğitim ve öğretimin Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre yapılacağını ve bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerlerinin açılamayacağına ilişkin 42.maddesine ve 430 sayılı Öğretim Birliği Yasasının 1,2 ve 4.maddelerine aykırı bir uygulamanın yürürlüğe sokulduğu, bütün çıplaklığı ile  ortaya çıkmaktadır.


Tüm Anayasal ve yasal engellere rağmen, böyle bir uygulamanın yürürlüğe sokulmasında, hala iyi niyet aramak, saflığın da ötesinde, açık bir aymazlıktır.


Bizler; sabırla, Öğretim Birliği yasasının uygulanarak,  imam hatip liselerinin, Öğretim Birliği Yasasının 4.maddesindeki sınırları içine çekilerek, sadece din adamı yetiştiren meslek okulları haline getirilmesini ve miktarlarının da, ülkemizin din adamı ihtiyacına göre azaltılarak, ihtiyaç fazlası imam hatip liselerinin, diğer dallardaki meslek liselerine dönüştürülerek, Türkiye Cumhuriyetinin laik niteliğine gönülden bağlı, laik genç nesillerin yetişmesinin önündeki engellerin  kaldırılmasını beklerken, dünleri dahi arar hale gelmiş ve İmam Hatip Liselerine olan ilgi ve tercihin istedikleri düzeyde olmadığını gören iş başındaki Saray İktidarının ve emrindeki Diyanet İşeri Başkanlığının ortaklığıyla yapılan ve uygulamaya konan sinsi programlar ve Milli Eğitim Bakanlığıyla yapılan portakallarla; din adamları, laik okullarımızın öğretim kadrolarına dahil edilmişler ve genç beyinler; küçük yaşlarda dinin ve dini eğitimin; emredici, yasaklayıcı ve değişmez dogmatik katı kuralarına esir edilmiştir.


İşin en kötüsü ve korkuncu da nedir, biliyor musunuz?


Unvanlarının  başında Cumhuriyet bulunan Cumhuriyet Savcılarımızın;, anayasamızın koruması altındaki bu devrim yasalarının delik deşik edilmesine, uygulanmamasına ve Laik Cumhuriyete yönelik karşı devrime ve saldırıya  geçenlere karşı sessiz kalmalarıdır.


3/Mart/2024

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Şarap Mahzende Yıllanır Gümrükte Aklanır
İş başındaki saray iktidarı dindardır!


Dinin yasakladığı faize ve alkollü içkiye karşıdır!


Gerçekten öyle midir?


Bize göre, iktidarın ne dindarlığı ve ne de dinin yasakladığı faize ve içkiye olan karşıtlığı asla samimi değildir.


Faize ve alkollü içkilere olan karşıtlığı pragmatiktir.


Saray iktidarı için önemli olan, iktidarını sürdürmek için gerekli oy desteği ve hazinenin kasasının doluluk oranıdır.


Seçmenin oy desteğinin sağlanmasının yolu, ülkemizde  büyük çoğunluğu temsil eden dindar kesime dinen şirin gözükmek için dinin yasaklarına uyan bir iktidar görüntüsü vermek, faize ve içkiye karşı sözde bir tavır almak, işine geldiği zaman ekonomi kurallarına aykırı olarak nas var demek suretiyle faizi indirmek, din ve vatandaşlarının sağlıklarını korumak adına içki kullanımını kısıtlamak amacıyla içki üzerinden alınan vasıtalı vergileri sürekli artırarak içki fiyatlarını yükseltmektir.


İçki üzerinden alınan vasıtalı vergilerin yükseltilerek içki fiyatlarının sürekli artırılmasının gerekçesi; gerçekten, dinen yasak olması ve vatandaşların sağlıklarının koruma altına alınmasına yönelik bir duyarlılık mıdır?


Tabii ki değildir, İktidarın bu konuda ne dini ve ne de vatandaşlarının sağlıklarının korunması konusunda en küçük bir düşünce ve endişesi yoktur.


Saray iktidarının; içki üzerinden yüklü miktarda ÖTV ve KDV gibi vasıtalı vergiler alması ve bu vergileri her yıl sürekli olarak birden çok artırması, gerçek kazancı vergilendiremediği için, adil olmayan vasıtalı vergilerle hazinenin kasasını doldurmak, iktidarda kalmak için seçmen tabanına yağdırdığı devlet yardımlarına, sadaka dağıtarak iktidarda kalma politikasına finans sağlamaya yöneliktir.


Bu görüşlerimizin en önemli kanıtı da, ülkemize ithal edilen şarapların gümrük vergisinin sıfırlanması kararıdır.


Bu ülkeye şarap ithali çok mu elzemdir de, siz şarap ithalatından aldığınız gümrük vergisini sıfırlayarak şarabın ithalini kolaylaştırıyorsunuz?


Hani şarap dinen yasaktı ve vatandaşlarımızın sağlığına zararlıydı ve bu nedenle yurt içinde  şarap ve benzeri içkilerin satışı ve kullanımı üzerinden alınan vasıtalı vergileri sürekli artırarak kullanımlarını zorlaştırıyordunuz?


Siz samimi ve iyi niyetli değilsiniz kardeşim.


Şarap ithalinden gümrük vergisi almayacaksınız, sıfır gümrükle gelen şarapların iç piyasada  satışı üzerinden alacağınız fahiş vasıtalı vergilerle daha fazla kar edeceksiniz, şarapları gümrüksüz ithal eden yandaşlarınız da, siz de kazanacaksınız.


Kaybeden de, sizin; dindar ve vatandaşlarının sağlıklarını düşünen iktidar olduğunuzu zannederek bu şarapları fahiş fiyatlarla tüketen gariban vatandaşlarımız olacaktır.


29/02/2024

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget