Son Konular
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Eğitim Ferhan Şensoy Fikret Bila Fırat Kozok Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Sami Türk Hikmet Çetinkaya Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Kurtul Altuğ Köşe Yazıları Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Rıza Zelyut Sabahattin Önkibar Saygı Öztürk Sağlık Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Spor Sözcü yazarları Süheyl Batum Tarih Tarım Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Utku Çakırözer Uğur Dündar Uğur Mumcu Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yazı Dizileri Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen chp genel lozan muharrem ince Çiğdem Toker Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Ümit Zileli İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Şükran Soner

Bu Bir Devlet Krizidir
Yasama yürütme ve yargının tek kişiye endeksli olduğu,  tek adama dayalı Cumhurbaşkanlığı Hükümet sisteminde,  her türden yargı krizine ve sürprizine alışmış ve bu krizlere karşı bir  bağışıklık kazanmıştık ama, bu kadarını asla hiç düşünememiştik. 


Anayasanın açık hükmüne göre kararları kesin ve yargı dahil her kurum ve kişiyi bağlayan,  uyulması zorunlu olan Anayasa Mahkemesinin Can ATALAY hakkında verdiği hak ihlali kararını tartışmaya açan ve anayasaya aykırı olduğu iddiasıyla yok sayan Yargıtay 3. Ceza Dairesi,  adeta on şiddetinde  bir yargı depremi yapmış ve Anayasa Mahkemesinin bu kararı alan ve sayıları yanılmıyorsak on olan çoğunluğu teşkil eden üyeleri hakkında görev suçu işledikleri iddiasıyla suç duyurusunda bulunmuştur. 


Yargıtay 3. Ceza Dairesinin anayasaya aykırı olan bu direnişi, bir anayasa ihlali ve hukukun üstünlüğüne yönelik bir yargısal isyandır. 


Anayasa Mahkemesinin görev ve yetkilerinin sınırını çizmeye ve Anayasa Mahkemesinin  görev ve yetkilerinin  sınırlarını aştığı konusunda denetim yaparak hüküm vermek,  Yargıtay 3. Ceza Dairesinin görevi ve haddi değildir. Yargıtay 3. Ceza Dairesinin yapması gereken, beğense de beğenmese de,  Anayasa Mahkemesinin kararına uymaktır. 


Aslında, anayasanın emredici hükmüne göre Anayasa Mahkemesinin Can ATALAY kararına uymayarak direnen ve bu kararı tartışmaya açarak yok sayan Yargıtay 3. Ceza Dairesinin üyeleri,  anayasal bir suç işlemişlerdir ve bir suç duyurusu söz konusu olacaksa,  biz bu suç duyurusunun;  kararına uyulmamakta direnilen Anayasa Mahkemesi tarafından, suç işleyen Yargıtay 3. Ceza Dairesi üyeleri hakkında yapılmasını beklerken, Yargıtay 3. Ceza Dairesi üyeleri tarafından, mağdur konumundaki Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunularak, baskın çıkılmaya  çalışılmıştır. 


Yargıtay 3. Ceza Dairesinin; yargı krizini de aşan ve bir devlet krizine yol açacak olan bu anayasal darbe girişimi,  bu dairenin boyunu aşan bir girişim olup; bu darbenin ip uçları,  Adalet Bakanı tarafından; milletvekili seçilen  Can ATALAY'ın,  anayasanın 83. maddesinden yararlanamayacağına ilişkin beyanıyla açık bir şekilde kamuoyuna verilmiştir.   


Yargıtay 3. Ceza Dairesinin boyunu aşan Anayasa Mahkemesinin kararına yönelik direnişi ve bununla da yetinmeyerek örneği görülmeyen suç duyurusu, siyasal iktidar ile yargının ortaklaşa almış olduğu bir karara yönelik üzerinde önceden çalışılmış ve planlanmış bir senaryonun uygulanmasına geçilmesidir. 


Yargıtay 3. Ceza Dairesinin bu kararı;  anayasal düzenimize siyasal iktidar ve yargı eliyle ortaklaşa yapılan darbelerin bardağı taşıran son damlasıdır. 


Yargıtay 3. Ceza Dairesi üyeleri; görev suçlarından dolayı Yüce Divan sıfatıyla kendilerinin üye oldukları ve görev yaptıkları  on beş üyeli Anayasa Mahkemesinde yargılanmaları gereken, Can ATATLAY kararına imza atan  on üyesinin Anayasa Mahkemesinde yargılanmalarının fiilen ve hukuken imkansız olduğunu bilmiyorlar mı? Suçlu olan on üyenin sanık sandal yasında oturduğu bir yargılamayı on beş üyeli Anayasa Mahkemesinin genel kurulu beş üyesiyle nasıl gerçekleştirecektir?


Yapmayın,  lütfen kendinize geliniz, bu kadar da pervasızlık, anayasa tanımazlık ve hukuksuzluk olamaz. 


Bugün Anayasa Mahkemesi tarafından verilen sansür yasasına onay kararı da bizim hoşumuza gitmedi eleştiriyoruz ama kesin ve uyulması gereken bir karar olduğu için de karara saygı duyuyor ve kabul ediyoruz. Yargıtay 3. Ceza Dairesi gibi bu kararı yok mu sayacağız. Herkes kendi kafasına göre Anayasa Mahkemesi kararlarını kabul etmezse Devlet diye bir teşkilat kalmaz güçlü olan istediğini yapar. Bu nedenle devletin temeli adalettir. Bu adaleti de en başta yargı organları;  verdikleri kararlarla ve Anayasa Mahkemesinin kesin ve uyulması zorunlu olan kararlarına  uyarak sağlamak zorundadırlar. 


Ülkenin yargısına paralel olarak ekonomisini de yok ettiğinizin farkında mısınız?

