Haziran 2021
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Günaydın Zühtü Bey!...
Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü ARSLAN;  “Mahkemeler adalete cevap veremezse, hukuk dışı arayışlar başlar. Aklını ve vicdanını başkalarına kiralayan veya iradelerine ipotek konulmasına izin veren kişiden hakim olmaz. Yargı mensuplarının şiarı; akıl, ahlak ve adalet olmalıdır. Aklını kullanmaya cesaret edemeyenler,  vesayet altında kalmaya mahkumdur. Vesayet altındaki yargısal akıl ise, adaleti asla tesis edemez. ” demiş iki gün önce bir sempozyumda. 

Ne kadar güzel ve doğru söylemiş değil mi, bu sözlere kim itiraz edebilir?

Hiç kimse itiraz edemez ve altına imzasını koyar öyle değil mi?

Anayasa Mahkemesi Başkanının; yargıyı ve yargıcı değerlendiren  bu çok doğru açıklaması bize göre, gecikmiş bir açıklama olup,  15. Temmuz. 2016 FETÖ darbe girişiminden sonra ilan edilen olağanüstü hal döneminde çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin iktidar tarafından kötüye kullanıldığı, darbe girişiminin fırsata çevrildiği, anayasanın;  sadece,  olağanüstü Hal’in ilanı sebepleriyle sınırlı olarak çıkarılmasına yetki verdiği kararnamelerin, olağanüstü Hal’in ilanına neden olan konular dışına taşılarak, bunun fırsat bilinerek,  olağanüstü halin ilanına neden olan konular dışında da kanun hükmünde kararnameler çıkarılarak, devletin kurumsal yapısının tamamen değiştirildiği bir gerçektir. 

Aslında, anayasada olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerinin şekil ve esas yönünden anayasaya aykırılığının Anayasa Mahkemesi tarafından yargısal denetime tabi tutulamayacağına ilişkin hükme rağmen, Anayasa Mahkemesi;  daha önceki dönemlerde,  bu yetkinin sınırları aşılarak, olağanüstü Hal’in ilanına neden olan nedenler ve  konular dışında, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri adı altında çıkarılan kararnamelerin, olağan kanun hükmünde kararnameler olarak kabul edilip,  anayasa yargısına tabi olacağına ilişkin içtihatlarının olduğu ve doğru olanın da bu olduğu ortadayken, kararnamenin içeriğindeki hükümlere bakılmaksızın, sadece ismine bakarak, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, yetki gaspı ile çıkarılan olağanüstü hal kanun hükmündeki kararnamelerinin iptali başvuranlarına, yetkisizlik kararı vererek, bu kararnameleri anayasal yargı denetimi dışında bırakan, anayasaya ve  eski içtihatlarına aykırı  Anayasa Mahkemesi kararları,  henüz belleklerde olup, unutulmamıştır. 

Bu gerçeklere rağmen, Zühtü ASLAN'ın hukukçuluğu ve yargının bağımsızlığı,  şimdi mi aklına geliyor, o zaman neredeydi; aklı ve hukukçuluğu, o tarihlerde aklını ve vicdanını başkalarına, ERDOĞAN'a kiraya mı vermişti, iradesine ipotek mi konulmuştu acaba?

Bugünlere kadar gelen anayasa ihlallerinin ve yargının sarayın vesayetine girmesinin altında yatan asıl sorumlusu ve kırılma anı, o tarihlerde bu kararnamelere ses çıkaramayan yetkisizlik kararları veren  Anayasa Mahkemesidir. 

Bir kanun hükmünde kararnamenin,  olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi olup olmadığına, üzerindeki ismine bakılarak değil, içeriğindeki hükümlere, bu hükümlerin olağanüstü halin ilanına ilişkin nedenlere dayalı olup olmadığına bakarak anlaşılabilir. 

Siz, tavuk etinin üzerine,  kuzu bonfile yazarak onu tavuk eti olmaktan çıkarabilir misiniz Zühtü bey?

Günaydın, bırakınız bu timsahın gözyaşlarını akıtma girişiminizi. 

Tünelin ucundaki ışık gözükmeye, bu iktidarın gidici olduğunun netleşmeye başlaması üzerine, bize evrensel hukuk ilkelerini hatırlatmaya kalkarak küçük düşmeyiniz,  Zühtü Bey

Hiç değilse susmaya devam ediniz. 

Güner Yiğitbaşı

30/06/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

CHP devlet terbiyesini sizden öğrenecek değildir!..
Partili Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın,  İBB başkanlığından bugüne "rüyam" dediği ve başbakan iken 27 Nisan 2011'de "çılgın proje" olarak kamuoyuna duyurduğu Kanal İstanbul'un yapımına,  ilk köprünün temel atma töreniyle fiilen başlandı. 

Kanal İstanbul; ERDOĞAN'ın İBB Başkanlığından bu yana rüyasıymış. 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti;  ERDOĞAN'ın rüyasını gerçek kılacak ve böylece onu mutlu edecek bir arena değildir. 

ERDOĞAN; bu ülkeyi yöneten olarak, öncelikle,  oy vererek kendisini iş başına getiren fakir halkın arzu, istek ve rüyalarını gerçekleştirmek, onlara aş ve iş bulmak, yaşam düzeylerini iyileştirmek zorundadır. 

Törende yaptığı konuşmasında, kanal projesinin öncelikli hedefinin;  her şeyden önce, İstanbul Boğazı ve çevresindeki vatandaşların can ve mal güvenliğini sağlamak olduğunu, gemi trafiğinin hafifletilmesi,  seyir zorluğundan kaynaklanan sıkıntıların ortadan kaldırılmasının da projenin amaçları arasında yer aldığını açıkladıktan sonra, kanalın iki tarafına planlanan 500 bin nüfuslu yerleşim alanının da,  İstanbul'daki baskıyı ortadan kaldıracağını inandıklarını belirmiştir. 

İşte,  bir rant projesi olan kanal İstanbul'un asıl amacının; talan edilen İstanbul ve İstanbul Boğazından sonra,  kanalın iki yanına planlanan 500 bin nüfuslu yeni bir ilave şehir kurulması hayali olduğu bu beyanla anlaşılmaktadır. 

İstanbul'un 15 milyon nüfusu ve talanı yetmemiş olmalı ki; Kanal İstanbul projesiyle ikinci bir sunni Boğaziçi yaratılarak,  İstanbul'un talanına ve İstanbul'a  ihanete devam edilecektir. 

Kanalın iki yakasına kuracağınız şehirde yaşayacak olan insanların can ve mal güvenliğini,  bu kanaldan geçecek olan gemiler tehdit etmeyecekler mi?

Siz, gerçekten bu proje ile kendinize ve yandaşlarınıza rant sağlamayı düşünmüyorsanız ve amacınız İstanbul Boğazının artan trafik yoğunluğunu hafifletmek ve bu suretle insanların can ve mal güvenliklerini sağlamaksa, Kanal İstanbul'un iki yakasında niçin şehir kurmayı planlıyorsunuz?

Tüm anketler gösteriyor ki; 2023 de yapılacak ilk seçimlerde sandık yoluyla abbas yolcusunuz. Şurada iki senelik bir iktidar ömrünüz kaldı. Bunu bile bile ve sizden sonra gelecek olan ve bu kanala karşı olan muhalefete inat,  sizden sonra daha yıllarca sürecek olan bir maceraya girerek, sizden sonraki iktidarın işini niçin zorlaştırmayı göze alabiliyorsunuz?

“Yatırımcıları tehdit ediyorlar.  Biz geliyoruz,  geldiğimizde bilesiniz ki ödeme yapmayacağız.  Bankaları tehdit ediyorlar.  Bu ne terbiyesizliktir ya.  Devletlerde devamlılık esastır.  Bunlar devlet terbiyesi de görmediler.  Siz nasıl devlet yönetimine talipsiniz ya.  Söke söke sizden bu paraları uluslararası tahkim yoluyla da alırlar.  Bunları öğren.  Bunlar tam manasıyla çaylak” diyorsunuz. 

Bu ne biçim söz öyle. Bir devlet adamına yakışır mı?

İktidarı devredeceğiniz muhalefet, şimdiden sizi uyarıyor, bu maceraya girmeyin, biz halk ve ülke yararına olmayan bu projeye devam etmeyiz ve ödeme yapmayız diyor. Devlet terbiyesi, gidici olan bir iktidarın, boyundan büyük işlere girmemesini, kendisinden sonra gelecek yönetimi bağlayan projeleri ertelemesini gerektirir. 

Devlette devamlılık var diye, ülke yararına olmayan Kanal İstanbul projesini tamamlamak zorunda değildir hiçbir iktidar. 

İktidara talip olan muhalefet sizi uyarıyor, İstanbullular ve ülkenin yarıdan çoğu bu projeyi gereksiz görüyor ve istemiyor, niçin inadına yapmaya çalışıyorsunuz?

Devlet terbiyesinde; rantçılık var mıdır, halka inat, isteselerde istemeseler de bir projeyi inadına uygulamaya koymak var mıdır, siz hangi devlet terbiyesinden bahsediyorsunuz?

Siz devlet mi bıraktınız ortada, hangi hakla ve yüzle  devlet terbiyesini ağzınıza alıyorsunuz?

CHP; ATATÜRK'ün önderliğinde bu devleti kuran ve devlet terbiyesini sizden çok iyi bilen bir partidir

Devleti, AKP'ye, Cumhurbaşkanlığını da AKP Genel Başkanlığına i indirgediniz. 

“Söke söke sizden bu paraları uluslararası tahkim yoluyla da alırlar” demiş ERDOĞAN. 

Çok şükür, ilk seçimlerde gideceğinin müjdesini de vermiş,  böylece. 

Demek ki; Kanal İstanbul projesinde de yap işlet devret yöntemi kullanılacak ve ticari sır olarak saklanan halkımız aleyhine bir sürü gizli hükümlere yer verilecek, çıkacak uyuşmazlıkların çözümü de,  Türk yargısına değil, Uluslararası tahkim kuruluşlarına verilecek. 

Sayın ERDOĞAN; siz Kanal İstanbul'un tüm rantını, halktan gizli olarak,  peşin peşin satmışsınız kapalı kapıların ardında, dönülmez bir yola girmişsiniz, eliniz kolunuz bağlı, şimdi aldıklarınızın karşılığını ödemek zorundasınız ve bu projeyi halkımızın şiddetle karşı çıkmasına rağmen,  uygulamaya koymak zorundasınız, sizi çok iyi anlıyoruz, Allah bu milleti korusun.  

Güner Yiğitbaşı

28/06/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Kulağınızın Üzerine Yatamazsınız Sayın Erdoğan!...
Bugün (24/06/2021) SÖZCÜ Gazetesi yazarı Necati DOĞRU,  köşesindeki yazısına; Türkiye'yi “Kara Para Yıkama Hamamı” yaptılar başlığını koymuş, ne kadar üzücü değil mi?

Ülkemizde, mafya bozuntuları ve ayakkabı boyacılığından dolar milyarderi olan, kara para aklayıcısı olduğu iddia edilen  insanlar cirit atıyorlar, Vip muamelesi görüyorlar, etrafı surlarla çevrili, normal bir Türk Vatandaşının kapısına bile yanaştırılmadığı sarayda veya bir başka yerde,  partili cumhurbaşkanı zat-ı aliniz ile görüşüp poz verebiliyorlar. 

Kara para aklayıcısı Sezgin Baran KORKMAZ'ın ortağı Ermeni asıllı bir kara para aklayıcısı,  Türk Vatandaşı yapılıyor. 

Yurt dışına kaçmasına göz yumulan mafya lideri Sedat PEKER, yurt dışından videolar yayınlayarak, bir sürü pis ilişkileri ve işleri ifşa eden beyanlarda bulunuyor ve milyonlar izliyorlar. Herhalde, boşuna izlemiyorlar, bu iddialarda gerçek payı arıyorlar ve buluyorlar da. 

Sedat PEKER; T. C. 'nin İçişleri Bakanını, kara para aklayıcısı olduğu iddiasıyla hakkında ABD de dava açılan ve Avusturya’da yakalanarak gözaltına alınan Sezgin Baran KORKMAZ'ı makamına çağırarak görüşmekle ve bir iş adamının yaklaşık 40 milyon dolarlık borcunu sildirmekle ve bunun karşılığında da yurt dışına çıkışına müsaade etmekle suçluyor. 

Sedat PEKER; her videosunda,  bu ülkenin İçişleri Bakanına hakaretler yağdırıyor ve adeta dalga geçiyor, en hafifinden “Süslü Sülü” diye hitap ediyor, boynuna tasma takıp dolaştıracağını söyleyebiliyor. Ne acıdır ki; bu küçük düşürücü sözlere rağmen, bu bakan hala koltuğunda oturuyor, oturmasına müsaade ediliyor, Aslında, İçişleri Bakanının şahsında,  Türk Halkına hakaret ediliyor. 

Bodrum Yalıkavak Marinasıyla ilgili Mehmet AĞAR suçlanıyor ve iddialar doğru ki; Mehmet AĞAR utancından Marina yönetiminden istifa ediyor. 

Kara para aklayıcısı Sezgin Baran KORKMAZ'ın Bodrumdaki meşhur lüks oteli, iş bitirme mekanına ve  yolgeçen hanına çevrilmiş ve bu otelde;  nelerin karşılığı olduğu şüpheli, eski başbakanlar, bakanlar üst düzey bürokratlar, sözde gazeteciler ve yargı mensupları misafir ediliyorlar. 

Sedat PEKER'in,  sosyal medya üzerinden  yaptığı en taze haber paylaşımına gelince;  Cumhurbaşkanlığı Ekonomi Politikaları Kurulu Üyesi olan Korkmaz KARACA'ya Sezgin Baran KORKMAZ'ın araba hediye ettiği ve Korkmaz KARACA'nın bu arabayı kullandığı iddia edilmekte olup, Sedat PEKER'in bu iddiası,  bizzat Korkmaz KARACA tarafından doğrulanmış olup, benzinini kendisinin koyduğunu,  arabayı da bir süre kullandıktan sonra iade ettiğini söylemek suretiyle, Sedat PEKER'in bu iddiasının da gerçek olduğu,  ortaya çıkmıştır. 

Sedat PEKER'in illegal kişiliği, yalan söylediği anlamına gelemez,  beyan ve iddialarındaki çok ciddi şüpheleri,  asla ortadan kaldıramaz. Bu iddialardaki şüphe ve sis perdesini savcılar soruşturma yaparak kaldıracaklardır, bir hukuk devletinde yapılması gereken bu olmalıdır. 

Sedat PEKER'in ifşa ettiği iddiaların, özellikle kara para aklayıcısı Sezgin Baran KORKMAZ' a ilişkin iddialarının üzerine gidilmeli ve bu iddialar meclis ve savcılar tarafından araştırılıp soruşturulmalıdır. 

Bu iddialar gerçek dışıdır diyerek geçiştiremezsiniz, sessiz kalıp,  kulağınızın üzerine yatamazsınız,  Sayın ERDOĞAN. 

Aksi halde;  bu iddialar,  sizin üzerinizde yapışır kalır. 

Yasama, yürütme ve yargıyı kendinize bağladığınz, demokratik tüm kural ve kurumların içlerini boşalttığınız için, meclis de yargı da, bu iddiaların üzerine gitmek için,  sizden talimat bekliyorlar Sayın ERDOĞAN. 

Siz talimat vermediğiniz sürece,  etrafa pis kokular salan bu ağır ve ciddi şüpheler içeren iddialar, pis kokularını yaymaya ve toplumu çürütmeye, iktidarınızın sandıkta sonlanmasına katkı sunmaya devam edecek,  Sayın ERDOĞAN. 

Susarak, iddiaları soruşturma konusu yaptırmayarak bir yere varamayacağınızı artık anlamalısınız. 

Meclis ve yargı, bu iddiaların üzerine gitmek için sizden talimat bekliyorlar, zira;  resen soruşturmaya geçerlerse,  ucunun nereye varacağından endişe duyuyor olmalılar,  Sayın ERDOĞAN. 

Son olarak, ülkemizin son başbakanı sizin de has adamınız Binali YILDIRIM'ın büyük ve başarılı, milletlerarası seçkin iş adamı oğlunun da isminin sıkça telaffuz ve iddia edildiği Kolombiya, Venezüella mahreçli kokakin kaçakçılığının en son Mersin Limanına vuran ve yakalanan son halkasının Türkiye ayağının, Türkiye’deki sahiplerinin de araştırılması ve ortaya çıkarılması, tek yetkili ve tek adam olarak sizin ilginizi, talimatınızı ve gayretinizi beklemektedir Sayın ERDOĞAN. 

İşiniz gerçekten çok zor, Allah yardımcınız olsun, başlayın artık bir yerden,  şu pis kokuları yok edin,  sorumlularını bulup çıkarın lütfen, Sayın ERDOĞAN. 

Güner Yiğitbaşı

25/06/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

“Avrupa’dan Damızlık” adam mı, damızlık hâkim mi, damızlık savcı mı getirelim!
Sözcü’de yazan Necati Doğru’nun 23 Haziran günlü ve “Savcı ithal edelim” başlıklı yazısını görünce, Abdullah Cevdet’in (1869-1932) “Bu milleti adam etmek için Batı’dan damızlık erkek getirmek gerek” sözü sitemli aklıma geldi.
Gerek Necati Doğru gerek Abdullah Cevdet, devrin adaletsizliklerini, hukuksuzluklarını görünce, sitem etmek için bu sözleri söylemişlerdi.
Ama Abdullah Cevdet’in ülkesinin aydınlanmasını istemek amacı ile ülkede gördüğü adaletsizlikler karşısında iyi niyetle söylediği bu sözü, kötüye yorumlayan, ne ki “dinsizliğe yorumlayan devrin cahil bağnaz insanları Abdullah Cevdet ölünce onun cenazesini bile kılmamışlardır.
Necati Doğru “savcı ithal edelim” sözünü elbette, adaleti isteme adına, iyi niyetle söylenmiş, adil olmayı istemekten doğan bir sitemle söylemiştir. Niçin böyle istemiştir?
Ülkedeki mafya, siyaset, medya ile ortak yaşamlı ahlaksızlığı görüp sessiz kalan savcılara, adalete sitem için, onları bunların üstüne gitmeleri için söylenmiş bir iyi niyet istemidir. Gerçekten de çağdaş dünyada görülmemiş bir uygulama ile Saray’ın güdümüne bağlanmış yargıç ve savcıların, ünü yurt dışına taşmış yolsuzluklar karşısında, yargısı ile yönetimi sessiz kalması çok dikkat çekici değil midir?
Mafya tarafından on bin dolar aylığa bağlanmış politikacının adını, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu bildiği halde açıklamaması ve de yargıya iletmemesi ne hazin. Buna savcıların seyirci kalmasına üzüldüğümüz için, adalete güvenmediğimiz için, “savcı ithal edelim” diyerek üzüntü ve sitemimizi Sayın Necati Doğru böylece dışa vuruyor.
Bir gazeteci çıkıyor, ABD de bile kara para aklamaktan aranan şaibeli bir iş adamı Sezgin Baran Korkmaz’dan “on milyon Evro gönder işini halledelim” rüşvet isteme sözü dillere düşüyor, savcılar seyirci kalıyor. 
Neyse, adaletin iyice yok olduğu, yolsuzlukların ta Rıza Zerrab’tan beri dünyaya yayıldığı ülkemizde ne yazık ki, savcılarımızın üzerine pek de gitmediği, üzerine gitmekten çekindiği olaylar çoksa da asıl bu “dışarıdan savcı ithal” sözünü irdelemek istiyordum.
Necati Doğru’dan önce, iktidarın rüzgarında yazılar yazan, “Cemaatin bankasından ipoteksiz beş milyon dolar alan” (Ahmet Hakan böyle yazıyordu); Atatürkçü yüzlerce Türk askerini gizli tanık, sahte belgelerle hapse atan ve Feto’cu yargıçlara övgüler dizen, bu davaların kumpasçı şimdilerde kaçak savcısı Zekeriya Öz için, “Zekeriye Öz ileride heykeli dikilecek adam” diyerek onu tabulaştıran Gazeteci Rasim Ozan Kütahyalı da bir TV' programında "Avrupa'dan hâkim savcı ithal edelim" diyordu. Demek ki ülkemizdeki adalet, yargıç ve savcıların adaletsizliği artık her vatandaş tarafından, (yandaşlarda bile) görülür olmuştur.(1)

Devrin aydınlarından, fikir ve siyaset adamı Abdullah Cevdet, devrin yönetimdeki adaletsizlikleri, toplumdaki cehaleti görünce, üzüntü içinde “bu milleti adam etmek için Batı’dan damızlık erkek getirmek gerek” diyerek bu sözü ile cehalete karşı sitem etmiştir. Bu sözü duyan muhalifler ve cahiller de “Abdullah Cevdet Türk milletini aşağılıyor, kötülüyor” diyerek onu her vesile ile kötülemeye ve düşmanlığa yönelmişler.  Zaten yönetimdeki adaletsizlikleri, cehaleti eleştiren yazılar da başlayınca, bazı zamanlar devrin İstibdat Padişah II. Abdülhamit tarafından sürgünlere gönderilmişti.  Abdullah Cevdet devrin gazete ve dergilerinde bu doğrultuda yazılar yazıyor, muhalifler tarafından da amansız eleştiriliyordu.  Abdullah Cevdet, sadece cehalet ve adaletsizlikleri eleştiren yazılar yazıyordu.
Günümüzün R. Ozan Kütahyalı gibi yandaş gazetecileri, yargıdan hoşlarına gitmeyen kararları görünce, "Avrupa'dan hâkim savcı ithal edelim” gibi sözler söylüyorlarsa da bunların amacı cehaletten ve gerçek adaletsizlikten yakınmaktan ziyade, adaleti yanlarına çekme düşüncesinden başka bir amaçları yoktu. Yani sadece kendi fikir ve çıkarlarını düşünerek ve de gerici iktidar yanlısı görünmek için bu sözü söylüyor ve bu yönde yazılar yazıyorlardı.
Günümüzden yüz yıl önce yaşamış devrin seçkin düşünür ve aydınlarından olan Abdullah Cevdet, vatanının ileri gitmesi, milletin aydınlanması için bu doğrulta yazılar yazıyor, muhalif dernek ve İttihat ve Terakki partisi içinde gayretler gösteriyor, toplumdaki cehaleti görünce de bu sözü söylüyordu.  Ayrıca Evrim ve Darvin teorileri bilimsel bir kural olduğu ve Batı toplumunda da benimsendiğinden Darvin ve Evrim Teorisine inandığını ve bilimsel bir kural olduğunu da söylediğinden yazdığında toplumun dikkatini çekiyordu.  Koyu bir cehalet ve katı Şeriat kuralları ile yüzyıllardır bocalayan Osmanlı toplumunda “yaratılış kuralı” dışında Darvin ve Evrim teorisine inanmak söylemekle onu cahil toplumda çok kötü gözle görülmesine neden olurken  “kafir” olarak nitelendiriliyordu.
Batıda ithal edilecek damızlık erkeklerle Türkleri düzeltmek isteyen Abdullah Cevdet, Türk toplumunda günümüzde bile hala bir muamma, anlaşılmaz bir sır olarak görüle gelmiştir.  O sadece bu söz ve yazıları ile toplumdaki cehaletten yakınıyordu.
1896'da doğan Abdullah Cevdet, Batıcılık akımının önde gelen isimlerinden biri. Askeri tıbbiyede okurken biyolojik materyalizme merak sarar. Alman materyalist Büchner'in 'Avamın ilmi dindir havasın dini ilimdir' görüşünü savunur. Devlet yönetimine hâkim olacak ittihat ve terakkinin nüvesi olan İttihad-ı Osmani Cemiyeti'ni kurar. Abdülhamit aleyhinde ve özgürlük lehinde yazdığı yazılar yüzünden birçok kez sürgün edilir.
Abdullah Cevdet, Malatya Arapkir’de doğmuş Kürt kökenli bir kişi olduğundan, işgal yıllarındaki İngiliz yanlısı tutumu ve Kürt milliyetçisi örgütlerde yer almasından dolayı Cevdet bunun yanında İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin kurulmasında rol almış, Kürt Teali Cemiyeti'nde çalışmıştır.
O nedenle   I. Dünya Savaşı sonrasında siyasal iktidarın gözünden düşmüş, Cumhuriyet döneminde hakkında ömür boyu devlet hizmetinden men cezası verildi.  Ömrünün kalan kısmını şiir yazarak, çeviri yaparak ve gazete ve dergilerde yazılar yazarak geçirdi. Shakespeare’den Mevlânâ’ya ve Ömer Hayyam’a uzanan geniş ilgi alanında tercümeler yaparak Türk Kültürüne katkı sağlıyordu.(2)

