Kurtuluş Savaşında Sözde Hocalar ve Akıbetleri, İlginç Olaylar

Kurtuluş Savaşında Sözde Hocalar ve Akıbetleri, İlginç Olaylar Din tarih boyunca bütün dinlerde özellikle Hıristiyanlıkta da Müslümanlıkta da çıkar ar

Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz; görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar, hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir. Onlar (cahil imamlar) her türlü hareketi dinle karşılarlar”.  G.M. Kemal Atatürk 16 Mart 1923 Adana

Din tarih boyunca bütün dinlerde özellikle Hıristiyanlıkta da Müslümanlıkta da çıkar aracı olarak kullanıldı: 

Kurtuluş Savaşında Sözde Hocalar ve Akıbetleri, İlginç Olaylar

30 Ağustos 1922 de bozulan mağrur Yunan ordusu, nice saldırı, katliamlar yaparak İzmir’e doğru kaçmakta. Bu arada duyduğumuz, duymadığımız, nice dehşetli olaylar yaşanır. 90 yıl önce ordularımız düşmanı İzmir’e doğru 400 km lik yolu dokuz günde katederek denize döker. Biz bu yazımızda, Kurtuluş Savaşımızda dini kullanan cahil din adamlarının ihanetleri yanında, bazı ilginç olaylara değineceğiz. Önce dinin nasıl çıkar aracı olarak, kullanıldığının tarihsel sürecine kısaca yer verelim. Kurtuluş Savaşımızda nice acılar, yoksulluk, yoksunluklarla içinde dış düşmanlarımızla savaşırken iç isyanlar, güya dinci cahil bağnaz kimselerle de savaşılmak zorunda kalınmıştır. 
Orta Çağ’dan günümüze kadar gerek Batı’da gerekse İslâm ülkelerinde cahil ve çıkarcı din adamları, her şeyi din adına bağlayıp, her konuda din adına hüküm vermişler, dini kendi çıkarlarına alet olarak kullanmışlardı, papazlar çıkar elde etmek için “Endüljans” denilen cennete giriş belgesi satıyorlardı. Batı’da papazlar, krallarla el ele vererek, İncil’in henüz ana dile çevrilmediği zamanlarda, din adına, dine aykırı hüküm ve uygulamalarla halkı soyup soğana çevirmişlerdi.
Osmanlı’da ise, Halifelik Türklere geçtiği 1517 de Yavuz Sultan Selim’den beri Halife padişah karşısında insanlar “kul” gibi idi. Devletin en büyük din adamı konumundaki şeyhülislamlar, padişahların hoşuna gitsin diye katletme dâhil her türlü fetva veriyorlardı. En son en hain fetva da Millî Mücadele'ye katılan yurdumuzu kurtaracak olan Mustafa Kemal ve diğer kahramanların, Milliyetçilerin Din adına idamlarının istendiği fetvadır.
Aşağı tabakalardaki imamlar ise, muska yazmaktan tutun da mezarlarda ölülere dua okuyup para almaktan, paralı okuyup üflemelere kadar her türlü hurafe ile dini bir çıkar aleti olarak kullanıyorlardı. Bu durum, Laik Cumhuriyete, Mustafa Kemal’in devrimleri ile yoğurulana kadar ta 1923 aydınlanmasına kadar yüzyıllarca devam edegelmiştir.
Gazi Mustafa Kemal’ devrimleri ile dinden nemalananların, dini çıkar aleti olarak kullananların gelir kaynakları kapanınca, Atatürk’e, laik T.C. ine gizliden gizliye düşman oldular, bu kin ve düşmanlıklarını 1950 ye kadar içlerinde sakladılar. Gericilerin bu kin ve düşmanlıklarına, padişah-halife-şeyhülislamın Kuvayi Milliye aleyhinde yayınladıkları yıkıcı fetvaların mutlaka teşvik edici, hazırlayıcı etkisi olmuştur. Laik devlete, Atatürkçülüğe karşı en büyük yıkıcı tavır alan, karşı çıkan, karşı propaganda yapanlar, 1950’den sonra iktidara gelen siyasilerin ihanete varan ödünleri yüzünden, Türkiye’deki bütün camilerde imamlar ve yandaşları idi. Bunu camideki vaazlarında konuşmalarına sıkıştırdıkları kötüleyici söz veya özel sohbetlerinde Laik düzene karşı kâh açık, kâh gizli yıkıcı propagandalarını sürdürdüler. En sonunda 2002 Laik Cumhuriyete, Atatürk’e, Atatürkçülüğe düşman bir iktidarı başa getirdiler. Yüzde elli çoğunluğa güvenen iktidar da 80 yıllık laik devlet kurallarını, kurumlarını sarsmaya, ötelemeye, kötülemeye devam ederek nihayet 80-90 yıllık özlemleri olan ve bir geri dönüşüm gayreti ile dinsel devlet yapılanmasına başladılar. İktidarın bu eylemleri, çabası yürürlükteki laik devlet anayasasına açıkça aykırıdır.
Böylece Halifeliğin 1517 de Yavuz Sultan Selim’le Türklere geçtiğinden Cumhuriyete kadar, ne ki günümüze kadar, din padişahların, yöneticilerin, siyaset bezirgânlarının elinde bir çıkar aleti olmuştur. Cahil, bilinçsiz yöneticilerin elinde din, kimi zaman bilime karşı durmada (Orta Çağ Avrupa’sında da Osmanlıda da) toplumu gerileten kötü bir kalkan olmuş, kimi zaman “katli vacip” fetvaları ile kin intikam aracı, kimi zaman çıkar aracı olmuştur. Kötü yöneticilerin elinde böylesine kullanıldığı ve de toplumu geri bıraktığından, bunun bilincinde olan Gazi Mustafa Kemal Paşa, yüz yıl önce, böylesine din adamları, dini kötüye kullananlar için şunları söylemekte:
“Bizi yanlış yola sevk edenler, o habisler, çoğu zaman din perdesine bürünmüşler, hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir saf ve temiz halkımızı. Dinden maddî çıkar sağlamışlardır. Tarihimizi oku, dinle, görürsün ki milleti mahveden, tutsak eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir”. Her türlü hareketi dinle karıştırmıştır, dini kendi çıkarlarına alet etmişlerdi. Yalnız tarihte mi öyle, bugün de öyle, bugün de iş başındadır onlar, dini kullanarak siyaset yapıyorlar! Yine sürdürüyorlar melanetlerini.
Kurtuluş Savaşı’mızda, bazı cahil insanların dini nasıl kötüye kullandıklarını, yaşanmış bazı örneklerleri aşağıya almak istiyoruz.

Din Elden Gidiyor, Kemalistler Devleti Gâvurlarla Peşkeş Çekiyorlar” Dediler.

Kurtuluş Savaşı sırasında, Konya’da önce Kuvayı Milliyeci iken, saf, temiz Türk halkını, Padişah yanlıları tarafından, “Din elden gidiyor, Kemalistler devleti gâvurlarla peşkeş çekiyorlar” diyerek din adına, dini kullanarak kandırıp Kuvayi Milliye’ye karşı isyan ettirmişlerdi. Olay kısaca şöyledir:
16 Temmuz 1920’de Konya’ya Haydar Bey vali olarak atanıyor. Haydar Bey, valiliği sırasında Çumra’ya bağlı Alibeyhöyüğü Köyünden Delibaş diye anılan Mehmet adlı Köy Ağasına (veya köyde bekçi) geniş yetkiler vererek, Çumra ve çevresinde kuvvet toplaması için görevlendiriliyor. Başlangıçta Kuvayi Milliye yanlısıdır. Delibaş, Çumra ve Karaman`a bağlı köylerden kuvvet toplamaya başlıyor. Sevkiyat memuru gibi topladığı kişileri bir süre askere gönderiyor. Daha sonra Konya ve civarlarında sevilen Zeynelabidin Efendi aracılığıyla İstanbul Hükümeti Delibaş Mehmet’i kandırıyor. Konya’da Zeynel Abidin taraftarları “Din elden gidiyor, Kemalistler devleti gâvurlarla peşkeş çekiyorlar”  diyerek Delibaş Mehmet’in aklını çelerler Delibaş Mehmet’i Kuva-i Milliyecilere düşman ederler. Konya’yı basmasını telkin ederek harekete geçirirler. İçerçumralı’lar Delibaş Mehmet’e gönüllü asker vermezler ve iltifat etmezler.
Delibaş Mehmet ve avanesi İçeriçumra’ya gelip Şube Başkanı ve iskân müdürünü (sulama müdürü) ele geçirmek istemiştir. Ancak zamanın Belediye Reisi Kıçıkoğlu Ali Haydar Efendi, bunları Abaz dağından kaçırarak kurtarmıştır.
Konya’yı ve milli kuvvetleri basması için görevlendiriyor. Bunun üzerine Delibaş, Çumra’yı basarak Konya üzerine yürüyor. 3 Ekim 1920`de Konya’yı işgal ediyor. Vali Haydar Bey`i teslim alıyor. Afyon`dan sevkedilen Milli Kuvvetler, Konya`ya gelince Delibaş ve adamları dagılıyorlar. Delibaş Mehmet, beraberindeki küçük bir kuvvetle Mersin`e kaçmış, oradan bir vapurla İstanbul`a geçmiştir 1921 de Konya`yı tekrar basmak için gizlice Akşehir taraflarına, oradan da Çumra-Dinek havalesine gelmiş, burada yakın arkadaşlarınça katledilmiş, başı kesilerek Konya’ya getirilmiştir.
Delibaş isyanı bastırıldıktan sonra Konya’dan gönüllü alaylar toplanıp cepheye gönderilmiş, milli mücadele’nin ihtiyaçlarını sağlamak için çalışmalar başlatılmıştır.

Yarbay Osman ve İmamlara 42 Darağacı
1920 Eylül ayında İstiklâl Savaşı’ndan acı bir sayfa.
Konya’da Delibaş İsyanı çıkmıştır. Asiler Konya, Karaman, Kadınhanı, Ilgın gibi yerleri ele geçirirler. Asileri temizleme görevi Yarbay Osman Bey’e verilmiştir.
Yarbay Osman Bey’in davranışları çok serttir. Yarbay Osman Bey Kadınhanı dolaylarında isyan karargâhı olan bir köye varır. Osman Bey:
“-Üç saat veriyorum; üç saate kadar teslim olmazsa, köyü insanıyla birlikte yakarım”.
Üç saat sonra köy cayır cayır yanıyor, bu dehşetin haberi Konya Ovasına Delibaş’ın korkusu ve şöhreti sabun köpüğü gibi uçuverdi.
Yarbay Osman bundan sonra Akşehir’e varıyordu. Asiler Akşehir’den kırk iki hoca imzalarıyla bir fetva yayınlamışlar, demişler ki:
“-Kuvayi Millici olmak hurucu alessultandır (sultana padişaha isyandır). Bu durumda olanların malları yağmalanır, karıları, kızları cariye olarak alınır, kendileri de yok edilir”.
Asiler bu iğrenç fetvaya dayanarak çeşitli kötülükler yapıyor; cana, mala, ırza kastediyorlardı. Halk dehşete düşüyor, subay ve memur ailelerine saldırıyorlardı. Yarbay Osman Bey buna karşılık şöyle yaptı:
Yarbay Osman Bey Akşehir’e gelince, bu fetvayı imzalayan hocaları topluyor; onlarla Kuran üzerine tartışma ve çeşitli ayetlerin yorumları üzerine sohbet ediyor; sonra hepsine görkemli bir ziyafet çekiyor. Bundan sonra hocaların tümünü askerin bulunduğu karargâha davet ediyor.
Hocalar askerin karargâhına 42 adet daracının hazırlandığını görüyorlar, ama iş işten geçmiştir.  Yarbay Osman 42 fetfacı yobaz hocayı asıyor.
O tarihte Konya’daki çocuklar: “-Osman Bey geliyor uyuyun, uslu durun” diye korkutuyordu.
Kurtuluş Savaşına karşı, isyanlarla, fetvalarla engellemeye çalışan cahil, hain bazı din adamlarının olumsuz propoganda ve çalışmaları nedeni ile Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa (İnönü), karargâhındaki bazı komtanlara şunları söyler:
“…İslamlık, isteyenin istediği yere çekebilceği, hainlik için de kullanılmaya elverişli, lâstikli, her emele uydurulabilir bir din midir? Osmanlı şeyhulislâmı vatanı savunanların, öldürülmesinin din görevi olduğu hakkında fetva verebildi. İstanbul’da pek çok din adamı, din bilgini var. Dinin siyasete alet edilmesinin en pis örneği olan bu fevaya hiçbiri karşı çıkmadı, hepsi susarak destek verdi. İstiklal ordusuna ve idaresine karşı düzenlenen isyanların çoğunda din silâhı kullanıldı ve etkili oldu. Bazı din dernekleri bildiriler yayımlayarak halkı istiklal idaresine karşı gelmeye çağırdılar. Birtakım din adamları isyanlarda başı çektiler. İsyancılar, Kuva-yı Milliyecileri, subayları, müftüleri «din gereğidir» diye öldürdüler, «din geriğidir» diye, düşmana yardımcı odular. Mesela Tekirdağ, Bursa Müftüsü, mesela Feraizci Hoca. Edirne Müftüsü Hilmi Efendi, Venizelos’un sağlığı için dua ediyor. Aznavur, «Yunanlılar bizim dostumuzdur, padişahın emir ve rızası hilafına olarak onlara silâh çekmek küfürdür, isyandır» diyor; Adliye Nazırı Ali Rüştü Efendi gazetelere demeç verip, «Yunan Ordusunun başarısı için dua ediniz» diyor, Divitli Eşref Hoca, «İngilizlere meydan okuyoruz, bu en büyük küfürdür» diyor… Dinimiz düşmana hizmet etmeyi, hainliği, işbirlikçiliği, sefilliği, sürünmeyi, geri kalmayı, yenilmeyi, esir olmayı, şerefsizliği caiz gören bir dinmidir. Hiç din caiz görmez…” 
İşgal yıllarında, dinine dokunulmamasından başka bir şey istemeyen, düşünmeyen yobazların gönlünü kazanmak için, Mudanya’daki işgalci Yunan askerleri, kahvehaneleri dolaşarak oturanları uyardılar:
“-Bugün Cuma, dininize saygı gösterin, hayde vre herkes camiye!”
O gün, Yunan askerlerinin bu sinsi gösterişine aldanan cahil, bağnaz cami hocası, vaazında şunları söylüyordiu:
“-Ey Müslümanlar! Neden mağlup olduk? Neden şehirlerimiz işgal edildi? İyi düşününüz. Çünkü Allah’a kulluk görevimizi ihmal etmeye başlamıştık. Bu işgalciler, hiç şüphe yok ki, dini görevlerini ihmal edenleri, dinsizleri terbiye için Cenab-ı Hak tarafından yollandı. Camilerimiz, mescitlerimiz şimdi bu işgalciler sayesinde doluyor. Bu nimetin kadrini bilelim”.
Şimdi burada iyicene düşünelim, din adına Kuvayi Milliyecilere ölüm fetvası verenler mi haklıydı; yoksa vatanı düşmanlardan kurtarmak için savaşan Kuvayi Milliyeciler mi haklıydı.  Gericiler bunun ayırdına varsalar bile, çıkarları bozulduğu, bozulacağı için Kuvayi Milliyecilere, günümüzde de, Kuvayi Milliyecileri savunanlara düşmanlıklarını, kinlerini sürdürdüler, sürdürmekteler.
İşte işgal yıllarının bazı din adamları bu denli ihanete varan cehalet içinde idiler. Mustafa Kemal ve Kuvayı Milliye sadece işgalci dış düşmanlara değil, yurd içindeki böylesine cahil, yobaz ve asilerle de savaşıyordu.  

Kuvayi Milliyeciler padişah koyunlarını kaçırdı
Yunanlılara karşı Kurtuluş Savaşı sürerken, yeni cephelerde böyle ilginç olaylar oluyordu.
II. Tümende Koçanalı Bahri Bey adında çok namuslu ve fedakâr bir zabitin (subayın) kumandası altında elli, altmış kişilik bir çete vardı. Arif Bey (Ayıcı Arif), bir defa, bu çeteyi Uludağ’ın batı eteklerinden Yunan Kuvvetlerinin gerisine gönderdi ve ve Uludağ yaylalarında otlayan Padişah’a ait koyun sürülerinden altı yüz kadar koyunu sürdürerek tümene getirdi. Bu koyunlar tümenin levazımına satıldı ve parası da âdet olduğu veçhile Millî Kuvvetlere yardım faslına girerek Arif Bey’in elinde kaldı

Mebus mu mahpus mu?
Kurtuluş Savaşının kan, ateş, ümitle ümitsizliğin çalkandığı o acılı günlerinde TBMM de hararetli tartışma ve konuşmalar yapılıyor. Saylavlar (Milletvekilleri) coşmuş, içlerinden dokuz tanesi cephede er gibi savaşmak teklifi ile boğazlarına kadar silâhlanarak gelip Batı Cephesi Kumandanına başvurdular. İsmet Paşa da bunların hepsini ilk hatta bulunan birliklere bir yazı ile gönderir.
“Geldikleri gecenin sabahı, bunların hepsini bir bölüğe vererek Kazancı Sırtlarında bir ateş vaftizi yapmaları için tertip aldım. Kendim de birlikte gittim. Yunan mevzilerinin bir kilometre kadar gerisinde yaya muharebeye inen bölük, dokuz saylav (milletvekili) ile birlikte, henüz karanlığa, düşman mevzilerine iki yüz metreye kadar sokuldu. Bölüğü, kendi aralarından, jandarma subayı iken mebus seçilmiş, Bay Memduh’un kumandası altına verdim.
Hava ağarırken bunlar, yattıkları yerden bir ateş baskını yaptılar. Bir saat kadar ateş devam etti. Fakat biraz sonra, altı kadar Yunan topu bunların üzerine ateş açtı. Lüzumsuz kayba uğramamak için muharebeyi kestirdim, yayaları geride toplayarak tekrar atlarına bindirdim ve birlikte İnegöl’e döndüm. Saylavlar (Milletvekilleri) muratlarına erdiler. Düşman karşısında kendilerini gösterdiler ve çok şükür tek bir kimsenin burnu kanamaksızın bu ateş vaftizi sona erdi.
Bu ilk çatışmadan dönen saylavlar (Milletvekilleri) İnegöl’e gelince, bölüğün erleri arasına dağılmış giyim, kuşam mükemmelliği, silâh ve cephane bolluğu bakımından Mehmetçiklerin dikkatini çeker. Mehmetçiklerden birisi, mebuslardan birisine:” Hemşeri siz kimsiniz, nerelisiniz, nerden geldiniz?” Diye sormuş. Saylav askere,”hemşeri biz gönüllü geldik, biz mebusuz”, demiş. Bu sözlerden bir şey anlamayan Mehmetçik, “ya siz hangi mahpustan çıktınız?” Diye tekrarlamış. Yani, cephe ve köyünden başka bir yer ve bir şey öğrenememiş bu Anadolu çocuğu, mebusla mahpusu birbirine karıştırmış.
Kırk yıldan 1876 mebusan meclisinden beri kullanılan bu mebus kelimesinin manasını, halk öğrenememiş, demek ki! İşte o zamanları halkımzın çoğunluğu böylesine, okuma yazmadan, bilgiden görgüden mahrumdu.  (Rahmi Apak’ın anılarından)

 

Kurtuluş Savaşında Sözde Hocalar ve Akıbetleri, İlginç Olaylar

Mustafa Kemal’in çizmelerinin tozu

Mustafa Kemal yanındaki komutanları ile İzmir’e gelirken Nif (Kemal Paşa) dadırlar. Orada konaklayacağı evde, zulüm ve ateşten kurtulan, başlarında beyaz başörtülü bazı Türk kadınları, diz çökerler, sarılıp M. Kemal’in dizlerinden öperler; “başörtülerinin ucuyla çizmelerinin tozunu alıp sürme gibi gözlerine sürdüler”… Acaba bu adet, bir Türk töresi mi?  Her neyse, acı, çile çeken insanların sevgisini, mihnetini yansıtmakta olduğu belli.
O günleri yaşayan ve yazan tarihçilerin yazdıklarından öğrendiğimize göre, padişah atlarının ayak tozlarından göze sürme yapmadan söz ediliyor. Burada ister istemez, nedense, yüzyıllar sonra, Kurtuluş Savaşında Türk Ordusunun İzmir’e girdiği sırada M.Kemal’le ilgili şu olay aklımıza geldi
Günümüzden 500 yıl kadar önce Hoca Sadeddin Efendi’nin yazdığı Tac’ut Tevarih adlı tarih kitabından öğrendiğimize göre, Türk komutanların, askerlerin başarısını göre Türk kadınları, “…atının ayağındaki tozu göze sürme çektiler” şeklinde ifadeler bulunmakta. Demek ki bu jest içten gelen samimi bir teşekkür olayıdır)
İsterseniz meraklısına örnek de verelim:
“…..güven yolunu tutmasını ve yiğit padişahın atının ayağı tozunu sevinçle başına taç etmesini bildirdi”. (Tacu’t Tevarih Hoca Sadettin Efendi Cilt:1 Sf: 155–156–173)
Şah İsmail’i yenen Yavuz Selim Tebriz yolunda.   “ …Bu olayın peygamberin şeriatının yeniden doğuşuna işaret sayarak, gönül alıcı atının nalı tozunu umut taşıyan gözlerine sürme ve parlatıcı tutabildiler. (Tacu’t Tevarih Cilt:4 Sf: 221)
Yavuz Sultan Selim’in Halep’i alması sırasında, Hoca Sadedin Efendi şunları yazıyor: “…Yüce padişahın keklik gibi seken atının ayağının tozunu yüzlerine sürmek, ulu sultanın melâikeleri andıran ordusunun ayak tozlarını şifa macunu etmek için…” (Tacu’t TevrihCilt: 4 Sf: 290)
Cihanı aydınlatan yüce yaratışlı, doğuşu beklenen ve ayağının tozu yüzlere sürme olan şehzadenin gelişi beklenmekte idi. (Solak zade Tarihi Cilt:2 Sf: 58)
“Yeryüzünde Allah’ın gölgesi olan padişahın şerefli vücuduna halkın ihtiyacı olduğunu bildiren”  sözleri…
Fatih’in Tarihi -Tursun Beg Sf: 21

İstiklal savaşı gazisi köylüm dişçi Berber Ali
30 Ağustos 1922 de Başkumandanlık Meydan Muharebesinde, mağrur düşman ordusu yenilip çözülmeye başlayınca, Türk ordusu 9 Eylül’e kadar 400 km lik yolu düşmanı kovalayarak, muharebe ederek İzmir’e doğru akıyordu.
Bizim köyde 1970 li yıllarda 80 yaşının üstünde yaşayan, “Berber Ali” derler bir İstiklal Savaşı Gazisi vardı. Zaman zaman savaş anılarını anlatır, biz de onu heyecanla dinlerdik. Onun ansına, ruhunun rahmetle anılması için anlattıklarından hafızamda kalan, İstiklal Savaşı anılarına yer vermek istiyorum. Kendisi berberlik yanında diş de çekerdi. Tek bir diş çekme kerpeteni vardı, anestezi filan bilmez, uygulamaz, bağırtı bağırtı insanların dişini çekerdi. Ordu da aynı görevi yaparmış.
30 Ağustos günü top sesleri arasında bir komutanını ve öteki anılarını şöyle anlatırdı:
Afyon’un sivrisinde düşmanın hareketini tarassut ediyorduk. Toplar gümbürderken, gumandar (komutanı) beni çağırtmış, “çağırın şu Berber Ali’yi de şu boşlukta beni traş etsin” demiş.  Saçı sakalı birbirine karışmış gumandarın yanına vardım, bir selam çaktım. Kumandar “oğlum Ali çabuk tarafından beni acele traş et, biraz sonra topçu susacak, o zaman hareket edeceğiz, sen hemen beni bir traşla” dedi. Başüstüne gumandarım dedim, Afyon’nun sivrisinde (Afyonkarahisar’ın içinde bulunan kayalık bir tepe) bir gayanın siperine oturttum, yanımda kırarım diye korka korka taşıdığım kırık bir aynam vardı, onu gumandarın eline verdim. Dişçiydim bir tek kerpetenim vardı. Berberdim, bir ustura, bir de makasım vardı, başka bir şeyim yoktu. Gumandarın boynuna bir havlu gibi bir bez sarıp, gumandanım traşın nasıl olsun, İstanbul traşı mı olsun, güvercin göğsu mü olsun…. Ben bunları sayınca gumandanım, “ulan teres, ben bunları pek bilmem, nasıl biliyrsan öyle traş et” dedi. Ben de kafama göre kayaların arasında gumandarı traş ettim.
 “……Düşman bozuldu süvariler hızla takipte, düşman bozulduğunu görünce geri hatlarda gaçarken geçtikleri bütün köyleri yakmışlar, erkekleri öldürmüşler, hayvanları bile öldürmüşler, gadınlara tecavüz etmişler. Bu fecaatleri göre göre bir haftada İzmir’e girdik. O gördüğümüz köylülerin, kadınların intikamını almak için, biz de rastladığmız gavur Rum evlerine daldık, bütün gadınlara giriştik amma, biz de onlara erkekliğimizi gösterdik, Rum gadınlarına bir ya…döşedik, değme gitsin”.  (Demek ki, düşman işgalinde vatan giderken namus da elden gidiyordu, diye kendikendime söylenirdim)
Demek ki cephelerde böylesine şeyler de oluyor. (500 yıl kadar önce Hoca Sadeddin Efendi’nin yazdığı Tac’ut Tevarih adlı kitapta okumuştum, hemen o aklıma geldi. Sadettin Efendi kitabında Rumeli fetihlerini anlatırken çeşitli ganimet ve yağma yanında, “eskerimiz nice bin huri gibi gadın, gızlarla, oğlanlarla halvet oldular” diyetecavüzleri bile anlatıyordu).
Cevat Kulaksız kulcevat 599@gmail.com

KAYNAKLAR:
1- Yüzbaşı Selahattin’in Romanı Sf: 252–253)
2- Şu Çılgn Türk’ler Turgut Özakman Sf: 331–332- 349-662
3- http://www.icericumra.com/icericumra-hakkinda/milli-mucadele-yillari.html
4-Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları. Rahmi Apak TTK Yay. 1988 Sf: 206-223

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget