Aralık 2024
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Eğitim Ferhan Şensoy Fikret Bila Fırat Kozok Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Sami Türk Hikmet Çetinkaya Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Kurtul Altuğ Köşe Yazıları Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Rıza Zelyut Sabahattin Önkibar Saygı Öztürk Sağlık Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Spor Sözcü yazarları Süheyl Batum Tarih Tarım Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Utku Çakırözer Uğur Dündar Uğur Mumcu Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yazı Dizileri Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen chp genel lozan muharrem ince Çiğdem Toker Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Ümit Zileli İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Şükran Soner

Ah O Umutların Gözü Kör Olsun
Bizim de kullanmakta olduğumuz takvime göre; 1. Ocak. 2025, içinde bulunduğumuz 2024 yılının sonlanarak gireceğimiz yeni yılın ilk günüdür. 


Yarın (31. Aralık. 2024) gece yarısı saat 24. 00 dan itibaren  kutlayacağımız yılbaşı, İsa'nın doğum günü olarak kabul edilen 25 Aralıkta kutlanan Hristiyanların Noel Bayramı ile karıştırılmamalıdır. Yılbaşının,  dini ve kutsal bir yanı bulunmamaktadır, bizim kutladığımız yılbaşı sekülerdir. 


Bu gerçekleri bildikleri halde, istismarcı kötü niyetli bir takım dinci kesim;  biz Hristiyan değiliz, Müslümanız,  yılbaşını eğlenerek kutlamayız günahtır diyerek,  yılbaşı kutlamalarına ve kutlayanlara eleştirel bir gözle yaklaşmaktadırlar. Bu değerlendirme ve yaklaşım kabul edilemez. 


Yılbaşı; kutlanması bir gelenek haline gelen umutların tazelendiği bir takvim olayıdır. 


İçinde bulunduğumuz 2024 yılının bittiği günü, yeni 2025 yılının ilk gününe bağlayan 31. Aralık. 2024 gecesi;  insanların,  evlerinde veya evlerinin dışındaki eğlence mekanlarında,  masalar kurarak ve özel olarak hazırlanan yemekleri yiyip içkiler içerek eğlendikleri, yeni yılı neşe içinde  karşılayarak kutladıkları, yeni yıla mutlu bir şekilde yeni umutlarla girdikleri, bir gelenek ve kültürü yaşayıp yaşattıkları bir gecedir. 


Eski yılın bitimi ve yeni yıla girilmesiyle;  aslında,  insanlarımız bir yıl daha yaşlanmakta ve ömürlerinden bir yıl daha azalmaktadır, bunun bilincindeki insanlarımız,  o zaman yeni yıla niçin eğlenerek neşeli ve mutlu bir şekilde girmek istemektedirler, bu bir çelişki değil midir? Diye sorup düşünenler olabilir. 


Ben,  şahsen öyle düşünmüyorum, hepimizin bir yaşam ömrü vardır ve her geçen yıl,  bu ömürden çalıp gitmektedir bunu biliyoruz ama,  korkunun da ecele bir faydası yoktur, her yeni yılla birlikte yaşlanıyoruz, ölüme bir adım daha yaklaşıyoruz diye, oturup ağlayacak da değiliz tabi. 


Bir de bardağın dolu yanından bakacak olursak, insanların;  gelecek her yeni yıldan ve yıllardan bir beklentileri, gayeleri ve umutları vardır. İnsanlar;  gayesiz, umutsuz,  umutlarını yitirerek yaşayamazlar, aksi halde mutlu olamazlar, umut fakirin ekmeğidir sözü,  boşa söylenmemiştir. 


İnsanların umut ve beklentileri bir yıl ile sınırlı olmadığı için, her yeni yıl insanların umut ve beklentilerinin tazelendiği yepyeni bir dönemi ifade etmektedir. 


Bu nedenle; yeni yılla birlikte yaşlanacakları ve ölüme bir adım daha yaklaşacakları, insanlarımızın akıllarına bile gelmez. 


Bana sorarsanız, sizler de; yaşlanacağım korkusuyla, ileriye dönük isteklerinizden,  gayelerinizden,  arzularınızdan,  umutlarınızdan ve bunların gerçekleşmesinden,  asla vaz geçmeyiniz, ileriye dönük gayeleri,  beklentileri ve umutları olmayan insanların, biyolojik olarak yaşlanmaya fırsat bulamadan, ruhen  yaşayan bir ölü haline geldiklerini unutmayınız. 


Buraya kadar yazdığım ve her yeni yıla girerken yinelediğim,  iyimser ve her yeni yılı tazelenen yeni umutlara vesile kabul ettiğim görüşlerimi,  maalesef gireceğimiz 2025 yılı için tekrarlayamıyorum. 


Yani iyimserliklerimi ve umutlarımı, çoğu kişi gibi maalesef yitirdim. 


En basitinden bir örnek verecek olursam, eskiden milli piyangonun bol sıfırlı ikramiyelerinin dağıtıldığı yılbaşı çekilişleri vardı biliyorsunuz, herkes aralık ayı boyunca şansını denemek için bir bilet alırdı ve yılbaşında yapılacak olan çekilişlere kadar,  her evde bir umut yeşerir,  büyük ikramiye bana çıkarsa,  şunu yapacağım,  bunu yapacağım diye tatlı hayaller kurulurdu, inanın çekiliş günü geldiğinde ikramiye çıkmasa bile, çekilişe kadar o bir ay boyunca daldığımız ve yaşadığımız umut dolu tatlı rüyalar  bile insanların yaşamına pozitif katkılar sunar ve umutlarımızı ertesi yıla taşırdık.  Milli piyango özelleştirildi, şeffaflığı kaybettirildi, eskiden dürüstçe ve şeffaf olarak yapılan çekilişlerle sürekli olarak ve gerçekten satılan çeyrek bilete çıkarak dört kişi arasında paylaşılan büyük ikramiyelerden eser kalmadı, büyük ikramiyeler hileyle sözüm ona tam ve satılmayan biletlere çıkmaya başladı, insanların umutları çalındı maalesef. 


Ülkenin yönetimsel ve ekonomik içinden çıkılamaz sorunları meydanda. 


Fakir halkımızdan toplanan ve yüzde altmışı haksız vasıtalı vergilerden oluşan  trilyonlarca lira tutarındaki vergilerden oluşan fonlar,  bir avuç varlıklılara transfer edilmekte, fakirden alınıp zengine verilmekte, yap işlet devret yöntemiyle ve ölçüsüz kar garantileriyle yapılan ve hiçbir artı üretim sağlamayan inşaat yatırımları,  hazineden para yutmakta,  fakir halkın rızkına el konulmaktadır. 


Suriye iç savaşından kaçarak ülkemize sığınan Suriyelilerin bütçemizi kemirmesi bir yana, Esat'ın devrilerek yerine geçen HTŞ terör örgütünün yıkılan ve dökülen yeni Suriye’sinin imar ve inşasına da, fakir halkımızdan toplanan vergilerle katkılar sunulacağı anlaşılmaktadır. Yani, ülkemizdeki sığınmacı Suriyelilerin ülkelerine gönderilmesi bir yana,  Suriye’deki Suriyelileri de sırtımızda taşıyacağımız gözlemlenmektedir. 


Bu kötü ve umutsuz tablo karşısında, siz okurlarıma 2025 yılı için umut dolu iyi dileklerde bulunamıyorum maalesef. Sadece, 2025 yılının en iyi günü, 2024 yılının en kötü gününden daha kötü olmasın demekle yetiniyorum.


30/12/2024

Güner YİĞİTBAŞI

Turnalar Üstüne
Bilmem siz de bazen gökyüzüne bakıp turnaların göçünü izlediniz mi? Nedense insana pek hazin gelir, hüzünlü gelir, onlar uçarken gurbetteki sevgililer akla gelir.

Sonbahar geldi mi leylekler, turnalar ve öteki göçmen kuşlar Mısır, Afrika gibi sıcak bölgelere göçerek kışı orada geçirirler. Geçenlerde bir yere yürürken, gökyüzünde katar katar turnaların güneye doğru uçtuklarını gördüm.

Yine merak edip uçuşlarını gözlemek istedim. Elimdeki poşeti yere bırakıp, gökyüzünü tam görebileceğim yüksek bir yere oturup uçuşlarını izlemeye başladım. Tam sayamadım ama 100- veya 150 kadar varlardı. İnsana hüzün veren peş peşe söyledikleri “guurrruuk” diye sesler çıkarıyorlar, giderken ayakları geride, gagalı başları öne uzanmış, aerodinamik duruşları ile açılmış kanatlarını sanırım yedi sekiz çırpıyorlar, bir süre süzülüyorlar. Kocaman V harfi şeklinde diziliyorlar, V harfinin uç kısmında bir kılavuz var, onun rotasında ilerliyorlar. En öndeki sürekli uçta durmuyor, yandan gelen sıra ile başa geçiyor, sıra ile başkan oluyorlar. Yani herkes sıra ile başkan oluyor, tam bir demokratik başkanlık uyguluyorlar. Bunu yolda yol alırken yapıyorlar. Onları göremeyeceğim noktaya kadar gözledim. Ankara’dan güneye doğru gidiyorlardı.

Turnaların bu hazin yolculuklarını gören ozanlar onlara hüzünlenmişler, türkülerine ağıtlarına katmışlar. Yolda hasta, yorgun, yaralı turnayı görünce daha bir hüzünlenmişler. Âşıklar, ozanlar, gurbette, sılada, uzaktaki sevgililerine selam götürmesini gönüllerinden istemişler, bunun için yanık özlem dolu turna türküleri söylemişler. Hele yüzyıllar boyu kıyıma, kırıma uğramış Alevi ozanların türkülerinin ana unsuru, ilham kaynağı olmuş turnalar. Köylerde kentlerde ulaşımın çok kıt zamanlarda hüzünle uçan turnalar uzaktaki sevdiklerimize selam haber ileten bir ulak gibi gelmiş ozanlara. Onların bu hazin uçuşları ozanlara türkücülere ilham kaynağı olmuştur.

Keskin’li Türkmen Abdal ustalarından Hacı Taşan’ın (1930-19839) şu turnalar üstüne söylenmiş türküsünü bir dinleyin hangimiz hüzünlenmeyiz. İşte bu ozanlar bu destanlar bu türküler halkımızın özlemine özlem katmıştır, dilden dile söylenip havalanıp durur uçan turnalara doğru…


Allı turnam bizim ele varırsan

Şeker söyle kaymak söyle bal söyle


Gülüm gülüm kırıldı kolum

Tutmuyor elim turnalar ey

Ah gülüm gülüm yar gülüm

Kız gülüm gülüm turnalar ey


Eğer bizi sual eden olursa

Boynu bükük benzi soluk yar söyle


Gülüm gülüm kırıldı kolum

Tutmuyor elim turnalar ey

Ah gülüm gülüm yar gülüm

Kız gülüm gülüm turnalar ey


Allı turnam ne gezersin havada

Arabam kırıldı kaldım burada


Gülüm gülüm kırıldı kolum

Tutmuyor elim turnalar ey

Ah gülüm gülüm yar gülüm

Kız gülüm gülüm turnalar ey


Ne onmamış kul imişim dünyada

Akşam olsun allı turnam dön geri


Gülüm gülüm kırıldı kolum

Tutmuyor elim turnalar ey

Ah gülüm gülüm yar gülüm

Kız gülüm gülüm turnalar ey


Arap atın iyisine binerler

Mor çiçeğin koyusuna konarlar


Gülüm gülüm kırıldı kolum

Tutmuyor elim turnalar ey

Ah gülüm gülüm yar gülüm

Kız gülüm gülüm turnalar ey

         Turnalar güzellikleri, etkileyici büyüklükleri ve uzun mesafeli uçuşlarından ötürü, binlerce yıldır baş tacı ediliyor türkülerde, ozanların dilinde. Turna üstüne nice sayısız türküler yakılmıştır, şiirler yazılmıştır.


Yüce Dağ Başında Uçan Turnalar 

“Yüce dağ başında uçan turnalar 

Var mı sizin vatanınız eliniz 

Bir selâm var göndereyim yârime 

Bizim köye uğrar ise yolunuz 


Turnam geçerseniz dostun elinden 

Gurbet elde kimse sormaz halimden 

Bir selâm söyleyin benim dilimden 

Nazlı yare uğrar ise yolunuz 


Giderseniz karlı dağın ardına 

Selâm söyle aslanına kurduna 

Kimseler konmasın yayla yurduna 

Nazlı yâre böyle söylen turnalar. (Gaziantep Yöresi, Kaynak: H. Kırmızıgül

Turnalar Üstüne

Mısır mezarlarında, Rus şarkılarında, Amerikan yerlilerinin totemlerinde, Avustralya yerli danslarında, Yunan ve Roma mitlerinde karşımıza çıkıyorlar turnalar. Asya’nın pek çok bölgesinde turnalar mutluluğun, şansın, uzun yaşamın ve barışın simgesi olarak kutsal kabul ediliyor. Alevi ozanların dilinde turnalar pek kutsal bir varlık olarak sayılır, turnalar üstüne ne duygulu türküler söylerler.