Cenaze namazını kimse kılmamıştı
Osmanlı ve Türk toplumunda karşıt düşünce ve fikirlere saygılı olunmadığı, din baskısı ile oluşan cehalet yüzünden karşı düşünceli insanlar Hallacı Mansur’dan, Sabahattin Ali’den Uğur Mumculara, Necip Haplemitoğlu’na kadar binlerce aydın, dinsel cehaletin baskısı ile toplumdan dışlanmışlar, kimileri sürgünlerde, kimileri hapislerde işkence görürken, kimileri de asılarak, kesilerek, kurşunlarda can vermişlerdir. Böylesine karşıt fikir ve düşünceye saygı gösterilmeyen toplumlarda gerçek bir düşünür ve bilim adamı çıkamaz, bilim de gelişemez. Türkiye’de ilk kez tek bir kişi olarak bilim (kimya) dalında Nobel ödülü alan Prof. Aziz Sancar, “ne yazık ki İslam Aleminin 500 yıldır bilime iç bir katkısı yoktur” demektedir.  İslam ülkeleri tarafından cehalet önyargıları ile beğenmedikleri Yahudilerin Nobel alan bilim adamı sayısı 100 civarındadır.
İşte bu önyargı ile karşıt fikir ve düşünceye düşman olan bağnazların baskısı ile   toplumda “kral çıplak” deme cesaretini gösterdiği için, karşıt fikirde olduğu için, Abdullah Cevdet ölünce cenaze namazı kılınmamıştır.
Ayasofya Camiinde camiden çıkan cemaatin bir kısmı musalla taşındaki tabutun önünde toplanmıştı. Herkes bir şey söylüyordu. Çoğunun ağzından çıkan cümle şuydu: “Götürün şu Allah düşmanını buradan!”
Hiç kimse cenaze namazını kılmak üzere safa geçmiyordu. “Bu adam hayatında İslam dinine tecavüz etti. Hazreti peygambere hakaret etti. Bu sebeple, birçok gencin ruhi ve imanı buhranına, hatta bir kısmının intiharına vesile oldu. Böyle bir kimsenin namazı kılınmaz!” diyorlardı. 
Öldüğünde de yanında hiç kimse bulunmamaktaydı. Şimdi de cenaze namazını hiç kimse kılmak istemiyordu.
İmamlar da cenaze namazını kıldırmak istemiyorlardı. Ayasofya’daki tartışma giderek şiddetleniyordu. Abdullah Cevdet’in yakınları cenaze namazının kılınmasını, cemaat ise kılınmamasını istiyorlardı.
Abdullah Cevdet’in yakınları vakit namazını kılmamışlardı. Cenaze namazına da katılmayacaklardı. Fakat cemaatin cenaze namazı kılmasında ısrar ediyorlardı.
Tartışmanın daha fazla uzamasını istemeyen bir vatandaş bağırmıştı; “Bu adam İslam düşmanıydı, dinsizdi, namazı kılınamaz!”.
Tarihte inceleyiniz, her türlü isyan, kalkışma, darbe, ötesine gitmeyin, 31 Mart vakasından 15 Temmuz Feto darbe girişimine kadar çoğunlukla dinsel bağnazlıktan kaynaklıdır.  İşte bu bağnazca baskılar yüzünden Osmanlı’nın son sancılı yıllarının aydını Abdullah Cevdet’in cenaze namazı kılınamamıştır. Şimdilerde bile karşıt fikirli kişilerin cenaze namazlarında gerici dar görüşlü imamların “namazı kıldırmama” tehdidinde bulunduklarına tanık oluyoruz. Örnek mi, Yargıtay Başkanı İmran Ökten ölünce Maltepe camisinde cenaze namazı İsmet Paşa’nın zoru ile zorlukla kıldırılmıştır.  Aziz Nesin bu tepki olacağı için, cesedini yerini bile saklamıştır.   Böylece mezara giren aydınların, öldükten sonra, mezar taşlarına saldırıyorlar (Can Yücel).  Yıllarca gurbetlerde vatan hasreti ile ölen Nazım Hikmet’in Moskova’daki mezarının, mezar taşına saldırırlar korkusu ile yurda getirilemiyoruz.
II. Abdulhamid devrinin, ülkedeki yolsuzlukları şiirleri ile hicveden mizah Şairi Eşref (1846-1910-102) ölmeden önce, kaymakamken oraya buraya sürülmekten, hapislerde, sürgünlerde yaşamaktan, insanların cehaletinden yıldığı için mezar taşına şu dizelerin yazılmasını ister. İşin garip tarafı ki, mezar taşı birkaç kez çalınır. 

“Avrupa’dan Damızlık” adam mı, damızlık hâkim mi, damızlık savcı mı getirelim!

“Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için, Gelmesin reddeylerim billah öz kardaşımı, Gözlerim ebna-yı ademden o rutbe yıldı kim, İstemem ben fatiha, tek çalmasınlar taşımı”.

1925 yılında Ankara’ya gelen Abdullah Cevdet "bugünün peygamberi olarak" gördüğü Mustafa Kemal Paşa ile görüşür.
Bu tartışmalardan sonra Abdullah Cevdet’in ölüsünü alan yakınları cenazeyi koyacak araba bulamazlar. Sağa sola koşuşurlar, fakat yok… Cenazeyi koyacak bir araba yoktur. Ne gariptir ki; o gün İslam cenaze arabaları meşguldür. Neticede, Fener Rum Patrikhanesine telefon edilerek cenaze arabası istenir.
Abdullah Cevdet’in cenazesi haç işaretli cenaze arabasına konularak götürülür.
Cenazenin yanında sadece birkaç yakını bulunmaktadır. 
Sonuç olarak dinsel bağnazlık 1950’den bu yana yönetimler, aydınlanma, kalkınma, çağdaşlaşma çabasında olan Türkiye’nim ayağında bir takoz, bir ayak bağı olarak devam etmekte, son 19 yıldır da zirveye tırmanmaktadır.(3)

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız.
SONNOTLAR

(1)http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/sabahattin-onkibar/31999-sabahattin-onkibar-tayyipe-el-besir-gibi-uluslararasi-tutuklama.html

(2) https://tr.wikipedia.org/wiki/Abdullah Cevdet

(3) Meşhurların Son Anları- Burhan Bozgeyik, TÜRDAV yayınları, sayfa:310 -311)
http://dunyagerceklerim.blogspot.com.tr/2012/10/turkleri-slah-etmek-icin-damzlk-erkek.html

Mutluluk - Güner Yiğitbaşı
Mutluluk nedir?

Mutluluğun belirli bir kalıba sokabileceğimiz,  herkes için geçerli bir tarifi var mıdır?

Yoktur maalesef. 

Mutluluk, anlıktır ve kişiden kişiye değişir. 

Hayatın size toz pembe gözüktüğü, bütün dertlerinizi unuttuğunuz, hayattan zevk aldığınız, iyi ki;  doğmuşum ve yaşıyorum ve yaşadığım şu andan zevk ve keyif alıyorum, seviyorum ve seviliyorum, sağlıklıyım, iştahım yerinde yediklerimden tad alabiliyorum, yarına umutla bakabiliyorum dediğiniz an ve o anda tüm hissettiğiniz tüm güzel duygular,  mutluluktur. 

Demek oluyor ki;  mutluluk,  yaşamımızın bir anında hissettiğimiz güzelliklerdir. 

Bu nedenle,  mutluluk tarif edilemez. Sadece hissedilir ve yaşanır. 

O zaman yapılması gereken şey,  mutluluğun belirli bir tanımını yapmaktan ziyade, insanları mutlu eden şeyleri tanımlayıp keşfedebilmektir. 

İnsanları mutlu eden, onlara mutluluk duygusu verebilen şeyler, kişiden kişiye değişir. 

Bazı insanlar doyumsuzdurlar. Kolay kolay her şeyden mutlu olamazlar. 

Bazı insanlar ise, çok çabuk mutlu olurlar. 

Bu itibarla,  insanları mutlu eden nedenler,  kişiden kişiye değişir ve görecelidir. 

Bazı insanlar, gece yatıp sabahleyin sağlıklı bir şekilde uyanarak güne başlamakla mutlu olurlar. 

Bazı insanlar, sağlıklı olarak yeni bir güne uyansalar da mutlu olamazlar, beklentileri büyüktür. 

Bazı insanlar, sevdikleri yanındaysa sağlıkları yerindeyse mutlu olurlar. 

Bazı insanlar, o kadar pozitiftirler ki, Dünyaya gelmiş olmaları,  onların mutlu olmaları için yeterli olur. 

Bazı insanlar, bir şarkı dinlerler ve o şarkı onları alıp bir yerlere götürür ve mutluluktan adeta uçarlar. 

Bazı insanlar, uzun süre görmediği bir arkadaşıyla karşılaşırlar ve çok mutlu olurlar. 

Bazı insanlar, gece olsa da uyusam diye gecenin olmasını beklerler ve yatağa girdikleri an,  çok mutlu olurlar. 

Okumayı seven insanlar, yeni bir kitap alarak onu okumaya başladıkları anda çok mutlu olurlar. 

Bazı insanlar, yemeyi çok sevdikleri için yemek yerlerken mutlu olurlar. 

Bazı insanlar çok duygusal ve romantiktirler, sevmekten ve sevilmekten çok mutlu olurlar. 

Bazı insanlar hediye kabul etmekten, bazı insanlar da sevdiklerine hediye vermekten mutlu olurlar. 

Bazı insanlar, doğa ile baş başa kaldıklarında mutlu olurlar. 

Bazı insanlar, başkaları tarafından methedilince mutlu olurlar. 

Bazı insanlar, güzel şeyler yazdıklarında ve bu yazdıklarının büyük bir kitle tarafından beğeniyle okunmasından mutlu olurlar. 

Bazı insanlar, doğarken mutlu doğmuşlardır. tüm olumsuzluklara rağmen,  yüzlerindeki mutluluk hiçbir zaman yok olmaz. 

Bazı insanlar ise,  mutlu olmamak için sanki yemin etmişlerdir, ne yaparsan yap, ne verirsen ver,  onları asla mutlu edemezsiniz. Hayal edemeyeceği şeylere kavuşsa da, ruhu karadır, hırsı büyüktür, bir türlü mutlu olmaz ve muhatap olduğu insanların mutlu olmaması için de,  ellerinden geleni yaparlar.  

Özellikle, evliliklerde ve her türlü kadın ve erkek ilişkilerinde mutluluğun en büyük düşmanı, insanların engelleyemedikleri egolarıdır, bencillikleridir, kendi doğrularıdır, kendi doğrularından özgürlükleri adına vaz geçememeleridir. 

Kadın ve erkek iki kişinin;  birlikteliklerinde,  çoğu konuda anlaşmalarına rağmen, incir çekirdeğini dahi doldurmayacak basit bir konuda zıt düşmeleri, birbirlerine yönelik, aslında yerine getirilmesi hiç de zor olmayan, iki tarafa da zarar vermeyen  makul isteklerini; egoları, özgürlüklerine aşırı düşkünlükleri ve seviyorsa beni böyle kabul etsin şeklindeki inatları, hatır kavramına yabancı olmaları, hatır için  çiğ tavuk yenir atasözünü es geçmeleri nedeniyle, karşılayamamalarıdır. 

Mutluluk; elde edilmesi ve sürdürülmesi zor,  ama kaybedilmesi çok kolay olan, kaybedildiğinde değeri daha iyi anlaşılan, korunması büyük itina isteyen çok kırılgan bir duygudur, insanların can suyudur. 

Bu yazımızı, 23/06/2019 tarihinde yazıp yayınlamışız. 

Siyasetin ortalığı kirlettiği bugünlerde, bu yazımızı ufak tefek ilaveler yaparak aynen yayınlamayı uygun bulduk. 

Ülkemizin içinde bulunduğu tüm  kötü şartlara rağmen, hepinize mutluluklar.  


22/06/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Devlet vatandaşına karşı intikamcı olamaz. 

Çağdaş bir hukuk devletinde, yöneticiler vatandaşına karşı kin ve intikamcı bir tavır içinde olamaz. Aksi halde o devlet hukuk devleti olmaz, faşist devlet olur.
Çağdaş bir hukuk devletinde, yöneticiler vatandaşına karşı kin ve intikamcı bir tavır içinde olamaz. Aksi halde o devlet hukuk devleti olmaz, faşist devlet olur.
Hepimiz “Mit tırları” diye anılan tırlarla “Bayır Bucak Türkmenlerine yardım gönderiyoruz” adı altında El Nusra gibi cihatçı dinci terör örgütlerine gizlice silah sevk edildiğini, önce aydınlık sonra Cumhuriyet gazetesinin yazdıklarından öğrenmiştik. Devletin gizli sırlarını yazdı diye Cumhuriyet Gazetesi Yönetmeni Can Dündar yargılanmış ceza almıştı, bir fırsatını bulan Can Dündar kaçarak Almanya’ya sığınmıştı. AKP İktidarı kırmızı bültenle arayıp Almanya’dan istediği Can Dündar’ı, ciddi bir suç işlediğine inanmayan, basın hürriyetini gerekçe göstererek Almanya Dündar’ı iade etmemişti.
Bu gazete haberi ile bir dinci terör grubuna silah gönderdiği ortaya çıkan, uluslararası mahkemelerde yargılama korkusu ile telaşa kapılan iktidar, Cumhuriyet Gazetesi Yönetmeni Can Dündar, Mit tırlarını inceleyen savcı, kolluk kuvvetlerini yargılayıp cezalandırmıştı. Bu gizli silah sevkiyatını Sedat Peker’in açıklanan son videosundan öğrendiğimize göre, ülkemizden silahlar hükümetin gözetimindeki SADAT eliyle gönderildiğini öğreniyoruz.
Şimdilerde Almanya’da yaşayan Gazeteci Can Dündar’ı böylece hapse tıkamayan AKP iktidarı, Dündar ailesine karşı öylesine kin ve intikamcı bir tavır içine giriyor ki, onların mal varlığına el hakkında hiçbir şikâyet olmayan, yargılanmayan Can Dündar’ın eşi ekonomist Dilek Dündar’ı haksız, hukuksuz olarak rehin tutuyor, tapulu evini bile satışını engelliyor. Bu durum ileride görülecek ki, AİHM tarafından Türkiye’nin tazminat mahkumiyetine neden olacaktır.  
Cep telefonuma gelen bir videoda Can Dündar-Dilek Dündar ailesine yapılan hukuksuzlukları, adaletsizlikleri ayırımcılıkları Dilek Dündar şöyle anlatılıyor:
-Adım Dilek Dündar. Siz beni Can Dündar’ın eşi olarak tanıyorsunuz ama, ama bunun ötesinde kimliklerim var, Ankara Koleji ODTÜ mezunu bir ekonomistim. Belgesel yapımcısıyım, bir Cumhuriyet kadınıyım, bu ülkenin bir yurttaşıyım, anneyim. Yurttaş olarak haklarım, anne olarak sorumluluklarım Cumhuriyet kadını olarak yükümlülüklerim var. Bugüne den bizden daha kötü durumda olanlara saygı gereğe yaşadığım haksızlıkları hukuksuzlukları dile getirmedim, sustum. Yargının vicdanları harekete geçmesini bekledim. Bunun olmayacağını görünce de bize yaşatılanları sizlerle paylaşmak istedim.
İktidar partisinin genel başka yardımcısı, geçen günlerde bir basın toplantısında “Türkiye’de insan hakları ihlali olmadığını iddia ederken aksini söyleyenler bir tek somut bir olay gösteremiyorlar” dedi.  Madem öyle işte size açık bir insan hakları ihlali.
2016 tarihinde yurt dışına çıkarken hava alanında pasaportuma el kondu. Hakkımda hiçbir suçlama, yargılama yoktur. Önce elimde olan pasaportun kayıp olduğu söylendi, sonra seyahat özgürlüğümün kısıtlanmasına gerekçe olarak yurt dışına çıkmamın ülke güvenliği açısından sakıncalı olduğuna dair bir yasa maddesini öne sürdüler. Benim yurt dışına çıkmam ülke güvenliğini niçin tehdit edecek ki. Madem öyle bir tehdit vardı, eşime kurşun sıkan tetikçi neden ceza almadan salıverilmiş ve pasaportu iade edilmişti. Tamamen hukuksuz, keyfi bir bir siyasi kararla iki buçuk yıl yurt dışına çıkmam oğlumla, eşimle buluşmam engelleniyor. Tam anlamıyla eşime karşı rehin tutuluyorum. Oğlumun bütün ömrümce hayalini kurduğum mezuniyet törenine gidememem sıkıntılı ya da sevinçli günlerinde annesi olarak yanında olamamam, iki buçuk yıldır hiçbir suçlamaya muhatap olmadan hukuksuzluğa maruz kalmam, hiçbir mahkemeden bir sonuç alamam yeterince somut bir örnek değil midir?
İnsana insan haklarını ihlalini göstermeye yeter mi, yetmez mi? Ve devam edeyim.
Eşim ve ben ömrümüzce çalışarak kendimize bir yazlık ev aldık, sonra paramızın yeteceği zannıyla İstanbul’da banka kredisiyle bir ev almaya kalkıştık. İkimiz de işsiz kalınca krediyi geri ödemeyeceğimi anladım, yazlık evimizi satıp bankaya borcumuzu ödemek istedim. Ancak tapu müdürü “bu satışı Ankara’ya sormak zorunda olduğunu” söyledi. Bunu tamamen hukuksuz olduğunu hatırlattığımda da “nereye şikâyet ederseniz edin” dedi. O satışı yapamadığımız için borcumuzu ödeyemediğimiz için de geçenlerde haciz geldi ve icra takibi başladı. Banka hesaplarımıza el kondu. Ülkemde çıkamıyorum ama yalnız yaşamaya zorlandığım evimden çıkmak zorunda kalacağım. Türkiye’de yatırım yapacak, ortaklık yapacak olanlar bu risklerin farkında mı bilmiyorum. Ama biz daima hukuka inanmanın bedelini ödüyoruz bugün. Buna rağmen hala o inancı sürdürüyor, başvurduğum mahkemelerden adalet bekliyoruz. İki buçuk yıldır eşimden oğlumdan uzaktayım. Çoklarının yaptığı ya da önerdiği gibi illegal yollardan ülkemi terk etmek istemedim. Yargıya güvendim, sabırla bekledim. Benimle benim gibi aile bağları nedeni ile gerekçesiz cezalandırılan binlerce işin örneğinde hukuk kadar eski bir kavramın suçun şahsiliği ilkesinde açıkça çiğnendiğine tanık oluyoruz. Sadece o da değil, Anayasa ile bize verilmiş olan hak ve özgürlüklerimiz, seyahat özgürlüğümüz, kanunlar önünde eşitlik hakkımız, haberleşme hürriyetimiz, hak arama hürriyetimiz ve tabi aile bütünlüğümüz çiğnenmiş durumda. Acaba daha ne kadar somut bir örnek verebiliriz. Hayatı boyunca sadece kendisi, için değil, ülkesi için demokrasi mücadelesi vermiş bir kadın olarak son bir umutla ve benim gibi keyfi kararlarla ailesinden uzak tutulanlar adına burada haykırmak istiyorum, bu hukuksuzluğa son verin”.
Dilek Dündar’ın bu açıklamaları için suçun şahsiliğini teyit eden, AYM sinin aşağıdaki hükmüne bir göz atalım.
Anayasa Mahkemesi Başkanlığından: Esas Sayısı: 2003/97 Karar Sayısı: 2006/115 Karar Günü: 21.12.2006 günlü kararına göre:
             “…Anayasanın 38/7 madde ve fıkrası açıkça ceza sorumluluğunun şahsî olduğunu belirtmiştir. Ceza sorumluluğunun şahsi olması; suçu işleyen failin/faillerin cezadan bizzat sorumlu olması, failin/faillerin dışındaki kişilere doğrudan doğruya bu sorumluluğun yüklenmemesi ve cezalandırılmaması demektir.
Evrensel bir ceza hukuku normu olan şahsilik ilkesinin korunması için kanun koyucu suçludan başkasına ceza öngören kanun yapmamak ya da bu tür düzenlemeleri kanunlardan çıkartmakla görevlidir.
Anayasa’nın 38. maddesinin yedinci fıkrasında, ceza sorumluluğunun şahsi olduğu belirtilmiştir. Cezaların şahsiliğinden amaç, bir kimsenin işlemediği bir fiilden dolayı cezalandırılmamasıdır. Başka bir anlatımla kimsenin başkasının fiilinden sorumlu tutulmamasıdır.
463. madde ile hiç kimse, başkasının fiilinden sorumlu tutulmamaktadır.
Yasal hükümler bu denli açık iken, neden Can Dündar’ın eşi Dilek Dündar’a bu adaletsizlikler, hukuksuzluklar yapılıyor. T.C. kanun ve hukuk devleti ise, yöneticiler böylesine vatandaşına karşı kin ve intikamcı tavır içinde olamaz. Kaldı ki, Can Dündar basın hürriyeti gereği gazetecilik görevini yapmıştır, ileride bu uygulamalar AİHM tarafından karar hukuksuz sayılıp, ret edileceği açıktır.  Şimdi de Can Dündar’ın şu ilginç anlatımlarına bakalım:
CAN DÜNDAR ANLATIYOR
Çağdaş bir hukuk devletinde, yöneticiler vatandaşına karşı kin ve intikamcı bir tavır içinde olamaz. Aksi halde o devlet hukuk devleti olmaz, faşist devlet olur.
Dilek Dündar’ın eşi Can Dündar neden yargılanmıştı, neden hapse atılmış ve de neden yurdunu terk etmişti?  Şimdilerde eşi Dilek Hanım’dan ayrı ve oğlu ile Almanya’ya sığınan Can Dündar, başına gelen olayları bir videodan şöyle dile getiriyordu:
“Gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır sözü boşuna söylenmemiş. Sedat Peker’in son videosu, son altı yıldır bana, gazeteme, meslektaşlarıma, aileme arkadaşlarıma yaşatılanların asıl nedenini ortaya koydu. Suçun ortaya çıkmasını ve suçluların yargılanmasını önlemek.
Tarih 29 Mayıs 2015’ti tamı tamına altı yıl önce. Ne demiştik, iddia ettiğiniz gibi bu silahlar Türkmenlere değil, Suriye’deki cihatçı örgütlere gidiyor. Ne dediler, “yalan o silahlar Türkmen kardeşlerimize gidiyordu”. Ne diyor şimdi Sedat Peker, “benim Türkmenlere yolladığım tırların arasına SADAT kendi tırlarını ekledi, benim üzerimden “el Nusra’ya silah gönderdiler. Biz bunu yazdık diye başımıza gelmedik kalmadı. Sorgulandık, yargılandık, hapsedildik, kurşunlandık, ailemizden ayrı kaldık sürgüne geldik. Bütün mal varlığımıza el kondu ne vatan hainliğimiz kaldı ne cemaatçiliğimiz. İnfaza da az kalmıştı. Cezaevinde iken gelen bir yazılı mesajı hiç unutmuyorum. “Sen vatana ihanet ettin, asılmayı hak ettin” diyordu. Kimdi bunu yazan biliyor musunuz, Sedat Peker. Sonunda o haberden dolayı 27 buçuk yıl hapis cezasına çarpıtıldım. Bugün doğruluğu birinci ağızdan tescillenen haberin bedelini sadece ben değil, o tırları yakalayan savcılar, yargıçlar ödedi, araştıran milletvekilleri de haberi yayınlayan Cumhuriyet gazetesinin bütün yöneticileri de.
Gerçek ortaya çıktı ama gerçeğin tamamı ortaya çıkmadı henüz. Herkesin bildiği finale doğru adım adım yaklaşıyoruz. Kim organize ediyormuş bu organize silah ticaretini, SADAT, SADAT içinde bir ekip, diyor Sedat Peker. SADAT ne? Erdoğan’ın saraya başdanışman olarak atadığı başdanışman tarafından kurulan bir milis teşkilatı. Karşılığında ne alınıyormuş. Kaçak ham petrol diyor Sedat Peker. Peki bu ticaretin iznini kim veriyormuş, isim veriyor Peker, Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanı Metin Kıratlı. Paralar nereye gidiyormuş, Berat’ın ekibine” diyor, Sedat Peker. Şimdi Peker’in ima ettiği ama henüz söylemediği şeyi biz söyleyelim. Silahı gönderen sarayın başdanışmanı, parayı tahsil eden sarayın idari işler başkanı. Paranın girdiği kasanın sahibi sarayın damadı. Sedat Peker, sözlerini videoda seninle konuşacağız, Tayip Abi diye bağladı. Tayyip Abi için uykusuz bir hafta başlıyor, ben hiç olmadığı kadar huzurla uyuyacağım. Sonunda alnımız açık döneceğiz ülkemize. Siz yargılanacaksınız, vallahi yargılanacaksınız”.
Anlaşıldı, Can Dündar şöyle yazdı böyle yazdı, haklı haksız yargılandı, haklı haksız 27 yıl cezaya çarptırıldı, hapse atıldı ve Almanya’ya kaçmak zorunda kaldı. Ama Türkiye’de engellenilerek (pasaportu elinden alınarak) kalan Can Dündar’ın eşi Dilek Dündar’a, yukarıda kendinin açıkladığı gibi neden bu haksız, adaletsiz, hukuksuz uygulama reva görülüyor. Bir kişinin eşi ceza aldı, diye hiç adli işi olmamış yargılanmamış eşine neden bu işkence yapılıyor. Aldıkları evlerini bile sattırmıyorlar, kin intikam tavrı ile yurt dışına eşinin yanına gitmesini engelliyorlar. Devlet vatandaşına karşı böylesine kin ve intikamcı tavrı içinde olur mu? Yukarıda AYM nin suçun kişiselliğini açıklayan hükmünü kanun maddesi ile verdik. Nerede suçun kişiselliği.
Unutmayın adaletli bir yönetimle, hukuka saygı ile çağdaşlığa ulaşabiliriz.

Ben de ayrımcılığa uğradım
Fırsat buldukça zaman zaman AKP-RTE nin bazı uygulamalarını eleştiren, dinsel bağnazlık vb konularda yazılar yazıyorum. Ayrıca facebook ve twitter giibi sosyal paylaşım sitelerinde bu doğrultuda fotoğraf, karikatür yazıları da paylaşıyordum. Bu sitelerdeki paylaşımlarımın üzerinde sansür anlamında asma kilit simgesi vardı. Meğer bu sosyal paylaşım sitelerindeki paylaşımlarım sansürleniyormuş, nedenini soruştururken, paylaşımlarım için, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığının filan tarih ve sayısı ile engellendiğim bildiren yazı pencereleri görülüyordu. Meğer iletişim Başkanlığınca izleniyor ve sansürleniyormuşum. Paylaşımlarımın üstünde, “bu paylaşımları sadece sen görebilirsin”, notları da görülüyordu.
Bu böyle devam ederken, bir gün bu sosyal paylaşım sitesinde isteğim dışında benim adına açık saçık porno fotoğraflarının yüklendiğini gördüm. Altlarına, bunları ben koymadım kimler koydu yakınan notlar düşüyordum.
Sayfama eleştirel anlamda bir karikatür, video falan ne yaptımsa yükleyemiyordum.
Yine bir gün sosyal paylaşım sayfama benim için yazılmış şöyle bir not düştü:
-İyicene CHP’nin köpeği olmuşsun, eskiden köylerde daha sadık olsun diye köpeklerin kulaklarını keserlerdi, CHP liler de senin kulağını kesmişler”. (Soyadım Kulaksız ya öyle diyor).
Aman Tanrım bu da neyin nesi şunun fotoğrafını çekeyim diye uğraşırken, o hakaret yazı notu kayboldu. Demek ki birileri beni adamakıllı izliyor, sansürlüyor diye düşünmeye başladım.
Ayrıca, covid 19 salgınının başladığı aylarda, Cumhurbaşkanlığı vatandaşlara kuryeler eliyle kolonya ve maske dağıtıyordu. Bizim oturduğumuz 1710 Cadde boyunca Cumhurbaşkanlığından gelen kurye, sağdaki soldaki komşulara maske ve kolonya dağıtırken, 70 yaşındaki eşime, 76 yaşındaki bana bunlardan vermedi. Dağıtım yapan kurye herhalde bizi unutmuştur diye arkasından varıp bize neden bunlardan verilmediğini sorduğumda, kurye elindeki listeye baktı, “abi listeye göre dağıtıyorum, listede Adınız yok” deyince çok bozuldum ve üzüldüm. Bizim, milletin parası ile alınan bu basit şeyleri bile halka dağıtırken, nasıl bir ön yargı ile seç kat yaptıklarını, ayırım yaptıklarını size de sunmak istedim.
Kısaca devlet adamı, devlet vatandaşlarına karşı kin ve intikam içinde davranamaz, ayırım yapamaz. Can Dündar’ın eşi Dilek Dündar’ın kendilerine yapılan insafsız haksız, adaletsiz, hukuksuz uygulamaları anlattığı gibi, bana yapılan bu basit ayırımcı tavır da gösteriyor ki, Saray vatandaşlarına karşı, ayırımcı, haksız, adaletsiz, kinci, intikamcı tavır içindedir. Unutmayın ki baştaki yönetici de yaptığı zulüm de baki değildir.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız.

Hdp İzmir İl Binasına Yapılan Saldırı Demokrasiye Saldırıdır
HDP İzmir  İl Başkanlığı binasına yapılan silahlı saldırı ve baskın; bugün için kağıt üzerinde kalmış olsa da, Türk demokrasisine  ve Türk vatanına yapılan alçak bir saldırıdır. 

Bu saldırı, bir delinin ve fanatiğin kişisel ve anlık bir saldırısı olmayıp, 2023 seçimlerine da yansıması planlanan,  organize ve planlı bir saldırıdır. 

Hedefte;  HDP değil, Türk Vatanı ve demokrasisi vardır. 

Hedef olarak HDP'nin seçilmesi, saldırının asıl ve gizli siyasal  amacını ve nedenlerini saklamaya ve  saptırmaya yöneliktir. 

“PKK ülkemizi bölmeye çalışıyor,  insanlarımızı öldürüyor, HDP;  PKK'nın legal partisi gibi davranarak PKK'ya destek çıkıyor. Bu nedenle hakkında kapatma davası da açılmıştır, bu HDP'ye kızıyorum ve öfkelenerek bu saldırıyı kişisel olarak gerçekleştirdim” diyebilmek ve asıl hedefin Türk demokrasisi olduğunu gizleyebilmek  için, bu alçak provokasyon için HDP İl Binası bilinçli olarak seçilmiştir.  

Ülkede bir kaos ortamı yaratılarak, Türk demokrasisinin üzerine çökmenin planladığı anlaşılıyor sanki. 

Bu ülke insanları, AKP'nin tek başına iktidarı kaybettiği 7. Haziran. 2015 seçimlerinden sonra,  1. Kasım. 2015 seçimlerine uzanan süreci unutmadı, HDP'ye yönelik bu saldırı;  haklı olarak,  ister istemez bu yakın geçmişi hatırlatıyor bizlere maalesef.   

Bu alçak saldırı da günahsız bir genç kadın da,  alçakça katledilmiştir. 

Hedef olarak seçilen HDP kadar, saldırının gerçekleştirildiği il de çok manidardır. 

Cami hoparlöründen  çav bella şarkısının çalınarak yapılan ve failleri bulunmayan, bulunması da istenmeyen provokasyon da olduğu gibi, bu son provokasyon için de,  demokrat İzmir ilimiz seçilerek, huzur kenti demokrat İzmir'imiz de,  bu kaos'un içine sokulmak istenmiştir. 

Türk demokrasisine ve vatanına yapılan bu organize ve planlı saldırıya, en başta siyasal iktidar olmak üzere,  tüm muhalefet partilerimiz ve halkımız; amasız ve fakatsız tavır almalı ve bu provokasyonu şiddetle kınayarak  lanetlemelidir. 

HDP İzmir İl Binasına yapılan ve cinayet işlenen  bu saldırıyı kınayacak olan muhalefet partileri; kendilerinin, siyasal iktidar tarafından, PKK'ya destek çıkmakla suçlanacak olmalarından asla korkmamalıdırlar, muhalefet bu yersiz korkudan sıyrılmalı ve siyasal iktidarın elindeki bu oyuncağı elinden alarak parçalamalıdır. 

Siyasal iktidarın İçişleri Bakanı ve bu ülkenin partili Cumhurbaşkanı;  gördüğümüz kadarıyla,  suskunluklarını hala muhafaza ediyorlar ve bu alçak saldırıyı kınayarak lanetlemiyorlar. 

Bu ülkenin birliğini temsil eden Cumhurbaşkanı, Türk demokrasisine yönelik böyle bir alçak saldırıyı ve provokasyonu açıkça kınamayacak ve lanetlemeyecek de,  neyi kınayıp lanetleyecek, daha ne bekleniyor? anlamak da zorlanıyoruz. 

Türk halkı ve seçmeni,  çok uyanık olmalı, tarihten dersler alarak bu alçak saldırıyı çok iyi değerlendirmelidir. 

Biz, bu ülkeyi seven ve demokrasiyi özümsemiş bir Türk aydını olarak,  HDP'nin şahsında sahneye konmak istenen  kaos'a yönelik bu saldırıyı ve cinayeti kınıyoruz ve şiddetle lanetliyoruz. 

Güner Yiğitbaşı

17/06/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Atatürkün Balıkesir Zağanos Paşa Camsinde Hutbesi
Atatürk'ün 7 Şubat 1923 tarihinde Balıkesir'de Zağnos Paşa Camiinde verdiği hutbe sırasındaki fotografı.  Atatürk’ü böylesine imam kılığında görmüş müydünüz Ve sadeleştirilmiş haliyle o günkü hutbe:

“ Ey millet! Allah birdir, şanı büyüktür. Allah'ın selâmeti, sevgi ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenâb-ı Hak tarafından insanlara dinî hakikatleri tebliğe memur edilmiş ve resul olmuştur. Temel nizamı, hepimizin bildiği Kur'ân-ı Azimüşşan'daki açık ve kesin hükümlerdir.

İnsanlara manevi mutluluk vermiş olan dinimiz, son dindir, mükemmel dindir. Çünkü dinimiz; akla, mantığa ve gerçeklere tamamen uymakta ve uygun gelmektedir. Eğer akla, mantığa ve gerçeklere uymamış olsa idi bununla diğer ilâhî tabiat kanunları arasında birbirine zıtlık olması gerekirdi. Çünkü bütün tabiat kanunlarını yapan Cenab-ı Hak'tır.

Arkadaşlar! Cenab-ı Peygamber çalışmalarında iki yere, iki eve sahipti. Biri kendi evi, diğeri Allah'ın evi idi. Millet işlerini Allah'ın evinde yapardı. Hazret-i peygamber'in mübarek yollarını takip ederek bu dakikada milletimize ve milletimizin şimdiki ve geleceğine ait konuları görüşmek maksadıyla bu kutsal yerde, Allah'ın huzurunda bulunuyoruz. Beni bu şerefe kavuşturan Balıkesir'in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu vesile ile büyük bir sevaba nail olacağımı ümit ediyorum.

Efendiler! Camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler, söylenenleri dinleme ve ibadet ile din ve dünya için neler yapılması lazım geldiğini düşünmek, yani birbirimizin görüş ve düşüncelerini almak için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihninin başlı başına faaliyette bulunması lâzımdır. İşte biz de burada din ve dünya için, geleceğimiz için her şeyden önce hakimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım.

Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşüncelerini anlamak istiyorum. Millî emeller, millî irade yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, millet fertlerinin tamamının arzularının, emellerinin birleşmesinden ibarettir. Bundan dolayı benden ne öğrenmek ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim"

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız.

Güney beldesi belediye seçimlerinden ders  alınız!...
Geçtiğimiz hafta sonu Afyon ilinin küçük bir beldesi olan ve yaklaşık 1800 civarında seçmenin olduğu Güney beldesinde belediye seçimi yapıldı. Yanlış anımsamıyorsak,  AKP dışında yedi aday yarıştılar, iktidardaki AKP'nin;  devlet imkanlarını ve bizzat İçişleri Bakanını kullanarak, seçmen nezdinde manevi baskı oluşturmak suretiyle ve oyların da dağılmasının zorunlu sonucu olarak,  itibarı yerlerde sürünen AKP'nin adayı, yine de ipi göğüsleyerek seçimi kazandı. 

Güney Beldesindeki bu küçük ölçekli seçim de gösterdi ki; devletin tüm yasal ve mali imkanlarını ve gücünü, medya üstünlüğünü kullanan AKP iktidarı;  muhalefetin,  aralarında ittifak yaparak tüm güçlerini bir araya getirmedikleri sürece, hala  seçim kazanabiliyor. 

Burada,  dikkatinizi çekmek istediğim en önemli husus, eskiden seçim dönemlerinde içlerinde İçişleri Bakanının da bulunduğu, üç bakanın, İçişleri, Adalet ve Ulaştırma Bakanlarının tarafsız bakanlarla yer değiştirmesinin önemini de kesin olarak anlamış bulunuyoruz. AKP iktidarının;  seçim dönemlerinde,  tarafsız bir İçişleri, Adalet ve Ulaştırma bakanı istememesinin ve bu uygulamayı kaldırmasının nedenini halkımız anlamış olmalıdır. 

Bu küçük belde seçimi de açıkça göstermiştir ki;  işin hiç şakası yok, dalga geçilecek koşullarda değiliz. Aksi halde bunun bedeli ülkemiz ve halkımız için çok ağır olacaktır. 

Muhalefet partileri; gerçekten,  demokrasi ve özgürlükleri savunuyor ve önem veriyorlarsa, AKP'nin ve onun başındaki saraydaki tam yetkili tek adamın;  devletimizi bir AKP devleti haline getirmesine, ülkeyi felakete götüren bu antidemokratik ve otokratik tek adam düzenine sandıkta son vererek,  kuvvetler ayrımına, yargı bağımsızlığına ve hukukun üstünlüğüne dayalı, meclisin üstün irade olduğu, yürütmeyi denetleyebildiği iyileştirilmiş parlamenter sisteme geri dönülmesini, ülkenin AKP işgalinden kurtarılmasını istiyorlarsa, bugünden tezi yok kollarını sıvayarak ittifak çalışmalarına ciddi bir şekilde başlamalılar ve bu seçimlerin temizlik, onarım ve yeniden inşa amaçlı,  çok hayati,  adeta bir ara ve demokrasiye geçiş seçimi olduğunun bilinci içinde, aralarında kenetlenmelidirler, demokrasi ittifakı kurmalıdırlar. 

Aralarında;  derhal,  demokrasinin asgari kural ve kurumlarında anlaşıp birleştikleri bir ittifak protokolü hazırlayarak,  parlamenter demokrasiye ve özgürlüklere, tüm kurum ve kurallarıyla parlamenter sisteme geri dönebilmek için yapılması gerekenleri ve bunları taviz vermeden yapacaklarını, bir bir bu protokolde sıralayarak, bunları gerçekleştirecekleri konusuda millete söz ve güven vermelidirler. 

Muhalefet partileri; asla, tek başlarına seçim kazanacaklarını ve  seçime henüz iki sene var acelemiz ne diye,  düşünmemelidirler. 

BuAKP'nin ve sarayın ne yapacağı hiç belli olmaz,  muhalefetin savrukluğundan, rahatlığından yararlanarak,  bir erken ve baskın seçim kararı alabilirler, zira kaybedecek bir şeylerinin kalmadığını çok iyi biliyorlar ve yapamazlar dediğimiz çılgınlığa tevessül edebilirler. 

Bu nedenle,  muhalefet;  yarın seçim olacakmış gibi,  bu demokrasi ittifakını bir an önce kurarak protokole bağlamalı ve milletimize açıklamalıdır. 

Daha önce defalarca yazdığımız bazı hususların özellikle altını çizmek istiyoruz. 

Millet İttifakının güçlü iki ortağı CHP ve İYİ Parti; ülkeyi,  seçimle AKP iktidarının zulmünden kurtararak, ülkeye demokrasinin ve parlamenter sistemin geri dönmesini samimi olarak istiyorlarsa, armudun sapı var, üzümün çöpü var dememelidirler.  Akılcı ve pragmatik düşünmelidirler. 

AKP'den koparak kurulan iki yeni partinin kurucularının,  AKP çatısı altında iken yaptıkları hatalara takılmadan, nadim oldukları anlaşılan,  bu iki partiyi kuran DAVUTOĞLU ve BABACAN'a da kucak açarak, onları da Millet İttifakına dahil etmelidirler. 

Özellikle İYİ Parti,  HDP alerjisinden kurtulmalı ve ve bu partiye oy veren Kürt seçmene hürmeten, HDP'nin,  hiç değilse haricen Millet İttifakına oy desteği vermesine sesini çıkarmamalı ve HDP lehine söz söylemese de,  aleyhine de konuşmamalıdır. 

Bir önceki Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde yazdığımız makalelerde,  dilimizde tüy bitti, ortak bir çatı adayı çıkarınız diye,  diye. 

Ama, herkes EKMELETTİN örneğini göstererek,  çatı adayın çözüm olmadığını, her partinin kendi adayını göstererek,  oyların dağılmasını ve seçimin ikinci tura kalmasını savundular. 

Sanki, böyle olunca ikinci tur garantiymiş gibi. 

Biz, her parti aday gösterirse,  seçimin ikinci tura kalacağının garantisi olmadığını, eldeki kuşun daldaki kuştan daha iyi olduğunu, seçimin ikinci tura kalmaması halinde,  bir çatı adayın gösterilemeyeceğini savunmuştuk. 

Ne oldu sonunda?

İYİ Parti AKŞENER'i,  CHP İNCE'yi aday gösterdi ama, bizim savunduğumuz gibi seçim ilk turda kaybedildi ve ERDOĞAN ilk turda seçildi. Eldeki kuş kaçtı, daldaki kuşa da ulaşılamadı. 

AKŞENER; aday olarak,  milletvekili seçilme imkanını elinin tersiyle itti ve meclis grubunu mecliste başsız bıraktı, milletvekili dokunulmazlığını da kazanamadı,  Cumhurbaşkanı adayı olmayıp milletvekili seçilseydi ve dokunulmazlık kazansaydı,  mecliste kendi grubunun başında olsaydı, fena mı ourdu? Daha cesur bir muhalefet yapabilirdi.  

AKŞENER de hatasını anlamış olmalı ki; Halk TV de yayınlanan bir programda, bu sefer millet ve demokrasi ittifakının ortak bir cumhurbaşkanı adayı çıkarmasını savunmuştur. 

Aynı hatayı bu seçimlerde yapmayınız lütfen. 

Millet İttifakının büyük ortağı KILIÇDAROĞLU ile İYİ Parti lideri AKŞENER ve diğer muhalefet partisi liderleri,  partili cumhurbaşkanına karşı oldukları, bir iktidar değişimi olduğunda zaten parlamenter sisteme dönülecek olması ve  daha da önemlisi, cumhurbaşkanlığına aday olan liderlerin, seçilememeleri halinde milletvekili de olamayacakları ve dokunulmazlık kazanamayacakları dikkate alındığında,  özellikle ittifak unsuru olacak liderlerin; asla, partilerinden veya ittifakın ortak ve çatı adayı olarak aday yapılmamaları zorunludur.  

Muhalefet cephesinin oluşturacağı demokrasi ittifakının katılanları partilerin liderlerinin;  tek başlarına veya ortak çatı adayı yapılmaları, seçmen nezdinde olumsuz karşılanacak ve seçimin kazanılması halinde,  iyileştirilmiş parlamenter sisteme dönüleceğine ilişkin sözü de zayıflatacaktır. 

Seçilecek olan Cumhurbaşkanının, ERDOĞAN gibi tam yetkili tek adam gibi davranmayacağının en önemli kanıtı, göstergesi ve garantisi bize göre gösterilecek olan Cumhurbaşkanı ortak adayın profili olacaktır. 

Abdullah GÜL'ün;  asla ve asla, olası bir Millet ve demokrasi İttifakı çatı adayı olarak düşünülmediği,  İttifak liderlerinin yapacağı ortak bir açıklama ile kamuoyuna deklere edilmelidir. 

Millet ve demokrasi İttifakına ve ülkemize layık demokrat ve özgür düşünceli, çağdaş,  parlamenter sistemi benimseyen, ülkenin kuruluş değerlerine ve ATATÜRK ilkelerine bağlı çok değerli insanlarımız var, bunu bulup çıkarmak zor olmasa gerek.  

Köprüden önceki son demokrasi çıkışındayız,  efendiler. 

Güner Yiğitbaşı

09/06/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Bitli Yıllar
“10 bite bir silgili kalem”
Hepimiz, bit denilen parazit bir canlının kan emen ve mikrop dağıtan rahatsız edici bir canlı olduğunu biliriz. Bu bit de nereden çıktı dediğinizi duyar gibi oluyorum. Şimdi size, biraz da denk düştüğü için bitle ilgili bazı ilginç anı ve olayları sunmak istiyorum.
Türkiye’de İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına kadar, ne ki, azalan oranda da olsa 1950 li yılların sonlarına kadar kıtlık vardı. Öyle ki ekmek bile karne ile veriliyordu. İşte o yıllarda nüfusun çoğunluğunu teşkil eden köy ve kasaba evlerinde musluk suyu yoktu. Köylerde analarımız ellerinde testilerle uzak çeşme ve kaynaklarda evlerine su taşırlar, onun için de analarımızın omuzları davulcu omuzu gibi düşük olurdu. O zamanları su sıkıntısı had safhada olduğundan ve deterjanlar da olmadığı için çamaşır gecikmeli yıkanırken, insanlar da gecikmeli yıkanırdı. İşte o nedenle evlerde ve insanların giysilerinde bit ve pire çok olurdu. Öyle ki, bit ve pire öylesine kanıksanmıştı ki, insanlar “bit yiğitte, pire itte bulunur” diye atasözü gibi özdeyişler üretmişti.
Doğal olarak okula giden öğrencilerde de bit olurdu. Ben ilkokulda 1955 lerde okurken, derse başlamadan önce öğretmenimiz öğrencilerin yakalarında bit kontrolü yaptırırdı. Öyle ki bir iki bit çıkmışsa es geçilir, çokça bit çıkmışsa o öğrenci çamaşır değiştirsin diye evine gönderilirdi.
Kadınlar küçük kızlarını dizlerine yatırırlar, başlarında bit, “sirke, yavşak” (bit pire yavrusu) ararlar, buldukları zaman bit, pire, yavşak, sirkeyi başparmaklarının tırnakları arasına sıkıştırır ezerler, öldürürlerdi.

Öğrencide çıkan 45 tane bit
Şimdiki okula giden çocukların biti bilmediklerine bakmayın, eskiden benim küçüklüğümde okullarda öğrencilerde çok bit çıkardı. Onun için bazen öğretmenler derse başlamadan önce bir çocuk görevlendirir, sınıftaki tüm öğrencilerin yakalarında bit kontrolü yaptırırdı. Eğer bu onur kırıcı kontrolde, kontrol edilen öğrencide çok bit çıkarsa öğretmen çamaşırın değiştirilmesi için evlere gönderirdi. “Ahır sekisi” denilen insan ve hayvanların kocaman bir odada birlikte kaldıkları barınakların 1950 li yıllara kadar devam ettiği zamanlarda bit pire oldukça yaygındı. Ahır sekiler yavaş yavaş azaldıkça, su ve yıkanma arttıkça bit pire gibi parazitler de azalmıştı.
Bırakın öğrencileri, İstiklal Savaşı ve öteki Birinci Dünya Savaşı gibi Osmanlı’nın yıkım savaşlarında asker bit ve pireden kırılırmış. Tifüs gibi hastalıklar bit pire gibi parazitlerden yayıldığı için, tifüs de çok yaygınmış, cephelerde en çok can kayıpları tifüsten olurmuş. Tifüse ilişkin olarak tarih kitaplarında çok hazin olaylar, öyküler anlatılır.
Köy odasında yaşlılarımız, oda cemaati sohbetlerinde asker ocağında askerlerde 1950’den önceleri askerlik yapanlarda, özellikle İstiklal Savaşında çıkan bit ve pireden bahsederler ve bunu sanki olağan sayarlardı. Köy odasında yaşlının biri de her gün aşina olduğumuz bu bit pire olayını hafife alarak “arhadaş pire itte bit yiğitte bulunur” diye espri ile bit pireyi olağanlaştırırdı.  Kimse temizlikten, sık sık giysiler ve vücudumuzun yıkanmamasından söz etmezdi. Evlerde banyo yoktu, çocuklar leğende, büyükler ahırda yıkanırdı. Sonraları odanın bir köşesine “suluk” dedikleri bir yıkanma köşesi yapılmaya başlandı.
Evde halkımız böyle iken, askerimiz de hemen hemen aynı idi. Cephelerde askerler bit, pire elinde çaresiz kalır, tifüsten kırılırdı. Yaşlılarımız anlatırlardı, eski savaşlarda yokluktan, kıtlıktan askerimiz bitten, onun yaydığı tifüsten kırılırmış.
İlkokul dördüncü sınıfta okuyordum sanırım, okulda bazı arkadaşlarda ve çoğumuzda bit çıkardı, dershanemiz birleştirilmiş sınıftı, üçüncü dördüncü, beşinci sınıf aynı dershanede idi.  Bu bit olayına canı sıkılan öğretmenimiz Eyüp Kardeş, sınıftan, benimle bir arkadaşımızı görevlendirdi. Sınıfımızdaki bütün öğrencilerde bit kontrolü yaptırdı, arkadaşların önlüklerini, işliklerini kaldırıp tek tek kontrol ettirdi. Hemen birçoğumuz da bit çıktı ve birçok arkadaşın gömlekleri pire pislikleri ile dolu idi. Hele hiç unutamıyorum, Ömer Maraş adındaki bir arkadaşımızın sıyrılmış gömleğinde, tek tek saydık, belki inanamazsınız, tam 45 tane bit çıktı. O arkadaşımızın lakabı ondan sonra “45 li” kaldı; arkadaşlar arasında “45 li geldi”, 45 li gitti” sözleri yayıldı gitti. Ömer Maraş arkadaşımız bu sözler karşısında utanır, kimisi ile kavga ederdi.

On bite bir silgili kalem
18 Nisan 2021 günü cep telefonumun “Dost Söyleşileri” sitesine, bitle ilgili fıkra gibi anı anlatılan bir video geldi. Videodan izlediğim kadarıyla, 17 Nisan Köy Enstitülerinin kuruluş yıldönümü nedeni ile olsa gerek, köy enstitülerinden mezun olmuş 8-10 kadar yaşlı emekli öğretmenler bir araya gelmişler yiyip içip eğleniyorlar, köy enstitüsü ile ilgili anılarını anlatıyorlardı. Ben de bunu videodan çözerek size sunmak istedim.
Orada ayakta duran bir emekli öğretmen arkadaşlarına karşı, başından geçmiş, biraz da Doğu-Kars yöresini anımsatan şivesi ile bitle ilgili fıkra gibi şu ilginç olayı anlatıyordu:
“Sene 1946 ben ilkokul üçüncü sınıftayım, Şenkaya Köyü. Millî Eğitim Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı anlaşmışlar, bitle mücadele için tamim yayınlamışlar. Bizim Örtülü köyüne de gelmiş, haber aldık, dediler ki, “on tane bit getiren çocuğa-öğrenciye başı silgili bir kurşun kalem vereceğiz”. (Masalarda oturanlarda alkışlar ve kahkahalar). Ben gece uğraştım, eski krem kutuları vardı bilirsiniz, paslanmaz tenekeden, kutunun içine on tane bit biriktirdim sabahtan avcuma aldım, gittim ki okula. Başöğretmen odasında Kadir öğretmenle Ahmet Doksor öğretmen oturuyor, kapıyı vurdum girdim, dedim ki “hocam ben arkası silgili kalem alacağım on tane bit getirdim”. Başöğretmen “getir lan o bitleri sayacağız” dedi. Yazı kağıdının üstüne bitleri döktüler, bir iki saydılar dokuz tane bit çıktı. Dediler ki “dokuz bite kalem vermiyoruz”. Ahmet Hoca dedi ki “bir bitten bir şey olmaz, çocuğa kalemi verelim” dedi, Başöğretmen Ahmet dedi ki “olmaz bana zimmet çıkar”, dedi. (Masada gülüşmeler)
Eve üzüntülü gittim, babam dedi, “aldın mı oğlum götü silgili kalemi?”  Dedim baba bir bitin birini kaybetmişim bit noksan çıktı vermediler, dokuz bite vermiyorlarmış. Babam dedi, “bunlardan öğretmen mi olur, bir tene bitten ne olacak”, babam işliğinden bir bit çıkardı kutuya koydu, “al git kalemini al” dedi. Okula gittim biti götürdüm, “dök kâğıda” dediler saydılar, “bu getirdiğin bir bit büyük senin değil, genelgede öyle yazıyor, bizzat çocuğun kendi biti olacak. Bu senin değil bu bit daha iri babanın biti olsa gerek”. Geriye eve geliyordum, yolda Orhan Töksoy’a rastladım, ne oldu lan, dedi. “On bit olacağıdı, biri noksan çıktı, dokuz bite kalem vermiyorlarmış”, dedim. O da la bende altı tane yedek bit var, gel sana vereyim, dedi. Geldi bana dedi, “bu beceriksiz” dedi” Ali Osman kırk tane götürmüş dolmakalem almış” dedi.  (Alkkış ve bravo” sesleri.
Üç bitin sohbeti                                                                                     
Öğretmenlerin bu tatlı sohbetinde, fıkra gibi anıyı duyan başka bir öğretmen de yine bitle ilgili aşağıdaki fıkrayı anlattı:
“3 bit bir gün bir kadının göbeğinin üstünde toplanmışlar, kendi aralarında şöyle bir karar almışlar. Kıdemli bitlerden birisi demiş ki:
“- Şöyle çevreyi bir kontrol edip dolaşalım. Biriniz yukarıya doğru çıksın, biriniz arka tarafa, ben ise aşağıya doğru gideceğim. Yarım saat sonra aynı yerde buluşalım ne gördüğümüzü birbirimize anlatırız” demişler.
Yarım saat sonra kadının göbeğinde buluşmuşlar. Yukarı çıkan bit gördüklerini anlatmış:
“-Yukarıda 2 tane dağ vardı kocamandı çıka çıka bitiremedim, yoruldum geri döndüm”, demiş, (kadının memelerine tırmanmış).
İkinci bit şöyle demiş:
“-Ben de koskocaman iki dağ arasında sıkıştım kaldım, iki dağın arasındak çukurdan zort diye pis kokulu bir gaz çıktı, sesten sonra bir koku geldi ki sormayın, dayanamadım, bu yana kaçtım” demiş.
Üçüncü bite sıra gelince bakmışlar ki sırılsıklam ıslanmış:
 “eee sen niye böyle sırıl sıklam ıslanmışsın” demişler, aşağı tarafa gezmeğe inen bit başlamış anlatmaya:
 “Aşağıya inince bir ormanın içinde kayboldum, derken karşıma kocaman bir yılan çıktı, neyse ki bir mağara buldum ve içine saklandım, yılan gitti geldi yakalayamadı, gitti geldi yakalayamadı, derken bir süre böyle devam etti. Baktı olacak gibi değil tükürdü kaçtı gitti pezevenk...!” 

Bitin bir tek yararı. Bit görülünce damat oldu.
"Olıcak bir kişinin bahtı kavi, tali yar
Kehlesi dahi mahallinde anun işe yarar." Lâedrî
Rüstem Paşa Kanuni Sultan Süleyman'ın sadrazamı idi. Birkaç defa sadrazamlığa getirilmişti. İlk sadrazamlığında Şehzade Mustafa'nın ketlinden dolayı askerin tepkisine maruz kalmış ve bu tepki yüzünden görevden uzaklaştırılmıştı. Ayrıca bazı tarihçiler onun Osmanlı devletine ilk kez rüşveti sokan kişi olduğunu yazarlar, hem de meşhur bir rüşvetçi imiş.
Aslen Hırvat kökenli olan Rüstem Paşa Enderun’da yetişmiş zekâsı ile dikkatleri üzerine çekmiş, yükselerek Diyarbakır Beylerbeyliğine getirilmiştir. Onun yükselişini hızlandıran asıl olay Kanuni Sultan Süleyman Hürrem Sultan'dan olan tek kızı Mihrimah Sultan ile evlenmesidir. Ancak bu evlilik çok kolay olmamış...
Rüstem Paşa'nın bu evlilik öncesinde düşmanları “paşa cüzzamlıdır” diye dedikodu çıkarırılar. Tarihçiler olayı şöyle anlatırlar:
''Süleyman Han, Rüstem Paşa'yı kerimeleri Mihrimah Sultan ile evlendirmek ve vezir-i azamlığa getirmek istediler. Ancak bazı hased kimseler Paşa cüzam illetine müpteladır şeklinde dedikodu çıkarınca tereddüde düştüler. Reis-i etibbalarından (baştabib) bı hastalığın arazını sordular. Reis-i atibbaları bu hastalığa yakalananların bedenlerine, sağlam insanlarda olduğu gibi bit denen mahlükun yaşayamadığı arz etti. Bunun üzerine Süleyman Han tabiblerinden birini, bu mahud hayvanın Rüstem paşa'nın vücudunda bulunup bulunmadığını araştırması için Diyarbekir'e gönderdiler. Tabibin eline işine kimse karışmaması için hattı hümayun verip bir netice almadan da bu sırrı Paşa'ya açıklamamasını tembihlediler. (O zamanları “cüzzamlı kimselerde bit bulunmaz” diye boş bir inanç yaygınmış).
Tabib varıp Rüstem Paşa'nın çamaşırlarını kontrol etmeye başladı. Paşa'nın haznedarı da yanında bulunuyordu. Haznedar, ma'hud hayvanı (biti) bulup efendisi rezil olmasın diye saklamak istedi. Fakat tabib olup biteni göz ucuyla gördü. Hazdendarı bulduğu şeyi göstermesi için sıkıştırdı. Haznedar, büyük bir korkuyla ve tereddütler içinde bulduğu şeyi gösterdi. Tabib ma'hud hayvanı görünce çok sevinip hemen Rüstem Paşa'ya damatlık ve vezir-i azamlık müjdesini verdi. Buna dair yazılmış olan hattı hümayunu da verdi. Rüstem Paşa çok memnun olup tabibe mübalağa ikram ve in'amda bulundu ve Sam eyaletindeki büyük bir zeameti de ihsan eyledi. Müverrih Ali Çelebi, bu tabibi ihtiyarlığında gördü ve bu hikâyeyi ağzından dinledi.''
Bunu devrin meçhul bir ozanı şöyle dişileştirir:
“Olıcak bir kişinin bahtı kavi, tali yar
Kehlesi dahi mahallinde anun işe yarar”.   Lâedrî:  (Meçhul-bilinmeyen)
Günümüz Türkçesi ile: 'Bir kişinin bahtı açık şansı iyi olursa, onun biti bile işe yarar'' denilmektedir.
Kehle: Bit (asalak)
https://www.facebook.com/bakikalanbukubbedebirhossadaimis/posts/1435671339989441/
Osmanlının son yıllarında Tifus çok yaygındı
Dünyada ve ülkemizde yeni bir virüs, yeni bir salgın olan Covid 19 un yaptığı tahribat, aldığı binlerce cana tanık oluyoruz. Dünyada kaybedilen insan sayısı üç milyona, ülkemizde elli bine yaklaştı.
Cephelerde bit ve tifüsle ilgili bazı anılar.
Tifüs çok eski devirlerden beri bilinen, insandan insana bitler aracılığı ile bulaşan, savaş, kıtlık ve sefalet dönemlerinde bitten yayılan salgın halinde seyreden, ateşli bir hastalıktır.
Bu vesile ile cephelerde olan bitten kaynaklı tifüsle ilgili bazı örneklere yer evrelim:
“1. Dünya Savaşı’ndan önce kırım ve 1977-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda tifüs salgınları ciddi bir tehlike olarak baş göstermiştir. Ahmet Muhtar Paşa’nın kâtibi Mehmet Arif Bey 93 Harbi olarak da bilinen Osmanlı-Rus Savaşı sırasında ortaya çıkan tifüs tehlikesinin boyutunu şöyle anlatmıştır: “Hastanelerimizde mevcut yatanlardan başka her gün üç yüz dört yüz hasta geliyordu. Bunlardan en az iki yüz, iki yüz ellisinin hemen hastaneye yatırılması gerekiyordu. Ölüm o kadar arttı ki, hastanelerde yıkama ve kefenlemeye memur olan imamlar sabahtan akşama kadar durmadan çalıştıkları halde başa çıkamıyor ve cenazeler odun kütüğü gibi birbiri üzerine yığılıyor, sıra bekliyordu.”
Bunun dışında halkın tifüs hakkında bilgilendirilmesi amacıyla bildirilerin yanı sıra resimli afişlerden de yararlanılmıştır. Afişte, büyük bir mezarlıkla, bite aynı kare içerisinde yer verilerek bitin tehlikesine dikkat çekilmek istenmiştir. Bu maksatla resmin hemen yanına “bit ufaktır ama insanı mezara sürükleyebilir”, “Bir topal bit bir mezarlık dolduracak kadar iş görür”, “Lekeli hummaya bit götürür” gibi ifadeler eklenmiştir.
Tifüsün taşrada yayılmasında muhacirlerin ciddi ve sıkı sağlık kontrollerine tabi olmaksızın sevk edilmelerinin de etkisi olmuştur. Özellikle Halep’te, 1915 yılında Anadolu’dan gelen Ermeni muhacirler nedeniyle tifüs salgını hızla yayılmıştır.
1916’ın ocak ayında Eskişehir’de sayıları bine yaklaşan Ermeni muhacire, tifüsün sirayet etmesinden korkulduğundan Eskişehir mutasarrıflığı, bunların bir an önce geçici olarak tutuldukları mahalden sevki için lazım olan vagonların verdirilmesini Dâhiliye Nezareti’nden talep etmiştir.
Dr. Kemal Özbay çalışmasında yaşanan acı ve çaresizliğe ilişkin şu bilgilere yer vermiştir:
“…Bütün köy odaları ve samanlıklar hasta ve ölülerle dolmuştu. Ateş ve sefalet içinde kıvranan er, ölecek bir yer aramıştı. Cesetler çok kere odunlar gibi istif edilmiş; canlılar imkân buldukça karavanalarını, üst üste yığılmış cenazelerin sırtında yemişti. Erler, bu hal karşısında ölüm ile yaşamanın farkı olmadığını da acı ile seyretmişlerdir. Mezar kazma imkânsızlığı yüzünden açılan hastanenin her yanı bir morg halini almıştı. Bit her tarafı sarmıştı. Erler bunları kırmakla bitirememiş, yaptığı hastalıktan değil, bizzat bitlerin saldırısından ölenler olmuştu. Cenazeler soğuyunca bitler hemen uzaklaşıyor, diğer bir canlının üzerine saldırıyordu. Bu yüzden tifüs artış hızını sürdürmekten geri kalmıyordu”.
Erzurum’daki vaziyet öyle vahimdir ki 1914 yılı sonları ile 1915 yılı başlarında askerden ve halktan beş ay zarfında Erzurum kalesi içindeki mezarlıklara gömülen cenaze miktarı 10.000’i aşmıştır.
Sevilay Özer https://belleten.gov.tr/tam-metin/257/tur

Cevat Kulaksız 

Cevat Kulaksız.

Sedat Peker'in Son İddiaları
Mafya lideri Sedat PEKER;  pazar açıklamalarına büyük bir hızla devam ediyor. 

Biz,  aslında bu kişinin iddialarının soyut bir iddia olmasını isterdik. 

Ancak,  kimse kusura bakmasın ama, bu iddialara,  deli saçması külliyen gerçek dışı ve soyut  iddialardır diyemeyeceğimiz, ortada araştırılması gereken çok ciddi şüphelerin mevzu olduğu,  bir gerçektir. 

Bu iddialar doğru ise; bunun,  yargı kararı ile ortaya çıkarılması,  kamunun yararına olup, gerçek dışı ise; yine,  yargı kararı ile bu gerçek dışılığın saptanarak ortaya çıkarılması da,  iddiaların muhatabı olan zan altındaki kişilerin yararınadır. 

Bu itibarla, Sedat PEKER'in iddialarının savcılar ve meclis tarafından araştırılıp soruşturulması ve gerçeklerin ortaya çıkarılması, zorunludur. 

Ama görüyoruz ki; iddiaların muhatabı iş başındaki saray yönetimi, iddialar karşısında suskun kalıyor ve bununla da yetinmeyerek, yargıya baskı yapıp iddiaların soruşturulmasını engellemektedir. 

İddiaların, savcılar ve meclis tarafından soruşturulması engelleniyor diye, bu ciddi şüpheler içeren iddialar havada asılı mı kalacak?

Hayır efendim. Kırıntısı dahi kalmasa da, kağıt üzerinde demokratik bir hukuk devleti olan ülkemizde olması gereken şeffaflığın gereği olarak,  bu iddiaların soruşturulması ve gerçeklerin ortaya konması,  zorunludur. 

İktidar, soruşturulmasını mı engelliyor, o zaman biz vatandaşlardan günah gider,  kamuoyu kendi vicdanında bu iddiaları sorgular ve iktidarın tavırlarına göre bir değerlendirme yaparak,  kendi vicdanında en doğru kararı verir ve Sedat PEKER'in iddialarının doğruluğuna hükmederek,  yüksek sesle dillendirmeye başlar.  

Sedat PEKER;  son,  9. Videosunda ne diyor?

Doğan Medya'yı satın alması için Demirören grubuna Ziraat Bankası tarafından verilen, ilk iki yılı ödemesiz ve sonrasında da eşit taksitlerle on yıl vadeli 750 milyon dolar kredinin geri ödenmesinin zamanı geldiği halde,  bu kredi taksitlerinin Ziraat Bankasına geri ödenmesine başlanmadığını, bir başka iddia olarak da, Sezgin Baran KORKMAZ isimli iş adamı kılıklı ölücü şirket avcısı ve kara para aklayıcısı adamın, İçişleri Bakanlığına çağırılarak bizzat bakan tarafından kabul edildiği ve görüşüldüğü, hakkında soruşturma olduğunun, ülke dışına çıkmasına ve kaçmasına izin verileceğinin bildirildiği ve bunun karşılığında da, bir şirketten alacaklı olduğu 40 milyon dolarlık alacağını silmesinin Sezgin Baran KORKMAZ'dan  istendiğini ve bunun karşılığında,  Sezgin Baran KORKMAZ'ın pasaport ile elini kolunu sallayarak yurt dışına kaçmasının sağlandığını, Sezgin Baran KORKMAZ'ın;  Bodrumdaki lüks ve pahalı otelinde bazı gazetecileri, hakim ve savcıları, emniyet müdürlerini misafir ettiğini, söylüyor. 

Sedat PEKER'in; Ziraat Bankasından alınan 750 milyon dolarlık kredi ve Sezgin Baran KORKMAZ  ile ilgili iddialarının doğruluğunun veya yanlışlığının kanıtlanması o kadar kolay ki. 

Basit bir soruşturma ile kısa sürede sonuç alınabilir ve iddialar gerçek dışı ise ortaya çıkar ve kimse töhmet altında kalmaz. 

Ziraat Bankası,  ticari sır bahanesine sığınmadan,  bu iddialarla ilgili bir açıklama yapmalıdır. Kredinin geri ödenmesine başlanmışsa, bunu belgeleriyle ortaya koymalıdır. 

Sezgin Baran KORKMAZ ile ilgili iddialar da, kamera kayıtları, İçişleri Bakanlığına giriş ve çıkış kayıtları, otel kayıtları ve fatura bilgileriyle çok kolay aydınlanabilir. 

Ancak, siyasal iktidarın bunu istemesi ve  bu iradeyi göstermesi gerekir. 

Bu istek ve iradeyi ortaya koyamayan, suskun kalan ve iddiaları soruşturma konusu yaptırmayan siyasal iktidar; bunun sonucuna katlanacak ve bu iddiaların altında ezilmekten kurtulamayacaktır.  

Güner Yiğitbaşı

08/06/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

“Bu dünya çok kulplu bir kazan, bir kulpundan da sen tut kazan”

Çöpten ekmek toplayan bir anne
Hemen her sabah ve akşam, 14 yıldır baktığım, bana çok bağlı olan “Badi” adında bir köpeğim var. Tasmasını takıp evin kapısından çıktıktan sonra, kaldırımda sağa mı sola mı gideceğimizi o kararlaştırır ve onun yöneldiği tarafa ben de yönelir onu takip ederim. Artık yaşlanmaya başladığı için, çok bayır ve dik rampalı yere gelince, duraksar çıkmakta zorlanır, hemen onu kucağıma alıp düze çıkarırım. Bu her gün böylece devam eder.
Bir gün, sitemizin birkaç sokak arkasında Rajiv Gandi Caddesi’ndeki kaldırımda yavaş yavaş yürürken, Badi kaldırımdaki ağaçların dibini koklar, ben beklerim, o yürümeye başlayınca ben de onu takip ederim. Böyle yola devam ederken, kaldırımın kıyısında cadde tarafında sabit duran kocaman çöp konteynerin yanında bir kadın, elinde ucu soru işareti gibi kancası olan uzun bir sopa ile konteyner’in içine sokup bir şeyler çıkarmaya çalışıyordu. Bulabildikleri artıkları, atıkları kancası ile çıkarıyor, yanında bulunan kirli telis bir çuvalın içine atıyordu. Kolay gelsin diyerek yanına doğru yaklaştım, kendisine, anne bu ne haldir, senin kocan yok mu, diye sordum. Elindeki onun için çok önemli işine ara vermeden:
-Kocam var, kalp hastası yatalak, çalışamıyor, ben de bu çöplerden ne bulursam topluyorum, ekmekleri yiyecekleri eve götürüp yiyoruz; ötekileri biriktirip satıyorum” dedi.
Öyle demesi ile içim burkuldu, kaç yaşındasın, dedim.
“-60 yaşındayım” dedi.
Peki, kaymakamlığa, belediyeye yardım edilmesi için başvurmadın mı, dedim. O da şöyle dedi:
“-Belediyeye gittim, sana alışveriş için aile kartı verelim, dediler, adımı adresimi aldılar bir şey çıkmadı ne arayan oldu ne soran oldu” dedi.
Adın ne, dedim. “Ayşe Kart” dedi.
Ev kendinizin mi, dedim, O da öyle anlattı:
“­-Ev kira, kiramı zorlukla ödüyorum, su, elektrik, doğalgaz parasını ödeyemiyorum. Akşamın 11 ine kadar sokaklarda dolaşıp çöplerden bulduklarımı yiyecekleri alıp eve götürüyorum. Öteki, demir, plastikleri ayırıp satıyorum, günde 10-15 lira alıyorum, o da hiçbir şeye yetmiyor”.
Evde başka kimse yok mu, çocukların var mı, dedim. Ayşe Kart şunları anlattı:
“-Üç oğlum vardı, biri yakın zamanda öldü, iki memleketteler. Kendileri zor geçiniyorlar. Oğlumun birisinin karısı gitti, ondan iki oğlan yanımda, evlendiği kadın “ben çocuklara bakmam”, dedi. O çocuklara da bakıyorum. Hiçbir yerden gelirim yok, çöpten topladığım yiyecekleri eve götürüp yiyoruz”.
Yaşı atmışa gelmiş bir yoksul annenin böylesine başkentte sokaklarda sebil olması, sokaklarda yiyecek toplaması gerçekten insana hüzün veriyor. Ayşe Kart kaymakamlığa Fakir Fukara Fonundan (FAFUK) yardım alması için başvurduysa da yaşı 65 olmadığı için, yardımın mümkün olmadığını söylemişler. Çünkü FAKFUK yasa gereği 65 yaş üstü olanlara yardım ediyormuş.
Kadının üstü başı kir içinde yoksul ve yardıma muhtaç olduğu belli idi. Durumuna üzüldüğüm için, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı (ABB) Mansur Yavaş’a bu kadına yardım yapılması için internetten aşağıdaki yazıyı gönderdim.

Sayın Mansur Yavaş Başkanım, 29.05.2021
Ben, Yenimahalle İlçesi İnönü Mahallesi 1710. Cad. Kimyacılar Sitesi 16/1 de oturan Cevat Kulaksız’ım.
28 Mayıs 2021 günü aynı mahallede Rajiv Gandi Caddesinde bir çöp konteynerinde bir şeyler arayan yaşlı bir kadına rastladım. Kendisinden adının Ayşe Kart olduğunu, Demeteler Özevler Mahallesi 944 Sokak Buket Apartmanı No 10/9 da kirada oturduğunu öğrendiğim bu yaşlı kadın, her gün yiyeceklerini çöplerden çıkarmaya çalıştığını söylüyordu.
Yanında kocaman torbalara her türlü metal, plastik ufak tefek parçaları konteynerleri karıştırarak biriktiriyor, bulabildiği yiyecekleri eve götürüp yediğini, öteki parçaları satıp günde 10-15 lira elde edebildiğini söylüyordu. Kendisinden 60 yaşında olduğunu öğrendiğim bu kadın üstü başı perişan halde idi. Kocasının da yaşlı hasta yatalak olduğunu, iki torununa da bakmak zorunda olduğunu söyleyen bu yaşlı annenin Başkent Ankara’da böylesine zebil perişan bir halde olması insana üzüntü vermekte. Lütfen bu kadını adresinde bulup ona yardım etmenizi diliyorum.
Kendisi şunları anlattı:
“Hiçbir yerden gelirimi yok, kocam yaşlı hasta yatalak, çalışamıyor. Anneleri terk ettiği için İki torunuma da bakıyorum. Çöplerden böyle her gün akşamın 11 ine kadar ne bulursam topluyorum, bulabildiğim yiyecekleri eve götürüp yiyoruz, ötekilerden para edenleri satıyorum, her gün satıp 10-15 lira alıyom, onunla eve zeytin peynir almaya çalışıyorum.
Yardım etmeleri için kaymakamlığa başvurdum, hiçbir şey çıkmadı. Belediyeye başvurdum, “sana alışveriş yapman için aile kart verelim dediler, hiçbir şey çıkmadı”.
Sayın Başkanım, bu yoksul, yaşlı kadını adresinde buldurup durumunun incelenmesini, gerekli yardım desteğin verilmesini bir vatandaş olarak rica ediyorum, diliyorum. İçten selam ve saygılarımla.
Bu dilekçeme ABB aşağıdaki cevabı verdi:

Sayın Cevat Kulaksız, 29.05.2021 15:54 tarihindeki 4687153 numaralı başvurunuz SOSYAL YARDIMLAR PLANLAMA VE KOORDİNASYON ŞUBE MÜDÜRLÜĞÜ tarafından cevaplanmıştır. Başvurunuz Ankara Büyükşehir Belediyesi Sosyal Hizmetler Dairesi Başkanlığı Sosyal Yardımlar Planlama ve Koordinasyon Şube Müdürlüğü tarafından incelenmiştir. Yapılan inceleme sonucunda, bilgisini vermiş olduğunuz (Özevler Mahallesi 944 Sokak No 10/9) ailenin Sosyal yardımı 20/04/2021 Tarihinde teslim edilmiştir. İlginize teşekkür eder, iyi günler dileriz”.
Belediye, Ayşe Kart ailesine bir kez gıda yardım paketi verdiğini, bu yazısıyla bildirmekte. Bir kez verilen gıda yardımı yeterli olamayacağı için, Kızılay’ın da yardım etmesi için aşağıdaki dilekçeyi, Kızılay Genel Müdürlüğü internet hesabına gönderdim.

Kızılay Genel Müdürlüğüne, 03.06.2021
ANKARA
Konu: Yardım talebim.
Yenimahalle İlçesi Demetevler Özevler Mahallesi 944. Sokak Buket Apartmanı No 10/9 da kiracı olarak oturmaktayım.
“Kendim 60 yaşında yoksul ve hiçbir yerden geliri olmayan bir kadınım. Eşim kalp hastası yatalak olduğu için çalışamıyor. Ailece çok mağduruz ve yardıma muhtacız. 60 yaşında bir kadın olarak akşamın 23.00 lerine kadar çöplerden yiyecek topluyorum”.
Yardıma muhtaç olduğumdan yardım edilmesi için ABB sine başvurdum, bir kere yiyecek verdiler. Çok mağduruz, oturduğumuz evin kirasını, su, elektrik, doğalgaz parasını ödeyemiyoruz. Durumumun incelenerek Kızılay’ca yardım edilmesini diliyorum. Saygılarımla.
Ayşe Kart
Adres: Demeteler. Özevler Mahallesi 944. Sokak Buket Ap.
No 10/9 Yenimahalle ANKARA

Aynı bölgede çöp konteynerlerinden bir şeyler aramaya çalışan Ayşe Kart’ı tekrar gördüm, kendisine şunları söyledim:
Belediyece alışveriş yapmanız için aile kartı verilmesi, devamlı yardım yapılması için senin adına belediyeye bir dilekçe yazacağım, bu dilekçeyi imzala, belediyeye götür ver, dedim. Yazacağım dilekçeyi şu emlakçıya vereyim, yarın uygun zamanında dilekçeyi al, imzala belediyeye götür, diye tembih ettim. Köpeğim Badi de yanımda, olanları uslu uslu seyrediyordu.
Hemen cadde kıyısında sözleştiğimiz emlakçıya da durumu anlattım, emlakçı, “tamam dilekçeyi getir ben onu kadına vereyim” dedi.
Evde bir kâğıda, Ayşe Kart adına, belediyece yardım edilmesi konusunda istemi içeren dilekçeyi yazıp ertesi günü sözleştiğimiz emlakçıya bürosuna götürdüm. Dilekçe ile kadın dolmuş parası etsin diye 20 lira da para verdim. Emlakçı, “buyur biraz otur” dedi.
Yoksul kadına yardım ettiğimin duygusu içinde huzurla otururken, adını dahi sormadığım emlakçı bana şunları anlattı:
-Hocam bu durum gördüğün gibi değil, iş dışarıdan göründüğü gibi değil. Ben bu kadını iki üç senedir tanırım. Kocası yatalak falan değil. Bizim caddenin öbür tarafında giden yıl büfemiz vardı. Kocasının kamyoneti var, kocası bunu uzaktan takip eder. Kamyonetini her gün saat üçten (15.00 den) sonra karşı Park Vadi evlerinin girişindeki konteynerlerin yanına park ediyor, orada akşama kadar oralarda oyalanıyor bekliyor. Akşama doğru kadın çuvallara doldurduğu öte beriyi kocasının kamyonetine yüklüyor, götürüp satıyorlar”.
Genç emlakçı bürosunda bunları anlatınca, Ayşe Kart ailesine çok üzülmüştüm, bunları duyunca şaşırdım. Benim şaşırdığımı gören emlakçı şu devamını da anlattı:
-Bizim o taraftaki yerde büfemiz vardı. Akşamüstü bu kadın hem çöplerden bir şeyler topluyor hem de kendisine verilen sadakaları, demir paraları bizim büfeye getirir, iki üç yüz lira parayı bütünlettirirdi, bu her gün böyle devam ederdi. Ayrılırken de bir sigara Malboro alıp giderdi”.
Bunları duyunca daha çok şaşırdım, dumura uğramıştım adeta, benim şaşırdığımı görünce emlakçı, kadın yol parası etsin diye verdiğim 20 lirayı dilekçenin üzerinden alıp bana iade etti. “Merak etme dilekçeyi kadına vereceğim” dedi.  Kendi kendime, vay anasını o kamyonete benim gücüm yetmez, diye söylendim, oradan ayrıldım. Yolda eve dönerken, -bu dünya çok kulplu bir kazan, bir kulpundan da sen tutu kazan- özdeyişini mırıldandım durdum. Demek ki, karıkoca böyle bir dümen tutturmuşlar, kazanın bir kulpundan tutmuşlar, diye düşündüm.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız.

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget