31. Adalet ve Demokrasi Laiklik Haftası etkinliklerinden Eğitimde Dönüşüm ve ne Yapmalı başlıklı panel düzenlendi. 25. Ocak 2024 günü Çankaya Belediyesi Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezinde Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfınca düzenlenen panele, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Bşk. nı Erdal Atıcı kolaylaştırıcılığında Dr. Nejla Doğan, (eğitimci yazar), Emekli Eğitimci Mustafa Gazalcı (22. Dönem CHP Denizli Milletvekili) konuşmacı olarak katıldılar.
Panelin açılış konuşmasında Erdal Atıcı Türkiye’deki eğitimin çeşitli sorunlarına değinen açılış konuşmasından sonra panelistlerin özgeçmişlerini tanıttı, daha sonra Dr. Nejla Doğan konuşmasında şunları söyledi:
Uğur Mumcunun eğitime yaptığı vurgular yaptığını görüyoruz. Özellikle devletin imam hatiplerle tarikatlar aracılığı ile tepeden tırnağa nasıl dönüştürüleceğini dair ta o günlerden bizi uyarmış aslında, Uğur Mumcu. Tam bugünün Türkiye’sini anlatmış bize. Ne diyor Uğur Mumcu “2000 li yıllara geldiğimizde valiler emniyet müdürleri kaymakamlar, savcılar, yargıçlar hepsi imam hatipli olacak”. New diyor Uğur Mumcu, “köy enstitülü aydınlardan boşalttıkları yerlere imam hatipleri dolduracaklar” diyor. Ne diyor Uğur Mumcu, “30 yıl sonra bugün tarikatlara cemaatlere gönderilen çocuklar 30 yıl sonra general olup bu devlete bu cumhuriyete karşı ayaklanacaklar” diyor.
Ne yazık ki bunların hepsi gerçekleşti, birazcık bunlara değinmeye çalışacağım. Ama buna gelmeden önce küçük bir karşılaştırma yapmak istiyorum, Cumhuriyetin kurucu dönemi eğitimin nasıl bir anlam yüklüyordu ve nasıl insanalar yetiştirmek istiyordu ve 1950lilerden itibaren siyasal İslamcı politikalar bugüne ulaşmış olan siyasal İslamcı politikalar eğitime nasıl bir anlam yüklüyor ve nasıl bir insan profili yetiştirmek istiyor? Bunu bir karşılaştırmaya çalışacağım bu önemli. Çünkü içinde yaşadığımız koşulları anlamak için Cumhuriyetçi eğitimle İslamcı eğitim farkını bir kere tam olarak anlamamız gerekiyor.
Şimdi Cumhuriyetin kurucu dönemi eğitime şöyle bir görev veriyor, “eğitim tam bağımsız modern kalkınmış bir ülke yaratmalıdır” diyor temel amacı bu. Eğitimi sömürge olmaktan kurtulmanın yolu geri kalmışlıktan kurtulmanın yolu dışa bağımlı ekonomiden kurtulmanın çağdaşlaşmanın aydınlanmanın temel aracı olarak görüyor ve bunun için de eğitimi her türlü dini vesayetten özgürleştirmeye çalışılıyor olarak görüyoruz. Bu bağlamda tabi yetiştirmek istediği insan profili bu bağlamda şekilleniyor, nasıl insanlar olmak istiyor Cumhuriyet. Bir kere kul olmayan tebaa olmayan yurttaş olan bilimsel düşünen evrensel değerlere karşı bağnazlık göstermeyen kendi aklıyla karar alan kadere değil, kendi iradesine güvenen kendi iradesine inanan ve en önemlisi kaderini hayatın bir monarka bir padişaha bir tek adam rejimine teslim etmeyen kendi kendisini yöneten topluma karşı sorumlu kendine karşı sorumlu özgür yaratıcı üretken insanlar istiyor cumhuriyet. Bunun için de nitelikli bir kamusal eğitimi bütün yurttaşlara hem bir hak olarak hem bir ödev olarak tanımlamış. Yani kadın erkek ayırımı yapmaksızın yoksul ve varsıl ayırımı yapmaksızın bütün yurttaşlara nitelikli bir eğitimi tanımlamış. Dolayısıyla eğitim politikalarını tamamen halkçı, kamucu ve laik çerçevede filizlendirdiğini görüyoruz. Çünkü eğitim o kadar yaşamsal ki kurucu liderler için Cumhuriyetin yaşaması için bir kere laik eğitim şart. Niye eğitim şart, çünkü Cumhuriyetin temel kazanımları olan, Cumhuriyetin temel değerleri olan demokrasi, hukuk devleti, eşitlik, sosyal adalet gibi siyasal kavramların toplumun kavranması benimsetmesi gerekiyor, bunun için bizim için yaşamsal değerde Cumhuriyetin kurucuları açısından.
Şimdi bu tartışılabilir, bu ne kadar başarılı oldu bunlar tartışılabilir ama hani biraz da gerçekçi olmak gerekiyor. 1946 yılını kırılma noktası olarak alırsak starilazson programını tekrar hayata geçirilmesi bağlamında bir milat olarak kabul edersek, çeyrek yüzyıl bile olmayan çok kısa bir zaman diliminde eğitim görmemiş milyonları, eğitim görmemiş okul görmemiş yüzbinlerce on binlerce köyü dönüştürmekten bahsediyoruz, dolayısıyla bu zaten o kadar zaman diliminde olanaklı değildir. Asıl tartışma meselesi bu değil bence, asıl tartışma meselesi aradaki farkı görmeli. Cumhuriyetin eğitime yüklediği anlamla bu günküleri eğitime yüklediği anlamı bu ikisi arasındaki farkı görmeli.
Şimdi bir de bugüne bakalım, birincisi artık bugün nitelikli eğitim hakkının bir hak olmaktan çıktığını görüyoruz çünkü sosyal devlet aşıldıkça devlet liberalleştikçe eğitim harcamaları da ne yazık ki bir yük olarak görülmeye başladı. Ve Eğitime Ayrılan bütçenin de her geçen yıl kısıtlandığını görüyoruz zaten. Böylece Cumhuriyetin tüm yurttaşlar için savunulmadığı o nitelikli eğitim hakkının da ortadan kalktığını görüyoruz. Zaten bugün her dört okuldan birinin özel okul olması da bunu açık bir şekilde ortaya koyuyor. Şimdi ikincisi, Cumhuriyetin eğitime yüklediği anlamlardan en önemlisi ekonomik kalkınmanın yanı sıra toplumsal kültürel bir kalkınmayı amaçlıyordu, değil mi? Yani bir aydınlanma kanalı açmak istiyordu, oysa abuğun bu amacın a öyle ortadan kalktığını salt ekonomik kalkınmaya odaklanan bir içselleşmeye odaklanan ve çocukların gençlerin ne yazık ki vasatlıkta ortaklaştıran vasatlıkta birleştiren bir modelin yaratıldığını görüyoruz ki buna eğitim demek bile olanaklı değil. Bugün zaten bu eğitimin sonuçlarını görüyoruz, halkın içinden çıkan aydınları yetiremiyoruz artık örneğin.
Eskiden köy enstitüleri halkın çocukları bir aydınlanma dönüştürüyordu, bugün devlet okullarından böyle bir aydınlar yetiştirmiyoruz, niye çünkü bilimin olmadığı yerde sanatın olmadığı yerde aydın yetiştirmek mümkün değil. Okulların tek işlevi var şu anda, öğlencileri vasıfsızlaştırma onların zihinlerini köreltmek, zaten hani uluslararası ölçeklerde uluslararası ölçeklerle sonuçları görüyoruz Türkiye alt sıralarda çıkıyor. Kendi dilini bile konuşamayan kendi diliyle kendisini ifade demeyen okuduğunu anlamayan dört işlemi bile yapamayan nesiller yetiştirdiler. Sözde 12 yıllık eğitim sistemi içinde. Şimdi bu tesadüf değil, bunu istiyorlar zaten, bu başarısızlık değil, bunu bir başarı olarak sonunda istedikleri şekilde gerçekleştirdiler, bu da aslında nasıl bir insan profili yetiştirmek istediklerini gösteriyor. Nasıl bir insan istiyorlar, kendi akınını iradesini kullanamayan yurttaşlık niteliklerini yitirmiş tamamen yeniden tebaaya dönüşmüş kula dönüşmüş kendisine tanımlanmış olan kadere fıtrata rıza gösteren toplumdaki eşitsizlikleri adaletsizlikleri sorgulamayacak hale gelen hatta bunları doğal meşru görecek hale gelirler. Laiklik özgürlük hukuk, hukuk devleti toplumsal eşitliği gibi Cumhuriyetin önemli kazanımlarını unutan dolayısıyla bir aslında yurttaşlık niteliklerini yitirmiş, sorgulamayan şüphe duymayan nesiler yetiştirmek istiyorlar. Hani bir anlamda toplumu çok büyük bir kısmını köleleştirmek istiyorlar, çükü eğitim özellikle yoksul sınıflar için özellikle halk için halkın gereği için en önemli kendi hayatını dönüştürmekte özgürleşmekte kendi özgürlüğü ortaya çıkarmakta kendi potansiyelini ortaya çıkarmakta en önemli araç eğitimdir. Bunu insanların elinden çekip aldığınızda o insanların bir kısmını köleleştiriş oluyorsunuz.
İşte 1950lerden itibaren aslında İslamcıların şimdi izlediği politika böyle. BU politikayı ise bize şu şekilde pazarlıyorlar, “milli irade böyle istiyor halkımız böyle istiyor bizi biz yapan değerlerimiz bunlar”, diyorlar. Öyle mi, gerçekten öyle mi bunu bir sorgulamamız gerekir. Hatırlıyorsunuzdur mutlaka imam hatipler 4+4+4 yasası çıkarken imam hatipleri de bu şekilde pazarlamışlardı, ne demişlerdi “halkımız imam hatip istiyor, milli irade imam hatip istiyor” demişlerdi. Şimdi tamam bugünlere böyle geldik, bugün her dört okuldan birinin imam hatip olduğunu görüyoruz hem ilkokul düzeyinde hem ortaokul düzeyinde her dört okuldan biri imam hatip ama imam hatip sayısı arttıkça okullardaki din dersi sayısı arttıkça özel okul sayısının da arttığını görüyoruz. Bugün yine her dört okuldan birinin nerede ise özel okul olduğunu görüyoruz. O zaman burada bir yanlışlık var değil mi? Demek ki toplum imam hatip istemiyor, imam hatip sayısı arttıkça özel okul sayısı da artıyorsa bu toplumun imam hatip istemediğini gösterir, bırakın imam hatip istemeyi, aksine milyonlarca veli milyonlarca aile imam hatipten kaçmak için özel okullara akın akın gidiyor demek ki aslında milli irade denilen şey tamamen bir kandırmacadan ibaret. Aslında 4+4+4’ün çocukla<r için getirdiği en önemli programlardan birisi de, zaten imam hatipleşmeyi bitirdi ama onun dışında erken yaşta çocukların okul terkin önünü açtı, yani çocukların zorunlu eğitimden koparan bir sürecin önünü açtı özellikle yoksul çocukların işçileşmesine neden oldu, okul terki nedeniyle, ya da bazı çocukların okuldan alınıp hafızlığa gidiyor eğitim kurumları sözde eğitim kuramlarına verilmesine açıldı, ya da özellikle kız çocukların erken yaşta evlendirilmesinin önü açıldı.
Şimdi aynı kandırmacayı, birkaç ay önce karma eğitim tartışmasında yine yaşıyorduk, hatırlıyorsunuz yine zaten karma eğitim arada bir gündeme getiriliyor, toplumun nabzı yollanılıyor sonra bir geri adım atılıyor gibi gösteriliyor ama bu sonuçta önümüze gelecek her zaman önümüze gelecek imdi Milli Eğitim Bakanı yeni göreve başladığında Yusuf Tekin yeni göreve başladığında ilk tartışmaya açtığı şeylerden birisi karma eğitimdir, ne dedi, “muhafazalar veliler kız çocuklarını karma eğitime göndermek istemiyormuş bu nedenle kız çocuklarının eğitim hakkı ortadan kaldırılmış okullaşma oranı düşüyormuş bu nedenle kız okulları da açılabilmeleriymiş, bizim için yasal bir engel de yokmuş”, şimdi açıkçası bunun veliye nasıl ulaştı ailelerle anket mi yaptı bilmiyoruz. Kendi düşüncelerini meşrulaştırmak için öne sürdü. Çocuklarda okullaşma oranı düşüyor ama bu sadece kız çocuklarında değil, erkek çocuklarında da okullaşma oranı düşüyor da bu temel bir yoksullaşma, çünkü insanlar kiralarını bile ödeyemezken gıda masraflarını bile ödeyemezken en müsait olarak eğitim görüyorlar ve maddi problem yaşadıkları ilk yaptıkları şey çocuklarını okuldan almak oluyor ve bu çocuklar çoğunlukla bir işe başlayarak aile bütçesine destek veriyorlar ve maalesef en zayıf halka da kız çocukları eğitimden koparılanlar da kız çocukları oluyor. Şimdi MESAM denilen yerlerde iki milyona yakın çocuğun çalıştığını biliyoruz, bu da bize halkın yoksullaşma seviyesini gösteriyor. Üstelik birisi aileler muhafazakâr aileler kız çocuklarını okula göndermek istemiyorlar.
İkincisi Millî Eğitim Bakanlığının görevi orada ailenin dediğine mi uymaktır, yoksa bir kamu sorumluluğunu üstlenerek o çocuğun refahını eğitim hakkının sürdürülmesini sağlamak mıdır? Elbette ki ikincisi dolayısıyla burada gözetilecek şey ailelerin hassasiyeti değil, eğer gerçekten böyle bir veri varsa Millî Eğitim Bakanlığının emlinde ailelerin hassasiyet değil kız çocuklarının eğitim hakkı eğitime eşit erişim hakkının hassasiyetinin içerisinde değerlendirmesi gerekiyor.
Şimdi yine değerler eğitimi altında ÇEDES projesi öne sürüldü öne sürülen konulardan birisi de ÇEDES in açılımın biliyorsunuz “çevreme duyarlıyım değenlerimize sahip çıkıyorum” ama projenin çevre ile alakası yok, protokolü okursak çevre ile bir sözü alakasız. Diğer yandan etkinlikler içericisinde izcilik, kamp vs. gibi etkinlikler var muhtemelen hani bunu çevre ile ilişkilendirmek için kullanmışlar çevre sözcüğünü. Diğer kısım ise değerlerimize çıkıyor, tabi değerlerime sahip çıkıyorum derken burada değerler yine dini değerlere tekabül ediyor. Şimdi bu protokol Mili Eğitim Bakanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı, Gençlik ve Spor Bakanlığı arasında yapılan protokol. Neye yol açıyor bu protokol, Diyanet İşleri Başkanlığının okulda çeşitli etkinlik açmasının önünü açıyor. Yani diyanetin görevlendirdiği vaiz, vaize manevi ekber çeşitli görev verdiler okulda öğrencilerle etkinlikler yapabiliyorlar. Bunun dışında okul dışında da Diyanet Gençlik Merkezi denilen ya da ÇEDES uygulama mekânı denilen, bu mekanların neresi olduğu belli değil, bir cami de olabilir, mezarlık da olabilir belli değil, buralarda etkinlikler yapıla bilinir” diyor.
Böylece bir anda din görevlileri okulun bir parçası haline getiriliyor, bu çok önemli bir kırılma noktası, niye, yani o din görevlisi kılığıyla kıyafetiyle cüppesiyle sarığıyla davranış modeliyle konuşama biçimiyle okul ikliminin bir parçası haline geliyor ki bu önemli bir kırılma noktası, yani din görevlilerin bir anlamda rol model olarak sunmuş oluyorlar. Bir yandan da öğrencilerin başta bulundukları ilçelerin müftülüğü olmak üzere diyanetin çeşitli birimleri ile ilişkilenmesini istiyorlar, onların etkinliklere de yer almalarını istiyorlar.
Şimdi proje diyor ki her okulda bir değerler kulübü kurulacak ve bu kulübe eşit sayıda toplam en az 30 öğrenci seçilecek diyor ve bu kulübün temel amacı çocuklarla kamp yapmak, piknik yapmak, gezi düzenlemek, iftar yemeği yapmak Ramazan programı düzenlemek mili ahlaki dini konularda seminerler yapmak” diyor genel amaçların bunlarda olduğunu söylüyor, ayrıca Diyanetin düzenlediği çeşitli etkinliklere ve şenliklere çocukların götürülmesi gerektiğini söylüyor. Bunun bir sınır yok, çocukları mezarlığa da götürebiliyorsunuz cami temizliğine de götürebiliyorsunuz, ya da bir vaiz gelip okulda çocuklara demokrasi ve insan hakları anlatabiliyor, oysa dersi zaten anlatılıyor okulda. Bir vaizin anlatmasına ne gerek var anlaşılmaz, dini değerler bağlamında bunu anlatan bir kişi haline geliyor kendi alanına dahil olmayan bir alana dahil olmuş oluyor. Yani tam bir keyfilik tam bir hukuksuzlukla gerçekleştirilen etkinlikler olduğunu görüyoruz. Üstelik etkinliklerle ilgili gönüllülük esastır deniliyor protokolde gönül esastır deniliyor. Ama taşradaki etkinliklere bakıyorsunuz küçük yerlerdeki etkinliklere bakıyorsunuz bu çocukların bu etkinliklere katılmak zorunlukta olduğunu görüyoruz. Şöyle düşünün küçük bir ilçede yaşıyorsunuz, bir cami etkinliği var, hiçbir veli kolay kolay “benim çocuğum camiye gitmesin” diyemez, toplumsal baskı nedeniyle diyemez ya da hiçbir çocuk “ben gitmek istemiyorum” diyemez, akran baskısı akran zorbalığı, ya da etiketlenme korkusuyla bunu ret edemez, dolayısıyla her ne kadar gönüllülük esas denilse de muhtemelen ülkenin büyük kısmında bu zorunlu eğitimin projesine dönüşmüş durumda.
Şimdi Diyanet neden böyle bir şey yaptı, geçen bir etkinlikte bunu bana sordular, neden böyle bir şey yaptılar; zaten protokoller vardı doğru zaten o protokollerle bir sürü adı dernek ya da vakıf olan ama aslında tarikat ve cemaatle ilişkili olan bir sürü oluşum okullara giriyordu çocuklarda bu tür etkinlikler yapabiliyordu, benzer etkinlikler yapabiliyordu. Şimdi buradaki temel ayrım şu, bu tür etkinliklerin bazı okullar kendi insiyakiyle yapmıyordu yapmayı ret ediyordu. Yani her ne kadar ilçe milli eğitim her ne kadar protokoller imzalasa da bazı okullar kendi idarecisinin inisiyatifiyle ya da birilerinin inisiyatifiyle bu tür etkinliklere yapmıyor. Şimdi Diyanet bunu kendisi işin içine girerek zorunlu hale geliyor. Artık diyor ki “bütün etkinliklerde bütün okullarda en az 30 öğrenci seçecek şekilde yapacaksınız” diyor. Bakın görüyor musunuz bunu tamamen zorunlu bir etkinlik haline getirmiş oldu.
Bunlar zaten basında sıkça tartışılıyor kamuoyunda çokça tartışıldı gözden kaçan önemli konulardan birisi de değerler kulübünde öğretmenler de var. Değerler kulübünün kurulabilmesi için okulda en az bir veya iki öğretmenin o kulübün başında olması gerekiyor. Böylece ne yapıyor, devletin öğretmenini kamunun öğretmenini Diyanette çalışmaya zorluyor, Millî Eğitim Bakanlığı, onu da Diyanete tabi hale getiriyor. Bu zaten eğitim emekçisinin doğrudan gerici bir projenin parçası getirmesi anlamına geliyor, görev tanımını aşıyor, yetki alanını aşıyor, ikincisi itibarını zedeliyor onu bir din görevlisiyle eşit hale getiriyor ve görev alanını din görevlisiyle paylaşmasını istiyor. Kabul edilebilecek bir şey mi? Maalesef ama bunu yaşıyoruz artık okullarda.
Şimdi yetmiyor veliyi de dahil ediliyor, diyor ki, “değerler kulübünde yer alan öğrencilerin velileriyle ayrı bir toplantı yapacağım, öğretmen de gelecek, öğrenci de gelecek veli de gelecek. Bu paramiliter güç gibi geliyor bana. Okulun içerisinde veliden öğrenciden öğretmenden oluşan oluşturulmuş bir paralel yapı oluşturuluyor, neredeyse orda alternatif bir yapı kuruyor ve bu çok tehlikeli bir tablo oluşturuyor, bana kalırsa. Şimdi ÇEDES bunu yapıyor. Bir anlamda müfredat değişikliği vardı, aralıkta bir müfredat değişikliği oldu, müfredat zaten dinselleştirilmişti, yeterince eylül gibi bilimsel konularda zaten müfredattan çıkaralı çok oldu. Ama yetinmiyorlar, yeni dertler açarak müfredatın içinde değişiklik yapmaktan ziyade müfredatı yeni dersler ekleyerek o dinselleşme çemberini birazcık daha daraltıp uyguluyor, mesela adabı muaşeret, alem ve yurttaşlık eğitimi, görgü kuralları ve nezaket, Türk Sosyal hayatından aile gibi birçok ders eklenmiş aralık ayında. Bu derslerin ortak özelliğine baktığımızda ortak noktasına baktığımızda bireyin günlük yaşamındaki davranışları doğrudan bilgi üzerine inşa etmeye çalıştığını görüyoruz ve toplum düşünsel bizim toplumumuzun düşünsel ve davranışlar kodlarındaki temel referansın İslam olduğunu iddia ediyor, yeni müfredat e basit görgü kuralları yani günlük hayatta kullandığımız basit görgü kuralları sosyal konuların dahi dini kaynaklarla temellendirilmesini istiyor örneğin dürüstlük, adalet çalışkanlık gibi evrensel değerlerin bile ayetlerle sürelerle hadislerle Peygamberin hayatını örnekler verilerek açıklanmasını istiyor, Gerçekten her ünitenin katılımında bu var. “Dürüstlük” diyor ünitenin başında dürüstlük Peygamberin yaşamında örnekler verilerek ayetlerle sürelerle hadislerle açıklanır diyor. “İnsanın yapacaklarıyla fıtratıyla sınırlı” olduğunu söylüyor. Ne kadar tehlikeli bir söylem. Yani “insanın yapacaklarıyla fıtratıyla sınırlı olduğu” dediğiniz an bir kere o toplumsal eşitliği biter. O zaman “kadının fıtratı ayrıdır, erkeğin fıtratı ayrıdır” dersin. Ya da işin bir fıtratı vardı o da öyle bir işlem lazım ve iş cinayetlerini meşrulaştırabilirsiniz.
Dolayısıyla oldukça tehlikeli bir söylemle karşı karşıya olduğunu görüyoruz ayrıca tek doğru düşüncenin tek doğru yaşamın da Sünni Müslümanlık olduğunu altını çizen bir müfredatla karşı karşıya kaldığımızı görüyoruz. Bir de seçmeli ders sorunu var, zorunlu seçmeli dersler diyoruz bu da kalıp olarak yerleşti artık dilimize. Şimdi artık bütün kademelerde zorunlu din dersi var. Ama yıllardır bir de seçmeli ders uygulaması vardı. Seçmeli dersleri de birçok okul otomatik olarak bütün öğrencilere atıyordu, dolayısıyla öğrenciler seçemiyorlardı ve o seçmeli dersleri zorunlu olarak alıyorlardı. Ama yine burada bir inisiyatif kullanma şansı vardı. Yine birilerinin mücadelesiyle ya da okul idaresini öğretmenlerin inisiyatifiyle bu dersleri seçmeyen okullarda vardı. Örneğin bizim okulda bildiğim derslerden demokrasi ve insan hakları dersi seçiliyordu. Ama şimdi ne yaptı bakan, göreve gelir gelmez ilk yaptığı şeylerden birisi bu inisiyatifi kaldırmak oldu, Ne yaptı? Seçmeli dersleri grupladı bu gruplardan birisi din va ahlak dersi, diğer ders grubu her öğrenci bu dersten en az bir en çoğu beş saat altı saat seçebiliyor. En Az bir ders seçmek zorunda ve adabı muaşeret gibi Türk sosyal hayatında aile gibi derslerden en az seçmek zorunda. Yani bir anda minimum seçseniz bile bir anda ders sayısı 6-8 saati buldu, ders sayısı 6-8 saati buldu ve bir kaçınılmazlığa dönüştü artık.
Diyanet yeni bir proje başlatıyormuş, genç gönüllüler çocuk gönüllülerle buluşuyor” projesi, okullar açıldıktan itibaren şubat aydan itibaren uygulanacakmış ilkokullarda uygulanacakmış. Üçüncü dördüncü sınıf öğrencileri diyanet gençlik gönüllüleri olarak görevlendirilen üniversite öğrencileriyle hafta sonları camide buluşacak ödevlerini yapacaklar ardından namaz kılıp dağılacaklar. Zaman zaman da isteğe göre cami bahçesinde kamp yapacaklar. Çember gittikçe daralıyor bu projede on il belirlenmiş., Ankara’nın bazı ilçeleri de var pilot uygulamada çembere iyice daralıyor artık din sistemin parçası değil de sistem iyice din haline geliyor. Bu bize sürekli değerler eğitimi altında bize empoze dilmeye çalışılıyor. Bunun sonu Talibanlaşmadır, bu süreç bir Talibanlaşmadır. Taliban talebeler demek, Talibanvari okullar oluşturuyorlar, medreseler zaten var, sübyan mektepleri zaten var, protokoller zaten var, bunların bütün değerlerimiz olduğunu söylüyorlar. Kim söylüyor bunu, tam da Uğur Mumcu’nun dediği gibi, tarikat, ticaret, siyaset üçgeninde rant elde edilen ve kendi ikballerini ülkenin önünde gören bir avuç azınlık söylüyor, bunlar azınlık bir grup, bu azınlık grup biz çoğunluk gruba bu deli gömleğini giydirmeye çalımlıyorlar. Bunun yarattığı sonuç bir yıkım olduğunu görüyoruz. Böylece sömürgeci sürecin kapılarının aralandığını görüyoruz.
Eğitimin amacı nedir? Eğitimin amacı değişen dünya sorunları karşısında genç kuşakları bu doğrultuda yetiştirmektir. Bugünün eğitim politikalarına baktığımızda bunu yapabiliyor mu? Hayır, bilimde geri kalmışlık var, sanatta geri kalmışlık var her alanda geri kalmışlık var, dolayısıyla geri kalmışlığı sürdüren isteyerek geri kalmışlığı sürdüren bir eğitim sisteminin yaratıldığını görüyoruz ki sömürge valisi getirsek ülkemizin başına koysanız ancak bu kadarı olabilirdi, herhalde. Şimdi gençlerin ya da çocukların gerçek hayatta okulda karşılaştıkları bilgiler de bir inanç oldu, gerçek hayatta teknoloji ile akan bir hayat var, okulda karşılaşılan dinsel geleneksel bilgi var. Bu iki ilgi arasında çocuklar bir anlamda aptallaştırılıyorlar aslında ki zaten yaratmak istedikleri şey de bu. Ne yazık ki ki bugün gençlerimiz tam da bu şekilde vasıfsızlaştırılarak dünya piyasası için güvencesiz, esnek düşük ücretle çalışan bir emek gücüne dönüştürüldüklerini görüyoruz.
Şimdi yurttaşların büyük kısmı için bir değer üretmiyor bu eğitim. Dolayısıyla bunun sürdürülmesi de çok mümkün değil, çünkü eşit yurttaşlık hakkını ortadan kaldırmış sosyal adalet ilkesini ortadan kaldırmış keyfi yönetimi, hukuksuzluğu, sömürüyü meşrulaştırıyor, eğitim aracılığıyla bireyin gelişimine ne önemlisi bireyin gelişimini sakatlıyor, bir şeyin kendisini geliştirme olanaklarını ortadan kaldırıyor, insan ve yurttaş olarak kazanması gereken nitelikleri çarpıtıyor, dolayısıyla aslında buna eğiğim dememiz de çok mümkün değil.
Peki ne yapacağız, aslında buna Uğur Mumcu’ya atıfta bulunmak istiyorum. Ne diyor Uğur Mumcu? “Hangi iktidar din sömürüsüne dayanmışsa mutlaka yıkılmıştır”, diyor. Tabi iktidarlar kendiliğinden yıkılmaz, bunun için toplumsal bir mücadele gerekiyor, bu toplumsal mücadele için de öncelikle yan yana gelmemiz gerekiyor, bütün Cumhuriyetçi ilerici sol güçlerin amansız fakatsız bir biçimde temel ilkelerde buluşarak her konuda anlaşmamız gerekmiyor ama temel ilklerde buluşarak bir araya gelmesi artık bir sorumluluk bir tarihsel görev galine gelmiş bulunmakta bizim için çünkü karşımızda siyasal İslamcılarla tarikatların kurduğu bir blok var, şimdi Meclise bakalım AKP si, Hüda Par’ı Yeniden Refah’ı, Deva’sı, Gelecek Partisi, hatta CHP kontenjanından İyi Parti kontenjanından gelen İslamcılar var. Bunlar gerektiğinde o kadar hızlı yan yana geliyorlar ki hemen bunların yanında tarikatların da cemaatlerin de bir blok oluşturduklarını görüyoruz. Şimdi biz bunlara karşı bir güç oluşturmadığımız süresince ne yazık ki yenilmeye mahkumuz, bunu bu yüzden temel ilkelerde bir araya gelebileceğimiz bir yolu bulmamız gerekiyor. Hele bir de seçim sonrasını düşünelim, şimdi seçime gidiyoruz ama hani bu süreç te bile eğitimle bir sürü bir şey yapıyorlar son birkaç içinde eylülden itibaren. Hiç umursamıyorlar seçimi, hele bir de seçimde şehirlerin bir kısmını aldıklarını düşlünün, o tabloda biz neleri konuşacağız, bir kere zaten anayasa gündemi var, mutlaka bir kere daha karma eğitim düşünceye açılacak, bizim bunlara karşı hazırlıklı olmamız gerekiyor ve önlem almamız gerekiyor. Tabi tablo bu kadar karamsar umulu mu umutsuz mu olacağız? Bir kere şöyle bir gerçeklik de var, aslına bakarsan 1950lerden itibaren bu ülkede bilinçli bir şekilde bir İslamizasyon politikası uygulanıyor, fakat buna rağmen bu ilkeyi kesip atamadıkları bir ilerici bir aydınlanmacı da hala var olduğunu ve oldukça güçlü olduğunu görüyoruz, hatta tarikatçı zihniyetinle İslamcı zihniyetle karşılaştırdığımızda daha çoğunlukta olduğumuzu görüyoruz.
Bizim o zaman temel sorumluluğumuz çoğunluğu oluşturan ilerici güçleri bu potansiyeli bir araya getirmek ve yurttaşların anayasal laik eğitim hakkına sahip çıkmasını sağlayacak bir mücadeleyi örgütlemek. Kuvayi Milliyeciler bağımsızlığa emperyalizme karşı koymamız yönetsel çürümüşlüğe otoriterliğe son vermemiz, toplumsal refah ve adaleti yaratmanın temel aracının aklı ve bilimi esas alan bir eğitim olarak görmüşlerdi. Bugün de aynı koşullardayız, bugün de bu eğitimi kurmak zorundayız, laikliği tevhidi tedrisatı çok önemli tevhidi tedrisat ortadan kalkmış durumda, tevhidi tedrisatı, kamusal eğitimi, 12 yıllık zorunlu eğitimi gündemine alan çocuk işçiliği çocuk yaştaki evlilikleri kesinlikle ret eden bir ajandayla onların karşısına bir blok olarak çıkmamız gerekiyor.
Konuşmayı yazıya çeviren Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com
Yorum Gönder