Güner Yiğitbaşı

08/11/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Mütercim Mehmed Rüştü Paşa zamanındaki gariplikler ve günümüz
Osmanlı Devleti’nin birbirinden ilginç sadrazamları (başbakan) vardı. Bunlardan Osmanlının 186. Sadrazamı Mütercim Mehmed Rüştü Paşa (1881-1882), Gerileme Devrinde dört padişah devrinde yedi kez sadrazam olmuş, defalarca serasker (Genel Kurmay Başkanı) olmuş Cumhuriyetin yedi kez Başbakanı olmuş Süleyman Demirel gibi yedi kez gelip gitmiş, asker ocağına er olarak girmiş, muntazam tahsil görmediği halde özel gayreti ile kendi kendini yetiştirmiş Fransızca, Arapça, Farsça öğrenmiş, yabancı dil bildiği için şahsi gayreti ile en yüksek makamlara yükselmiş.
Mehmed Rüştü Paşa (1881-1882) Sinop İlimizin Ayancık eski adıyla Ayandon kazasının Çanak Köyünün Geriş mahallesinden 1811 de doğmuş, Göbel oğullarından Hasan Ağa’nın oğludur. Babası kayıkçılık yapan fakir bir kişidir. 1825 yılında ll. Mahmud’un Yeniçerileri kaldırıp yerine kurduğu Asakair-i Muntazam’ya girer. Zamanla Kolağalık (Ön yüzbaşı) rütbesine yükselir, zamanla binbaşı olur. Mehmed Rüştü daha sonra Fransızca bildiği ve çeşitli çeviriler yaptığı için beğenilir Tarabya Karakoluna binbaşı rütbesi ile tayin edilir. Okullarda okumadığı halde Fransızca merakı ve bazı çeviriler yaptığı için adı “mütercim” olarak anılır ve devlet katında takdir görür. (O zamanları yabancı dil bilen çok az kişi olduğu ve bulunamadığı için devletin elçileri yabancı dili iyi bilen Rum, Ermeni, Musevi vatandaşlardan seçilirdi. Ve Osmanlı Avrupa ile yaptığı bazı antlaşmalarda yabancı dil bilen temsilci çıkaramamıştı).
Bir gün Mütercim Mehmed Rüştü’nün babası Kayıkçı Hasan, oğlunu Tarabya Karakolunda ziyarete gelmiş. Mehmed Rüştü’nün babasının kılık kıyafeti ve konuşması hal ve hareketi ortama pek uymadığı görülünce, oğlu Mehmed Rüştü babasının bu tavrından rahatsızlık duymuştur. Kendisinin Tarabya gibi asri bir ortamda “modern görüntüsünü” güya babası gölgelediğini düşünen Binbaşı Mehmed Rüştü Bey babası Kayıkçı Hasan’a şöyle der:
“Baba bir daha geleceğin zaman eve gel, karakola gelme” demiş. Kayıkçı Hasan, Oğlu Binbaşı Mehmed Rüştü’ye bu sözünden oldukça incinmiş ve hatta çok kızmış ki ona şöyle beddua etmiş:
“Allah sana ekmek versin de ekmeğine tuz vermesin” (ağız tadı vermesin) demiş. Mütercim Mehmed Rüştü Paşa, yıllar sonra başına gelen sıkıntıları görünce “babamın bedduası tuttu” diye söylenirmiş. Yazımıza konu olan ayrıntılar okuduğum o devirle ilgili kitaptan yararlandım(1)
Avrupa, Rönesansın aydınlanma itici gücü ile sanayi devrimi, bilgi ve kültür devrimleri yapıp her sahada hızla ilerlerken, Osmanlı ise en alt tabakadan en yüksek katına kadar eğitimsizliğin cehaletin içinde hızla geriliyordu. Aynı kitapta, Mütercim Mehmed Rüştü Paşa’nın ikinci Seraskerliği (Genel Kurmay Başkanı) zamanında devlet içindeki çarpıklıktan cehaletten şöyle bir örnek alıntılanır.

Osmanlı devlet dairelerini aylarca dolaşan tek bir evrak

“Tophanece ihtiyacı olan top arabası ağaçlarına dair, Babıali’ye yazılan bir istem yazısı, birkaç ay sonra Serasker Mütercim Mehmet Rüştü Paşa’nın eline geçer, bu ağaç istem yazısı Babıali’den Maliyeye, Maliyeden Babıali’ye, oradan Bahriye’ye, Bahriye’den Maliye’ye, Maliye’den Defterdarlığa ve Efkaf’a, oralardan Maliye’ye, Maliye’den tekrar Babıali’ye gönderilerek uzun uzadı yazışmalar olur yazılar toplandığında ağaç kalınlığında bir tomar şekline girdiğini görünce hayret eder.
Aynı yazı-işin yine bir daireye havalesine lüzum görüldüğünden havale olunur. Evrak yine dönüp dolaşıp tekrar Seraskeriye’ye gelir. Aynı yazı ile tomarın iki kat kalınlaştığı görülür.
Mütercim Mehmed Rüştü Paşa üçüncü defa serasker olduğunda bahsi geçen tomar yine karşısına çıkar. Göz gezdirince “top arabası ağaçlarının” bölümü unutulup, meselenin “Ormanlar Nizamnamesi” ne intikal ettirildiğini görür. Tomarı yanan sobaya atar ve daireleri boşuna meşgul etmekten kurtarır.  Mehmed Rüştü Paşa Ziya Paşa’ya bir sohbetinde bu durumu örnek vererek şunları anlatır:
Bizim devletin nizami durumunda dairelerin vazifeleri o kadar bozuk ve karmaşıktır ki bu dairelerin çarkı içine düşen bir evrak, başı kıçına uygun olarak çıkıp kurtulursa bahtiyar sayılmalıdır.  Ben ki serasker olduğum halde bu yazı konusunu araştırdığım halde bu duruma gelmişse artık öteki işler bundan kıyas edilmelidir”. (Sf. 325)
Görüldüğü gibi Osmanlı devlet çarkında küçücük bir istem yazısı ne hallerde dolaşıp hayli israfa neden oluyor. Bu çok küçük bir örnek ve devlet çarkı böylesine kötü imiş ki Osmanlı bilimden uzaklaştıkça gerilemiş, ülke ülke kaybetmiş, sonunda cehaletle batmış. 

        “Nihayet biz de söz anlamayacak hale geldik”

Bu başlığı yararlandığım kitaptan aynen aldım. Normal zamanlarda bir gün, Mütercim Mehmed Rüştü Paşa zamanın kötü idaresinden uzun uzadıya bahsedip, şikâyet ettiği sırada zamanın hukukçusu Seyfeddin Efendi:
-Efendim devletin yüksek makamlarında hizmetlerde bulunduğunuz. Niçin ıslah buyurmadınız” diye sorar. Mehmed Rüştü Paşa bu soruya karşılık şu cevabı veriri:
-Hakkın var. Fakat ben sana hakikati söyleyeyim de dinle: Biz elimize dürbün alıyoruz. Uzaktan denizin ortasında bir gemi görüyoruz. Dümeni, yelkeni bozulmuş, batacak bir halde çalkalanıyor. “Canım bu geminin içinde adam yok mu? Halin vahametini görmüyorlar mı? Diyerek gemiyi kurtarmaya koşuyoruz. İçine giriyoruz. Bir de ne görelim geminin içindekiler, ellerine defler, davullar, zurnalar almışlar çalıp çağırıyorlar.
“-Yahu bu ne hal? Batıyorsunuz, kurtarmaya niçin uğraşmıyorsunuz? Diyoruz, onlar:
“-Ey, çok söyleme. Keyfine bak” diyorlar. Göbek atarak, rakı vererek bizi de kendileri gibi sarhoş etmeye çalışıyorlar. İçlerinden bir kimseye meram anlatmanın imkânı olmadığını anlayınca biz de onlarla hemhal oluyoruz. Vur patlasın, çal oynasın alemlerine dalıyoruz. İşte iktidar mevkiine geldiğimiz vakit bir iş göremeyişimiz, söz anlatacak adam bulamayarak nihayet biz de söz anlamayacak bir hale gelmekte oluşumuzdandır”.
Kendi söz ve eylemlerinin sonucu olarak senelerce mazul (ayrılmak azledilmek) kalmasından dolayı kabahati kendinde bulmaz, padişaha kusur isnat ederdi”. (Saf 318)
Osmanlıda devlet katında cehalet ve gerileme, devlet çarkında böylesine bozuk iken bir alt tabakadan halkın arasından örnek vererek eğitim ve cehaletin etkisini bir kez anımsayalım.

       Osmanlıda Nane nasıl yetişiyormuş ve dolu nasıl önleniyormuş

Yine Gerileme Devrinin yenilikçi Tanzimatçı Padişahı ll. Mahmud’un hekimbaşısı Behçet Efendi’nin 1862 yılında yazdığı “Hezar Esrar” adlı bir tıp kitabında nane yaprağının başka biçimde nasıl yetiştirileceğine ilişkin çok garip bir görüşü var. Batı’da bilim kitapları basılıp, bilimsel buluşlar yapılırken Osmanlıda böylesine garip hurafe kitapları yayınlanıyor, toplumun cehaletine cehalet katılıyordu. Bunu o devrin aydını görülen Behçet Efendi kitabında yazıyor:
- Sinek tersinden nane yaprağı nasıl yapılır?
“-El cevap: Sinek tersine (pisliğine) bulanmış bir ip nane yaprakları verir” !
Yenilikçi Tanzimat Padişahı ll. Mahmud’un hekimbaşısı Behçet Efendi aynı kitabında dolu yağmasını nasıl önlendiğini şöyle açıklıyor:
-Timsah ya da maymun derisi alınır, bir köyün bir yerine asılırsa, bu köye dolu düşmez.(2)

Mütercim Mehmed Rüştü Paşa zamanındaki gariplikler ve günümüz
Düşünün Batı matbaayı 390 yıl önce bulmuş, harıl harıl şehir şehir matbaa yayılıyor, bilim kitapları basılıyor, matbaa bile 270 yıl Osmanlıya gecikmeyle getirilmiş. Ama Osmanlıda çok geç gelen matbaada yayınlanan kitaplarda da böylesine cehalet fışkırıyordu. Ne yazık ki günümüzde bile bilime öncelik verileceği yerde, böylesine garip nice hurafeye inanan pek çok insanımız vardır. Türbeleri, yatırları ziyaret eden, şeyhleri, şıhları, tarikatları önder kabul eden binlerce insanı düşünelim. Ölülerden medet ummanın çağ dışılığını öğütleyen Atatürk, “yaşamda en iyi yol gösterici bilimdir” diye öğütlemişti... 
Mütercim Mehmed Rüştü Paşa zamanındaki gariplikler ve günümüz


Ne ki günümüzde bilimi es geçen AKP-RTE iktidarının bir akademisyeni- profesörü “biz cahillerin ferasetine güveniyoruz” demişti.   İnanamayacaksınız belki, Osmanlıdan da beter hurafecimiz çıktı, daha yakın zamanda IŞİD terörünün tırmandığı günlerde dinci teröristlerle yatmanın (zina) sevap olduğuna inanan söyleyen hurafeden de öte sapkın kadınlarımız var(3). Tüm bu olumsuzluklar güya dine sarılıp bilimi es geçmekten kaynaklanmaktadır; gerileme yönetimin son 20 yılındaki süreçte yaşanmakta, bu nedenle de ekonomimiz, yaşantımız bozulmakta, geriye gitmektedir. Sonuç olarak bilimi demokrasiyi es geçen dışlayan süreç böyle devam ederse, Osmanlı gibi çağın gerisinde kalırız, tarihin derinliklerine savruluruz.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com
Son notlar

(1) Mütercim Mehmed Rüştü Paşa İbrahim Yıldırım Yüzleşme kitap 2021)

(2)Bu hurafe örnekleri, kitaptan nakleden Cumhuriyet’te yazan Sayın Özdemir İnce’nin 7 Kasım 2023 günlü köşesindeki yazıdan alınmıştır)

(3) Esra Elönü 1982 yılında İstanbul Beşiktaş'ta doğdu. Gaziaosmanpaşa İmam Hatip Lisesi'nden mezun olup Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesini kazanan Esra Elönü, lise öğreniminin ardından üniversite eğitimine devam etmedi. Gazeteci Yazar Esra Elönü birçok televizyon programında da sunuculuk yaptı.

A.Ü.Hukuk Fakültesi 98 Yaşında
1970 Yılının mezunu ve 1970 mezunlarının bir numaralı diplomasına sahip olmakla gurur duyduğum A.Ü.Hukuk Fakültesi,  05/Kasım/1925 tarihinde; , ”Cumhuriyetin kuvvetlendiricisi olacak bu büyük kurumun açılışında duyduğum mutluluğu hiçbir girişimde duymadım ve bunu açıklamakla  ve anlatmakla memnunum” sözleriyle Büyük ATATÜRK tarafından kurulup öğrenime açılmış bir Cumhuriyet kurumudur.


A.Ü.Hukuk Fakültesi,  05/Kasım/2023 tarihinde, yani bugün,  98. yaşını kutlamaktadır.


A.Ü.Hukuk Fakültesini önemli ve değerli kılan en büyük özelliği, kurtuluş savaşından sonra, tüm kurumlarıyla ve saltanatıyla köhnemiş ve yıkılmış Osmanlı'nın küllerinden yeniden kurulan Türkiye Cumhuriyetinin bir kuruluşu ve Cumhuriyetin ilanından hemen iki yıl sonra,  laik ve çağdaş Cumhuriyet yasalarını uygulayacak hukuk adamlarını yetiştirmek üzere, büyük kurtarıcı ve devlet adamı ATATÜRK tarafından bizzat gerekli görülerek kurulup hizmete açılmış olmasıdır. 


Bu nedenle,  A.Ü.Hukuk Fakültesinden 1970 senesinde mezun olup,  53 yıldır Türk hukukuna ve yargısına hakim, savcı ve emekli olduktan sonra da avukat olarak hizmet etmiş ve halen de etmekte olan, T.C. Yasalarının doğru ve adil  bir şekilde uygulanmasına katkı sunmuş ve hala sunmaya devam eden bir hukukçu olmanın mutluluğunu ve onurunu yaşıyorum.


Bizler, hukukta okurken ve mezun olduğumuz 1970'li yıllarda; sadece,  A.Ü.Hukuk Fakültesi ve bir de kuruluşu Osmanlı dönemine ait olan İ.Ü.Hukuk Fakültesi vardı.


Her iki Hukuk Fakültemizde de,  çok değerli hocalarımız görev yapıyorlardı,  bizleri o değerli hocalarımız yetiştirdiler, ölenlere Allahtan rahmet, halen sağ olanlara da sıhhat ve afiyetler diliyoruz.


Mezunu olduğum,  katışıksız Cumhuriyet kurumu ATATÜRK'ün eseri A.Ü.Hukuk Fakültesinin öğrencisi olduğum yıllarda, İ.Ü.Hukuk Fakültesinin hocaları ve öğrencileri;  Osmanlı'dan kalma bir kurum olmalarının ve kuruluşu itibariyle bir Cumhuriyet kurumu olan A.Ü.Hukuk Fakülteli olamamalarının ezikliğinden olsa gerek, biz Ankara Hukuklulara karşı, bu ezikliklerini,  sözde beynelmilel olduklarını savunarak ve çok değerli idare hukukçusu, üç ciltlik İdare Hukukunun Genel Esasları isimli çok değerli adeta başvuru kitabı niteliğindeki dev eserin yazarı olan rahmetli hocaları  Ord.Prof.Dr.Sıddık Sami ONAR'dan sınıf geçmenin zorluğu ile övünerek gidermeye çalışırlar ve bu iki güzide hukuk fakültemiz arasında, bu şekilde tatlı bir rekabet ve çekişme yaşardık.


Ankara ve İstanbul Hukuk Fakülteleri arasında bu tatlı rekabet yanında her ders yılında,   belli derslerde ve belli dönemlerde karşılıklı olarak  misafir öğretim üyesi değişimi olur ve her iki fakülte öğrencileri,  diğer fakültenin öğretim üyelerinden ders alma ve onları tanıma fırsatı bulurlardı. Ben Ankara Hukuk Fakültesinin 1.sınıfında okurken,  Roma Hukuku dersimize misafir öğretim üyesi olarak, İ.Ü.Hukuk Fakültesinin değerli hocası,  rahmetli Prof.Dr Ziya UMUR gelmiş ve bizim hocamız değerli ve rahmetli Prof.Dr Kudret AYİTER de İstanbul Hukuk Fakültesinin öğrencilerine ders vermek üzere İstanbul Hukuk Fakültesine misafir öğretim üyesi olarak gitmişti. Çok güzel ve anlamlı günlerdi,  o günler.


Daha sonraki yıllarda, özel vakıf üniversiteleri kuruldu, yeterli öğretim üyesi ve alt yapısı  olmadan,  çeşitli ilerimizde lise ve orta okul açar gibi,  plansız ve programsız bir şekilde siyasi yarar amacıyla açılan üniversitelerin bünyesinde mantar gibi açılan hukuk fakülteleri ile bugün sayısını dahi bilemediğimiz birçok  hukuk fakültesine paralel olarak,  maalesef hukukçu kalitesinde büyük bir seviye kaybına uğramış bulunuyoruz.


Bugün ülkemizdeki siyasal iktidardan ve yürürlükteki yönetim sisteminden kaynaklı olarak,  hukuk ve devletin temelini oluşturan adalet büyük yara almış ve yargı bağımsızlığı yok olmuş ise; bu hukukun irtifa kaybetmesinde, yara almasında ve yargının bağımlı hale gelmesinde, yetersiz hukuk fakültelerinde yetişen hukukçuların  kalitesinin düşmesinin de etkin rol oynadığı,  yadsınamaz bir gerçektir.


A.Ü.Hukuk Fakültesinin 98.kuruluş yıldönümü,  bu fakülteden mezun olan devre arkadaşlarım 1970'liler en başta olmak üzere, tüm A.Ü.Hukuk Fakültesi mezunlarına ve halen öğrenci olan kardeşlerime kutlu ve mutlu olsun, bizi yetiştiren ve çoğu rahmetli olan öğretim üyelerimize teşekkürlerimi ve şükranlarımı sunuyor,  ölenlere rahmet,  sağ olanlara sağlıklar diliyorum.


A.Ü.Hukuk Fakültesinin tüm mensuplarına,  buradan selam olsun, ne mutlu hepimize.

Güner Yiğitbaşı

05/Kasım/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Özgür Özel'in Kaptanlığında Yeniden Umuda Yolculuk
Demokratik bir yarıştan sonra CHP Genel Başkanlığını Sayın Özgür ÖZEL ikinci turda KILIÇDAROĞLU'na fark yaparak kazandı. 


Öncelikle bu başarısından dolayı Özgür ÖZEL'i ve tüm CHP'lileri yürekten kutluyoruz. 


Yapılan haksız ve dozunu aşan eleştiriler nedeniyle, objektif kişiliğimiz ve hukukçuluğumuzdan kaynaklı,  hakkı teslim etme adına, zaman zaman KILIÇDAROĞLU'nu savunan paylaşımlar yaptık,  makaleler yazdık, bu nedenle  haksız bir şekilde  KILIÇDAROĞLU'na körü körüne hayran bir kişi olarak suçlandık. Aslında böyle bir şey asla olamaz benim bağımsız kişiliğime aykırıdır bu. Ancak, Cumhurbaşkanlığı seçiminde KILIÇDAROĞLU'nu desteklediğimiz ve oy verdiğimiz de bir gerçektir. 


KILIÇDAROĞLU'nu zaman zaman savunmak zorunda kaldığımız gibi; onu,  seneler öncesinden bu yana,  seçim kazanamadığı için ağır bir şekilde tenkit edip istifa etmeye ve  Türk siyasetine güzel  bir geleneği hediye ederek siyaset tarihine altın harflerle yazılmaya davet ettiğimiz makalelerimiz de oldu. 


Son yerel seçimlerdeki İstanbul ve Ankara dahil birçok büyükşehir belediye başkanlıklarının kazanılmasındaki başarısı nedeniyle, 14 ve 28 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde KILIÇDAROĞLU'nun adaylığına sıcak baktık ve bunda haklıydık da. 


Ancak,  yapılan bazı yanlışlar, aşırı özgüven, Türk seçmen yapısının özellikleri, İslam’ın siyasetin malzemesi haline getirilmesi, kimlikler üzerinden yapılan siyaset, devletin tüm mali imkanlarının ve yargı dahil,  tüm idari ve yargısal kurumlarının saray yönetimi tarafından ele geçirilmesi, iftira düzeyine varan yalan haberlere dayalı kötü propagandalar, milyonlarca sığınmacının vatandaş yapılarak onlardan sağlanan hazır ve garanti oylar, eşit olmayan koşullarda yapılan seçim sonucunda,  KILIÇDAROĞLU maalesef Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetti. 


Seçimlerin eşit koşullarda yapılıp yapılmadığına bakılmaksızın, siyasetteki başarıyı seçim sonuçlarının belirlediği,  yadsınamaz bir gerçektir. Siyaset,  bu nedenle acımasız ve nankördür. 


KILIÇDAROĞLU; en son kaybettiği Cumhurbaşkanlığı seçiminden önce de, on üç senelik genel başkanlık döneminde birçok seçimi kaybetmiş bir lider olarak;  zaten,  ismi seçim kazanamamakla anılan bir lider kimliğiyle,  Cumhurbaşkanlığı seçimini de kaybettikten sonra, yaşının da gereği ve önündeki denizin artık bitmiş olduğunu da düşünerek, Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybettiği 28 Mayıs akşamı,  şerefiyle CHP Genel Başkanlığını bırakacağını, yaklaşan kurultayda yeniden aday olmayacağını açıklamalıydı. Ama bunu yapmadı ve ülkemizdeki bir ilki gerçekleştirme imkanını ve onurunu kendi elleriyle itti. 


KILIÇDAROĞLU; Cumhurbaşkanlığına aday olduğunda kazanacağından çok emindi. En başta İMAMOĞLU olmak üzere,  propaganda konuşmalarına başlamadan önce,  13. Cumhurbaşkanımız KILIÇDAROĞLU diye takdim ve anons edilerek gaza da getirildi. 


KILIÇDAROĞLU; aslında Cumhurbaşkanlığına adaylığını açıkladığında aktif politikayı ve CHP Genel Başkanlığını bırakmaya, siyasi hayatını noktalamaya, tarafsız ve partisiz bir Cumhurbaşkanı olmaya kesin kararlıydı, seçim öncesi son grup toplantısında yaptığı konuşmasının, artık son ve veda grup konuşması olduğunu açıkça ilan etmiş ve bugün kendisini genel başkanlık koltuğundan indiren Özgür ÖZEL dahil, birçok partiliyi duygulandırarak ağlatmıştı. 


KILIÇDAROĞLU; bu kararlılık içinde girdiği Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybettikten sonra, kendisine ve Türk halkına verdiği sözü unutarak CHP de siyaset yapmaya ve partinin Genel Başkanı olarak siyasete devam etmeye karar vermekle,   hayatının en büyük hatasına ve yanlışına imza atmıştır. 


KILIÇDAROĞLU; Cumhurbaşkanlığına doğru çıktığı yolda seçimi kaybederek aldığı yenilgi yetmiyormuş gibi, CHP kurultayında yeniden çıktığı CHP Genel Başkanlık yarış yolunda da,  genel başkanlık seçimini kaybederek, genel başkanlığının yanı sıra,  siyasi şeref ve onurunu da yitirmiş ve bunu  hak etmiştir maalesef. 


KILIÇDAROĞLU'na; büyük eziklik, burukluk, üzüntü ve keşkelerle geçeceğini tahmin ettiğimiz bundan sonraki özel yaşamında,  sağlık ve mutluluklar diliyor ve sevabıyla günahıyla Türk siyasetine yaptığı hizmetleri nedeniyle teşekkür ediyoruz. 


Buradan, CHP'nin genel başkanlığına seçilen ve CHP seçmenine yeni umut olan Özgür ÖZEL için de bir iki söz söylemek istiyoruz.   


Evet, Özgür ÖZEL büyük bir başarıya imza atarak CHP Genel Başkanlığına seçilmiştir. Kendisini içtenlikle tebrik ediyoruz. 


Ancak, Türk insanı duygusal ve fevridir, her başarıyı ve her başarısızlığı abartma gibi bir huyumuz vardır. Milli takım kıytırık bir takıma galip gelir, hemen zafer ve devirdik çığlıkları atarız, büyük bir marifet başarmış gibi, milli takımı yere göğe sığdıramayız. Aksi olur yeniliriz, hezimet diyerek yerden yere vururuz, ağzımızı bıçak açmaz, sanki Dünyanın sonu gelmiştir. 


İşte bu nedenle, Özgür ÖZEL'e tavsiyemiz; bu seçimi tek başına Özgür ÖZEL olarak kazanmadığını, kendisinin de KILIÇDAROĞLU'nun kaybeden takımının bir oyuncusu olduğunu, Türkiye çapında ünlenen İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı İMAMOĞLU'nun ve İstanbul CHP örgütünün büyük desteğiyle bu seçimden galip çıktığını asla unutmamalıdır. 


Aynı şekilde, Özgür ÖZEL; İMAMOĞLU ve CHP İstanbul İl Örgütünün ve delegelerinin desteğini unutmadığı gibi, bu desteği gözünde büyüterek,  o cenaha bir diyet borcu olduğunu düşünmemeli ve bu diyeti ödemek için, istişare dışında kendi bildiği akılcı yoldan sapmamalı, partinin ve ülkenin  yararına olmayan tavizleri asla vermemeli, ben dahil çoğu kişinin kanaati olan;  Özgür ÖZELİMAMOĞLU'nun emanetçisi bir genel başkandır imajını silecek bir şekilde, Özgür ÖZEL olarak,  özgün bir genel başkanlık yapmalıdır. 


CHP'nin en büyük karar organı olan Parti Meclisinin ve diğer yetkili kurullarının ve tüzüğünün hükümlerine göre, parti ve kişisel yararını değil, ülkenin yararlarını önceleyerek görevini yapmalıdır. 


Bugün,  Türk Halkı;  Özgür ÖZEL'in kaptanlığında,  yeni bir umuda yolculuğa çıkmıştır. 


Ancak, henüz ileriye dönük hiçbir şey kazanılmamış, sadece yeni bir umut ve temiz bir sayfa açılmıştır. Dileriz Özgür ÖZEL; bu umuda yolculukta başarılı olur, umutlarımızı yeşertir ve meyveye dönüştürür. 


Türk Halkına hayırlı olsun.

Güner Yiğitbaşı

05/11/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

15 Yıl baktığım köpeğim Badi’yi kaybettim
Bir çocuğa bakar gibi 15 yıl bakıp beslediğim can yoldaşım köpeğim Badi’yi ne yazık ki, 28 Ekim 2023 günü kaybettim. Can yoldaşım diyorum çünkü bir yıl önce asıl can yoldaşım eşim Gülhan’ı kaybetmiştim, o nedenle Badi’yi kendim için can yoldaşım biliyordum ve ona özenle bakıyordum. Ona öyle diyorum, çünkü evime geldiğinden beri 15 yıl sabah akşam mutlaka onu parklara gezmeye çıkarırdım, onunla parklarda, caddelerde kâh koşuşur kâh normal yürüyerek ihtiyaç gezisine çıkarırdım.  

Gezmeye çıkacağımız zaman etrafımda dolanır durur, mırıldanır, gecikince havlayarak gezmeye gitmek istediğini belli ederdi. İşim gereği evden çıktıktan ve akşamüstü eve döneceğim zaman bir, bir buçuk saat önce, Badi evimizin penceresine patilerini dayar sürekli gelmemi beklermiş. Eve gelince demir bahçe kapımızı açtığım zaman, tık diyen demir sesini duyunca veya pencereden beni görünce sevincini belirten havlamalarını dışarıdan duyardım. Ona kavuşunca kucağıma alırdım sevincinden mırıldanarak yalancıktan kulağımın memesini, yanağımı ısırır gibi sanki öperdi, öylesine mutlu olurdu. Onunla çok çeşitli olaylar ve serüvenler yaşadık. Kısaca ona yani köpeğim Badi’ye gösterdiğim özeni hiçbir torunuma gösterememiştim, çünkü onlar Badi gibi evimde değillerdi de.

Ne zaman konferans, gezi, tören gibi etkinliklere gidip eve gelişim gecikse geciksem, devamlı havlarmış “neden gecikti” der gibi. Havlamasından bazen komşular üzülür rahatsız olurlarsa beni telefonla ararlar, “neredesin, seninki” (Badi) “bağırıp duruyor, sürekli havlıyor” derlerdi. Onun için katıldığım birçok etkinlik sona ermeden Badi için ayrılmak zorunda kalırdım. Badi ile bazı anılarımız daha önce bu sayfada yayınlanmıştı, oradan aldığımız anıları tekrar ederek onu ebedileştirmek istiyorum.  

 Badi nereden geldi?

1996 da emekli olduktan bir müddet sonra, İzmit’te görevli olan oğlum Dr. Cüneyt evlerine küçük jekrasıl terrier cinsi bir köpek almışlar. Bu köpek evde ahşap kısımları kemiriyormuş, “başımıza sorun çıkaracak” diye ve de ayrıca bakımı da zor olduğu için bu sevimli köpeği bize Ankara’ya (Batıkent’deki) evimize getirdiler. “Baba bu sizde kalsın, altı ay sonra alacağız” diyerek bırakıp gittiler. Aradan 15 yıldan fazla bir zaman geçtiği halde ne onlar köpeği istediler ne de biz alın götürün şu emanetinizi demedik. Böylece yıllar geçmeye devam ediyor birbirimize alışıyorduk. 

Adını “Badi” koyduğumuz adeta ailemizin bir parçası gibi olan bu köpeği, bir yere gidip de geç gelsem bile sabah akşam mutlaka ihtiyacı için sokağa çıkarıyor gezdiriyordum. Onunla sokağa çıktığım zaman kaldırımda giderken mahalledeki çocuklar gelip “onu sevebilir miyiz” diyerek etrafımızı sarıyorlardı. Badi’nin boynunda, yüzünde, sırtında kahverengi alaca benekler vardı, bu benekleri gören bir küçük çocuk bu benekleri göstererek “amca buraları niye boyadınız” deyince yanındaki biraz büyük bir çocuk “kadeşim bu annesinden doğuşundan böyle doğmuş” demişti.  

Bir gün parkta dört beş yaşlarında bir çocuk yanımıza doğru gelerek, “amca bu köpeği bana satar mısın” diyerek ricada bulundu. Ben de satarım, deyince o “kaç para” dedi, ben ona şakacıktan gayet seslice 185 kuruş git parayı getir hemen bu köpeği sana vereyim, dedim. Evi de yakın olan çocuk, eve gidip olayı annesine anlatmaya para istemeye gitti, sonradan öğrendiğime göre annesi köpek almayı istemediğinden oğluna, “185 kuruş çok pahalı imiş alamayız, sen okulunu oku bitir sonra alırız”, demiş. 

Yakınımızda Rajiv Gandi Caddesindeki kaldırımda elimde onun tasma ipi Badi ile giderken, trafikten bir özel araç kaldırıma bize doğru yanaştı, hizamızda durdu, araçtan bir çocuk ve annesi indiler, “köpek pek sevimliymiş sevebilir miyiz” diye yaklaştılar, adını sorup Badi’yi sevdiler okşadılar yola devam ettiler.

2022’nin 19 Temmuz’unda kaybettiğim eşimle bu sevimli köpeği çok sevmeye başlamıştık. Rahmetli Eşim Gülhan o kadar çok seviyordu ki, onu okşuyor “küçük oğlum” diyerek seviyordu, ona çeşitli yazlık kışlık giysiler alıyor dikiyor, yemeğin içindeki kemikli etleri seçip “bu Badi’nin payı diyerek” ayırıyor öyle besliyorduk. Sürekli 15 yıl sabah akşam Badi’yi mutlaka kaldırımlara parklara ihtiyacı için gezmeye çıkarıyordum. İlk yıllarında gezmek için dört gözle bekliyor, gezmeye gitmek için varıp kapıya dayanıyor ve gezmeye çıkmayı çok seviniyordu. Her gezmeye çıkışımızda rastladığı kedileri müthiş kovalıyordu. 

Kedi kovalama sevdası yüzünden Badi’ye araba çarpıyor.

15 Yıl baktığım köpeğim Badi’yi kaybettim

Yedi sekiz yıl kadar önce, yine böyle ihtiyaç gezisine çıktığımız bir gün, tasmasından çıkarıp yanımda uslu uslu kaldırımda yürüyordu, karşı kaldırımda bir kedinin gittiğini gören Badi, kediyi kovalamak için aniden karşı kaldırıma doğru fırladı. Caddeden hızla gelen bir araç Badi’ye çarptı, Badi bir feryat kopararak yolun ortasına yığılıp kaldı, teker kalçası bölümünden geçmiş. Çarpan araç kaçarken, Badi inleyerek titreyerek yatıyordu. Hemen Dışkapı’daki Veteriner Fakültesine götürdüm. Badi kucağımda çektiği acıdan olsa gerek titriyor gözlerinden yaşlar geliyordu. Doktorlar filmini çektiler, “ne yaptınız buna üç dört yerinden kalçası kırılmış” dediler.  Epey bir zaman ameliyatta kaldıktan sonra kalçası alçıya alınıp boynuna bir abajur taktılar verilen ilaçla eve yöneldik. Badi’nin bu haline o kadar üzülmüştüm ki, yolda Badi’nin çektiği acılardan yine gözlerinden yaşlar gelirken ben de göz yaşlarımı tutamadım. Kendi kendime, neden bunu tasmasından bıraktım Allah’ım diye vicdan azabı çekerek kendi kendime kızıyordum. Onun sağlığına kavuşması için, yaşlı gözlerimle, “Allah’ım ağzı var dili yok, çok acı çeken köpeğime şifa ver” diye üzüntü içinde dua ediyordum. Doktoru, “kırıklar tutar ama özen gösterirseniz iyi olur, ama biraz topallar, topal yürür” diyordu. Biz de tek iyi olsun da buna razıyız diyorduk.

Evde rahmetli eşim Gülhan onun için kıyma pişiriyor, kıymanın içine haplarını eziyor ona yediriyordu. Böylece yavaş yavaş toparlanmaya başladı; dışarıya çişini kakasını yapmaya alıştırdığımız için dışarıya gitmek dışarıya yapmak istiyordu. Bunun için sürüne sürüne kapıya yanaşıyor, kapının önüne ister istemez çişini yapıyordu. O günden sonra, Badi iyileşmeye düzelmeye başladı, yavaş yavaş kaldırımda yürütmeye başladığımız bir gün, Badi bir kediye rastladı, kediye doğru yaklaşırken kedi aniden pençesini uzatıp Badi’nin burnuna tırnağını batırmış olmadı ki Badi feryat ederek geriye çekildi. Badi o günden sonra kedilerden korkmaya çekinmeye, kedi görünce çekilmeye başladı.

15 yıldan fazla bir zamandır bende olan, sabah akşam mutlaka ihtiyaç gezisine çıkardığım köpeğim Badi yüzünden gezilere, tatile bile gidemiyorum, çünkü otobüsler almıyordu. Eşimin sağlığında günübirlik gezilere katılıyordum, ama şimdilerde, aman köpeğime bir şey olur endişesi ile günübirlik gezilere bile katılamıyordum Yaşantımız böylece monoton devam ediyordu. 

Bundan on yıl kadar önce Kaman’da kardeşimi vefatı nedeni ile kaybetmiştik. Eşim Gülhan’la birlikte kapıyı kapatıp Kaman’a gitmemiz gerekiyordu. Ama Badi’yi ne yapacaktık, cenaze kalabalığında onu nasıl koruyacaktık, yanımızda götüremezdik. Onun için evin anahtarını bitişik komşuya verip, Badi’yi birkaç gün gezdirmesini de rica ederek cenazeye gittik. Çok sürmedi, birkaç ay kadar sonra evimize hırsız girdi, bütün eşyaları gardıroptaki elbiseleri yerlere saçmışlar her şeyi altüst etmişler, unu bulguru dahi yere döküp güya altın aramışlar. Polis gelip bizim ve eşimin parmak izini aldı; komşunun oğlundan şüphelendik ama onun parmak izini polise bildirmedik, yakın komşumla daha derin düşmanlık husumet oluşmasın diye.

15 Yıl baktığım köpeğim Badi’yi kaybettim

Böylece nice maceralardan sonra aradan 15 yıl geçti, Badi artık yaşlanmaya başladı. İlk yıllarda heyecanla sevinçle gezmeye can atan Badi baktım, gezmeye çıkma hazırlığı yaparken, geri geri çekilmeye saklanmaya çalışıyordu. Çıkınca da yolda yürümekte zorlanıyordu. Bu yürüme zorluğuna karşın bazen yine de dışarı çıkmak için can atıyordu. Artık yürümekte zorlandığı zaman kucağıma alıyordum, parkın içinde serbest bırakıyordum.  Son gezmeye çıktığımız bir gün evimize yakın bir parkın içinde onu serbest bıraktım, ipi tasmaya bağlı yerde sürünüyor, ben önde o arkada yavaş yavaş yürüyorduk. Onu gözetleyerek yürürken otların arasından bir kedi belirdi, kedi Badi’nin yerde sürünen ipine takıldı ağzına aldı, Badi yavaş yavaş arkam süre yürüyor, kedi onun ipini tutuyor, kâh çekiyor, kâh onunla oynuyor; Badi arada bir geriye kediye bakıyor, kedileri gençliğinde müthiş kovalayan o sadece kediye bakıyordu, kim bilir içinden sadece “ipime dokunma” diyebiliyordur olmalı. Onların bu halini 80 yaşıma yaklaşmış ben, yaşlanmış köpeğim ve onların haline gülümseyerek seyrettim.  Bilmem daha ne kadar Badi ile yaşayacağız, diye kendi kendime söyleniyorum.

Badi artık kaldırımlara değil dışarı bile çıkmakta zorlanıyordu. Küçük bahçemizde koşup gezen, merdivenleri koşarak tırmanan Badi en küçük tümseği bile geçemiyor, havlayarak yani bağırarak “beni kurtarın” diyordu. Evimiz dubleks olduğu için eskiden üst kata merdiveni koşarcasına çıkarken, son günlerinde tek basamak bile çıkamaz oldu. Son günlerde yatağına bile zorlukla gitmeye başladığı için kucağımda taşıyordum. Son günlerde iştahı da kesildi, bir şey yemez, yatağından çıkmaz oldu saatlerce yatıyordu. 28 Ekim akşamüstü yatağında kaskatı yatan Badi’nin ölmüş olduğunu gördüm. 

İzmir’deki oğluma Badi’nin öldüğünü bildirince o, “baba çöpe falan atma bahçemize göm” dedi.  Mezar gibi bir çukur kazdım, onu kucağıma son kez aldım gözleri ağzı açıktı, gözlerini elimle kapatıp son kez gözlerinden öptüm, kendimi tutamadım ben de gözyaşlarımı döküyordum, ağladım. Yavaşça elveda Badi diyerek mezar çukuruna bıraktım. Bir cenaze defneder gibi üzüntü içinde özenle toprakla kapattım, başına da orada gördüğüm bir parke taşını diktim. Badi bahçemizde huzurla yatıyor olmalı.  Ama günlerce etkisinde kaldım, çünkü birbirimizi seviyorduk o da bir candı, Tanrının dilsiz bir kuluydu. Şimdi ben de bu satırlarımı gözyaşımla yazıyorum.  

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com

Fotoğraflar: 

Evimizin içinde kucağımda Badi ile

Badi

Parkta Badi ile, Badinin ipi ile oynayan kedi.


Kendisini Anayasa Mahkemesinin De Üzerinde Gören Bir Adalet Bakanı
Anayasa Mahkemesinin,  hala uygulanmayan Can ATALAY'ın hak ihlaline uğradığına ve derhal  tahliye edilmesine ilişkin kararıyla ilgili olarak bir demeç veren Adalet Bakanı Yılmaz Tunç; Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir hukuk devleti olduğunun altını çizerek "Yargı bağımsızdır. Yorum farkıyla anayasanın bazı maddelerinin yok sayılması anayasaya aykırıdır” “ vurgusunu yaptıktan sonra, yargı sürecini bekleyeceklerini dile getirmiş ve "Karara saygı duyacağız.  Yargıtay'ın vereceği karara bakacağız. " demiş ve  hukuk devletini korumanın herkesin görevi olduğunu da sözlerine eklemiştir. 

Bakan TUNÇ'un;  satır aralarında  ne söylemek istediğini anlamak için,  bu beyanatını çok dikkatli ve satır satır okumak gerekiyor. Aksi halde bakanın Anayasa Mahkemesinin hak ihlali kararına uyarak gereğini yapmakla mükellef yerel İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi ile dosyanın gönderildiği Yargıtay 3. Ceza Dairesine vermek istediği,  karara uymayınız mesajını anlamak mümkün olmayacaktır. 

Adalet Bakan; vermek istediği asıl mesajı kamuoyundan gizlemek için,  öyle caf caflı ve güzel beyanlarda bulunmuş ki, bakana helal olsun diyesiniz geliyor adeta. 

Adalet Bakanı diyor ki; ”Türkiye Cumhuriyeti devleti bir hukuk devletidir, yargı bağımsızdır, yargı sürecini bekleyeceğiz, karar saygı duyacağız, Yargıtay’ın vereceği karara bakacağız, hukuk devletini korumak herkesin görevidir”

Ne güzel, her hukukçunun altına imzasını atacağı güzel sözler değil mi bunlar?

Ama bu güzel ve her biri münferiden çok doğru olan sözlerin arasına serpiştirilen ve satır arası çok anlamlı bir cümle var,  bu sözlerin arasında. 

Adalet Bakanı diyor ki; ”Yorum farkıyla anayasanın bazı maddelerinin yok sayılması anayasaya aykırıdır. ”

Bu sözün Türkçe tercümesi şudur; Anayasa Mahkemesi;  Can ATALAY kararını verirken,  anayasaya aykırı bir yorum yapmış ve Can ATALAY'ın milletvekili seçilerek dokunulmazlık kazanmasına engel olan,  anayasanın 83. maddesinde zikredilen 14. maddeye dayalı istisna maddesini yok saymış ve bu şekilde hak ihlali kararı vermiştir. Anayasa Mahkemesi;  anayasaya aykırı olan farklı bir yorumla 14. maddede zikredilen ve dokunulmazlık kazanmaya engel olan hükmü yok sayarak anayasaya aykırı karar vermiştir demek istiyor ve bu beyanıyla,  Anayasa Mahkemesinin Can ATATLAY kararına uymayın bu karar anayasaya aykırıdır biz arkanızdayız mesajını veriyor. 

Adalet Bakanının bu beyanatından bu anlaşılmalıdır. Zaten, Anayasa Mahkemesinin hak ihlali kararından çok önce,  Adalet Bakanı,  Can ATALAY anayasanın 83. maddesine göre milletvekili seçilerek dokunulmazlık kazandığı halde niçin tahliye edilmiyor sorusuna verdiği cevapta da, anayasanın 83. maddesinde zikredilen ve 14. maddeye atıf yapan istisnai hali dillendirmiş ve Can ATATLAY'ın işlediği suçun niteliği nedeniyle dokunulmazlık kazanamayacağını açık bir dille beyan etmişti. 

Şimdi, Anayasa Mahkemesinin Can ATALAY kararının niçin uygulanmadığını sanırım anlamış olmalısınız. 

Adalet Bakanı; kendisini,  Anayasa Mahkemesinin de üzerinde görerek,  kesin olan ve tartışmasız uygulanması gereken Anayasa Mahkemesinin Can ATALAY kararının temyiz makamı olarak görme gafletine düşmüştür, maalesef. 

Ne günlere kaldık vah halimize.

Güner Yiğitbaşı

02/11/2023

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget