“10 bite bir silgili kalem”
Hepimiz, bit denilen parazit bir canlının kan emen ve mikrop dağıtan rahatsız edici bir canlı olduğunu biliriz. Bu bit de nereden çıktı dediğinizi duyar gibi oluyorum. Şimdi size, biraz da denk düştüğü için bitle ilgili bazı ilginç anı ve olayları sunmak istiyorum.
Türkiye’de İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına kadar, ne ki, azalan oranda da olsa 1950 li yılların sonlarına kadar kıtlık vardı. Öyle ki ekmek bile karne ile veriliyordu. İşte o yıllarda nüfusun çoğunluğunu teşkil eden köy ve kasaba evlerinde musluk suyu yoktu. Köylerde analarımız ellerinde testilerle uzak çeşme ve kaynaklarda evlerine su taşırlar, onun için de analarımızın omuzları davulcu omuzu gibi düşük olurdu. O zamanları su sıkıntısı had safhada olduğundan ve deterjanlar da olmadığı için çamaşır gecikmeli yıkanırken, insanlar da gecikmeli yıkanırdı. İşte o nedenle evlerde ve insanların giysilerinde bit ve pire çok olurdu. Öyle ki, bit ve pire öylesine kanıksanmıştı ki, insanlar “bit yiğitte, pire itte bulunur” diye atasözü gibi özdeyişler üretmişti.
Doğal olarak okula giden öğrencilerde de bit olurdu. Ben ilkokulda 1955 lerde okurken, derse başlamadan önce öğretmenimiz öğrencilerin yakalarında bit kontrolü yaptırırdı. Öyle ki bir iki bit çıkmışsa es geçilir, çokça bit çıkmışsa o öğrenci çamaşır değiştirsin diye evine gönderilirdi.
Kadınlar küçük kızlarını dizlerine yatırırlar, başlarında bit, “sirke, yavşak” (bit pire yavrusu) ararlar, buldukları zaman bit, pire, yavşak, sirkeyi başparmaklarının tırnakları arasına sıkıştırır ezerler, öldürürlerdi.
Öğrencide çıkan 45 tane bit
Şimdiki okula giden çocukların biti bilmediklerine bakmayın, eskiden benim küçüklüğümde okullarda öğrencilerde çok bit çıkardı. Onun için bazen öğretmenler derse başlamadan önce bir çocuk görevlendirir, sınıftaki tüm öğrencilerin yakalarında bit kontrolü yaptırırdı. Eğer bu onur kırıcı kontrolde, kontrol edilen öğrencide çok bit çıkarsa öğretmen çamaşırın değiştirilmesi için evlere gönderirdi. “Ahır sekisi” denilen insan ve hayvanların kocaman bir odada birlikte kaldıkları barınakların 1950 li yıllara kadar devam ettiği zamanlarda bit pire oldukça yaygındı. Ahır sekiler yavaş yavaş azaldıkça, su ve yıkanma arttıkça bit pire gibi parazitler de azalmıştı.
Bırakın öğrencileri, İstiklal Savaşı ve öteki Birinci Dünya Savaşı gibi Osmanlı’nın yıkım savaşlarında asker bit ve pireden kırılırmış. Tifüs gibi hastalıklar bit pire gibi parazitlerden yayıldığı için, tifüs de çok yaygınmış, cephelerde en çok can kayıpları tifüsten olurmuş. Tifüse ilişkin olarak tarih kitaplarında çok hazin olaylar, öyküler anlatılır.
Köy odasında yaşlılarımız, oda cemaati sohbetlerinde asker ocağında askerlerde 1950’den önceleri askerlik yapanlarda, özellikle İstiklal Savaşında çıkan bit ve pireden bahsederler ve bunu sanki olağan sayarlardı. Köy odasında yaşlının biri de her gün aşina olduğumuz bu bit pire olayını hafife alarak “arhadaş pire itte bit yiğitte bulunur” diye espri ile bit pireyi olağanlaştırırdı. Kimse temizlikten, sık sık giysiler ve vücudumuzun yıkanmamasından söz etmezdi. Evlerde banyo yoktu, çocuklar leğende, büyükler ahırda yıkanırdı. Sonraları odanın bir köşesine “suluk” dedikleri bir yıkanma köşesi yapılmaya başlandı.
Evde halkımız böyle iken, askerimiz de hemen hemen aynı idi. Cephelerde askerler bit, pire elinde çaresiz kalır, tifüsten kırılırdı. Yaşlılarımız anlatırlardı, eski savaşlarda yokluktan, kıtlıktan askerimiz bitten, onun yaydığı tifüsten kırılırmış.
İlkokul dördüncü sınıfta okuyordum sanırım, okulda bazı arkadaşlarda ve çoğumuzda bit çıkardı, dershanemiz birleştirilmiş sınıftı, üçüncü dördüncü, beşinci sınıf aynı dershanede idi. Bu bit olayına canı sıkılan öğretmenimiz Eyüp Kardeş, sınıftan, benimle bir arkadaşımızı görevlendirdi. Sınıfımızdaki bütün öğrencilerde bit kontrolü yaptırdı, arkadaşların önlüklerini, işliklerini kaldırıp tek tek kontrol ettirdi. Hemen birçoğumuz da bit çıktı ve birçok arkadaşın gömlekleri pire pislikleri ile dolu idi. Hele hiç unutamıyorum, Ömer Maraş adındaki bir arkadaşımızın sıyrılmış gömleğinde, tek tek saydık, belki inanamazsınız, tam 45 tane bit çıktı. O arkadaşımızın lakabı ondan sonra “45 li” kaldı; arkadaşlar arasında “45 li geldi”, 45 li gitti” sözleri yayıldı gitti. Ömer Maraş arkadaşımız bu sözler karşısında utanır, kimisi ile kavga ederdi.
On bite bir silgili kalem
18 Nisan 2021 günü cep telefonumun “Dost Söyleşileri” sitesine, bitle ilgili fıkra gibi anı anlatılan bir video geldi. Videodan izlediğim kadarıyla, 17 Nisan Köy Enstitülerinin kuruluş yıldönümü nedeni ile olsa gerek, köy enstitülerinden mezun olmuş 8-10 kadar yaşlı emekli öğretmenler bir araya gelmişler yiyip içip eğleniyorlar, köy enstitüsü ile ilgili anılarını anlatıyorlardı. Ben de bunu videodan çözerek size sunmak istedim.
Orada ayakta duran bir emekli öğretmen arkadaşlarına karşı, başından geçmiş, biraz da Doğu-Kars yöresini anımsatan şivesi ile bitle ilgili fıkra gibi şu ilginç olayı anlatıyordu:
“Sene 1946 ben ilkokul üçüncü sınıftayım, Şenkaya Köyü. Millî Eğitim Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı anlaşmışlar, bitle mücadele için tamim yayınlamışlar. Bizim Örtülü köyüne de gelmiş, haber aldık, dediler ki, “on tane bit getiren çocuğa-öğrenciye başı silgili bir kurşun kalem vereceğiz”. (Masalarda oturanlarda alkışlar ve kahkahalar). Ben gece uğraştım, eski krem kutuları vardı bilirsiniz, paslanmaz tenekeden, kutunun içine on tane bit biriktirdim sabahtan avcuma aldım, gittim ki okula. Başöğretmen odasında Kadir öğretmenle Ahmet Doksor öğretmen oturuyor, kapıyı vurdum girdim, dedim ki “hocam ben arkası silgili kalem alacağım on tane bit getirdim”. Başöğretmen “getir lan o bitleri sayacağız” dedi. Yazı kağıdının üstüne bitleri döktüler, bir iki saydılar dokuz tane bit çıktı. Dediler ki “dokuz bite kalem vermiyoruz”. Ahmet Hoca dedi ki “bir bitten bir şey olmaz, çocuğa kalemi verelim” dedi, Başöğretmen Ahmet dedi ki “olmaz bana zimmet çıkar”, dedi. (Masada gülüşmeler)
Eve üzüntülü gittim, babam dedi, “aldın mı oğlum götü silgili kalemi?” Dedim baba bir bitin birini kaybetmişim bit noksan çıktı vermediler, dokuz bite vermiyorlarmış. Babam dedi, “bunlardan öğretmen mi olur, bir tene bitten ne olacak”, babam işliğinden bir bit çıkardı kutuya koydu, “al git kalemini al” dedi. Okula gittim biti götürdüm, “dök kâğıda” dediler saydılar, “bu getirdiğin bir bit büyük senin değil, genelgede öyle yazıyor, bizzat çocuğun kendi biti olacak. Bu senin değil bu bit daha iri babanın biti olsa gerek”. Geriye eve geliyordum, yolda Orhan Töksoy’a rastladım, ne oldu lan, dedi. “On bit olacağıdı, biri noksan çıktı, dokuz bite kalem vermiyorlarmış”, dedim. O da la bende altı tane yedek bit var, gel sana vereyim, dedi. Geldi bana dedi, “bu beceriksiz” dedi” Ali Osman kırk tane götürmüş dolmakalem almış” dedi. (Alkkış ve bravo” sesleri.
Üç bitin sohbeti
Öğretmenlerin bu tatlı sohbetinde, fıkra gibi anıyı duyan başka bir öğretmen de yine bitle ilgili aşağıdaki fıkrayı anlattı:
“3 bit bir gün bir kadının göbeğinin üstünde toplanmışlar, kendi aralarında şöyle bir karar almışlar. Kıdemli bitlerden birisi demiş ki:
“- Şöyle çevreyi bir kontrol edip dolaşalım. Biriniz yukarıya doğru çıksın, biriniz arka tarafa, ben ise aşağıya doğru gideceğim. Yarım saat sonra aynı yerde buluşalım ne gördüğümüzü birbirimize anlatırız” demişler.
Yarım saat sonra kadının göbeğinde buluşmuşlar. Yukarı çıkan bit gördüklerini anlatmış:
“-Yukarıda 2 tane dağ vardı kocamandı çıka çıka bitiremedim, yoruldum geri döndüm”, demiş, (kadının memelerine tırmanmış).
İkinci bit şöyle demiş:
“-Ben de koskocaman iki dağ arasında sıkıştım kaldım, iki dağın arasındak çukurdan zort diye pis kokulu bir gaz çıktı, sesten sonra bir koku geldi ki sormayın, dayanamadım, bu yana kaçtım” demiş.
Üçüncü bite sıra gelince bakmışlar ki sırılsıklam ıslanmış:
“eee sen niye böyle sırıl sıklam ıslanmışsın” demişler, aşağı tarafa gezmeğe inen bit başlamış anlatmaya:
“Aşağıya inince bir ormanın içinde kayboldum, derken karşıma kocaman bir yılan çıktı, neyse ki bir mağara buldum ve içine saklandım, yılan gitti geldi yakalayamadı, gitti geldi yakalayamadı, derken bir süre böyle devam etti. Baktı olacak gibi değil tükürdü kaçtı gitti pezevenk...!”
Bitin bir tek yararı. Bit görülünce damat oldu.
"Olıcak bir kişinin bahtı kavi, tali yar
Kehlesi dahi mahallinde anun işe yarar." Lâedrî
Rüstem Paşa Kanuni Sultan Süleyman'ın sadrazamı idi. Birkaç defa sadrazamlığa getirilmişti. İlk sadrazamlığında Şehzade Mustafa'nın ketlinden dolayı askerin tepkisine maruz kalmış ve bu tepki yüzünden görevden uzaklaştırılmıştı. Ayrıca bazı tarihçiler onun Osmanlı devletine ilk kez rüşveti sokan kişi olduğunu yazarlar, hem de meşhur bir rüşvetçi imiş.
Aslen Hırvat kökenli olan Rüstem Paşa Enderun’da yetişmiş zekâsı ile dikkatleri üzerine çekmiş, yükselerek Diyarbakır Beylerbeyliğine getirilmiştir. Onun yükselişini hızlandıran asıl olay Kanuni Sultan Süleyman Hürrem Sultan'dan olan tek kızı Mihrimah Sultan ile evlenmesidir. Ancak bu evlilik çok kolay olmamış...
Rüstem Paşa'nın bu evlilik öncesinde düşmanları “paşa cüzzamlıdır” diye dedikodu çıkarırılar. Tarihçiler olayı şöyle anlatırlar:
''Süleyman Han, Rüstem Paşa'yı kerimeleri Mihrimah Sultan ile evlendirmek ve vezir-i azamlığa getirmek istediler. Ancak bazı hased kimseler Paşa cüzam illetine müpteladır şeklinde dedikodu çıkarınca tereddüde düştüler. Reis-i etibbalarından (baştabib) bı hastalığın arazını sordular. Reis-i atibbaları bu hastalığa yakalananların bedenlerine, sağlam insanlarda olduğu gibi bit denen mahlükun yaşayamadığı arz etti. Bunun üzerine Süleyman Han tabiblerinden birini, bu mahud hayvanın Rüstem paşa'nın vücudunda bulunup bulunmadığını araştırması için Diyarbekir'e gönderdiler. Tabibin eline işine kimse karışmaması için hattı hümayun verip bir netice almadan da bu sırrı Paşa'ya açıklamamasını tembihlediler. (O zamanları “cüzzamlı kimselerde bit bulunmaz” diye boş bir inanç yaygınmış).
Tabib varıp Rüstem Paşa'nın çamaşırlarını kontrol etmeye başladı. Paşa'nın haznedarı da yanında bulunuyordu. Haznedar, ma'hud hayvanı (biti) bulup efendisi rezil olmasın diye saklamak istedi. Fakat tabib olup biteni göz ucuyla gördü. Hazdendarı bulduğu şeyi göstermesi için sıkıştırdı. Haznedar, büyük bir korkuyla ve tereddütler içinde bulduğu şeyi gösterdi. Tabib ma'hud hayvanı görünce çok sevinip hemen Rüstem Paşa'ya damatlık ve vezir-i azamlık müjdesini verdi. Buna dair yazılmış olan hattı hümayunu da verdi. Rüstem Paşa çok memnun olup tabibe mübalağa ikram ve in'amda bulundu ve Sam eyaletindeki büyük bir zeameti de ihsan eyledi. Müverrih Ali Çelebi, bu tabibi ihtiyarlığında gördü ve bu hikâyeyi ağzından dinledi.''
Bunu devrin meçhul bir ozanı şöyle dişileştirir:
“Olıcak bir kişinin bahtı kavi, tali yar
Kehlesi dahi mahallinde anun işe yarar”. Lâedrî: (Meçhul-bilinmeyen)
Günümüz Türkçesi ile: 'Bir kişinin bahtı açık şansı iyi olursa, onun biti bile işe yarar'' denilmektedir.
Kehle: Bit (asalak)
https://www.facebook.com/bakikalanbukubbedebirhossadaimis/posts/1435671339989441/
Osmanlının son yıllarında Tifus çok yaygındı
Dünyada ve ülkemizde yeni bir virüs, yeni bir salgın olan Covid 19 un yaptığı tahribat, aldığı binlerce cana tanık oluyoruz. Dünyada kaybedilen insan sayısı üç milyona, ülkemizde elli bine yaklaştı.
Cephelerde bit ve tifüsle ilgili bazı anılar.
Tifüs çok eski devirlerden beri bilinen, insandan insana bitler aracılığı ile bulaşan, savaş, kıtlık ve sefalet dönemlerinde bitten yayılan salgın halinde seyreden, ateşli bir hastalıktır.
Bu vesile ile cephelerde olan bitten kaynaklı tifüsle ilgili bazı örneklere yer evrelim:
“1. Dünya Savaşı’ndan önce kırım ve 1977-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda tifüs salgınları ciddi bir tehlike olarak baş göstermiştir. Ahmet Muhtar Paşa’nın kâtibi Mehmet Arif Bey 93 Harbi olarak da bilinen Osmanlı-Rus Savaşı sırasında ortaya çıkan tifüs tehlikesinin boyutunu şöyle anlatmıştır: “Hastanelerimizde mevcut yatanlardan başka her gün üç yüz dört yüz hasta geliyordu. Bunlardan en az iki yüz, iki yüz ellisinin hemen hastaneye yatırılması gerekiyordu. Ölüm o kadar arttı ki, hastanelerde yıkama ve kefenlemeye memur olan imamlar sabahtan akşama kadar durmadan çalıştıkları halde başa çıkamıyor ve cenazeler odun kütüğü gibi birbiri üzerine yığılıyor, sıra bekliyordu.”
Bunun dışında halkın tifüs hakkında bilgilendirilmesi amacıyla bildirilerin yanı sıra resimli afişlerden de yararlanılmıştır. Afişte, büyük bir mezarlıkla, bite aynı kare içerisinde yer verilerek bitin tehlikesine dikkat çekilmek istenmiştir. Bu maksatla resmin hemen yanına “bit ufaktır ama insanı mezara sürükleyebilir”, “Bir topal bit bir mezarlık dolduracak kadar iş görür”, “Lekeli hummaya bit götürür” gibi ifadeler eklenmiştir.
Tifüsün taşrada yayılmasında muhacirlerin ciddi ve sıkı sağlık kontrollerine tabi olmaksızın sevk edilmelerinin de etkisi olmuştur. Özellikle Halep’te, 1915 yılında Anadolu’dan gelen Ermeni muhacirler nedeniyle tifüs salgını hızla yayılmıştır.
1916’ın ocak ayında Eskişehir’de sayıları bine yaklaşan Ermeni muhacire, tifüsün sirayet etmesinden korkulduğundan Eskişehir mutasarrıflığı, bunların bir an önce geçici olarak tutuldukları mahalden sevki için lazım olan vagonların verdirilmesini Dâhiliye Nezareti’nden talep etmiştir.
Dr. Kemal Özbay çalışmasında yaşanan acı ve çaresizliğe ilişkin şu bilgilere yer vermiştir:
“…Bütün köy odaları ve samanlıklar hasta ve ölülerle dolmuştu. Ateş ve sefalet içinde kıvranan er, ölecek bir yer aramıştı. Cesetler çok kere odunlar gibi istif edilmiş; canlılar imkân buldukça karavanalarını, üst üste yığılmış cenazelerin sırtında yemişti. Erler, bu hal karşısında ölüm ile yaşamanın farkı olmadığını da acı ile seyretmişlerdir. Mezar kazma imkânsızlığı yüzünden açılan hastanenin her yanı bir morg halini almıştı. Bit her tarafı sarmıştı. Erler bunları kırmakla bitirememiş, yaptığı hastalıktan değil, bizzat bitlerin saldırısından ölenler olmuştu. Cenazeler soğuyunca bitler hemen uzaklaşıyor, diğer bir canlının üzerine saldırıyordu. Bu yüzden tifüs artış hızını sürdürmekten geri kalmıyordu”.
Erzurum’daki vaziyet öyle vahimdir ki 1914 yılı sonları ile 1915 yılı başlarında askerden ve halktan beş ay zarfında Erzurum kalesi içindeki mezarlıklara gömülen cenaze miktarı 10.000’i aşmıştır.
Sevilay Özer https://belleten.gov.tr/tam-metin/257/tur
Yorum Gönder