Türk Halk ozanları, gurbet, hasretlik, sıla türkülerini havalandırırken, havada uzak diyarlara katar katar giden uçan turnalardan, onun hazin avazından-sesinden ilham almışlar, türkülerine turnanın adını katmışlar. Sıladaki, uzaktaki sevgilisine, hastasına onun hazin uçuşundan selam göndermişler. Hacı Taşan'ın bozlak avazında, “allı turnam bizim ele varırsan şeker söyle bal söyle” diyerek nasıl bir özlemi olduğunu, sevdiklerine “benzi soluk yar söyle” derken, gurbette kendi çaresizliğinin hazin duygularını yaşatır. 

Bilmem (V) harfi şeklinde dizilip, uzak diyarlara giden turnaları gökyüzünde gördünüz mü? Turnalar bizim ozanların türkülerin, bozlakların baş motifi, esin kaynağıdır. Turnanın gidişinden, sazın telinden, türkünün özünden, aşığın yaşlı gözünden sevgililere özlem dolu mesajlar gönderir ozanlarımız. Adata yalvarır ozanlarımız turnalara, “bizim ele doğru gidin turnalar” diyerek, sevgilisinin bulunduğu ellere, kendi köyüne doğru uçması için yalvarır. 


Bir çift turna gördüm durur dallarda 

Seversen Mevla'yı kalma yollarda 

Sizi bekleyen var bizim ellerde 

Bizim ele doğru gidin turnalar.

Mektubun çok uzun bir zamanda gidip geldiği, telefonun, haberleşmenin çok az olduğu veya olmadığı zamanları, o zamanların sevgililerin özlemlerini, âşıkların duygularını bir düşünün; gurbette, sılada hasta yatan sevenleri düşünün, uçan kuşun gidişinden, turnaların avazından nasıl bir haber, nasıl bir özlem duyarlar.  Âşıklar sazında, sözünde turnalara öğüt verirler, ona bir zarar gelmesini istemezler, (çünkü hayal de olsa, onun özlemlerini kim götürür sonra sevdiklerine), avcılardan alıcı kuşlardan sakınmasını ister, ozanlarımız. Turnalı türkülerimiz, turnalı şiirlerimiz bizi uzak diyarlara, sılaya götürür, sıladan getirir, hâsılı hazin duygular yaşatır ozanlara. Küçüklüğümde hep merak ederdim, “acep nere gider bu turnalar” diye. Yazın başlarında kuzeye kuzeye, kışın başlarında hep güneye güneye uçup giderken, “guurrrk” “guurrrk” diye ses çıkarıp gitmeleri bana pek hazin gelirdi. İşte bunun üstüne ben de bu -turnalar- dizelerimi yüreğimde sıraladım. 

                                                                      

                                                         

                                                      TURNALAR                                                                        

                             

Gökte uçan allı turnalar,

Yolunuz böyle nere gider,

Havada bir sırrınız mı var,  

Varır mı yolun yâre turnalar.

                                                              

Uçarken bizim köye bakın,                 

Aman turnam avcıdan sakın,

Yüksek gidin uçmayın yakın,              

Yakında sonra vura turnalar.


Selam edin bizi bekleyene

Umutlara hasreti ekleyene,

Sevgiyle yüreği tekleyene,

Özlemişmi bizi sora turnalar.


Havada mıdır sizin yolunuz,

Avcıya aman tekin durunuz,

Vurur sizin kırar kanadınız,

Sarmaz sonra yara turnalar.


Uzak yolunuz gider Mısır’a,

Uçarsın hep böyle sıra sıra,

Bizim elden geçin ara sıra,

Sıla uzak, yâd kara turnalar.


Kerbelâ’dan geçerse yolunuz,

Şah Hüseyin’e divan durunuz,

Şehitler hatırını bir sorunuz,

Ehlibeyte selam vere turnalar.


Yolda mola verin ırmaktan,

Bekleyenim var yakın ıraktan, 

Yol geçerse Kerbelâ Irak’tan,

O kanlı toprağı göre turnalar.            


Göklerde ne içer ne yersiniz?

Nerden gelip nere gidersiniz?

Sılayı gurbeti ne edersiniz?

Aman gidin sıra sıra turnalar.


Göçmen kuştur sizin adınız,

Âşıklara ayandır sizin tadınız,

Hep yoldamıdır sizin yâdınız,

Gide dide yolunuz ıra turnalar.


Her mevsim gökte uçarsınız,

Turna acep neden kaçarsınız,

Yoksa ben gibi mi naçarsınız,

Yolunuz halınız zora turnalar.


Sesiniz gelir dertlice hazin,

Yolda gurbettedir alın yazın,

Hep yoldasınız kışın yazın,

Yolun yoldaşa sora turnalar



Turna olup göğe uçasım gelir

Yadelden sılaya geçesim gelir,             

Ben de siz gibi göçesim gelir.

Sevda avcıları vura turnalar.


Bakın gökte turna sesi var,

Sesi pek yanık acep nesi var,

Yaralı yavrusun göresi var,

Yavru yarasın sara turnalar.


Havadan turnam havadan,

Yavru uçtu gitti yuvadan,

Denizden, dağdan, ovadan,

Uçun yola tura turnalar.


Geçerse yolun o dağlardan,

Haber verin sılada ağlardan,

Ağlayıp da yürek dağlardan,

Kaldı gurbette dara turnalar.


Önde kılavuz arkada katar,

Düzgün uçun varana kadar,

Yolda nice pusular yatar,

Dalman hara hura turnalar.


Yolda görürseniz o ayalimi,

Gözü yaşlı benzi soluk halini,

Deme yâre hazin ahvalimi,

Sonra düşer zara turnalar.


Ona “şeker söyle bal söyle”,

Sevmiş özlemiş hal söyle,

Rızk için gurbette kal söyle,

Sıla halimi bir göre turnalar.

 

Yazan Cevat Kulaksız                              


 Cevat Kulaksız kulvevat599@gmail.com

Mustafa Kemal’e Rüşvet vermeye çalışan Alman Mareşal
Mustafa Kemal, Çanakkale ve Suriye cephelerinde Alman Mareşal (1)birlikte bulunmuşlardı. Mustafa Kemal Falkenshein’in bazı karar ve davranışlarından hoşlanmaz, onunla pek anlaşamazdı. Cephede Mustafa Kemal’e verilmek istenen bir rüşvet olayını buraya almak istedik.
….Türk ordusunda mareşal olarak görev yapan Falkenhein (1861–1922) 1917 de Filistin, Suriye, Arabistan’da sefer yapılması için yetkiler almıştı. Mustafa Kemal’in bulunduğu Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına tayin oldu. Ayda 200.000 Türk altını tahsis eden Almanya, Yıldırım Harekâtı için 5 milyon altın lira harcamaya hazırdı. Tabii bütün bu paralar Türkiye’nin hesabına borç olarak yazılıyordu…  Toroslardan, Suriye, Filistin gibi yerlerin tek sorumlusu olmuştu. Türkleri küçük gören ve Araplarla kendi adamları aracılığı ile ilişkiler kurmaya çalışan Falkenhein’in elinde 5 milyon altın İngiliz lirası vardı. Bu parayla şeyhleri, aşiret reislerini ve nüfuzlu insanları satın alarak amacına ulaşacağı kanısındaydı. Bir sömürgeci gibi davranan bu komutanın tutumu Mustafa Kemal’i sinirlendiriyordu, Ordudan Alman kumanda heyetini uzak tutmaya çalışıyordu.
Alman Mareşali her ne sebeple olursa olsun Türklerin satın alınabileceğini sanıyordu. Mustafa Kemal’e de rüşvet teklif etmek akılsızlığını da gösterdi.  Subaylardan biriyle ona hediye olarak zarif kutular içinde altın gönderdi. Bu komik duruma alay eden Mustafa Kemal, altınların ordu giderlerine karşılık gönderdiğini sanmış gibi davrandı ve ordu mutemetliğine verilmesini söyledi. Alman subayı utana sıkıla amacın değişik olduğunu söyleyince, Mustafa Kemal ona parayı saydırarak, karşılığında bir makbuz yazdı ve bunu subay istemeye aldı. Mustafa Kemal de altınları yine makbuz karşılığında mutemede teslim etmişti” şeklindeki ifadesiyle Falkenhein’in karakterini ortaya koymaktadır. Demek ki, sadece İngilizler, Arapları aleyhimize kışkırtmak, isyan ettirmek için rüşvet dağıtmıyor. Bizden tarafa olan Almanlar da rüşvet dağıtıyormuş demek ki. Bunların hepsi emperyalist emeller uğuruna yapılıyordu.  (Alman Mareşalin, Türk subayına rüşvet vermesi derken, ister istemez insanın aklına, Osmanlının yıkılışına, felaketine neden olan 1. Dünya Savaşına katılması için, Almanya’nın Enver Paşa’ya bilmem kaç bin mi, milyon mu altın rüşvet verdiğini bazı yazarlar tarafından yazılıyordu). Filistin harekâtı sonunda Türkler, sayı kesin olmamakla birlikte bu cephede İngilizlere 75.000 esir, 360 top, 300 makineli tüfek, 210 kamyon, 44 otomobil bırakmak zorunda kalmışlardı. Bilançosu oldukça ağır olan bu harekât sonucu, Mısır’a ulaşarak Süveyş Kanalı’na hâkim olmak bir yana, Gaziantep’e kadar düşmanın ilerleyişi bir türlü durdurulamamıştır. Başarısızlığı kabullenmek istemeyen Falkenhein’ın hataları yüzünden, Osmanlı orduları bu savaşlarda büyük kayıplar vermiştir.
Gaziantep savunmasını anlatan “Gaziantep Fedaileri” adlı kitabın yazarı, Gaziantep’te Fransız ordusunun komutanlarından Abadei, Gaziantep savunmasını, Fransızların Almanlara karşı yaptığı Verdun savunmasına benzetiyordu. 21 Şubat-18 Alman askerlerini durdurmak için müthiş direnç göstermişti. Buçatışma sonlandığında, yaklaşık 250 bin kişi ölmüş, 1 milyonu aşkın kişi yaralanmıştı. İşte bu Verdun Savaşında Alman ordusunun komutanı General Falkenhein, Almanya Genelkurmay başkanlığı sırasında Verdun muharebesini kaybetmişti.
Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com -Türk-Fransız Mücadelesi Yrd. Doç. Dr. Süleyman Hatipoğlu s: 19–20–21) 
Zekeriya Türkmen  ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 47, Cilt: XVI, Temmuz 2000-

Zehra Paşa
Aşağıdaki yazıda yıllar önce adı ve yazarı yazılı kaynaktan okuduğum kitaptan aldığım Mısır’da geçen yazıyı sizinle paylaşmak istedim. Mısır gerçekten binlerce yıl önce Firavunları-Piramitleri, Kleopatraları ile üzerinde yaşamış Romalılar, Bizans, Arap ve Türk devletlerinden bu yana çok ilginç olayların, kavimlerin yaşandığı ilginç bir topraklarda yaşanmış bir olaya yer vermek istedik.

Mısır halkının “Arap baharında 30 yıllık diktatörleri Hüsnü Mübareği devirdiği, ayrıca Osmanlı Padişahı 1.Abdülmecit’in TBMM’sinde anıldığı günümüzde, hemen o devirde yaşamış Osmanlının Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın ateşli ve de ahlaksız kızı “Zehra Paşa” ile ilgili ilginç olaya yer vermek istedik. 

Zehra Paşa Mısır halkının söylemi ile Osmanlının Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'nın kızıdır. Defterdar Ahmet Paşa ile evlenmiş, daha sonra genç yaşında ondan dul kalmıştır. “Zehra Paşa’nın kocası da ondan beter sayılı zalimlerden biri idi. Zehra ise, babadan ve kocadan gelen bu ahlak fakiri göreneğini bayağı arttırdı. Ne ki bu işi onları geçecek ve mahcup edecek sürece kadar vardırdı. Mısırlılar, ona, şöhretini yaşatacak alayımsı bir ad da verdiler, “Zehra Paşa”. “Zehra Paşa, kocası ölünce, Mısır gibi İslam Ülkesinde ölçüyü öylesine kaçırdı ki, tamamen kaybetti. Kendisini bağlar gibi görünen bütün ahlâk ve hayâ iplerini kopardı attı. Tam bir dişi canavar halini aldı. Rezalet ve zulümleri Kahire'de dillere destan oldu.

Tarihin kıyıda köşede kalmış nice böyle anıları vardır. Demek ki Kleopatra’dan, Mehmet Ali Paşa’ya, Hüsnü Mubarek’e, Abdul Fettah Sisi’ye kadar Mısır’dan neler çıkmış. Mısır’da, bizim RTE nin has adamı Mürsi’ye idam kararı verildiği günümüzde, sonra dost olduğumuz Sisi ülkesi Mısır’dan bir ilginç örnek verelim dedik. Gündeme başka bir vadide renk katmak için, işte pek de duyulmamış onlardan Zehra Paşa olayını aşağıya alıyoruz.  

Cleopatra’nın, Firavunların diyarında, Müslüman Osmanlı’nın Müslüman Mısır Valisi olan Mehmet Ali Paşa’nın, “Zehra Paşa” diye ünlenmiş bir kızıdır, “Zehra”. 

Sayılı zalimlerden olan Defterdar Ahmet Paşa ile evli iken, genç yaşta dul kalmıştı. Zehra babadan ve kocadan gelen göreneği öylesine ahlaksızca artırdı ki, Mısırlılar ona “Zehra Paşa” adını taktılar.

Zehra sarayda haremağalarını çarşı, Pazar, kahvehaneleri dolaştırır, nerede yakışıklı gürbüz delikanlı var, onları saraya teker teker çağırır. Saraya gelen bu yakışıklı delikanlılar saray hamamında yıkanır, temizlenir, hoş kokular sürüldükten sonra “Zehra”nın koynuna girerdi. Zehra Paşa bu delikanlı ile haremde doyasıya yaşar, ondan usanınca boğdurup öldürür. Dışarıya bunu “açıklar” endişesi ile cesedini saray yakınındaki kanala attırırdı. Daha sonra gelsin yenisi… 

Boğulup denize atılan Zehra Paşa’nın attığı gençlerin sayısı bir hayli arttı. Kanaldan çıkan cesetlerin sayısı gün geçtikçe artıyordu. Halkı bir merak ve endişedir sardı. Bu cesetler neyin nesi idi? Sonunda seks delisi “Zehra Paşa”nın bu iğrenç macerasını öğrendiler. Acaba binlerce yıl önceki Cleopatra’larına ruhu 19. y yılda “Zehra Paşa”ya mı gelmişti… Ama “Zehra Paşa” bu ahlaksızca, zalimce maceraları yine devam etti.

Mısır'da bulunan ecnebiler de bununla bir hayli ilgilenmişler. Bu arada, bir Fransız da kendine göre bir çare, bir macera şekli düşünmüş, böyle ma­ceralara hevesli iki gürbüz Fransız gencini silahlandırıp süsleyerek günlerce haremağalarının uğraması muhtemel olan yerlerde bekletmiş. Maksadı, bu silahlı gençleri saraya sokup bu püsküllü belâdan Mısırlıları kurtarmakmış. Fakat günlerce bu gençleri haremağalarının uğraması muhtemel olan yerlerde beklettiği halde bir türlü haremağaları onların yanına uğramamış ve Fransız da bu macera denemesine fırsat bulamamıştı.

Fakat Zehra Paşa, hâlâ macerasına devam ediyor, rezalet ve cinayetlerinin sarhoşluğuna dalmış gidiyordu. Zehra Hanım’ın sarayının içini dolduran iğrenç kokuları taşıyan cesetler, yine kanalın çamurlu suları içinde sürüklenip akıyordu. Tarihte bu topraklardan nice ahlâksızlar, nice caniler gelip geçmişti; ama bunun gibi her melaneti şahsında birleştirmiş hem de kadın kişiler pek enderdi. Bu, tam manasıyla bir dişi canavar kesilmiş, Mısır Kraliçesi meşhur Kleopatra'nın habis ruhunu şahsında en belli şekilde temsil etmişti.

En sonunda durum, babası Mehmet Ali Paşa’nın kulağına kadar gitti. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa, bu canavarlaşmış kızının yaptıklarından utandı; bu rezalet yuvası sarayda Zehra Paşa’nın kaldığı bölümün bütün pencerelerini taşla ördürdü. 

Azgın “Zehra Paşa’ya bu tedbirler de yetmedi; onu engelleyemeyince Mehmet Ali Paşa tekrar bir emir daha verdi. Sarayın bir tanesi hariç, diğer bütün giriş çıkış kapılarını taşlarla ördürdü. Bu kapının önüne gece gündüz nöbet tutmak, kendi izni olmadan hiç kimseyi saraya bırakmamak şartı ile bir müfreze asker koydu. “Zehra Paşa” böylece dış hayattan tecrit edildi. Ondan sonra, sarayın yakınındaki kanalda delikanlıların cesetleri görülmez oldu.       

(Kaynak: Tarih Boyunca Meşhur Zalimler ve Akıbetleri –Nail Papatya (Eski Müftü) Sf:97–99)    

Nail Papatya 

https://www.cevaplar.org/index.php?content_view=7649&ctgr_id=177

Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com


Suriye Kördüğümü
Suriye’nin geleceğine dair kalıcı çözüme ilişkin, bugün içinde bulunduğumuz bilinmezliği ifade etmek amacıyla kullandığımız Suriye kördüğümü derken;  aslında, bölgenin baş aktörleri ABD, İngiltere başta olmak üzere Avrupa’nın belli başlı devletleri ve Suriye'nin komşusu İsrail açısından; bilinmeyen,  kördüğüm ve sır olan bir durum yoktur. Suriye'nin geleceğine dair planlar,  bu emperyalist ülkeler tarafından önceden  yapılmış ve uygulanmıştır. 


Suriye’nin geleceğine ilişkin kördüğüm ve bilinmezlikler; 


ABD'nin yeni başkanı TRUMP'un da ifade ettiği gibi,  şu anda Suriye'nin anahtarını elinde bulundurduğu kabul edilen ve buna inanarak,  Suriye'nin yeniden kurulup inşasında ev sahipliğine soyunup,  Suriye’nin emanetçi yeni lideri Golani'ye hamilik ve abilik yapmaya başlayan, MİT Başkanını ve arkasından da Dışişleri Bakanını Şam'a göndererek Golani ile samimi bir şekilde kucaklaştıran, iç politikadaki makûs talihini yendiği ve eski popülerliğine kavuştuğunu kabul ederek koltuğunu sağlamlaştırmanın ve Suriye’ye ilişkin  mezhepsel zaferinin sevincinden yerinde duramayan, en kısa zamanda  Sam'a giderek Golani ile kucaklaşmak için can atan ve gün sayan ERDOĞAN ve biz Türk halkı içindir. 


TRUMP'un; Suriye'nin anahtarı ERDOĞAN'ın elindedir sözü,  bize göre bir gaz vermedir. Suriye on üç yıldan bu yana yaşadığı dış müdahaleli iç savaş sonunda perişan olmuş şehirler yıkılmış halkı darmadağın olmuştur. Mutlaka ekonomisi de yok olmuş hazinesi boşalmıştır. 


Bu durumda devlet yönetiminde tecrübesiz olan Golani ve ekibinin elinden tutulmalı ve Suriye’de yeniden asgari bir yönetim yapısının ve yeni bir rejimin  kurulması, yıkılan şehirlerin yeniden ayağa kaldırılması, günlük yaşamın sağlanması zorunludur.  İşte bu görev,  ABD ve İsrail tarafından  sanırım ERDOĞAN'a verilmek istenmektedir. 


ERDOĞAN; halkının çoğunluğunun, ATATÜRK'e, laik Cumhuriyete, demokrasi ve insan haklarına sıkı sıkıya bağlı olan kendi ülkesi Türkiye'de bir türlü yaşama geçiremediği Sünni İslam’a dayalı anti laik din temelli devlet düzenini, şimdilik hiç değilse Suriye'de tesis etme, burada kurucu lider olma, Suriye’deki bu göreceli başarıları nedeniyle,  iç siyasette,  kendi kafa yapısındaki ve acından geberirken boş hamasi duyguları her şeyin önünde gören bir kısım seçmen kitlesini yanına çekerek koltuğunu sağlama alma, Suriye’nin yeniden imarı için elde etmeyi başarabileceği Uluslar arası finans kaynaklarından,  kendisine yakın olan ve doymak bilmeyen  yandaş işadamlarına pay elde edebilme amacıyla, bu durumdan  çok memnun ve mutlu gözükmektedir. 


Sanırım ERDOĞAN' da; Suriye’den, ülkemiz adına bir pay alamayacağını, ülkemize hiçbir katkısı olmayan, yukarıda belirtmeye çalıştığımız kendi siyasal geleceğine yönelik bazı avantajlarla çırak çıkarılacağını, yıkılışına olduğu gibi, yeniden kuruluşuna yardımcı olacağı, büyük katkılar sunacağı Suriye sofrasından aç kalkacağın, yemeği;  ABD ve İsrail'in yiyeceğini, kendisinin bulaşıkları yıkayacağını çok iyi bilmektedir. 


Korkarım, ERDOĞAN; Suriye’nin yeniden imarı ve normal düzenin tesisi için gerekli uluslararası maddi kaynak sağlanana kadar ve sonrasında da, fakir Türk halkından kemerleri sıkılarak toplanan, aslında hizmet olarak Türk halkına geri dönmesi gereken vergilerden oluşan hazinemizden;  Suriye'ye,  eskisinden daha da fazla para transferleri yapacak ve sözüm ona ülkemizin bekası ve güvenliği adına,  örtülü ödenek son kuruşuna kadar Suriye için kullanılacaktır. Böyle olduğu takdirde, Suriye’nin imarında söz sahibi olacak olan yandaş şirketler,  ülkenin paralarına Suriye topraklarında da el koyacaklardır. Ülke ekonomisi hiçbir kazanç elde etmeyecek, bilakis daha da kötüye gidecektir. 


Kısacası Suriye'nin anahtarı ve Suriye’ye yönelik hamiliğimiz ekonomik olarak ülkemize büyük zararlar verecek, umarız;  Suriye metresimiz haline gelmez, Suriye davul olarak boynumuzda asılı, davulun tokmağı da başkalarının elinde olmaz. 


Suriye de ne davul,  ne de davulun tokmağı olmak istemiyoruz.  


Muhalefet de;  artık, daha fazla gecikmeden ve  oy kaygısına  kapılmadan,  komşumuz Suriye'nin geleceğine ilişkin  ve bunda ülkemizin rolünün ne olması veya olmaması gerektiği konularındaki düşünce ve  politikalarını  belirlemeli ve çekinmeden yüksek sesle dile getirmelidir.


23/12/2024

Güner YİĞİTBAŞI

Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz; görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar, hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir. Onlar (cahil imamlar) her türlü hareketi dinle karşılarlar”.  G.M. Kemal Atatürk 16 Mart 1923 Adana

Din tarih boyunca bütün dinlerde özellikle Hıristiyanlıkta da Müslümanlıkta da çıkar aracı olarak kullanıldı: 

Kurtuluş Savaşında Sözde Hocalar ve Akıbetleri, İlginç Olaylar

30 Ağustos 1922 de bozulan mağrur Yunan ordusu, nice saldırı, katliamlar yaparak İzmir’e doğru kaçmakta. Bu arada duyduğumuz, duymadığımız, nice dehşetli olaylar yaşanır. 90 yıl önce ordularımız düşmanı İzmir’e doğru 400 km lik yolu dokuz günde katederek denize döker. Biz bu yazımızda, Kurtuluş Savaşımızda dini kullanan cahil din adamlarının ihanetleri yanında, bazı ilginç olaylara değineceğiz. Önce dinin nasıl çıkar aracı olarak, kullanıldığının tarihsel sürecine kısaca yer verelim. Kurtuluş Savaşımızda nice acılar, yoksulluk, yoksunluklarla içinde dış düşmanlarımızla savaşırken iç isyanlar, güya dinci cahil bağnaz kimselerle de savaşılmak zorunda kalınmıştır. 
Orta Çağ’dan günümüze kadar gerek Batı’da gerekse İslâm ülkelerinde cahil ve çıkarcı din adamları, her şeyi din adına bağlayıp, her konuda din adına hüküm vermişler, dini kendi çıkarlarına alet olarak kullanmışlardı, papazlar çıkar elde etmek için “Endüljans” denilen cennete giriş belgesi satıyorlardı. Batı’da papazlar, krallarla el ele vererek, İncil’in henüz ana dile çevrilmediği zamanlarda, din adına, dine aykırı hüküm ve uygulamalarla halkı soyup soğana çevirmişlerdi.
Osmanlı’da ise, Halifelik Türklere geçtiği 1517 de Yavuz Sultan Selim’den beri Halife padişah karşısında insanlar “kul” gibi idi. Devletin en büyük din adamı konumundaki şeyhülislamlar, padişahların hoşuna gitsin diye katletme dâhil her türlü fetva veriyorlardı. En son en hain fetva da Millî Mücadele'ye katılan yurdumuzu kurtaracak olan Mustafa Kemal ve diğer kahramanların, Milliyetçilerin Din adına idamlarının istendiği fetvadır.
Aşağı tabakalardaki imamlar ise, muska yazmaktan tutun da mezarlarda ölülere dua okuyup para almaktan, paralı okuyup üflemelere kadar her türlü hurafe ile dini bir çıkar aleti olarak kullanıyorlardı. Bu durum, Laik Cumhuriyete, Mustafa Kemal’in devrimleri ile yoğurulana kadar ta 1923 aydınlanmasına kadar yüzyıllarca devam edegelmiştir.
Gazi Mustafa Kemal’ devrimleri ile dinden nemalananların, dini çıkar aleti olarak kullananların gelir kaynakları kapanınca, Atatürk’e, laik T.C. ine gizliden gizliye düşman oldular, bu kin ve düşmanlıklarını 1950 ye kadar içlerinde sakladılar. Gericilerin bu kin ve düşmanlıklarına, padişah-halife-şeyhülislamın Kuvayi Milliye aleyhinde yayınladıkları yıkıcı fetvaların mutlaka teşvik edici, hazırlayıcı etkisi olmuştur. Laik devlete, Atatürkçülüğe karşı en büyük yıkıcı tavır alan, karşı çıkan, karşı propaganda yapanlar, 1950’den sonra iktidara gelen siyasilerin ihanete varan ödünleri yüzünden, Türkiye’deki bütün camilerde imamlar ve yandaşları idi. Bunu camideki vaazlarında konuşmalarına sıkıştırdıkları kötüleyici söz veya özel sohbetlerinde Laik düzene karşı kâh açık, kâh gizli yıkıcı propagandalarını sürdürdüler. En sonunda 2002 Laik Cumhuriyete, Atatürk’e, Atatürkçülüğe düşman bir iktidarı başa getirdiler. Yüzde elli çoğunluğa güvenen iktidar da 80 yıllık laik devlet kurallarını, kurumlarını sarsmaya, ötelemeye, kötülemeye devam ederek nihayet 80-90 yıllık özlemleri olan ve bir geri dönüşüm gayreti ile dinsel devlet yapılanmasına başladılar. İktidarın bu eylemleri, çabası yürürlükteki laik devlet anayasasına açıkça aykırıdır.
Böylece Halifeliğin 1517 de Yavuz Sultan Selim’le Türklere geçtiğinden Cumhuriyete kadar, ne ki günümüze kadar, din padişahların, yöneticilerin, siyaset bezirgânlarının elinde bir çıkar aleti olmuştur. Cahil, bilinçsiz yöneticilerin elinde din, kimi zaman bilime karşı durmada (Orta Çağ Avrupa’sında da Osmanlıda da) toplumu gerileten kötü bir kalkan olmuş, kimi zaman “katli vacip” fetvaları ile kin intikam aracı, kimi zaman çıkar aracı olmuştur. Kötü yöneticilerin elinde böylesine kullanıldığı ve de toplumu geri bıraktığından, bunun bilincinde olan Gazi Mustafa Kemal Paşa, yüz yıl önce, böylesine din adamları, dini kötüye kullananlar için şunları söylemekte:
“Bizi yanlış yola sevk edenler, o habisler, çoğu zaman din perdesine bürünmüşler, hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir saf ve temiz halkımızı. Dinden maddî çıkar sağlamışlardır. Tarihimizi oku, dinle, görürsün ki milleti mahveden, tutsak eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir”. Her türlü hareketi dinle karıştırmıştır, dini kendi çıkarlarına alet etmişlerdi. Yalnız tarihte mi öyle, bugün de öyle, bugün de iş başındadır onlar, dini kullanarak siyaset yapıyorlar! Yine sürdürüyorlar melanetlerini.
Kurtuluş Savaşı’mızda, bazı cahil insanların dini nasıl kötüye kullandıklarını, yaşanmış bazı örneklerleri aşağıya almak istiyoruz.

Din Elden Gidiyor, Kemalistler Devleti Gâvurlarla Peşkeş Çekiyorlar” Dediler.

Kurtuluş Savaşı sırasında, Konya’da önce Kuvayı Milliyeci iken, saf, temiz Türk halkını, Padişah yanlıları tarafından, “Din elden gidiyor, Kemalistler devleti gâvurlarla peşkeş çekiyorlar” diyerek din adına, dini kullanarak kandırıp Kuvayi Milliye’ye karşı isyan ettirmişlerdi. Olay kısaca şöyledir:
16 Temmuz 1920’de Konya’ya Haydar Bey vali olarak atanıyor. Haydar Bey, valiliği sırasında Çumra’ya bağlı Alibeyhöyüğü Köyünden Delibaş diye anılan Mehmet adlı Köy Ağasına (veya köyde bekçi) geniş yetkiler vererek, Çumra ve çevresinde kuvvet toplaması için görevlendiriliyor. Başlangıçta Kuvayi Milliye yanlısıdır. Delibaş, Çumra ve Karaman`a bağlı köylerden kuvvet toplamaya başlıyor. Sevkiyat memuru gibi topladığı kişileri bir süre askere gönderiyor. Daha sonra Konya ve civarlarında sevilen Zeynelabidin Efendi aracılığıyla İstanbul Hükümeti Delibaş Mehmet’i kandırıyor. Konya’da Zeynel Abidin taraftarları “Din elden gidiyor, Kemalistler devleti gâvurlarla peşkeş çekiyorlar”  diyerek Delibaş Mehmet’in aklını çelerler Delibaş Mehmet’i Kuva-i Milliyecilere düşman ederler. Konya’yı basmasını telkin ederek harekete geçirirler. İçerçumralı’lar Delibaş Mehmet’e gönüllü asker vermezler ve iltifat etmezler.
Delibaş Mehmet ve avanesi İçeriçumra’ya gelip Şube Başkanı ve iskân müdürünü (sulama müdürü) ele geçirmek istemiştir. Ancak zamanın Belediye Reisi Kıçıkoğlu Ali Haydar Efendi, bunları Abaz dağından kaçırarak kurtarmıştır.
Konya’yı ve milli kuvvetleri basması için görevlendiriyor. Bunun üzerine Delibaş, Çumra’yı basarak Konya üzerine yürüyor. 3 Ekim 1920`de Konya’yı işgal ediyor. Vali Haydar Bey`i teslim alıyor. Afyon`dan sevkedilen Milli Kuvvetler, Konya`ya gelince Delibaş ve adamları dagılıyorlar. Delibaş Mehmet, beraberindeki küçük bir kuvvetle Mersin`e kaçmış, oradan bir vapurla İstanbul`a geçmiştir 1921 de Konya`yı tekrar basmak için gizlice Akşehir taraflarına, oradan da Çumra-Dinek havalesine gelmiş, burada yakın arkadaşlarınça katledilmiş, başı kesilerek Konya’ya getirilmiştir.
Delibaş isyanı bastırıldıktan sonra Konya’dan gönüllü alaylar toplanıp cepheye gönderilmiş, milli mücadele’nin ihtiyaçlarını sağlamak için çalışmalar başlatılmıştır.

Yarbay Osman ve İmamlara 42 Darağacı
1920 Eylül ayında İstiklâl Savaşı’ndan acı bir sayfa.
Konya’da Delibaş İsyanı çıkmıştır. Asiler Konya, Karaman, Kadınhanı, Ilgın gibi yerleri ele geçirirler. Asileri temizleme görevi Yarbay Osman Bey’e verilmiştir.
Yarbay Osman Bey’in davranışları çok serttir. Yarbay Osman Bey Kadınhanı dolaylarında isyan karargâhı olan bir köye varır. Osman Bey:
“-Üç saat veriyorum; üç saate kadar teslim olmazsa, köyü insanıyla birlikte yakarım”.
Üç saat sonra köy cayır cayır yanıyor, bu dehşetin haberi Konya Ovasına Delibaş’ın korkusu ve şöhreti sabun köpüğü gibi uçuverdi.
Yarbay Osman bundan sonra Akşehir’e varıyordu. Asiler Akşehir’den kırk iki hoca imzalarıyla bir fetva yayınlamışlar, demişler ki:
“-Kuvayi Millici olmak hurucu alessultandır (sultana padişaha isyandır). Bu durumda olanların malları yağmalanır, karıları, kızları cariye olarak alınır, kendileri de yok edilir”.
Asiler bu iğrenç fetvaya dayanarak çeşitli kötülükler yapıyor; cana, mala, ırza kastediyorlardı. Halk dehşete düşüyor, subay ve memur ailelerine saldırıyorlardı. Yarbay Osman Bey buna karşılık şöyle yaptı:
Yarbay Osman Bey Akşehir’e gelince, bu fetvayı imzalayan hocaları topluyor; onlarla Kuran üzerine tartışma ve çeşitli ayetlerin yorumları üzerine sohbet ediyor; sonra hepsine görkemli bir ziyafet çekiyor. Bundan sonra hocaların tümünü askerin bulunduğu karargâha davet ediyor.
Hocalar askerin karargâhına 42 adet daracının hazırlandığını görüyorlar, ama iş işten geçmiştir.  Yarbay Osman 42 fetfacı yobaz hocayı asıyor.
O tarihte Konya’daki çocuklar: “-Osman Bey geliyor uyuyun, uslu durun” diye korkutuyordu.
Kurtuluş Savaşına karşı, isyanlarla, fetvalarla engellemeye çalışan cahil, hain bazı din adamlarının olumsuz propoganda ve çalışmaları nedeni ile Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa (İnönü), karargâhındaki bazı komtanlara şunları söyler:
“…İslamlık, isteyenin istediği yere çekebilceği, hainlik için de kullanılmaya elverişli, lâstikli, her emele uydurulabilir bir din midir? Osmanlı şeyhulislâmı vatanı savunanların, öldürülmesinin din görevi olduğu hakkında fetva verebildi. İstanbul’da pek çok din adamı, din bilgini var. Dinin siyasete alet edilmesinin en pis örneği olan bu fevaya hiçbiri karşı çıkmadı, hepsi susarak destek verdi. İstiklal ordusuna ve idaresine karşı düzenlenen isyanların çoğunda din silâhı kullanıldı ve etkili oldu. Bazı din dernekleri bildiriler yayımlayarak halkı istiklal idaresine karşı gelmeye çağırdılar. Birtakım din adamları isyanlarda başı çektiler. İsyancılar, Kuva-yı Milliyecileri, subayları, müftüleri «din gereğidir» diye öldürdüler, «din geriğidir» diye, düşmana yardımcı odular. Mesela Tekirdağ, Bursa Müftüsü, mesela Feraizci Hoca. Edirne Müftüsü Hilmi Efendi, Venizelos’un sağlığı için dua ediyor. Aznavur, «Yunanlılar bizim dostumuzdur, padişahın emir ve rızası hilafına olarak onlara silâh çekmek küfürdür, isyandır» diyor; Adliye Nazırı Ali Rüştü Efendi gazetelere demeç verip, «Yunan Ordusunun başarısı için dua ediniz» diyor, Divitli Eşref Hoca, «İngilizlere meydan okuyoruz, bu en büyük küfürdür» diyor… Dinimiz düşmana hizmet etmeyi, hainliği, işbirlikçiliği, sefilliği, sürünmeyi, geri kalmayı, yenilmeyi, esir olmayı, şerefsizliği caiz gören bir dinmidir. Hiç din caiz görmez…” 
İşgal yıllarında, dinine dokunulmamasından başka bir şey istemeyen, düşünmeyen yobazların gönlünü kazanmak için, Mudanya’daki işgalci Yunan askerleri, kahvehaneleri dolaşarak oturanları uyardılar:
“-Bugün Cuma, dininize saygı gösterin, hayde vre herkes camiye!”
O gün, Yunan askerlerinin bu sinsi gösterişine aldanan cahil, bağnaz cami hocası, vaazında şunları söylüyordiu:
“-Ey Müslümanlar! Neden mağlup olduk? Neden şehirlerimiz işgal edildi? İyi düşününüz. Çünkü Allah’a kulluk görevimizi ihmal etmeye başlamıştık. Bu işgalciler, hiç şüphe yok ki, dini görevlerini ihmal edenleri, dinsizleri terbiye için Cenab-ı Hak tarafından yollandı. Camilerimiz, mescitlerimiz şimdi bu işgalciler sayesinde doluyor. Bu nimetin kadrini bilelim”.
Şimdi burada iyicene düşünelim, din adına Kuvayi Milliyecilere ölüm fetvası verenler mi haklıydı; yoksa vatanı düşmanlardan kurtarmak için savaşan Kuvayi Milliyeciler mi haklıydı.  Gericiler bunun ayırdına varsalar bile, çıkarları bozulduğu, bozulacağı için Kuvayi Milliyecilere, günümüzde de, Kuvayi Milliyecileri savunanlara düşmanlıklarını, kinlerini sürdürdüler, sürdürmekteler.
İşte işgal yıllarının bazı din adamları bu denli ihanete varan cehalet içinde idiler. Mustafa Kemal ve Kuvayı Milliye sadece işgalci dış düşmanlara değil, yurd içindeki böylesine cahil, yobaz ve asilerle de savaşıyordu.  

Kuvayi Milliyeciler padişah koyunlarını kaçırdı
Yunanlılara karşı Kurtuluş Savaşı sürerken, yeni cephelerde böyle ilginç olaylar oluyordu.
II. Tümende Koçanalı Bahri Bey adında çok namuslu ve fedakâr bir zabitin (subayın) kumandası altında elli, altmış kişilik bir çete vardı. Arif Bey (Ayıcı Arif), bir defa, bu çeteyi Uludağ’ın batı eteklerinden Yunan Kuvvetlerinin gerisine gönderdi ve ve Uludağ yaylalarında otlayan Padişah’a ait koyun sürülerinden altı yüz kadar koyunu sürdürerek tümene getirdi. Bu koyunlar tümenin levazımına satıldı ve parası da âdet olduğu veçhile Millî Kuvvetlere yardım faslına girerek Arif Bey’in elinde kaldı

Mebus mu mahpus mu?
Kurtuluş Savaşının kan, ateş, ümitle ümitsizliğin çalkandığı o acılı günlerinde TBMM de hararetli tartışma ve konuşmalar yapılıyor. Saylavlar (Milletvekilleri) coşmuş, içlerinden dokuz tanesi cephede er gibi savaşmak teklifi ile boğazlarına kadar silâhlanarak gelip Batı Cephesi Kumandanına başvurdular. İsmet Paşa da bunların hepsini ilk hatta bulunan birliklere bir yazı ile gönderir.
“Geldikleri gecenin sabahı, bunların hepsini bir bölüğe vererek Kazancı Sırtlarında bir ateş vaftizi yapmaları için tertip aldım. Kendim de birlikte gittim. Yunan mevzilerinin bir kilometre kadar gerisinde yaya muharebeye inen bölük, dokuz saylav (milletvekili) ile birlikte, henüz karanlığa, düşman mevzilerine iki yüz metreye kadar sokuldu. Bölüğü, kendi aralarından, jandarma subayı iken mebus seçilmiş, Bay Memduh’un kumandası altına verdim.
Hava ağarırken bunlar, yattıkları yerden bir ateş baskını yaptılar. Bir saat kadar ateş devam etti. Fakat biraz sonra, altı kadar Yunan topu bunların üzerine ateş açtı. Lüzumsuz kayba uğramamak için muharebeyi kestirdim, yayaları geride toplayarak tekrar atlarına bindirdim ve birlikte İnegöl’e döndüm. Saylavlar (Milletvekilleri) muratlarına erdiler. Düşman karşısında kendilerini gösterdiler ve çok şükür tek bir kimsenin burnu kanamaksızın bu ateş vaftizi sona erdi.
Bu ilk çatışmadan dönen saylavlar (Milletvekilleri) İnegöl’e gelince, bölüğün erleri arasına dağılmış giyim, kuşam mükemmelliği, silâh ve cephane bolluğu bakımından Mehmetçiklerin dikkatini çeker. Mehmetçiklerden birisi, mebuslardan birisine:” Hemşeri siz kimsiniz, nerelisiniz, nerden geldiniz?” Diye sormuş. Saylav askere,”hemşeri biz gönüllü geldik, biz mebusuz”, demiş. Bu sözlerden bir şey anlamayan Mehmetçik, “ya siz hangi mahpustan çıktınız?” Diye tekrarlamış. Yani, cephe ve köyünden başka bir yer ve bir şey öğrenememiş bu Anadolu çocuğu, mebusla mahpusu birbirine karıştırmış.
Kırk yıldan 1876 mebusan meclisinden beri kullanılan bu mebus kelimesinin manasını, halk öğrenememiş, demek ki! İşte o zamanları halkımzın çoğunluğu böylesine, okuma yazmadan, bilgiden görgüden mahrumdu.  (Rahmi Apak’ın anılarından)

 

Kurtuluş Savaşında Sözde Hocalar ve Akıbetleri, İlginç Olaylar

Mustafa Kemal’in çizmelerinin tozu

Mustafa Kemal yanındaki komutanları ile İzmir’e gelirken Nif (Kemal Paşa) dadırlar. Orada konaklayacağı evde, zulüm ve ateşten kurtulan, başlarında beyaz başörtülü bazı Türk kadınları, diz çökerler, sarılıp M. Kemal’in dizlerinden öperler; “başörtülerinin ucuyla çizmelerinin tozunu alıp sürme gibi gözlerine sürdüler”… Acaba bu adet, bir Türk töresi mi?  Her neyse, acı, çile çeken insanların sevgisini, mihnetini yansıtmakta olduğu belli.
O günleri yaşayan ve yazan tarihçilerin yazdıklarından öğrendiğimize göre, padişah atlarının ayak tozlarından göze sürme yapmadan söz ediliyor. Burada ister istemez, nedense, yüzyıllar sonra, Kurtuluş Savaşında Türk Ordusunun İzmir’e girdiği sırada M.Kemal’le ilgili şu olay aklımıza geldi
Günümüzden 500 yıl kadar önce Hoca Sadeddin Efendi’nin yazdığı Tac’ut Tevarih adlı tarih kitabından öğrendiğimize göre, Türk komutanların, askerlerin başarısını göre Türk kadınları, “…atının ayağındaki tozu göze sürme çektiler” şeklinde ifadeler bulunmakta. Demek ki bu jest içten gelen samimi bir teşekkür olayıdır)
İsterseniz meraklısına örnek de verelim:
“…..güven yolunu tutmasını ve yiğit padişahın atının ayağı tozunu sevinçle başına taç etmesini bildirdi”. (Tacu’t Tevarih Hoca Sadettin Efendi Cilt:1 Sf: 155–156–173)
Şah İsmail’i yenen Yavuz Selim Tebriz yolunda.   “ …Bu olayın peygamberin şeriatının yeniden doğuşuna işaret sayarak, gönül alıcı atının nalı tozunu umut taşıyan gözlerine sürme ve parlatıcı tutabildiler. (Tacu’t Tevarih Cilt:4 Sf: 221)
Yavuz Sultan Selim’in Halep’i alması sırasında, Hoca Sadedin Efendi şunları yazıyor: “…Yüce padişahın keklik gibi seken atının ayağının tozunu yüzlerine sürmek, ulu sultanın melâikeleri andıran ordusunun ayak tozlarını şifa macunu etmek için…” (Tacu’t TevrihCilt: 4 Sf: 290)
Cihanı aydınlatan yüce yaratışlı, doğuşu beklenen ve ayağının tozu yüzlere sürme olan şehzadenin gelişi beklenmekte idi. (Solak zade Tarihi Cilt:2 Sf: 58)
“Yeryüzünde Allah’ın gölgesi olan padişahın şerefli vücuduna halkın ihtiyacı olduğunu bildiren”  sözleri…
Fatih’in Tarihi -Tursun Beg Sf: 21

İstiklal savaşı gazisi köylüm dişçi Berber Ali
30 Ağustos 1922 de Başkumandanlık Meydan Muharebesinde, mağrur düşman ordusu yenilip çözülmeye başlayınca, Türk ordusu 9 Eylül’e kadar 400 km lik yolu düşmanı kovalayarak, muharebe ederek İzmir’e doğru akıyordu.
Bizim köyde 1970 li yıllarda 80 yaşının üstünde yaşayan, “Berber Ali” derler bir İstiklal Savaşı Gazisi vardı. Zaman zaman savaş anılarını anlatır, biz de onu heyecanla dinlerdik. Onun ansına, ruhunun rahmetle anılması için anlattıklarından hafızamda kalan, İstiklal Savaşı anılarına yer vermek istiyorum. Kendisi berberlik yanında diş de çekerdi. Tek bir diş çekme kerpeteni vardı, anestezi filan bilmez, uygulamaz, bağırtı bağırtı insanların dişini çekerdi. Ordu da aynı görevi yaparmış.
30 Ağustos günü top sesleri arasında bir komutanını ve öteki anılarını şöyle anlatırdı:
Afyon’un sivrisinde düşmanın hareketini tarassut ediyorduk. Toplar gümbürderken, gumandar (komutanı) beni çağırtmış, “çağırın şu Berber Ali’yi de şu boşlukta beni traş etsin” demiş.  Saçı sakalı birbirine karışmış gumandarın yanına vardım, bir selam çaktım. Kumandar “oğlum Ali çabuk tarafından beni acele traş et, biraz sonra topçu susacak, o zaman hareket edeceğiz, sen hemen beni bir traşla” dedi. Başüstüne gumandarım dedim, Afyon’nun sivrisinde (Afyonkarahisar’ın içinde bulunan kayalık bir tepe) bir gayanın siperine oturttum, yanımda kırarım diye korka korka taşıdığım kırık bir aynam vardı, onu gumandarın eline verdim. Dişçiydim bir tek kerpetenim vardı. Berberdim, bir ustura, bir de makasım vardı, başka bir şeyim yoktu. Gumandarın boynuna bir havlu gibi bir bez sarıp, gumandanım traşın nasıl olsun, İstanbul traşı mı olsun, güvercin göğsu mü olsun…. Ben bunları sayınca gumandanım, “ulan teres, ben bunları pek bilmem, nasıl biliyrsan öyle traş et” dedi. Ben de kafama göre kayaların arasında gumandarı traş ettim.
 “……Düşman bozuldu süvariler hızla takipte, düşman bozulduğunu görünce geri hatlarda gaçarken geçtikleri bütün köyleri yakmışlar, erkekleri öldürmüşler, hayvanları bile öldürmüşler, gadınlara tecavüz etmişler. Bu fecaatleri göre göre bir haftada İzmir’e girdik. O gördüğümüz köylülerin, kadınların intikamını almak için, biz de rastladığmız gavur Rum evlerine daldık, bütün gadınlara giriştik amma, biz de onlara erkekliğimizi gösterdik, Rum gadınlarına bir ya…döşedik, değme gitsin”.  (Demek ki, düşman işgalinde vatan giderken namus da elden gidiyordu, diye kendikendime söylenirdim)
Demek ki cephelerde böylesine şeyler de oluyor. (500 yıl kadar önce Hoca Sadeddin Efendi’nin yazdığı Tac’ut Tevarih adlı kitapta okumuştum, hemen o aklıma geldi. Sadettin Efendi kitabında Rumeli fetihlerini anlatırken çeşitli ganimet ve yağma yanında, “eskerimiz nice bin huri gibi gadın, gızlarla, oğlanlarla halvet oldular” diyetecavüzleri bile anlatıyordu).
Cevat Kulaksız kulcevat 599@gmail.com

KAYNAKLAR:
1- Yüzbaşı Selahattin’in Romanı Sf: 252–253)
2- Şu Çılgn Türk’ler Turgut Özakman Sf: 331–332- 349-662
3- http://www.icericumra.com/icericumra-hakkinda/milli-mucadele-yillari.html
4-Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları. Rahmi Apak TTK Yay. 1988 Sf: 206-223

“Tarimizi okuyunuz, dinleyiniz; görürsünüz kimilleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar, hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir. Onlar (cahil imamlar) her türlü hareketi dinle karşılarlar”.  G.M. Kemal Atatürk 16 Mart 1923 Adana

Adnan Hocayı da  Feto gibi AKP-RTE İktidarı palazlandırdı
Çağdaş bir devlet, doğruları, eğrileri önceden planlar, din ve mezhep düşünmeden bilimsel gerçekler doğrultusunda devlet düzenini, planlayıp sistemleştirir.
Bu yazımızda Feto, Adnan Hoca gibi dinci, mezhepci laik devlete aykırı grup ve kişilerin eylem ve davranışlarını ve yönetim tarafından korunduklarını, bilim dışı uygulamalarını isdeleyeceğiz.
FETO diye kısaca vasıflandırdığımız Fetullah Gülen,  ilkokul mezunu, bilimsel bir eğitim, bilimsel kültürü almamış, din ve mezhep üzerine eylem ve düşünceye sahip, tıpkı AKP-RTE gibi dini motifleri sürekli ön plana çıkaran bilim ve çağdaşlık dışı olan Gülen hareketi yöneticilerimiz tarafından korunmuş ve kollanmıştır.  Şimdilerde hapiste olan, halk arasında “Adnan Hoca”denilen bazen “Harun Yahya” adını kullanan toplum ve ahlak dışı tavırları olan bu adam devlet tarafından kollanmış ve korunmuş, yasa ve laiklik dışı tavırlarında korunmasa bile göz yumulmuştur. Güya “Hoca “denilen bu adam ikitidarın gözü önünde “kedicik” dedikleri kızlarla her türlü ahlak dışı görünüş altında toplum değerlerine aykırı yaşantılarını sürdürüyordu. Koruyucu, kollayıcı tavrı yoksa, bir iktidar neden böylesine bir ahlak dışı ve mafyavari yapıya göz yumabilir.  Özellikle iktidarı süresince AKP-RTE yönetimi nerede bir dinci eylem, motif, laiklik dışı kişi varsa onu ön plana çıkarmış, Mısır’ın dinci Mursi’sini savunması gibi Feto’yu kollamış ve Adnan Hoca grubuna da göz yummuştur, ne ki Suriye’de öteki komşu Müslüman devletlerdeki dünyanın terör listesine aldığı Hizbullah, IŞİD gibi dinci terör gruplarına kucak açmış, hem de onları “Kuvayi Milliye” ile eş değerde tutmuştur . Çağdaş bir devlet, hele anaysasında laikliği ön plana almış hükümler varken, din ve mezheplerden medet umup ileri gidemez, kaldı ki dincilikle kalkınmış, çağdaşlaşmış dünyada tek bir devlet yoktur.
Adnan Hoca ve grubu nasıl korunuyordu?
Günümüzden yıllar önce, dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan talimatıyla Adnan Oktar’ın grubuna yasa dışı tavırları nedeni ile bir baskın yapılıyor ve Adnan Hoca ve müritleri göz altına alınıyor. Zamanın dinci milletvekilleri hemen harekete geçerek, bu gözaltına alınanlar için “bunlar iyi çocuklar, bunları bırak”  diye Sadettin Tantan’a   siyasi baskı yaspıyorlar. Tantan, bu grup için aynen şöyle diyor, “bunların arkasında yabancı servisler var, bunlar PKK lılar kadar tehlikeli, gençleri birbirine kırdırıyorlar; dağıttıkları kitaplarla Türk Gençliğini zihinsel anlamda yıkıma uğratıyorlar”.
Çağdaş bir devlet, dinci, mezhepçilerle işbirliği yapmaz.
Gerek AKP-RTE iktidarı, gerek FETO hareketi, gerekse Adnan Hocacı grubu bilimsel bir kural olan Evrim düşüncesine karşı oldukları için hep ortak hareket etmişler, güya “kıbleleri aynı” diye yasa ve anayasa dışı davranışları olsa bile birbirini hep kollamışlardı.  Evrim Teorisi bilimsel bir kural sayılıp çağdaş ülkelerin tüm okullarında okutulurken, AKP-RTE iktidarında okul kitaplarından bile Evrim Teorisi çıkartılarak adeta bilime karşı durulmuştur. Adnan Hoca Harun Yahya takma adıyla Evrim Teorisini ret eden kitaplar yazdırılmış, kamyonlar dolusu basılan bu kitaplar şehirlere ücretsiz dağıtılmıştır. Devlet desteği olmadan bu bilim dışı kitapların kamyonlar dolusu dağıtılması mükün değildir. Evrim aleyhinde öylesine bir çalışma yapılmıştı ki, evrim karşıtı resimler, güya fosiller gibi dökümanlar şehirleri dolaştırılarak seyyar müzeler gösterime sunulmuştur. Osmanlı’da örenğini gördüki bilime karşı duran bir toplum geri gider ve tarih sahnesinden silinir.
FETO’yu bu iktidar besledi büyüttü ve de devletin başına bela etti, 17 Temmuz 2016 daki FETO darbesi ile 250 şehitle can ve mal kaybına neden oldu. Anayasanın laiklik konusunda amir hükmüne rağmen, çağdaş düşünceli bir devlet adamı, Fetullah Gülen gibi güya dinci, gerici, çıkarcı bir kişi ve grupla asla işbirliğine girmezdi, girmemesi gerekeirdi. Ama kendisi dinci düşünce ve eyleme sahip bu iktidarın başı, böylesine bir kollama ile sonunda bela geleceğini bilmesi gerekirdi. Ama sonuç ne oldu? En sonunda “FETO beni kandırdı, milletim beni affetsin” pişmanlığı sonucunu acı bir şekilde gördük nice kayıplarla hepimize acılar yaşattılar.

AKP-RTE din ve mezhep duygularıyla Mısır’la bozuştu
Konumuzun dışına çıkmış olmakla birlikte, iktidarın Mısır politikasında dinci ve mezhepçi uygulamanın ülkemize zarar verdiği, itibar kaybettirdiğini görerek yaşadık. Aşırı dinci mezhepçi Mürsi, her nasılsa tıpkı AKP-RTE gibi seçmen kandırılarak (Yüzde 50 nin altındaki katılımla yapılan seçimde) iktidara gelirken,  Mısır’da General Abdulfettah SİSİ dinci Mursi’ye karşı darbe ile onu devirip iktidara gelmişti. Avrupa’nın hiçbir ülkesinde bizim RTE gibi “darbe çığırtkanlığı” yapmak şöyle dursun, hiç bir ülke karışmazlarken, bizim AKP-RTE iktidarı meydanlarda Sisi aleyhinde “darbeci SİSİ” çığırtkanlığı ile mitingler yaptırıyordu. Türkiye bu haliyle Mısır’ın iç işlerine karışmıyor muydu? Nitekim, Mursi’ye göre laik düşüncelere sahip Sisi, Türkiye’ye, “içişlerime karışıyorsun” diyerek Türkiye Büyükelçisini “haydi toz ol” deyip kovdu. Böylece 12 yıldan fazla bir zaman Mısır’da büyükelçimiz olmamış, Mısır da, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Yönetimi ile gaz nakilleri gibi önemli anlaşmalar yaparken Türkiye dışlanmıştı.
Laik düşünce uygulamalarla şimdiki çağdaş refaha ulaşan Avrupa, laiklikten asla ödün vermediği için dinci Mürsi’nin darbe ile uzaklaştırmasına ses çıkarmamış, laik düşünceli Sisi ile işbirliğini sürdürmüştür. Çağdaş Avrupa şimdiki refah seviyesine laik toplum ve laik düşnce ile ulaşmıştır. Dünyada dinle, mezheple çağdaşlaşana, aydınlanan bir devlet yoktur ve Atatürk’ün söylediği gibi, ülkeler ancak bilim ve teknoloji ile ilerler.
Türkiye, bu dinci, laiklik dışı düşüncenin ürünü olan bu politikası yüzünden dışlanmış ve birçok ekeonomik kayıplara uğramıştır. Sisi Süveyiş Kanalında ek kanllar yaptırmış, başta Çinli sermaye ve işçiliği ile hamleler yapmıştır. Oysa Türkiye Mısır’ın içişlerine karışmasa idi, bu kanal çalışmalarına binerce işçisi ile katılacaktı. Ama dinci, imam hatipçi kültür ileriyi göremezdi, çağdaş bir düşünce ve uygulama içinde olamazdı, kısaca imam  hatip kültürü ile devlet yönetilemez, yönetirse, Feto gibi, Adnan  Hoca gibi arızalarla uğraşır durur, çağdaş dünyadan dışlanır.
AKP-RTE iktidarı, Türkiye içinde dincilik, mezhepcilik siyaseti gizli açık uygularken, yurt dışında da hariciyesini din ve mezhebe göre uygulama yapmaya kalkıyor, ülkeyi böylece itibarsızlaştırıken, ülke ekonomik sıkıntılara sürükleniyordu. Çağdaş bir yönetim dış siyasetini din ve mezhebe göre dizayn ederse, Laik demokrasi ile şimidiki refaha ulaşan AB ülkelerinden de dışlanır, nitekim bu gelişmeler sonunda Türkiye’nin AB ye girme süreci yavaşlatılmıştır.
Neyse konumuzun dışına çıktık galiba, biz yine Adnan Hoca’ya dönelim.
Tıpkı iktidar gibi, dini motifleri kullanan Adnan Hoca’nın saray gibi malikhanesine aniden baskın yapan polis, gizli bir terör örgütüymüş gibi Çengelköy’deki konutlarda 100 e yakın silah ve mühimmnat ele geçiriliyor. Dinci bir adam bu otomatik silahlarla ne yapar, sen Usame Bin Ladin gibi dinci terörist misin?
İnternette araştırırken, Adnan Hoca’nın Harun Yahya adlı sitesinde peygamberin mühüründen kaynaklanan IŞIT dinci terörö örgütünün bayrağının simgesi sitede logo olarak kullanılıyordu.  
Öte yandan, bu nasıl dinci grup ki, başına topladığı, kimileri kaçırılmış pek çok “kedicik” dedikleri kızlarla adeta gizli harem hayatı yaşıyor veya malikanesi bir gizli randevuevi gibi görünüyordu. “Kedicik” denilmesine bakmayın, müridi kızların anlattığına göre, bu “kedicikler”in çoğunluğu çifte tabanca ile dolaşıyormuş. Villasının önünde onlarca lüks araba, yüzlerce mürit ile bu nasıl bir dinci adam ki milletin içinde el üstünde tutuluyor ve dokunulamıyor. Diyanet İşleri Başkanına bile kafa tutuyordu.
Sonunda tüm ikircikli ahlaksızlığı pis koku gibi etrafa yayılırken, polis yıllar sonra aniden baskın yapıyor. Yukarıdaki manzara ile karşılaşıyor.
Bu nasıl dincisi bir müslüman ki, bu Adnan Hoca denilen Adnan Oktar, 2014 ten 2018 e kadar İsrail’de yayınlanan Jerusselam Post Gazetesi’nde onlarca makalesi yayınlanıyor, İsrailli din adamı ve politikacılarınan görüşüyor. Yine İsrail kökenli Jewish Pres adlı haber sitesinde,  “İsrail dostu Müslüman lider tutuklandı” başlığı ile Adnan Hoca’nın polis tarafından baskınla tutuklandığını bildiriyordu. (Sözcü  12.7.2018)
Adnan Hoca, Harun Yahya takma adıyla bilime karşı kitaplar dağıtıyordu.
AKP yönetiminden önce de Türk Milli Eğitim Müfredatında, Darvin’in Evrim Teorisi bilimsel kural olarak kabul ediliyor ve ders kitaplarında okutuluyordu. Bütün Avrupa ve Batı okullarında da bu teori bilimsel bir kural olarak kabul edildiği için tüm okul kitaplarında böylece Evrimin gerçekliği kabul ediliyor ve okutuluyor.
Bütün dinciler gibi, AKP-RTE iktidarı Evrim teorisini kabul etmiyor, kutsal kitaplardaki gibi yaratılış teorisini kabul ediyorlar ve böylece savunuyorlardı. Ders kitaplarından da bu teoriyi kaldırdılar. Bütün bilim adamları, Batı ve Avrupa Evrim Teorisini bilimsel bir kural olarak kabul ettikleri halde, biz neden buna karşı çıkıyoruz?
İşte “Adnan Hoca” diye anılan, aslında hiçbir dini bilgisi olmayan Adnan Oktar, iktidarın bu Evrim rüzgarına uyarak ve de nemalanarak Evrim teorisi aleyhinde, kendi adına ve Harun Yahya takma adıyla kitaplar yazdırıp piyasada milyonlarca kitabı bedava dağıttı. Yazdırarak diyorum, çünkü gözaltına aldığında bu kitapları başkalarına yazdırdığını söylemekte. (Antalya’da kamyonla bu Evrim dışı kitapların dağıtılışını görmüştüm.
Harun Yahya takma adıyla Adnan Hoca adına basılan kitapları başkaları yazıyormuş.
Bakınız 1999 yılında Sadettin Tantan’ın İçişleri Bakanlığı sırasında İstanbul Organize Suçları Şübe Müdürü Adil Serdar Saçan, Adnan Hoca’yı şöyle sordguluyor:
“Adnan Oktar’a din adamı olup olmadığını sordum. Adnan Hoca, “hayır dinle bir iligim yok”, diyor. Arapça biliyormusun? diye sordum, “bilmiyorum” dedi. “Dini kitapları ve fetvaları bizim çocuklar yazıyor” dedi.
Biz onları aldığımız zaman, 28 Şubat döneminin paşalarına, “bize eziyet ediyorlar. “Atatürkçüyüz” diye mektuplar yazmışlardı Sonra birden bire “Fetullahçı” kesildiler. Şimdi AKP tarafından oldular. Yani kimi güçlü görüyorlarsa ona biat ettiler”. DHA
Adnan Hoca’nın kitaplarının kütüphanelere alınmasını isteyen Vali
Adnan Hoca denilen Adnan Oktar, görüldüğü gibi, Arapça bilmiyor, dini bilgisi yok, adına Harun Yahya takma adıyla yazılan kitapları da başkaları yazıyor. Muhtemelen dinci iktidarın Evrim karşıtı kalemşörleri tarafından yazılıyor. Üstelik bu binlerce milyonlarca Evrim bilimsel olmayan kitaplar, tıpkı Hıristiyan misyonerlerin bedava İncil dağıttığı gibi, halka bedava dağıtılıyordu. Antalya’da gözümle gördüm, binlerce kitap kamyonetlerle caddelerde halka dağıtıldı. Milyonlarca basılıp dağıtılan bu “Yaratılış Atlası” adlı kitaplar Harun Yahya adıyla başkaları tarafından yazılıyor, başkaları tarafından parasal destek sağlanıyor ve bedava dağıtılıyor. Bu Evrime karşı duranlar şuna benziyor, günümüzde bile Suudi Arabistan uleması tarafından “dünyanın dönmediği, yerin düz olduğu” açıklanıyorsa, bunu doğru mu kabul edeceğiz? Dünyanın her tarafında Evrimin doğruluğu okutuluyorsa, bunu dünya doğru kabul edebilir mi?
Türkiye’deki dağıtımı bitmiş olmalı ki, “Yaratılış Atlası” adlı evrime-bilime karşı duran saçma safsata atlas kitap epey yıllar önce, çok lüks kağıda Fransızca ve İngilizce basılmış olarak   Fransa’daki politikacılara ve  Fransız okullarına ücretsiz dağıtılmaya başlanıyor. Fransız Eğitim Bakanlığı kitabı görüp inceleyince bu bilim dışı kitaplar Fransa’da hemen yasaklanıyor.
Dinciliği, dini duyguları, dini simgeleri her fırsatta ön plana çıkartan AKP-RTE iktidarı, Darvin’in Evrim teorisini okul kitaplarından kaldırırken, evrim aleyhinde basılan kitaplarla Adnan Hoca (Harun Yahya) eliyle de  evrim aleyhinde etkin propaganda yaptırıyordu. İktidarın yardım ve kollaması ile yurdun her yerinde evrim aleyhinde konferanslar veriliyor, resimli seyyar müzeler açılıyordu. 

Adnan Hocayı da  Feto gibi AKP-RTE İktidarı palazlandırdı
Fetocu Vali Adnan Hoca’yı kolluyor

Kırklareli Valisi Hüseyin Avni Coş, kamuoyunda "Adnan Hoca" olarak bilinen ve organize suç örgütü lideri olduğu gerekçesiyle yargılanan Bilim Araştırma Vakfı Başkanı Adnan Oktar'ın yazdığı kitapların Halk Kütüphanelerine  alınması için Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç'a başvurmuş. Adnan Hoca kitaplarına ilk yasak işte bu mektuptan sonra Kırklareli Valiliği tarafından kaldırıldı. 
Adnan Hoca olarak tanınan Adnan Oktar’ın “Harun Yahya” takma adıyla çok lüks bir baskıyla yazdığı “Yaradılış Atlası” Türkiye’deki okullara izinsiz olarak, ayrıca vatandaşlara dağıtılıyor. Şimdilerde Feto’culuktan yargılanan zamanın Kırklareli Valisi Hüseyin Avni Coş’un da, bu “Yaradılış Atlası” kitabın Halk Kütüphanelerine alınması konusunda Kültür ve Turizm Bakanı’na mektup yazdığı ortaya çıkıyor.  Bu örnek bile yandaşların birbirini koruduklarını, yan yana hareket ettiklerini göstermekte. Ne ki zaman zaman Feto-Oktar grubu ile dayanışma içinde hareket ediyorlar, ta 15 Temmuz darbe girişimine kadar gerek Ergenekonculara, gerek emniyet mensupların, hoşlanmadıkları kişi ve kurumlara karşı kumpas ortakları yandaşları tarafından açıklanmakta. Bu konuda Adnan Oktar, A9TV de, 2015 Eylül’ünde yayınlanan bir programda şu açıklaması ile birlikteliğini dışa vuruyordu: “Fetullah Hoca beni çok sever. Cemaatimizin faaliyetlerini İslam alemindeki en mükemmel faaliyet olarak görüyor….Hocamızı biz de çok severiz, ben de severim Fetullah Hoca’yı”.
(“Hüseyin Avni Coş da dahil olmak üzere valiler Vahdettin Özcan, İbrahim Şahin, Adnan Yılmaz ve Hasan Karahan'ın FETÖ ile bağlantılı olduğu belirtilen Bank Asya'da hesabı bulunduğu ve Kimse Yok mu Derneği'ne bağış yaptığı tespit edildi. Valilerin pasaportları iptal edildi”).
Yazımızın başlığında iktidarın bu örgütleri koruduğunu yazdık; söyler misiniz bu doğrultuda bu Feto ve Oktar grubu, devlet mekanizmasını sinsi sinsi kemirirken bu gruplar hakkında 15 Temmuz darbe girişimine kadar devletçe ciddi bir soruşturma ve operasyon yapılmış mıdır? Maalesef hayır; iktidarın bu iki çağ dışı örgütün faaliyetlerini bilmemesi mümkün değildir. Dincilik gibi, Evrim aleyhinde faaliyetler gibi inanç ve düşünce birlikteliği olduğu için iktidar bu örgütlerin faaliyetlerine göz yummuş, yer yer ortak hareket etmişlerdir.
Şu acı bir gerçek ki, Laik TC inin içinde bu iki örgütü Feto ve Oktar virüsü, 20 yıldan fazla bir zamandır devlette örgütlenmişti. AKP-RTE yönetimi içinde bu iki hukuk ve yasa dışı grubu iktidarın göz yummasıyla, zaman zaman besleniyor, kollanıyorlar, onlar da devleti kemirip duruyorlardı. 15 Temmuz darbe girişimi AKP-RTE iktidarının gözünü açmış olmalı ki, yasal operasyona geç de olsa başlamış oldu, ama ne pahasına, nice maddi, manevi ve can pahasına. Bu operasyonlar taa 2000 yılından beri ciddi biçimde başlamalı idi; Feto’su, Oktar’ı, PKK sı ve öteki sızıntı örgütler tamamen ülke gündeminden düşürülmeli id.i
Sonuç olarak şu bir gerçek ki, bir iktidar dinci mezhepci parti, dinci dernek, dinci vakıf, tarikat ve dinci cemaatlerle ortak yönetim yaparak ülkeyi yönetmeye kalkıyorsa o ülke asla iflah olamz, çağın gerisinde kalır. Zaten işin başında iktidara gelen yönetimler, anayasada açık yazılı laik devletin korunacağına dair namus şeref üzerine yemin edildiğine göre, anayasanın laiklik hükümlerine uymak zorundadırlar. FETO de, Adnan Oktar da, tüm tarikat ve cemaatler dini kullanarak palazlanmışlardır. Unutmayalşım ki, dünyanın en zengin en refah içindeki ülkeler gerçek laik demokasi ile o çağdaşlığa ulaşmışlardır.
Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com

Yavuz Sultan Selim Şah İsmail Savaşı
Öğrenci iken Pir Sultan Abdal’ın hemen her şiirinde “şaha giderim” sözünü ne anlamak geldiğini yani Pir Sultan’ın kime gitmek istediğini anlamamıştım. Oysa mezhebinden dolayı Alevi-Şafi olan Şah İsmail’e (Hatayi’ye) bağlı olduğunu ona gitmek istediğin anlatırmış. Bazıları da, “Şaha giderim” sözü bir semboldür, yani doğru yola giderim” demek istiyor diye yorumlamaktalar. Yavuz Sultan Selim mezhebinden dolayı Şah İsmail’e kinlendiği gibi, Pir Sultan Abdal da bu mezhebinden dolayı Sivas’ta bunun için asılmış da olabilir.
Tarihte Türk’ük Türk’le yaptığı savaşlardan belli başlısı Timur-Yıldırım Beyazıt ile Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail’le yaptığı savaşlardır. Yavuz Sultan Selim’le Şah İsmail arasında birbirlerine tehdit dolu mektuplar yazarlar. Biz de bu yazımızda Yavuz’la Şah İsmail’in (iki Türk’ün kavgalarına yer vermek istedik.

Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail ile yaptığı Çaldıran savaşından önce, yanında bulunan devlet erkânına şunları söylüyordu:
“Hâlâ Acem Kısralarından olan Şah İsmail tamamıyla İran topraklarına müstevli olmuştur. Diyar-ı Irak ve Diyar-ı Arab, Azerbaycan, Gence, Şirvan, Geylân, Mazenderân, Taberistan ve Cürcan ile bütün Kürdistan ve özellikle Gürcistan vilâyetleri hâkimiyetleri altına girmiştir. Cihan ülkelerinde fermanlarını yürüten ve tahtlarında oturan Harezm padişahları ile Türk cinsinden on dört adet saltanat tahtında cülus etmiş bulunan cihan padişahlarının başlarının ve ömürlerinin defterlerini dürmüştür. Onların askerlerini kırdırdı ve hezimete uğrattı; mallarını ve hazinelerini mülhitlere ve zındık taifesine yağma ve garet ettirdi. Özbekistan hâkimlerinden Şeybe Han demekle maruf olan büyük ve şanı yüce padişahın da kellesini altınla kaplatarak, çeşitli cevher ve incilerle süslendikten sonra, şarap meclisinde o kab ile kumandanlarına şarap ve dolular içirdi. Bundan böyle cemaatle namaz kılınmasını yasaklayarak, camilerde minberleri yıktırdı. Hâşâ küfür ve lanet ile hidayete müntesip onları taciz eylemekle, İran mülkünü viran ve sünnet eserlerini o imlâmın makarrı olan bölgeden, bî-nam ve bî-nişan eyledi. Din âlimlerinden bu dinsiz ve mezhebi bozuk kimi buldu ise helâk eylemiştir”.    
Bilindiği gibi, Şah İsmail bu savaşta yenilmiş, karısı Taçlı Hatun, nice cariyeleri, tahtı Osmanların eline geçmişti. Şah İsmail Türk olmasına karşın, Alevi olup “Hatayı” mahlası ile içli şiirler yazmış, Anadolu Alevileri gönlünde engin bir sevgisi vardı. Alevi Anadolu Türk ozanları onun için coşkulu ve ona bağlılığı bildiren şiirler yazmışlar. Ünlü Pir Sultan’ın, şiirlerinde geçen, “şah” ve “şaha giderim” sözleri, “Hatayi” mahlası ile şiirler yazan Şah İsmail içindi. Yani “Şah”a giderim derken, Şah İsmail’e giderim” demektedir.

Yavuz Sultan Selim Şah İsmail Savaşı

Yavuz Sultan Selim’in nasıl gaddar bir padişah olduğunu; {8 yıllık iktidarı sırasında 20 binden fazla (kimi tarihçilere göre 40 bin) Aleviyi kılıçtan geçirmiş, iki oğlunu, beş yeğenini ve birini kendi eliyle üç sadrazamını öldürmüş} Tarih kitaplarından Solakzade tarihinde şunları yazar:
“Yavuz Sultan Selim ordusu ile Şah İsmail ile savaşmak üzere yola çıktığında, yeniçerilerin, ordunun bazı ileri gelenleri, “bu seferin yanlışlığını, Müslümanın Müslüma kırdırılacağı” dile getirmek ve Yavuz’a iletmek için, Karamanoğlu Beylerbeyi Hemdem Paşa’yı sözcü seçerler. Padişah’a bu dileği anda, Hemdem Paşa o anda boynu vurularak padişah tarafından katledilir”.(1)
Yavuz Sultan Selim’in Alevi düşmanlığı, Alevi katliamı Şah İsmail da tarihte ünlüdür. Şah İsmail’in yenilmesinden sonra, Osmanlı Ordusu Şah İsmail’in yakın akrabası Bağdat Hâkimi Kara Han’la da savaşır. Kara an yenilip başı kesilir. “Müfsitlerin serdarı olan Kara Han, katl olununca askeri hemen firara tebdil eyledi. Yavuz S.Selim’in paşaları cenk meydanında düşen Kızılbaşların burunlarını ve kulaklarını keserek Kara Han’ın başı ile birlikte yüce saltanat dergâhına (İstanbul) a gönderdiler.(2)  
Yavuz Mısır’da:Yavuz Sultan Selim Mısır’ı 1517 de işgal edince asker şehre girer. Öylesine bir katliam olur ki, şehri savunan Arap ve Çerkezlerden binlerce kişi katlediliyor. (40 bin kişinin katledildiğini bazı tarihler yazıyor) Kesilen kellelerden, cesetlerden sokaklardan geçilmez oluyor. Bu arada birçok sokakta pek çok kadın ve çocuk, Osmanlı Ordusuna (gördükleri katliama tepki olarak) askerlere yüksek binalar üzerinden, pencerelerden, bazı evlerden, damlardan taş, toprak ne buldularsa atarlar; Öyle ki sokakta gezen Osmanlı askerlerinin üstüne kaynar suyu kazanlarla yukarıdan aşağıya dökerler. Yavuz’un emri ile evlerin kapıları kırılıp kadınlar saçlarından sürüklenir; hemen evlerinin köşelerinde memelerinden demir mıhlar ile asıldılar. Cesetleri çürüyüp düşünceye kadar, nice gün “bakanlara ibret” ve hazır olanlara nasihat” olsun diye asılıp kaldılar”.
Sokak savaşlarında birçok komutanla Sinan Paşa şehit olunca, Osmanlı askerleri sokakta yakaladıklarının başlarını kesip Nil nehrine attılar. Nice zaman Nil Nehri, kokmuş insan cesetleri ile doldu. Nil Nehrinin suyu kullanılmaz kalınca, Nil Nehri kıyısında konuşlanan Otağ-ı Hümayunu, o mahalden uzak bir yere naklettiler”.

Yavuz Sultan Selim Şah İsmail Savaşı

Yavuz Sultan Selim Mısır’ı aldıktan sonra, bir Çerkez komutanı oraya vali atayıp, geri Şam’a Osmanlı mülküne doğru yönelir. 1517 yılının altı ramazanında, Salihiye adlı bir belde yakınlarında, veziriazam Yunus Paşa, Yavuz Sultan Selim’e hem-inan olmuşlar idi ki, edebe aykırı hareketlerde bulunarak bazı ham sözler söyledi: “Böyle bir güzel iklimi fethedince bu denli âlem halkı payimal ve hâk ü helâk oldu. Nice ümmet-i Muhammed-in kanları döküldü. Nihayet yine hükümetini hain bir Çerkez’e verdiniz. Böyle olacağı bilinse, kulların bir adım bile gitmezlerdi”. Veziriazam Yunus Paşa bunları söyler söylemez, yanlarında ve önlerinde birlikte yürüyen solaklara padişah emrederek başını cesedinden ayırdı. Tenini vahşi hayvan ve kuşlara gıda ettirdi”.
Katledilen Yunus Paşa’nın oğlu, bu dehşet karşısında Mısır tarafına doğru firar etti. Hayri Bey, kendisini tutarak padişaha gönderdi. Geldiğinde o da başının yasını gördü” (katledildi).
Yavuz Sultan Selim, elli bir yıl ömür, sekiz yıl sekiz ay saltanat sürdükten sonra, 1520 de öldü. Halk arasında “yanıkara” diye bilinen bir hastalıktan iki ay çekti. Bütün tabiplerin, özellikle devrin tanınmış tabibi Ahî Çelebi’nin gayretine rağmen kurtulamadı. Yavuz ölüm döşeğinde şu ik mısrayı mırıldandı:
“Bana derman eder sanurdum Ahî
“O gelirse hekim imiş o dahi”.(3)

Yavuz Sultan Selim Şah İsmail Savaşı
Şah İsmail, bir Türk kökenli kişi olarak Ehli Beyte, Aleviliğe iman etmiş kişi olup, Öztürkçe birbirinden güzel şiirler yazmış, yazdığı şiirlerde “Hatayi” mahlasını kullanmıştır. Günümüzde bile radyolarda, müzik dünyasında Alevi meclislerinde onun şiirleri üstüne bestelenmiş duygu yüklü türküler söylenmiştir. Başta Pir Sultan olmak üzere, bütün Alevi ve Abdal ozanları onu saygı ile anarak onu öven şiirler yazar, türküler söylerler. Şah İsmail’in (Hatayi) nin bir şiirin aşağıya alıyoruz. 


İkrâr Verdim Dönmem Elest Bezminden
İkrâr verdim dönmem Elest bezminden
Mürîdim ikrârı îmândan aldım
Başka seyrân gördüm kendi özümden
Bu mahabbeti ben Merdân’dan aldım

Nâr ü bâd ü hâkden halk oldum
Kendi kendim ana rahminde buldum
Müddet tamam oldu dünyaya geldim
Bu ibret nümâyı cihândan aldım

Bildiğim unuttum eylerem feryâd
Derdim budur dil yok isteyem imdâd
Tekrar yine ta’lîm etti üstâd
Dersimi mekteb-i irfândan aldım

Can gözü gafletten açıla düştü
İkilik perdesi seçile düştü
Kudret hazînesi açıla düştü
Cevâhiri kân-ı mercândan aldım

Bu bir gizli sırdır her cân duyamaz
Ehl-i aşkın katârına uyamaz
Değme cevher fürûş bahâ koyamaz
Bu dürr ü yektâdır ummândan aldım

Bu aşk ki görünmez bilmem nedendir
Esrâr-ı mahabbet gizli yerdedir
Gerçeğe ayândır bize perdedir
Hakîkati Şâh-ı Merdân’dan aldım

Gel düşünme akla sığmaz bu ilim
Kudret hazînesi miftâhı dilim
Bir ulu dergâha ulaştı yolum
Bilmeyen sanur ki dükkândan aldım

Âh edüb utandım kendi sözümden
Mest olub türâba düştüm özümden
Kanlı yaş akıttım iki gözümden
Mâcerâyı çeşm-i giryândan aldım

Mûsâ-ya tecellî göründü Tûr’dan
Mest olub aklını şaşırdı sırdan
Enel Hak sırrını aldım Mansûr’dan
Mahabbet kemerin erkândan aldım

Mü’minler bulurlar oddan necâtı
Budur mü’min lerin elde berâtı
Mi’rac dan indirdi savm ü salâtı
Hak bilür Hazret-i Sultân’dan aldım

Şerîat sancağı geldi dikildi
Tarîkat yolunda dürler saçıldı
Ma’rifet deryâsı taştı döküldü
Hakîkati pîr ü pîrândan aldım

Hakîkat yolunda gör savaşımı
Akıttım gözümden kanlı yaşımı
Pîrler eşiğine koydum başımı
İcâzet ol demde meydândan aldım

Hak budur sözüme hile katmazam
Herkese bu sırrı ayân etmezem
Kıymeti bilinmez yerde satmazam
Ben bu nasîhatı bir cândan aldım

Çalış bir girdâbın çık yöresine
Dermân gizlenübdür derd arasına
Merhem sarılır mı aşk yarasına
Bu ilm-i hikmeti Lokman’dan aldım

Âlem baştanbaşa bir seyrangâhtır
Gir gönül şehrine gör ne dergâhtır
Bir gizlice sırdır kudretullâhtır
Yazılmış defter ü dîvandan aldım

Terk ü tecrid oldum döktüm kabâyı
Eğnime giyindim şâl ü abâyı
Bana sorun kimden aldım yasayı
İsmâil’e inen kurbandan aldım

Dünyâdan el çektim erkândır işim
Çeşm ile bürhândır dökülür yaşım
Sizlere hediye eldedir başım
Ol yeşil yaprağı Selmân’dan aldım

Gerçi Hatâyî’yem günâhım çoktur
Kalbimde benlikten bir eser yoktur
İncîl, Tevrât, Zebûr dört kitab haktır
Lezzeti âyât-I Fürkân’dan aldım
Şah İsmail (Şah Hatayi)  17 Temmuz 1487- 23 Mayıs 1524
Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com

Sonnotlar

(1)Solakzade tarihi Cilt 2 Sf:20

(2) Solakzade Tarihi Cilt:2 Sf:46)

(3) Kaynak: Solakzade Tarihi: Cilt: II Sf:73–74–75- 84- 96

Silkelemek
Bir şeyi,  üzerindekileri yere düşürmek için,  şiddetle sallamak,  sarsmak olarak tanımlanabilen silkelemek terimi,  aslında günlük yaşamda sıkça kullanılır. 


Silkelemek sözcüğü,  son günlerde dikkati çekecek kadar güncel ve gündemde. 


Sebebi de,  ERDOĞAN'ın;  ilgili bakana, CHP'li belediyelerin devlete olan borçlarını tahsil et talimatını verirken, amiyane bir şekilde,  belediyeleri silkelemeye başlayın demesinden kaynaklıdır. 


ERDOĞAN'ın;  belediyelerin,  devlete olan borçlarının,  rızaları dışında,  paralarına el konularak tahsil edilmesi için kullandığı silkelemek sözcüğü,  gerçek ve mecazi anlamlarıyla, günlük yaşamımızda,  değişik yerlerde çokça kullandığımız bir sözcüktür. 


Silkelemek sözcüğünün bana göre en yakıştığı ve yerli yerinde kullanıldığı durum,  dut ile yan yana geldiği,  dut silkelemek tabirindeki yeridir. 


Siyahıyla ve beyazıyla dut;  bahar aylarının çok sevilen bir meyvesidir. Dut ağacının insan boyunun yetişebildiği alçak dallarındaki meyvelerini,  dallarını biraz eğerek ellerimizle kopararak yemenin tadına doyulamaz. 


Ancak,  ağacın yetişemediğimiz yüksekte kalan güneşe açık dallarında bulunan ve olgunlaşan dutların tadı da bir başkadır tabi. İşte bu güzelim erişemediğimiz olgun  dutları,  kuşlara yem etmeden toplayarak yiyebilmenin en kolay, emin ve kestirme yolu da,  aşağıda bir branda veya çarşaf açıp gererek dut ağacının dallarını şiddetle sallayıp sarsarak silkelemektir. 


Dut ağacının dallarını silkelediğimizde,  olgun dutların,  patır patır ses çıkararak,  dolu yağar gibi, aşağıda  açtığımız brandaya veya çarşafa düşüşlerini seyretmek de, onları yemek kadar zevklidir. Eski çocukluğumuzda kalan güzel anılardandır,  dut silkelemek. 


Bazen uyuşuk insanlar için de kullanılır mecazen. ”Sen bir silkelen de kendine gel biraz” deriz,  uyuşuk insanlara.  


Zengin insanların mal varlıklarını ifade etmek için de kullanırız bu sözcüğü. Ahmet efendi o kadar zengin ve varlıklı ki; bir silkelense tüm zenginliği ortaya çıkar deriz. 


Biraz amiyane olacak ama, kalçası biraz büyükçe olan bir bayan o büyük kalçaya rağmen bir de kırıtarak endamlı yürüyorsa, arkadan gelenlerin gayri ihtiyari olarak bayana bak kalçasını amma da silkeliyor dediklerini duyarsınız. 


Bir yerde Allah korusun biraz şiddetli deprem olsa, sosyal medyada hemen yer alır; ”çok fena silkelendik” cümlesi. Anlarız ki; bunu paylaşanlar depremi yaşamışlar. 


Bazen de,  dolmuştasınızdır,  hemen şoföre yakın ayakta seyahat eden bıçkın bir delikanlı, ”abi beni durakta silkele” der şoföre. 


Örnekleri çoğaltabiliriz, 


Bir silkeleme sözcüğünden hareketle nereden nereye uzandık. 


Sen çok yaşa emi ERDOĞAN.  Gelmez bir daha  senin gibi bir Cumhurbaşkanı.  


17/12/2024

Güner YİĞİTBAŞI

CHP Büyük Bir Gaflet İçinde
Niçin mi?


2023 seçim bozgunundan sonra ısrarla yazdık ve dedik ki; 2023 genel ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kaybetmenin doğru ve gerçek bir analizini yapabilmek için; bu seçimlerde,  en başta Suriye’den olmak üzere,  oradan buradan sığınmacı olarak ülkemize gelen göçmenlerden kaçı vatandaş yapılarak oy kullanma hakkından yararlandırıldı? Bu sorunun gerçek ve net cevabını elde edemezseniz,  seçim bozgununun gerçek nedenlerine asla ulaşamazsınız. 


Evet bu iddiamızı yineliyoruz ve CHP'yi,  bu sayıya ulaşmak zorunda oldukları konusunda uyarıyoruz. 


Niçin mi?


Ülkemize sığınmacı göçmen olarak gelen ve vatandaş yapılarak seçmen statüsü kazandırılan kişilerin tamamına yakını, sığınmacı göçmenleri ana vatanlarına geri göndereceklerini açıklayan CHP'ye değil,  aksini savunan AKP'ye oy verecekleri kesin olduğuna göre, bu rakamın önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. 


AKP ve onun genel başkanı ERDOĞAN'ın tek derdi,  girdiği her seçimi kazanmak ve koltuğunu korumak olduğuna göre,  ERDOĞAN'a seçimlerde bir oy'un dahi ne kadar önemli olduğunu izaha gerek yok sanırım. 


ERDOĞAN için de en garantili ve kolay oy deposu,  otomatikman sığınmacılıktan vatandaş ve seçmen  yapılan kişiler değil midir?


2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, tüm eşitsizliklere rağmen,  ERDOĞAN çok az bir oy farkıyla galip gelerek Cumhurbaşkanı seçilmedi mi?


Evet çok az bir oy farkıyla seçildi. 


Diyelim ki üç milyon sığınmacı vatandaş yapıldı ve kendilerine oy kullandırıldı. Al sana üç milyon bedava ve garanti oy. Bu durumda, ERDOĞAN;  KILIÇDAROĞLU'na karşı üç milyon oy farkıyla sandığa gitmiş olmuyor mu? Sandığa cebindeki üç milyon garanti oyla giden ERDOĞAN'ı nasıl seçim yenilgisine uğratacaksınız hiç düşündünüz mü?


Şimdi halkoylamaları ve anketler yapılıyor ve CHP sürekli birinci parti çıkıyor ve CHP'ye gaz veriliyor. CHP'nin de hoşuna gidiyor tabi. 


Hiç sorgulayan oldu mu? Anket yapılan kişiler arasında;  Suriyeli ve sair sığınmacılıktan vatandaş yapılan kişiler var mı,  varsa kaç kişi bu ankete cevap verenler?


Demem o ki; ankete katılanlar arasında Suriyeli ve sair yabancı ülkelerden  sığınmacı olarak gelip de vatandaş yapılan seçmen kişiler yoksa,  bu anket sonuçlarına asla güvenilemez, CHP'nin birinci parti çıkması havada asılı kalır. 


Şimdi önümüzdeki seçimlere kadar daha üç buçuk sene var ve ülkemiz her yerden göç almaya devam ediyor ve bu duruma AKP iktidarı tarafından göz yumuluyor,  yeniden karışan Suriye'den yeni bir göç dalgası ihtimalini de düşünürsek, adaylığını sağlayabilirse,  2028 seçimlerinde de ERDOĞAN'ın işi iş vallahi, al sana bedava ve garantili oy potansiyeli yeni vatandaş ve seçmen adayları. 


CHP seçim kazanmak istiyorsa, biraz da göçmenler, sığınmacılar ve bunların yasa dışı ve kolayca vatandaş yapılmalarının üzerinde çalışmak ve bu konuya emek vermek ve bilgi sahibi olmak zorundadır. 


Aksi halde yine nal toplar ve dövünür dururuz.


05/12/2024

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu 

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget