Kasım 2024
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Halk iradesi ve kayyum engeli paneli (3)
Ankara Dayanışma Derneği’nin öncülüğünde Halk iradesi ve kayyum engeli düzenlendi. Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezinde 17 Kasım 2024 günü yapılan panele eski Adalet Bakanı Seyfi Oktay da dinleyici olarak katılırken konuşmacı olarak Av Şenal Sarıhan (TBMM 25. Ve 26. Dönem CHP Ankara Milletvekili 29 Ekim Kadınlar Derneği Başkanı), İlhan Cihaner (Emekli Cumhuriyet Savcısı TBMM 24. Ve 26. Dönem CHP Denizli Milletvekili), Esen Aksoyoğlu (Siyasal Bilimci-CHP Gençlik Kolları eski Yöneticisi) katıldılar. SDD ve SODAD Önceki Başkanı Av. Kemal Akkurt’un kolaylaştırıcılığındaki konuşmalara üçüncü konuşmacı olarak emekli Cumhuriyet Savcısı İlhan Cihaner yaptığı konuşmada şunları söyledi:

(Salonda bulunan Eski Adalet Bakanlarından Seyfi Oktay’la ilgili anılarından bahsederek konuşmasını sürdüren İlhan Cihaner şöyle devem etti: 

Halk iradesi ve kayyum engeli paneli (3)

“Nerdeyse sayısını unuttuğum reformlar çıkaran iktidar, yaptıkları her reform her şeyi geriye götürdü bugüne kadar. Oysa gerçekten Türkiye’yi ilerletici tek reform hatta belki de devrim niteliğindeki cumhuriyet sonraki dönemde değişiklikler CUMOK değişiklikler olarak adlandırıyordu, o dönem sayın bakanımızın (Seyfi Oktay) sayesinde hayata geçmişti, büyük mücadelelerle polislerin yürüyüşler düzenlediği “insan haklarına hayır” diyen dönemde gerçekten Türkiye’de işkence bir miktar geriletildiyse insan hakları artık özellikle ceza yargılamalarında azaltılmışsa kendilerinin sayesindedir. Ben de saygı ile selamlıyorum kendisini (alkışlar)

Türkiye’nin anayasasızlaştığı bağımsız olmadığı bir dönemde hukuki bir çerçevede ele almak, bizi tam da istedikleri teknik detaylara boğmak anlamına geliyordu, onun için bu işin özünde siyasi geliş olduğunu bilmemiz lazım. Ama bu demek değildir ki hukuka karşı hukukla ilişkisi ne olduğunu da söylemeyelim, konuşmayalım. Bir kere Şenal Sarıhan da sayın Kemal Akkurt da belirtti, şimdi şöyle, bir kere anayasada anayasanın 127. Maddesinde mevcut kayıtın rejimini temellendiren hiçbir dayanak yok, tam tersi ona engel olan bir çerçeve var orda. Çünkü görevleriyle ilgili suçlarda ancak öyle bir geçici görev geçici olarak uzaklaştırma yapabileceği söylüyor. Oysa görevden alınan belediye başkanlarının hiçbiri görevleri ile bir suç işledikleri iddiasında değiller, tam tersi hatırlayacak olursanız bu yasa, daha doğrusu şimdi yasa haline dönüştü, bu Kanun Hükmündeki Kararnamenin (KHK) çıkarılış amacı Fethullahçı çeteyle mücadele amacıydı. Olağanüstü Halin ilan edilmesi gerekçesi de oydu., o görevle çıkarıldı. Geliyoruz burada ikinci anayasa ya da hukuka aykırıyla bu tarz düzenlemeler hangi amaçla çıkarıldıysa o dönemde geçerli olur, ondan sonra niteliklerini kaybederler. İlgi duyan insanlar, Metin Günday’ın çok güzel değerlendirmeleri var, idare hukukçusu, yani siz o dönemde şu iş çıkardın deyip sürekli hale getiremezsiniz. Orda da bir sıkıntı var, gene kanun maddeleri hele böyle ağır sonuçları doğuran kanun maddeleri belirli olur. KHK de sonra kanunlaşan metin de “terör veya terör örgütlerine yardım yataklık” diyor. Çünkü bu terör suçu baktığınız zaman terör suçları var, terörle mücadele yasasında sayılmıştı, bir de o örgüt çerçevesinde çerçeve suçlar var, öyledir ki bir kişiye üyelik addettikten sonra, onun işlediği bir küfür suçunu bile bir hakaret suçunu bile o kapsama sokabilirsiniz. Yani neresinden tutarsanız tutun hukuk alanında elinizde kalıyor bu uygulama.

Bazı yurttaşlarımızın özellikle CHP’sinde çatlak sesle diyebileceğimiz açıklamalar sonrasında şöyle yorumlar da yapıldı. Ya iyi de ya bu suçu işledilerse bu göreve devam mı etsinler” deniliyor. Burada da geliyoruz Türkiye’deki yargı sisteminin özellikle terör kavramının nasıl bir kaldıraç olarak kullanıldığı onu nasıl yansıttığı eğdiği büktüğü karşınızda da bir dönem terör suçuyla suçlanmış bir kişi var, öğretmenler var, gazeteciler var; böyle yargının da artık siyasetin tamamen aracı haline geldiği yerde şöyle de bakamayız, yani orda mahkeme karar vermiş tutuklanmış ve bir de böyle bir yasa var, o zaman bu olabilir sonumuz bekleyelim” bu kabul edilebilir bir tutum değil. Bir bütün olarak çalışmamız lazım. Burada hemen ilk söyleyeceğimi söylüyorum, bu tüm sorunların tamamı iktidar meselesidir, yani iktidarla uzlaşarak iktidarla pazarlık yaparak bu sorunlar çözülmez. Bu topyekûn iktidarın her bir yetki alanına yasama yürütme yargı alanına hâkim olduğu bir sistem içerisinde bunların tamamı değişmeden giderek sistemi sorgulamadan rejimi sorgulamadan yeni bir devlet anlayışıyla analiziyle topyekûn bir değişimi talep etmeden bu sorunları çözemeyiz, bir kere bunu söylemek lazım.

İkincisi, bazı kavramları biz çok böyle idealize ediyoruz, fetişleştiriyoruz ya kavramın kendiliğinden ya bir dönem o büyülü geçmişten dolayı yapıyorum, bunlardan birisi de milli irade, milli irade biraz demokrasi ile ilişkili halkın halk için kendisini yönetmek, böyle özetleyebiliriz. Böyle bir şekilde halk iradesi verilen kararlara yansıyacak. Bu doğrudan demokrasinin insanlık tarihinde çok kısa süreli uygulanması dışında hiçbir dönem olmamıştır. Sınıflı toplumlara geçtikten sonra o halk iradesi doğrudan doğruya politik ve ekonomilerin geniş kesimlerin rızasını almak için elde etmek için kullandıkları bir perde haline dönmüştür. Bunu görmemiz lazım yani şu andaki parlamentoya halkı halk için yöneten halk mensuplarına milli irade diyebilirmişiz. Ya da daha doğrusu bir adım ileri gidelim, partilerimiz var mı, çünkü halk iradesinin somutlaştığı ve halkı “doğru iyi demokratik” bir şekilde yönetme amacıyla o duvarında yazan “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” kavramını veya tevzi edecektir bir yerdir. Parlamentolar temel olarak üç fonksiyon yolları vardır, bunlardan herhangi birisi olmazsa parlamentolar parlamento olarak sayılamazlar. Dolayısıyla da parlamentolar milli iradenin tecelli ettiği bir yer olarak görülemez.

Birincisi hepimizin bildiği kaygı yaratmadır, kanunların parlamentoda yapıldığını Türkiye’de iddia edebilecek herhangi bir kimse var mıdır? Biz biliyoruz ki kanunlar cumhurbaşkanlığının oluşturduğu ofislerde bazen bunlar bir yerde çıkarı varsa firmalar bile olabiliyor. Maden kanunundaki değişikliklerin açıkça birçoğu büyük firmalar sayesinde yapılmıştır. Özelleştirmeler nerdeyse birçoğu firmalar almıştır ya da onların çıkarları doğrultusunda kaleme alınmıştır. Tarımın geriletilmesi bunlarda bizim makbul gördüğümüz politikacıların da çok günahı vardır maalesef. Bunlar kaleme alınır, parlamento ancak bir hukuk anayasal kılıf getirir. Orada bir cümleye bile parlamentonun yüzde 49’u bile karşı çıksa müdahale dilmiyor. Ne zamanki o karşı çıkışla toplumsal tepki oluşuyor. Kadın hareketi bunu bir kez başarmıştır. Başka da başarısı yoktur. Parlamentonun bu konuda parlamento o zaman ancak geri adım atabiliyorlar. Ama bu eğer iktidarlarıyla ilgili ise mümkün değil, o da ortak payda ya da ortak aklı hayata geçirmek mümkündür. Dolayısıyla parlamentonun birinci fonksiyonu artık Türkiye’de yoktur diyebilirim, nasıl ki anayasa yok diyorsak Türkiye’de parlamento yok diyoruz.

İkinci fonksiyonu, parlamentolar bütçe yaparlar millet iradesinin çıktığı en önemli kavramlardan biridir, yurttaşın halkın ürettiği değerlerin nasıl harcanacağını milletin parlamentodaki temsilcileri aracılığıyla karar verir. Son yirmi yıı düşünün Türkiye’de “beşli çete” olarak adlandırılan dar anlamıyla biraz daraltılan beşli mişli değil yani, belki 30lu, 40lı, 50li, 100’lü çeteler vardır. Bu çetelerin hizmetine koşulmuş bir güç ve yerine getirilmeyen, üstelik bütçe de göstermelik, bütçe yapılıyor, bütçe daha altı ayı dolmadan paramparça ediliyor zaten bambaşka teknik gerekçelerle mekanizmalarla da bunu yapıyorlar, dolayısıyla elinde bütçe hakkı bulundurmayan bir parlamentoda ne milli irade gerçekleşir ne de halk için olur. Denetim mekanizması Sayıştay aracılıyla ya da Meclis içi soru, araştırma önergesi soruşturması şekliyle yapılır. Bu kadar skandalın olduğu yerde Meclisin onay vermediği tek bir soruşturma araştırması açılmamıştır. Hırsızlıklar olur, yolsuzluklar olur, çeteler olur çok büyük olaylar olur hiçbirinde, eğer AKP kendi tabanından ya da geniş bir toplumsal rahatsızlık olmadıkça buna dair bir iş yapma ve Sayıştay’ın gerçek fonksiyonda ne kadar uzaklaştığı giderek Sayıştay mensuplarının bile “yazıyoruz yazıyoruz işe yaramıyor” diyerek artık raporlarını yazmadıkları döneme gelmiş durumdayız.

Geliyoruz Kayyum analinizine; eksik olduğunu düşünüyorum, bir kere nörolojik olarak kayyum kayyum artık galatı meşhur oldu, Kayyum dediğimiz oldu sanıldığı gibi sadece belediyelere yönelik bir yönetim tarzı değil, kayyum aslında Türkiye’deki ucube rejimi adlandırabileceğimiz anahtar kavramlardan birisi. Doğrudur kayyum mekanizması ilk önce bir çeşit ataerkil rejimin uzantısı gibi sadece Kürt siyasetine oylarının yoğunlaştığım bölgelerde çeşitli ırkçı ataerkil rejim gibi hayata geçmiştir oradan başlamıştır. Özellikle 2015 seçimleri sonrasında cumhurbaşkanının seçiminde Kürt hareketinin, o dönemki temsilcilerinin onun başkanlığının ikna olmaması üzerine başlatılan bir süreç. Ama sonrasında bu bir yönetim tarzı olarak kurumsallaştı, yani bürokrasiyi de kayyum mantığıyla yönetmeye başladılar. Kayyım dediğimizde de sadece belediye başkanı alındı, orda bir demokratik temsil eksikliği var gibi ele alamayız. Kayyumların aynı zamanda bir de ekonomik boyutu var. Göreve gelen kayyum örneğin ihaleleri çok vahşi bir şekilde kendi ajandalarına göre kendi yandaşlarına tahsis ediyorlar. Oraya gelenler aynı şekilde cemaatleri tarikatları inanılmaz şekilde destekleyecek ve kamu kaynaklarını onların emirlerine veriyor. Onun dışında inanılmaz bir tutuklama, görevden alma, işsiz bırakma meselesi var. Şimdi burada ben tabi kayyumun ne olduğunu ne kadar antidemokratik olduğunu söyledik konuştuk. Burada herkes bunun ne kadar antidemokratik olduğunu biliyor.

O zaman belki de ne yapmamız lazım? Ortada eylemimiz arasındaki tutarsızlığı bence birkaç kelime gözümüzden geçirmemiz lazım. Eğer bir olağanüstü dönemde yaşıyorsak ki şu anda yaşadığımız dönem, sürekleştirilmiş bir sıkıyönetimdir aslında, darbe dönemidir. Eğer bir ilde vali kafasına estiği zaman eylem yasağı getiriyorsa, seçilmiş belediye başkanı, seçilmiş milletvekili iktidarın keyfine göre görevden alınıp içeri atılabiliyorsa, işte siyasi yasaklar yapılıyorsa o rejimin adını araştırmaya gerek yoktur. O zaman böyle bir rejime karşı sanki bir normal süreçmiş gibi normal dönemin politikalarıyla tepkileriyle hareket edemezsiniz. Esenyurt kayyumu atandığı zaman o sabah Esenyurt belediyesinin önünü sadece Esenyurt’ta o belediyede çalışanlar oy verenlerle sarabilseydik acaba iktidar bu kadar pervasız davranabilir miydi? (Alkışlar). Hatta giderek ilk kayyum atandığı zaman bu demokrasiye aykırı bir tutumdur, bu kabul edilemez halk iradesini, partisi hangisi olursa olsun, acaba bu güçlü tepkileri geliştirebilseydik bu olur muydu? Van örneği gibi ki Van daha yeni iş 2016’dan beri atanıyor. Şimdi ben rakamları çıkardım size ilk 11 Eylül 2016 da uygulamayı yaygınlaştırdılar, 102 partili belediyelerden zaman içerisinde 91 kayyum atandı ve bu sadece kayyum atama da değil, on bine yakın tutuklama gerçekleşti bununla beraber. Çünkü onu karşılaştırmak için bu mekanizmayı da yapıyor. Ve yanlış bilmiyorsam en az onun iki katı kadar belediye çalışanı ve işten alındı. Şimdi o dönem ben 2019 seçileri öncesinde CHP’nin ve muhalefetin başta o dönemki masada bu gidişata dur diyecek üçlü eylem yöntemlerini hayata geçirilmesi ya da gerekirse masada boykotun da olduğunun iktidara öğretilmesi gerektiğini, yani biz oyun oynuyoruz seçim yapıyoruz seçim için o kadar emek veriliyor insanlar işinden gücünden bir demokratik motivasyonla sahaya çıkıyor, ama ertesi gün tek bir yazıyla emeğin hepsi berhava ediyor. Bu bir değil, üç değil dördüncüye geldik bu aldatmayı bir kere insanların bir şapkalarını önüne koyup düşünmesi lazımdır. İki kez mi yaşayacağız. O dönem bir gerekirse CHP ve muhalefetin bu kayyum uygulamalarından kalıcı olarak vaz geçildiği hatta çıtadan ayrıldığı bir statü olmazsa buyurun kendiniz oynayın. Bunu yaptığınız zaman şöyle bakabilirsiniz, evet AKP de seçime girer değil ülkenin güçlü bir meşruiyete ihtiyacı var. Türkiye sadece AKP’den ibaret değil, özellikle son kayyum uygulamasıyla ilgili kamuoyu yoklamalarda yüzde 60 lara 70 lere varan rahatsızlık var. Çünkü insanların kafası şöyle de çalışıyor, bir de acaba dönüşü de olacak mı? Ya da uluslararası toplumun göstereceği tepki var. Bu da boykotlardan birisidir, boykot olur, aktif boykot çekilme olur, kademeli tepki gösterilir ama yapılacak en son şey yıllardan beri zaten sokak kötüdür diye siyasi refleksleri nerdeyse iğdiş edilmiş kitleleri bir mesajla sokağa çağırmak, olmuyor işte gelmiyorlar. O zaman olağanüstü dönemin muhalefeti de olağanüstü örgütlememiz lazım. Olağan dönemin argümanlarıyla parlamento varmış gibi, anayasa varmış gibi hareket edersek bunların hepsi olur. Burada da fırsatı özellikle CHP belediyeler bence çok büyük taktik bir hataydı bir İstanbul seçimi iptal edildiğinde o seçimin çok güçlü bir şekilde il seçimine güçlü bir şekilde sahip çıkmayarak yaptık buna, alıştırıldık. “Nasip olursa tekrar seçilirse geliriz” bu olmaz. Artık varlık nedeninin bile artık yavaş yavaş bizi alıştırdılar. Nitekim maalesef bu refleks Esenyurt’a kadar uzadı, bundan sonra da ayrı şeyden bir kopuş işareti almıyor.

Halk iradesi ve kayyum engeli paneli (3)

Burada CHP ye düşen bir kere ne olduğuna karar vermesi gerekir bir kere politik hattının ne olduğunu teslim etmek zorunda CHP bir merkez parti midir? CHP milliyetçi midir? CHP sosyal demokrat bir parti midir? CHP geçmiş sosyal demokrasinin yeniliklerini yetersizliklerini de eleştiren demokratik sol bir parti midir? Çünkü bunu yapmadıktan sonra bir belediye başkanınız çıkar iyi oldu der, sığınmacımız gerek olduğunda biri bir şey der, biri bir şey der. Ama biz bunu çözmedikten sonra da bu tarz sorunlara karşı güçlü refleksler üretmesi çok zor. Önümüzde bir program kurultayı gibi bir plan var, umuyorum bu program kurultayı parti içerisinde birbiriyle yarışıyor görülen troykaların ya da tüm partiyi politik geleceklerinin aracı haline indirgemiş birtakım figürlerin yarış farklı fikirlerin yarıştığı özellikle CHP sinin politik hattının tanımlandığı bununla ilgili kadroların da partiyi yönettiği bir hal alır. Çünkü CHP tüm gücüyle sahaya çıktığında gerçekten oyunu değiştiriyor. Gözlemini yaptık biz, CHP sahaya çıktığında oyun değişti, orada maalesef güçlü dinamik berhava edildi. Şimdi bu inşa edileli bir farkındalık var, dünyanın değiştiği bir kavşaktayız, sadece Türkiye’nin değil. Umuyorum ki bununla beraber teşekkürler”.

Karşılıklı sorular ve tamlamalarla panel sona erdi.

Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com

Sayın Erdoğan Bu Kaçıncı Bu Sefer Yanılmayınız Lütfen
Sayın ERDOĞAN; size,  politikacı, yani AKP Genel Başkanı kimliğinizle yazıyorum bu yazımı. 


Türk siyasi tarihinde belki de ileride hiç kırılamayacak, hiçbir politikacıya nasip olmayacak bir politikacı rekorunun sahibi olarak tarihe geçeceksiniz. 


Gençliğinizden, tabiri caizse delikanlılığınızdan itibaren politikanın içinde aktif bir şekilde yer almanıza rağmen; Türk Milleti,  sizi rahmetli ERBAKAN'ın partisinden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olarak seçim öncesinde katıldığınız açık oturumlara kadar pek tanımıyordu. 


O seçimlerdeki güçlü aday enflasyonu sonucu laik ve demokrat merkez sağ partilerin oyları aralarında  paylaşarak bölmesi sonucunda,  din ağırlıklı bir partinin adayı olarak aradan sıyrılarak, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildiniz. Yani,  seçimle ve halkın tercihleriyle başkan oldunuz ve karizmanız, koşullar,  şansınız ve gayretinizle otuz yıl içinde basamakları tırmanarak belediye başkanlığı,  milletvekilliği,  Başbakanlık ve  derken Cumhurbaşkanlığı makamına kadar  tırmanarak bugüne geldiniz. 


Kim ne derse desin, ülke sizin bu makamlardaki çalışmalarınız nedeniyle umulan refah seviyesine erişmiş, uluslararası başarı elde etmiş olsun veya olmasın, bizatihi sizin, eşit koşullarda yapıldıkları  tartışmalı olsa da,  seçim yoluyla demokratik bir şekilde,  peş peşe sırayla bu makamların koltuklarında oturabilmeniz,  ülke için olmasa da, siyaseten ve şahsınız adına gerçekten büyük başarı ve kırılması imkansız bir rekordur. 


Sizinle aynı politika ve dünya görüşünü paylaşmadığımı ve ülkemiz adına uzun süreli iktidarınızda başarılı olamadığınızı, bani ve ülkemin çoğu insanını, hatta AKP'ye oy veren çoğu seçmen kitlesini de hayal kırıklığına uğrattığınızı, açık yüreklilikle ve samimi bir şekilde beyan ediyorum. 


Bugüne kadar ülkeyi yönetirken, sayısız kere,  çok yanıldınız. 


Yanılmak insanlara  mahsustur ve doğaldır biliyorum. Bir insan olarak, ben dahil  herkes yanılabilir. 


Ancak, yıllarca tek başına iktidar olarak ülkeyi yöneten ve ülkenin kaderini elinde tutan belli mevkilere gelen ve önemli koltuklarda oturan kişilerin; ülkenin ekonomisine, siyasetine, dış politikasına, eğitim ve sağlık sistemine,  telafisi zor büyük zararlar veren,   birden ziyade yanılma hakları ve lüksleri yoktur. 


Sayın ERDOĞAN; siz, aslında yerinde ve  ülkenin birlik ve beraberliği, barış ve huzuru için çok yararlı olacak olan Kürt açılımını,  büyük bir cesaretle başlattınız.  Ancak, bu açılımı iyi yönetemediğiniz, belki de samimi olmadığınız için,  başarıya ulaştırıp sonuçlandıramadınız. Sanırım,  Kürt açılımının içeriğinde, koşullarında ve zamanlamasında yanıldınız ve Kürt sorunu hala gündeminizin ilk sıralarında varlığını korumaktadır. 


Asıl niyeti ve amacı, sinsi bir şekilde, atamalar yoluyla mensuplarını ülkenin tüm kurumlarına yerleştirerek devleti içeriden ele geçirip, son yumruk olan  silahlı darbeyle iktidara gelerek, demokratik ve laik Cumhuriyete son vermek olan FETÖ Silahlı Terör Örgütünü fark edemediniz, veya aynı menzile doğru ilerlediğiniz için  fark etmek istemediniz,  kendi ellerinizle attığınız imzalarla ve çıkardığınız yasalarla FETÖ'yü darbeyle devleti ele geçirme gücüne ulaştırdınız, FETÖ'nün Türk Silahlı Kuvvelerinin ATATÜRKÇÜ subaylarını, düzmece ve uyduruk kumpas soruşturma ve davalarla hapse atarak tasfiye etmesine göz yumdunuz, hadi size inanalım, elinizdeki tüm istihbarat raporlarına rağmen gerçekleri göremediniz ve ne istediler de vermedik dediğiniz, gel artık bu hasret bitsin diyerek meydanlardan ülkeye dönmesi için davetler yaptığınız FETÖ,  sizi yanılttı. Buna da kabul Sayın ERDOĞAN. 


Amerika’nın ve batının  dolduruşuna geldiniz, Esad'ı devirip Müslüman Kardeşler iktidar olsun diye,  Suriye’de baş gösteren iç çatışmalara destek verdiniz, bundan ülkemiz adına ve kendi din ve mezhep anlayışınıza uygun çıkarlar elde edeceğinizi, kısa zamanda Şam’da Cuma namazı kılacağınızı düşündünüz ve buna inandınız, Suriye’nin bölüneceğini, kuzeyinde yeni bir Kürt oluşumunun meydana geleceğini, sınır ötesi harekatlarla ülkemizin iktisaden zayıflayacağını, Suriye’nin bölünmesi sonucunda, Amerika, Rusya ve Kürtlerle sınır komşusu olacağımızı,  ülkemizin geleceği ve güvenliği adına büyük tehlikelerin oluşabileceğini düşünemediniz ve yine yanıldınız, Sayın ERDOĞAN. 


Ülke ekonomisinin,  Cumhuriyetin yüzüncü yılında erişeceği gelişmenin seviyesinde ve gayri safi milli hasıladan  kişi başına düşecek olan dolar miktarının tahmininde ve faiz sebep,  enflasyon sonuçtur tezini savunarak,  enflasyon tahminlerinde hedefleri tutturamadınız ve yine yanıldınız. Aşırı enflasyon sonucu, ülke ekonomisi büyük zarar gördü,  halkımız pahalılıktan geçinemez oldu, fakirleşti, ülkenin kaynakları alınan dış borç faiz ödemeleriyle eridi. Merkez Bankasının döviz rezervi de dibe vurdu. Yine yanıldınız. Bu ekonomik yanılmanız da,  halkımızı per perişan yaptı Sayın ERDOĞAN. 


Daha fazla uzatmaya gerek yok. Asıl konumuza gelecek olursak, şu 30 Ağustos mezuniyet töreninde kılıçlarını çekerek anayasanın gereği olan demokratik ve laik Cumhuriyetin değerlerini, ATATÜRK ilkelerini koruma adına ant içen ve çok doğal olarak, kendilerini ATATÜRK'ün askerleri olarak betimleyen sloganı paylaşan genç teğmenleri, hiç gereği yokken, bunlar ileride darbe yaparlar kuşkusuna ve vehimine kapılarak Türk Silahlı Kuvvetlerinden ihraç ederek yaşayacağınız yeni bir yanılgının eşiğindesiniz Sayın ERDOĞAN. 


Türk halkı üzerinde büyük bir travma etkisi yapacak, Türk Milletinin vicdanını sızlatacak, giderek azalmaya yüz tutan sevenlerinizin daha da erimesine yol açacak, size itibar ve seçmen kaybettirecek, Türk Silahlı Kuvvetlerini ayrıştıracak, tam anlamıyla siyasetin içine çekecek ve bunun sonucunda Türk Silahlı Kuvvetlerini zayıflatacak olan bu düşüncenizden ve yanılgınızdan,  vakit geçmeden dönünüz, ileride bu ihraçların yaratması muhtemel ülkeye ve şahsınıza yönelik kötü sonuçlarını yaşayarak  gördükten ve iş işten geçtikten sonra, ”ben yanılmışım halkımdan özür diliyorum” deme durumunda kalmayınız, bu haksızlığın muhtemel kötü sonuçlarını,  ülkemize ve kendi şahsınıza yaşatmaya hakkınız ve lüksünüz yoktur, Sayın ERDOĞAN.

20/11/2024

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Halk iradesi ve kayyum engeli paneli (2)
Ankara Dayanışma Derneği’nin öncülüğünde Halk iradesi ve kayyum engeli düzenlendi. Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezinde 17 Kasım 2024 günü yapılan panele eski Adalet Bakanı Seyfi Oktay da dinleyici olarak katılırken konuşmacı olarak Av Şenal Sarıhan (TBMM 25. Ve 26. Dönem CHP Ankara Milletvekili 29 Ekim Kadınlar Derneği Başkanı), İlhan Cihaner (Emekli Cumhuriyet Savcısı TBMM 24. Ve 26. Dönem CHP Denizli Milletvekili), Esen Aksoyoğlu (Siyasal Bilimci-CHP Gençlik Kolları eski Yöneticisi) katıldılar. SDD ve SODAD Önceki Başkanı Av. Kemal Akkurt’un kolaylaştırıcılığındaki konuşmalara ikinci konuşmacı olarak Siyaset Bilimci Esen Aksoyoğlu yaptığı konuşmada şunları söyledi:

Halk iradesi ve kayyum engeli paneli (2)

“Türkiye’deki sağ siyasetin kendilerini bir şekilde sayıca üstün olmasından kaynaklanıyor. Bunu çeşitli kereler tarihsel dönemlerde anlatmayı denediler. Bu anlatı özellikle Tayyip Erdoğan’ın o meşhur İstanbul seçimleri kazandığı rolün bölünmesiyle çok iyi hatırlandığı için söylüyorum, solun bölünmesi sebebiyle bir şekilde Tayyip Erdoğan’a başarı sağlamıştır. Sonraki yıllarda merkez sağ siyasetin yok olmasıyla beraber çok şanslı bir şekilde bu yanıyla Tayip Erdoğan’ın içinde bulunduğu hareketin Refah Partisinin kapatılmasıyla beraber bu şekliyle Tayip Erdoğan ve arkadaşlarının yolu açılmış oldu.

Ama burada iki temel krater var, birincisi Türkiye’de sol siyasetin sahada yaptığı birtakım hatalar bunlardan kaynaklı bütün o siyasetçilerin yollarının açılması, ikincisi aşama ise sosyal birimlerin iki yıl içinde muazzam bir şekilde yatmış olması, o da şuradan kaynaklanıyor, Tayip Erdoğan ve hareketini teorik olarak besleyen çerçeve esasen Abant toplantılardır orda birtakım bilim insanları, siyaset bilimciler, aynı zamanda hukukçular, işin kötüsü Abant toplantılarıyla beraber bir manzume ortaya koymayı başardılar, dolayısıyla bir silah doğrudan doğruya Tayip Erdoğan’ı bir yoluna oturan ve şanslı olarak harekettir. Çünkü Türkiye’de 2001 ekonomik krizden hemen önce ekonomik krizi yapısal olarak tetikleyen bir Asya gribi var, 97 Asya gribi, bu Asya’daki ülkeleri derinden etkiledi, beraberinde Türkiye’ye taşındı, Türkiye’deki yapısal sorunlarla beraber gribi çok derin bir şekilde yaşadık ki bugün zannımca 2001 garibinin daha büyüğünü yaşıyoruz. Ama zamana yayılmış olduğu için pek hissedilmiyordu, parakete sektörü tamamen felç olmuş durumda, üretim alanı hareket etmiyor, inşaat sektöründe sıkıntı var, bütün bunlara rağmen 2001 krizi daha etkili sıkıştırılmış çok çeşitli etkileri olduğunu hatırlayalım. Gene bir esnafın Bülent Ecevit’e hesap makinesi fırlatmasıyla beraber krizin etkilerini görmeye başlandığı dönem oldu. 

Başka bir durum da şuydu, 28 Şubat Süreci, 28 Şubat’ın en büyük avantajlarından biri çoğunluk olmak halini bir vesayetle ilişkilendirme süreci. 28 Şubat dönemini tartışabilen dolaysıyla onun müdahale ettiği ölçüde AKP’nin gelişimini azaltan bir durum olabilirdi, ama şartlar gereği o konuyu bir türlü yakalayamadı. Çoğunlukla AKP iktidarının vesait diye kolluk kuvveti olarak yokladığı askerlerin yönettiği bir süreç olarak ortaya çıkmış oldu. Dolayısıyla bizim için de toplumsal kesimler bu süreci ne içselleştirebildi ne de yerinde duramadı. Çok arada yerde kaldık maalesef, çünkü dolaysıyla bir yanıyla da bu sürecin içinde dahil olmak esastan vesayeti bir taraftan olmak anlama geliyordu.

Son iki yıllarda Cumhuriyet mitinglerinde orada olmakla saha görevlisiydin CHP Gençlik kollarında, orada gördüğümüz için biraz da şuydu toplum içinde bulunduğumuz toplumsal kesim bir yanıyla bu iç şey demokratik yollarla çözüşeme kavuşturulabileceğini göstergesi olarak sokağa çıkma imkanını elde etmiş oldu. Orda en klasik sorulardan bir tanesi ne şehit ne postaldı dolayısıyla demokratik mekanizma içerisinde seçimler yoluyla AKP’yi göndermenin yolunu yöntemini bu anlamda nitelikleri bir devrim niteliğinde oldu, yani bizim içinde bulunduğumuz toplumsal kesimler kolluk kuvvetlerinin kolladığı bütün o güçleri dışarıdan içeri çekilen de Türkiye’nin esas gücünün halk olduğunu ifade eden bir düze çıkardı bu süreç. Cumhuriyet mitinglerinin tahakkümle ilişkisi esasen daha sonraki yıllarda Fethullahçı çetenin ortaya koymaya çalıştığı 15 Temmuz darbe girişiminde de bir şekilde önüne bir destek kurdu. Nasıl oldu bu, bu askeri ilişkileri tamamen kenara bırakarak söylüyorum, 15 Temmuz darbe girişimde sonraki ilk kitlesel eylem CHP’nin Taksim mitingidir. Taksim mitingine kadar bir sokak eylemi yok, sokaklarda çok fazla da insan yok, daha doğrusu o sokaklarda örgütlenmiş kalabalıklar.

Daha sonraki süreçte 15 Temmuz’da Taksim mitingi olmasaydı büyük ihtimalle AKP Yenikapı’da büyük miting bile tonlayamazdı. CHP’nin dayandığı toplumsal taban da buna bağlı esasen dolaysıyla kanımca 28 Şubat sürecinin en büyük sorunlarından biri CHP’nin o günkü sosyal demokrat o günkü siyasetinin toplanamamış olması o günkü durumuyla ilgili idi.  Daha sonraki yıllarda ise iktidar partisinin sanki Tayip Erdoğan ömür boyunca iktidarda kalacağı yönündeki temel kabulü topluma dayatmış olmasıydı. Bu şu yönden çok önemli bu haliyle Tayip Erdoğan’dan sonrasını görebilmek mümkün olmadı. Tayip Erdoğan’dan sonrasını gömebilecek durumda değildik. Hatta 2023 seçimlerinde Kemal Bey kazanmaya çok yaklaştığında bir süre boyunca daha sonraki süreçte Tayip Erdoğan o süreçte neler olacağını bayağı çabalamıştı. Çok hüzünlü bir süre boyunca, hatta bir ay içerisinde beş bin bürokratın değişmesinden bahsedilmişti. Bu da faydalı olmadı, bu konuda Meral Akşener’e bakarak her şeyi baltaladığını düşünenlerden bir tanesiydi. Dolayısıyla Tayip Erdoğan’ın içinde bulunduğu Tayip Erdoğan’ın yönettiği bütün alanın üzerine çıktığı tahayyüllü durumu yaşamak zorunda kaldığı bir durumla karşı karşıyaydık. 2023 seçimlerinden sonra hemen sona yerel seçimler olmasaydı toplumsal muhalefet bu şekliyle gücünü toparlayamazdı, çünkü yerel seçimler bu şekliyle insanların umudunun ayakların altına düştüğü yere serildiği bir ağını kurtarılmak üzerine ortaya çıkmış ve hepimizi yeniden umutlandıran bir yere getirmişti esastan. Şimdi de bakmaya bile bir ihtiyaç var. Millet iradesinin suistimal edilmesi de muhalefeti yenmeye söz konusu bu Türkiye’de hukuk devletinde böyle bir üç hukukçu arasında böyle bir durumda özür dilerim, açıkça anlatırlar. Hukuk devletinde yedi şekilde anlamına geliyor, millet iradesinin her şeyin üzerinde olduğu bir politik sistem esastan yok bir yanıyla, hukuk taşınmaz olarak bütün alanın halkın iradesine rağmen birtakım özgürlüklerimizi birtakım görevler karşılığında anayasa hükümleri üzerinden devlete teslim ediyoruz, bu süreci kendimiz yürütecek kendimiz güvenliğimizi sağlayacak kendimizin eğitimini sağlayacak durumda değiliz. Dolayısıyla doğal haklarımızın bir kısmını devrettiğimi için bu kaçınmaz olarak alanı da bağlayacağı için milletin iradesinin her şeyin üzerinde olduğunu olması çok mümkün değildir.

Bu yıllarca anlatıldı AKP tarafından yıllarca anlatıldı bir şekilde maniple edilmeye devam edildi. Ama son zamanlarda benim gözlemim ki bu çok endişe edilmeye başladığını iletmek zorundayım. Sayın İmamoğlu’ndan da benzer şeyler duymaya başladık ki bu toplumsal olarak bize avantaj sağlıyorsa dahi bunu söylememek gerekiyor. Çünkü bunu söyledikten itibaren esasen işte burada kayyum siyaseti olmak üzere iki düzeneği çöpe atma girişimiyle beraberinde gelebilir, bu çok tehlikeli bir alan, dolayısıyla millet iradesinin her şeyin üzerinde olduğunu söylemek, kaçınmaz olarak son günler için söylüyorum, Anayasanın dördüncü maddesi dahil olmak üzere nerdeyse her şeyi iğdiş edebileceğimiz bir alanı da beraber getiri, insanlık hak ve özgürlükleri de çöpe gitmeye başlar ve her şey gibi göz ardı edilir.

Siyaset bilimi açısından birinci Meclisimizin birinci ve ikinci grubunda görülür, birinci grupta Mustafa Kemal İsmet İnönü ve arkadaşları birinci grupta yer alır. İkinci grupta yer alan daha sonra Demokrat Partici Celal Bayar grubu yer alır, birincisinden daha devletçi daha liberal yönelimleri vardır, siyasal ve ekonomik anlamda. Dolayısıyla iki mahalleli zaman içerisinde Kürt hareketindeki birtakım hareketlenmelerden dolayı iks mahalli duruma erişti. 2002 kılınmasıyla beraber AKP nin iktidara gelişiyle beraber, bir tarafta AKP ve MHP türevleri ama muhafazakar bir yaşam tarzı milliyetçi bir yaşam tarzı, bunun pratiklerinin alanda yoğun şekilde görüldüğü, içki içseniz bile bunu evde yapınıza ilerlediği sizin sorunlarınıza işaret eden bütün sorunları üzerinden merkezi işaretli bir durumu, ikinci mahalle CHP nin de içinde bulunduğu yaşam tarzı hepimizin bildiği mahalle iki buçuk ise, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı mahalle. Bu kentlerin durumu geldiğinde kaçınmaz olarak yaşam tarzı dayatıyor Kürtlerin içerisinde. Burada daha rahat hareket edebildiği özellikle CHP’nin içinde daha rahat hareket edebildiği iş birliği içerisinde girebildiği seçimlerde olduğu gibi yan yana gelmeyi başardığı bir mahalle var, kırsala doğru gittikçe daha da muhafazakarlaşan Kürt hareketiyle hareket etmeyi de bir şekilde sürdürebilen bir mahalle var. Dolayısıyla Türkiye’de özellikle bu buçuk mahalle desteğini alan seçimi kazanıyor gibi bir görüntü de var, Yani Kürt hareketinin olduğu bir mahalleyi almadan bir seçim kazanmak çok mantıklı değil, bu olabilen bir şey değil ama bir yanıyla bu şey durağan mı tabi ki değil, değişiyordu, değişiyordu Kürt hareketi de çok hızlı bir şekilde dönüşür orda bir karılmalar var yani bir hayata geliyorsunuz, bir hayat yaşayacaksınız, o hayatı güzel yaşayıp öleceksiniz. Kürt hareketi bundan elli yıl önce bunları tahayyül etmek yerine bir davanın peşine koşmaya çalışırken bugün bu pratiklerin her gün dönüşmeye başladığını görüyoruz. Bunlar her gün hayli değişiyor, seküleşmede yenileşme de kriterine baktığı için tam anlamıyla bir sosyolojik durum olama dahi oradaki yarım mahalle kendi sınıfına dönüşmeye başlıyor. Dolayısıyla bizim iki buçuk mahalle görüntümüz içindeki birtakım dengeler esastan bizim seçim sonuçlarımıza kadar çok şeyi belirliyor.

Bir kanun atamak için nasıl bir yol almak gerekiyor, buna belki vurgu yapmaya ihtiyaç var. Türkiye’de özellikle CHP’nin dayandığı toplumsal taban   olmak üzere belirli cumhuriyetçilerin ilericilerin bir araya geldiği sosyal demokratların da belki Atatürkçülerin de içinde bulunmadığı bir rıza birimi olmak mümkün değil. Bu olmadığı takdirde bir kayyum ataması yapabilmek herhangi bir kararı geçirebilmek 15 Temmuz darbe girişiminden sonra dahi yapacaklarımızın bir yanıyla mutlaka bu mahallenin içinden geçirmek zorundasınız. Çünkü herkes kendi mahallesindeki muhafazakâr kesimden kendi mahallesinde bir tane CHP’nin oyunu almak istiyor. Eğer bir hareket yapıyor CHP’nin oyunu alamıyorsa o hareketin meşruluğu sorgulanmaya başlıyor. Dolayısıyla buradaki son kayyum girişiminde özellikle Van’da hatırlayalım, Van’da görmüştük CHP yine çok sıkı durmuştu esasen, bence kanımca bir meşru zemini zaten yoktu. Dolayısıyla Van’daki girişim esasen beraberinde meşru bir zeminde yoktu sert bir kayaya çarpmayı başardı bir şekilde o top geri döndü. Van’da o girişim gerçekleşemedi.

Ama Esenyurt girişiminin mantığında bir bu süreci artık Kürt hareketi ile devlet hareketi ile çelişki olmaktan çıkarıp beraberinde onu CHP’li belediyelerinde bir şekilde enjekte etmeye çalışmak, çok önemli burası. İkinci önemli bir kısmı İstanbul Belediyesine ilişkiye çalışmak, çok önemli burası. İkinci önemli kısım Sırası İstanbul’daki belediyeler için de geçerlindir meye çalışmak. Siz Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bir kentten doğrudan alıp bunu bir şekilde İstanbul’a getirdiniz, bir şekilde de CHP’li belediyelere ilişkilendirdiniz. Bu, ilişkiler açısından yeni bir aşamadır. Bu yeni aşama beraberinde kaçınmaz olarak diğer belediye başkanlarını da zan altında bırakmaya başlar. Sevgili Hüseyin Cangüler de kaçınmaz olarak bir kayyum endişesi ile baş başa kalır, sayın Başkan Fethi Yaşar da kalır, diğer başkanlar da kalır. Tüm başkanlar bir şekliyle bu endişenin içinde kalır. Ama hükümetin bunu zaten oluştururken esas kırılma yaşayacağını hiç düşünmediler. Hiç zannetmiyorum, böyle bir şey olduğu onlara da sıkıntı oldu.

Sayın Mansur Yavaş’tan geldi itham, öyle bir karşılık verdi ki, Esenyurt’taki kayyum atamasından 3 saat sonra, çok uzun bir süre sonra maalesef bir avukatlık bürosu görüntüsü ile bir açıklama yaptı, yani yoldaşını, partilisini bir şekilde savunmak yerine daha uzak bir yerde hukukun üstünlüğü işaret ederek bir açıklama yapmış oldu, siyasi temelinden çok uzak açıklamaydı. Daha sonra bunu, sayın Tanju Özcan’la takip etti. Yani hiç beklemedikleri yerde ciddi bir kırılma yaratıp beraberinde sosyolojik anlamda bir kriz yaratmış oldular, bu beraberlik esasen. Dolayısıyla Esenyurt girişimden hemen sonra Batman, Mardin, Halveti girişimlerin olması kaçınılmazdı. O gün olmazsa bir gün sonra zaten olacaktı. Şöyle bir görüntü vardı, dolayısıyla bu görüntüyü vermek beraberinde kaçınmaz olarak kayyum siyasetinin bir yanıyla temas etmek, kaçınmaz olarak istemeden yapılan destek anlamına geliyor. Bu çok tehlikeli bir girişimdi, bunu ama maalesef gözlemleyemediler.

Konuşmacı öylesine hızlı konuşuyordu ki, yazmak oldukça zordu.

Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com

Mesele Türk Silahlı Kuvvetlerinin İtibarının Zedelenmesiymiş!...
Milli Savunma Bakanlığı;  mezuniyet töreninde kılıçlarını çatarak Mustafa Kemal'in askerleriyiz diye slogan atıp ATATÜRK'e ve onun kurduğu Cumhuriyete bağlılık yemini yaptıkları için ordudan  ihraç talebiyle Yüksek Disiplin Kuruluna sevk edilen teğmenlerin,  kamuoyunda gördükleri destek karşısında,  savunma amaçlı olarak bir açıklama yaparak; ”mesele, okunan metin değil,  teğmenlerin emre uymamasıdır, Türk Silahlı Kuvvetleri tartışmaya açılarak itibarının zedelenmesidir” demiş. 


Vay be. Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarını ne kadar düşünüyorlarmış da bizim haberimiz yokmuş. 


Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarını düşünmek şimdi mi aklınza geldi?


Günaydın efendiler. 


Şöyle arkanıza yaslanın, rahat edin ve geçmiş yıllara bir yolculuk yaparak hafızanızı yoklamaya başlayın beyler. 


Eski Adalet Bakanının tabiriyle;  bilge ve saygın  adam,  ülkemizin yetiştirdiği büyük ve değerli din alimi sümüklü FETÖ;  aynı menzile birlikte yürüdüğü AKP iktidarının desteğini arkasına alarak ele geçirdiği emniyet ve yargıyı ve AKP iktidarını kullanarak,  düzmece delillerle Türk Silahlı Kuvvetlerinin saygın ve değerli üst rütbeli subaylarına kurduğu kumpas ve açtırdığı davalarla, ATATÜRK'çü değerli subaylarımızı ve ülkenin genel kurmay başkanını dahi terörist ilan ederek hapse attırdığında, ele geçirdiği Türk Silahlı Kuvvetlerine 15 Temmuz darbe girişiminde bulundurduğunda, bu darbe girişimi sırasında iş başındaki Orgeneral rütbesindeki Genel Kurmay Başkanının;  etrafının FETÖCÜ subaylar tarafından kuşatıldığından,  darbe girişiminden bihaber ortalıkta dolaşırken,  FETÖ'cü darbeciler tarafından tartaklanarak esir alındığında, esir alınmış bu genel kurmay başkanının bu basiretsizliği nedeniyle görevden alınmayarak, kendisine mağdur muamelesi yapılıp onunla yola devam edilmesi ve sonrasında da Milli Savunma Bakanı yapılarak Türk Silahlı Kuvvetlerinin kendisine bağlandığında, Kuzey Irak da Türk askerlerinin başına çuval geçirildiğinde ve bu aymazlığa sessiz kalındığında, Cemaat ve tarikatların TSK de cirit atmaya başladıklarında. Mehmet Sarı isimli sarıklı ve cüppeli bir amiral ‘in Türk Silahlı Kuvvetlerinde itibar görüp hakkında hiçbir cezai işlem yapılmayarak, disiplin yoluyla ordudan atılmayarak,  hiçbir şey olmamış gibi, tüm özlük haklarıyla doğal yollardan emekli edildiğinde, Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarı niçin aklınıza gelmedi efendiler. ?


Şimdi sıkı durun en önemlisi de; bu ülkenin yetiştirdiği en büyük ATATÜRK düşmanı ve vatan haini Fesli Kadir; ATATÜRK'e en galiz küfür ve hakaretleri yaparken, kurtuluş savaşını keşke Yunan kazansaydı diyecek kadar alçaklaşırken,  kurtuluş savaşının önderi ve ordumuzun ezeli ve ebedi Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'ün şahsında, aslında  Türk Silahlı Kuvvetlerini itibarsızlaştırmasına rağmen, bu ATATÜRK ve onun şahsında TSK düşmanı vatan haini Fesli Kadir'e,  hastalığı vesile edilerek,  devletin en üst yöneticileri ve  Diyanet İşleri Başkanı tarafından resmi kıyafeti ve resmi makam aracıyla Vip ziyaretler yapılarak hediyeler sunulurken aklınız nerelerdeydi, o diyanet işleri başkanı hala vazifesinin başında durmaktadır. Hani, nerede  TSK'nın itibarı?


Yaşanan bu gerçekler karşısında diyoruz ki;  ATATÜRK'e ve onun  ilke ve inkılaplarına,  Cumhuriyetin değerlerine, laik cumhuriyete bağlılıklarını,  ettikleri yeminle beyan eden ve “Mustafa Kemal'in, ATATÜRK'ün askerleriyiz” diye slogan atarak yeminlerini perçinleyen genç teğmenlere, ATATÜRK ve  ona bağlılık yeminleri üzerinden en büyük cezayı, ordudan tart cezasını vermek, asla ve asla ordunun itibarını koruma amacına yönelik değildir. 


Bu iktidar döneminde;  ordunun,  zerre itibarı düşünülseydi,  yukarıda sıraladığımız olaylar olduğunda sessiz kalınmaz ve gereği yapılırdı. 


Asıl amaç; Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarının korunması olmayıp, genç teğmenlerin ATATÜRK'e, onun ilke ve inkılaplarına ve laik Cumhuriyete bağlılıklarını ifade eden  bu yeminlerinden işkillenen, ATATÜRK'e ve laik Cumhuriyete soğuk bakan,  siyasal İslamcı, hem demokrat ve hem de laik olunamaz düşüncesinde olan ERDOĞAN'ın;  genç teğmenlerin bu yemininden, istikbale matuf kendisine yönelik potansiyel bir tehdit algılaması ve bu tehdide karşı önlem alma paranoyasıdır, ERDOĞAN'ın bu yeminle sarsıldığına inandığı ordu üzerindeki mutlak otoritesini sağlama ve kendi itibarını koruma altına almaktır.


19/11/2024

Güner YİĞİTBAŞI

Halk iradesi ve kayyum engeli paneli
Ankara Dayanışma Derneği’nin öncülüğünde Halk iradesi ve kayyum engeli düzenlendi. Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezinde 17 Kasım 2024 günü yapılan panele eski Adalet Bakanı Seyfi Oktay da katılırken konuşmacı olarak Av Şenal Sarıhan (TBMM 25. Ve 26. Dönem CHP Ankara Milletvekili 29 Ekim Kadınlar Derneği Başkanı), İlhan Cihaner (Emekli Cumhuriyet Savcısı TBMM 24. Ve 26. Dönem CHP Denizli Milletvekili), Esen Aksoyoğlu (Siyasal Bilimci-CHP Gençlik Kolları eski Yöneticisi) katıldılar. SDD ve SODAD Önceki Başkanı Av. Kemal Akkurt’un kolaylaştırıcılığındaki konuşmalara Ankara Dayanışma Derneği Başkanı Yusuf Şahin’in açılış konuşması ile başladı, Şahin konuşmasında şunları söyledi:

“Ülkemizde karanlığın içerisinden geçerken çürümüşlüğün içerisinde ülkemiz ayaklarımızın altından kayıp gidiyor. Ya T.C. hep birlikte inşa edeceğiz, veyahut da yok olup gideceğiz. İnsanlar bir hareket için önderlik bekliyor. İşçiler sokakta, inşaat işçileri yürüyüşte, maden işçileri yürüyüşte, öğretmenler atanamadı beklemede, sağlık işçileri eylemde, çiftçiler eylemde, hele emekliler hiç durmuyorlar hep eylemdeler emekli olmalarına rağmen, hak arıyorlar, onurları için hak arıyorlar. Bizler de onurlu yaşamak için gücümüzü birleştirmeliyiz. Tek adam rejiminin tek bir korkusu var, haklarımız için birlikte mücadele etmeliyiz, bu onurlu mücadele karşısında hiçbir diktatör duramaz.  Biz bu çürümüşlüğün karşısında daha onurlu daha dik durmalıyız, ben isterdim ki kayyum atandıktan sonra bütün yurtta bütün yurttaşlar sokakta olmalıydı. Sokak özgürleşmektir, sokak emeğin hakkını almaktır. Ankara Dayanışma Derneği olarak bütün dernekler sivil toplum örgütleri ile dayanışma mücadelesinin içinde olacağız”.

Panelistlerin özgeçmişleri tanıtıldıktan sonra ilk konuşmacı olarak Av. Şenal Sarıhan yaptığı konuşmada şunları söyledi:

Halk iradesi ve kayyum engeli paneli
“Ulusal egemenliğin sahibi halktır, geçmiş anayasalarımıza da girmiş olan egemenlik hakkını güvence altına alan ve iktidarı temsil eden gücün de halk olduğunu ifade eden önemli yasal düzenlemeler var. O zaman eğer bir anayasa var ise ve bir ülkede demokrasinin de temeli ise, zaten demokrasi ve anayasa birbirini tamamlayan iki unsurdur, eğer demokrasinin temeli ise o zaman kimin sözünün kimin kararlarının kimin kendisiyle ilişkin gelecekse kimin hâkim olması gerekir? Halkın, halk egemenliği dediğimiz bir egemenlik söz konusu. Ocaklar bütün vatandır, Türkiye toprakları içinde yaşayan bütün halkın ortak iradesi ile sonuçlanacak yürüyecek bir düzene gereksinim var, bu düzenin adı da anayasa.

Anayasalar ne diyor, anayasalar her kimsenin yurttaşı taşıyan herkesin eşit olduğunu ifade ediyor, renk ayırımı yapmayacaksınız diyor, dil ayırımı yapmayacaksınız diyor, din ayırımı yapmayacaksınız diyor, sınıf ayırımı yapmayacaksınız diyor, herhangi bir bireyle birey ayırımı yaratacak herhangi bir ayrılacağa fırsat vermeyeceksiniz diyor. Ve ne diyor bu anayasada düzenlenen her şey halk içindir, halka yararınadır halk lehinedir, diyor. Ve başka ne diyor halk isterse olumlu ve olumsuza kendisi karar verebilir diyor. O olumlu ya da olumsuza karar verirken de hemen aklımıza seçme ve seçilme hakkıyla ilgili tablolarda ortaya çıkan siyasi irade karşımıza çıkıyor. Bunu anımsıyoruz demek ki halk anayasayla temsil hakkını kullanıyor, anayasanın kendisine verdiği temsil hakkıyla temsilcilerini seçiyor, gidiyoruz sandık başlarında bizim adımıza bizim seçtiklerimizle yönetecek olanları seçiyoruz ve iktidarlar oluşuyor. İktidarlar neye bağlı kalmak zorundalar, anayasaya bağlı kalmak zorundalar. Anayasa ne diyor, temel insan haklarına, ayrıca anayasa temel insan haklarını güvence altına alıyor, yaşama hakkımızı güvence altına alıyor, ifade özgürlüğünüzü güvence altına alıyor, eğitim hakkınızı güvence altına alıyor, adil yargılanma hakkınızı güvence altına alıyor, beslenme hakkınızı güvence altına alıyor. Bu güvenceleri bizim adımıza bizi yönetenler sağlayacaklar.

Ama bizi yönetenler bizim adımıza bunları sağlamak yerine kendileri için kazanca doğru döndükleri zaman kendi kişisel çıkarları noktasında ya da kendi ideolojik çıkarlarına ulusun temel anayasada güvence altına alınmış olan yasaları üzerinde döndürerek hareket etmeye başladığı zaman işte o zaman o demokrasi yani halk otoritesi demokrasi bu anlama geliyor., halk otoritesi anlamına geliyor, halk iktidarı olmuyor, bir sınıfın ya da bir egemen gücün iktidarı oluyor.

Biz çeşitli devrelerden geçtik, T.C. anayasasını yaptı ve ilerleyen süre içinde de anayasada temel insan haklarını daha da geliştirici düzenlemeler yaptı, örneğin neden vazgeçti, devletin bir dini olmasından vazgeçti ve devletin dini olursa eğer, farklı dindeki yurttaşlara ayırımcı davranabilir durumu tespit edilerek bundan vazgeçildi. Laik hukuk devletinden söz edildi. Demokratik ve laik hukuk devleti anayasamıza girdi, o zaman laik bir toplumda nasıl davranmak gerekiyor? İnsanları inançlarına göre ayırmamak gerekiyor; yine laik bir toplumda ya da anayasada güvence altına alınmış olan haklar karşısında insanların etnik kökenlerine bakarak onların yönetenler tarafından farklı muameleye tabi tutulmasına izin vermemek gerekiyor.

Halk iradesi ve kayyum engeli paneli

Şimdi biz neyi yaşıyoruz bugün yaşadığımız şey şu, demokrasi, demokrasi yerel yönetimler için demokrasi bir de genel için demokrasi. Yerel yönetimler konusunda ya da geneldeki yönetim konusun baktığımızda karşılaştığımız tablo şu: Gidiyoruz oyumuzu kullanıyoruz, oyumuzu kullandık, oyların kullanımına göre bir sonuç ortaya çıkıyor. Halk ne yapıyor, bir partiye daha çok oy veriyor o parti geliyor devleti yönetmek görevini alıyor. Yönetme görevini aldığı andan itibaren ona düşen anayasa ve anayasaya bağlı yaslar çerçevesinde ülkenin yönetimini yapmak., halk arasında bir ayırım yapmamak, yerel yönetimdeki seçimlerde de yine gidiyoruz oylarımızı veriyoruz, oy verdiğimiz yerdeki sonuca da katlanmak gerekiyor. Bugün karşılaştığımız tablo ne, ülke bir seçimden çıktı, çıktığı seçim sonucunda yerel yönetimler sonucunda birdenbire AKP iktidarı CHP arasında bir farklılık ortaya çıktı, CHP birinci parti haline geldi ve belediye başkanlıkları da CHP li yönetime geçmiş oldu. Buna karşı demokrasi uygulanacak ise biz bir demokratik yapıda isek bu yapı içinde yapılması gereken şey sabırla yardımcı olmak, bizim tarafı olmaması gerekiyor.

Halk iradesi ve kayyum engeli paneli

Ama devlet 2016larda taraf olmuş, nasıl taraf olmuş tek parti cumhurbaşkanlığı yönetimi ortaya çıkmış. Cumhurbaşkanı da partili bir cumhurbaşkanı olarak görevini yapıyor, o halde taraf ortaya çıkmış, o taraf ne yapıyor kendisinin kendi siyasi partisinin kendisinin geleceği için her türlü olanağı kullanmaya başlıyor. O zaman hukuk geriye doğru çekiliyor. Hukuk artık hukuk olmaktan çıkıyor. Hukuk artık, bir yazarımızın deyimiyle “guguka dönüşmüş oluyor”. Orada artık kendi haklarınızı savunabileceğiniz ya da adil bir sonuca ulaşabileceğiniz bir tablo kalmıyor. 18 gün önce bir bakıyoruz ki belediye başkanı seçilmiş halkın oylarıyla Esenyurt beledisi çevresinde oluşmuş olan halkın oylarıyla seçilmiş bir belediye başkanı ansızın alınıyor. Neden alındığını bilmiyoruz, ama tahmin ediyoruz çünkü bir tanık var herkese yakıştırılabilecek bir kanıt var, o yapıştırdığınız kanıt da her kalıba kolay kolay aydınlatmanız mümkün değil. İşte o sahneyle karşılaşıyoruz. Ama bununla yetinmiyor, Batman, Urfa Halfeti, Mardin giderek de çoğalıyor. Belleklerinizi tazeleyin daha önce son saydığımı iller ve ilçede belediye başkanlıklarını alan parti farklı farklı isimlerle HDP ya da DEP isimlerle kendisini ifade eden bir partiden belediye başkanları da bu partiye mensup olan arkadaşlar kiminle mücadele ediyor, kendisine muhalif gördüğü kişilerle mücadele ediyor ve hepsinde kullandığı suçlama şu, “terör örgütleriyle ilgili olmak” eski deyimlerle geçiyor yasada ama aslında belediyeler yasasında öyle bir değişiklik çok net de değil, “terör ve yataklık” diyor. Terör mi yataklık terör üyeliği ile yataklık var, bu da karmaşık bir durumda. Burada herkesin suçlanması bu. Hepimiz soruyoruz, bize yapılan her türlü oyunun haberdarıyız. Düşünce özgürlüğü bile terör suçu haline gelmişti, şimdi böyle bir suçla Karşı karşıyayız. O zaman ne dememiz gerekiyor, o zaman siz daha iyi biliyorsunuz, devletin bir aklı var devletin aklı her şeyin üstündedir siz daha iyi biliyorsunuz, biz şöyle kenardan bakalım. Şimdi biz nerelere hayır diyemedik. Belediye başkanlarımızı teker teker görevden alınmaya başlanıyor, kesin hüküm yok o zaman bu inanlar da alınamaz. Kanun Hükmündeki Kararlarla (KHK) kanunun zaten iğdiş etmişiz, sıkıyönetim zamanında konulmuş bir düzenlemeyi bugün bu iktidar uyguluyor. 

Biz susuyoruz ama kitlesel bir tepkiyi gösteremiyoruz. Biz de demokratik kitle örgütleri meslek odaları olarak birçok dernek üyeleri ile bir miting düzenlemeye çalışıyoruz. Bunları yapmalıyız, bunlara katılmalısınız, bunu duyurmalısınız. 22 yıl demokratik biçimde gelen halk kendi sesini duyurabilirse oradan bizim bütün bu kayyımlara galip gelmemiz kayyumları atayan iradeye galip gelmemiz onları hukuka davet etmemiz ve gerçekten herhangi bir hukuk değil, insan haklarına dayalı hukukun inşasına katkı sunmamız mümkün olacak. Can aramıza katılamadığı sürede canımız yanmaya devam edecek demek ki”.

Cevat Kulaksız  kulcevat599@gmail.com

Osmanlı, Türkü ve Türk dilini sevmezdi
Selçukluların ve Osmanlıların ilk yüzyıllarında Türklük ve Türk dili devletin en üst katından aşağı halk tabakasına kadar öz dili olarak çok sevilirdi. Türkler İslam’ı kabul ettikten, dinsel yönden Arapça ile yoğun temas olunduktan sonra devrin aymaz sözde ulemasınca Türkçeye göre Arapça kutsal sayıldığından önce Saray katında Türkçe ve Türklük dışlanmaya sevilmemeye başlandı.
Orta Asya’dan beri yüzyıllar içinde Anadolu’ya doğru gelen Türkler yollarda temas kurdukları İran-Fars dili Farsça ile, Müslümanlığı kabul etmelerinden sonra Arapça ile yoğun temas edince Farsça-Arapça-Türkçe karışımı karma bir dil kullanmaya, böylece Türklük ve Türkçe hor görülmeye ne ki aşağılanmaya başlandı. Osmanlı saray katında Farsça ve Arapça karışımı ile Osmanlıca denilen Türk halkının yadsındığı karma dili kullanılıyor, yazışmalar Osmanlıca oluyordu. Bu düşünceye kapılan Osmanlı aydınları şairleri yazılarını Osmanlıca yazarken, Osmanlıca bir edebiyat oluşuyordu. Ama Türk halkı bu dili sevmedi ve asla alışamadı. Evliya Seyahatnamesini okurken bu yönde anlatımlar görmüştüm, Çelebi, Güney Anadolu Toros eteklerinde giderken, sık sık “o cenahta kaba vahşi Türk köyleri vardı” gibi cümlelerine rastlamıştım. Yani Osmanlı sarayının Türkleri dışlaması aydın görülenlerin de diline yansıyordu.
Öte yandan Osmanlının aşağı gördüğü Türk halkından çıkan halk ozanları, Aşık Paşa’nın, Dadaloğlu, Kozanoğlu, nice Abdal kökenli halk ozanları Öztürk’çe dilleri ile çalıp söylüyorlar. Hatta Yavuz Sultan Selim’le savaşan Şah İsmail (1487-1524), Kızılbaş Devletini kuran Türk hakanıdır evinde ve sarayında Türkçe konuşurdu. Alevi Kızılbaş mezhebinden dolayı Osmanlılar tarafından dışlanmış düşman görülmüş, Yavuz Sultan Selim de savaşmak durumuna düşmüşlerdi, yani Türkün Türk’le yaptığı bir savaştı Çaldıranda Yavuz Şah İsmail savaşı. İşte bu Şah İsmail, sadece soy bakımından değil, kültür bakımından da Türk’tür. Türkoğlu Türk’tür. Öncelikle kendisi Türkçe konuşur ve Türkçe yazardı.(1)
Selçuklular ve Osmanlılar Müslüman olduktan sonra Arap Kültürünü benimsemeye başlarken, Arapça dilini de dinsel saygıdan dolayı kutsal bir dil olarak kabul etmeye başladılar. Böylece Farsça ve Arapça Türkçeden oluşan Osmanlıca doğdu. Bu etkileşim nedeni ile Arap Kültürü örf ve adetleri de Türkler tarafından alınıp uygulamaya başlandı. Müslümanlıktan önce Türk kadınları çok daha özgür iken, Arap örf ve adetlerini alan onu kutsal sayan Türk halkı, Müslüman olduktan sonra Türk kadınını kafes arkasına iterek kadınlar dışlamaya başladı. Bu kadını dışlayan zihniyet 1923 ten sonra Atatürk devrimleri ile tekrar erkeği ile eşit hale getirildi.
Bir yandan Saray, Medrese, Enderun ve Yeniçeri ocağı İslam düşüncesi yanında devrin sözde ulemaları Arap hurafelerini topluma sunarken, gerici Arap Kültürünü dini hüküm sanıyorlardı. Bir yandan da Türkün temas ettiği Bizans ve Fars adetlerinin edebiyatta, fikirde, siyasette ve günlük hayatta Türk’e karşı intikam duygularıyla etki ediyordu. İslam’la Fars ve Arap etkileşmesi ile anlaşılması zor Osmanlıca ortaya çıkıyordu. Osmanlı halkı ne Osmanlıcayı ne de Arap alfabesini yüzyıllarca öğrenemedi, devlet de öğretmedi. Nitekim1919’a gelindiğinde Türk halkının yüzde 95’i okuma yazma bilmiyordu.

Osmanlı, Türkü ve Türk dilini sevmezdi

 Türk’e Türkçeye karşı bu etkilenmeyi gören Osmanlının Kaşgarlı Mahmut, Ali Şir          Nevai gibi aydınları Türkçeyi Farsça ve Arapçaya karşı korumaya çalışırlarken, Osmanlının ilk düşünür ve ozanı Kırşehir’de yaşamış Aşık Paşa da (d.1272- ö.1333) şu sitemli dizeleri ile Türk dilini yadsımayı şöyle dile getiriyordu:
“Türk diline kimesne bakmaz idi,
Türklere herkes gönül akmaz idi,
Türk dahi bilmez idi bu dilleri,
İnce yolu, ol ulu menzilleri!”
Yine başka bir halk ozanı Aşık Kâmil, “unuttum bildiğim Türkçe lisanı/ Arabi Farisi sohbet ederken” dizesi ile Türkçeyi kaybetmenin korkusunu yaşıyordu.
Saray ve devlet eliyle Türkü ve Türkçeyi yadsıyan devrinin rüzgarına kapılan, Osmanlının en muhteşem Kanuni Sultan Süleyman zamanın “Sultan-üş şüera- Şairlerin Sultanı Baki (1526-ö.1600) bir şiirinin dizesinde aynen şöyle diyordu:
“Türk ehlinin ey Hoca biraz başı kabadır” 
Yani devrin hükümdarından ozanlarına kadar Türk’ü ve Türk dilini aşağı görme rüzgarına kapılıp gidiyorlardı.
O devrin korkusuz hiciv ozanı Nefi(2) (d.1572-ö.1635) de bu Türk’ü aşağılamayı üzüntü içinde şöyle yanıtlıyordu:
“Türk’e Hak, çeşme-i irfanı haram etmiştir”

Ahmet Vefik Paşa Türk’ü nasıl küçümsüyor
Devrin aydınlarından Ahmet Vefik Paşa’nın<(3) (d.1823- ö.1891) yazdığı Müntehebat-ı Durub-u emsal adlı kitabında “Türk’ü Tarif” bölümünde Türk’e karşı sönmez kinin izlerini bulabiliriz: “Türk ata bibince bey oldum sanır, Türk olana şehir içi zindan olur, Türk işi ödünçtür, Türk danişmend olur adam olmaz; Türk ne bilir bayramı, laklak içer ayranı; Türk’ün aklı sonradan gelir, Türk derneği olmaz, Türk’e beylik vermişler, evvela babasını öldürmüş”. (4)
Türkleri böylece aşağı gören Osmanlı Devlet adamlarına baktığımız zaman, evlilikleri bile bu düşünceyi yansıtıyor, Türk kızlarını Türkleri aşağı gördükleri için eşlerinin çoğu Hıristiyan kökenli idi. Öyle ki 36 Osmanlı Padişahının 35 inin annesi Türk değildi.
Türkleri aşağılayan Divan Edebiyatı şairleri Etrak-ı bi idrak (idrakten mahrum Türk) diyerek Türkleri anlatırken bu ibareyi kullanırlardı. Selçuklu biraz eski idi, ama altı yüz yıl süren Osmanlı Devleti’nin saray dili saray kültürü Osmanlıca denilen başka iken, devletin çoğunluğunu teşkil eden aşağı halk tabakasının dili ve kültürü başka Öztürkçe idi. Böylece Osmanlı halkı devleti olan Osmanlı devletine yabancılaşmaya başladı. Öncesinde Anadolu Selçukluları, Doğu sınırlarıyla Acemleşirken, Güneyde Sunni etkileşmeyle Araplaşıyor, Batı sınırlarıyla Bizans kültürünün etkisi altında esinlenerek Osmanlı yavaş yavaş çürümeye başlıyordu. Böylece doğuda Acem-Fars dili, Güneyde kutsal inançlı

 

Osmanlı, Türkü ve Türk dilini sevmezdi

Müslümanlıkla Arapların dilinin etkileşmesi ile Osmanlıca denilen Türk halkının bir türlü anlamakta zorlandığı, sarayın teşvik ve önderliğinde karma karışık bir dil olan Osmanlıcayı üretiliyordu. Bu karmaşa ve uyuşmazlıkla Osmanlı yurdunda karşı çıkmalar, isyanları tetiklemiş, Celali İsyanları, Türkmen ayaklanmaları, Babailer İsyanı gibi pek çok isyanlar çıkarken Osmanlı çürümeye devam ediyordu. Osmanlı Sarayı Türk’ten korkmaya, Türk’ü ve Türkçeyi dışlamaya başlamıştı. Saray ile Türk halkı Osmanlıca Öztürkçe uyuşmazlığından birbirini yadsırken, Alevi Toros Türkmenleri-Tahtacılar Osmanlıya üç yüz yıl isyan ile karşı durmuş, orduya asker ve maliyesine vergi vermiyordu artık. Padişah fermanlarını dinlemiyorlar, “ferman padişahınsa dağlar bizimdir” diyerek Toroslara sığınan Türkmenler şöyle söylenip Osmanlıya tepkilerini dile getiriyorlardı:
“Şalvarı şaltak Osmanlı,
Eyeri kaltak Osmanlı,
Ekende yok biçende yok,
Yemede ortak Osmanlı”
İslami ve Arap etkisiyle kendine Türk, diline Türkçe demek istemeyen Selçuklu gibi Osmanlı da yüzyıllarca halka Türkçenin seslerine uymayan Arap alfabesiyle Arapça ve Farsçanın kurallarını öğrenmeyi dayatmış, böylece Osmanlı, yapay dil Osmanlıcayı halka öğretememiş. Böylece Osmanlı halkının yüzde 90ından fazlası okuma yazmayı öğrenememişti. Okuma yazmayı öğrenemeyen toplum bilimi de öğrenemezdi. Osmanlı devlet katında çok zengin olduğu sanılan Osmanlıcanın Batılı kavram ve terimleri karşılamadığı, bilim diliyle uyuşmadığını gören Ziya Gökalp gibi Osmanlı aydınları Osmanlının sonlarına doğru yeni alfabe yeni lisan arayışlarına girmişlerdi. (5)
Bu böylece yüzyıllarca devam ederken, 1923 ten sonra Atatürk Devrimlerinden Harf ve Dil Devrimleri ile dilimizle uyuşmayan Arapçanın etkisinden kurtulunarak çok kolay öğrenilen yeni harflere ulaşılmış, Türk halkı da çok kısa bir zamanda hızla okuma yazmayı öğrenerek uygarlık yolunu aralamıştı.

Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com
Son not

(1) Şah İsmail özbeöz Türk’tü, Hatâi mahlası ile yazdığı Türkçe şiirlerinden oluşan üç tane eser bıraktı ardında. Hemen her gün Türk TV ve radyolarından Hatayi mahlası ile onun Türkçe yazılmış söylenmiş türkülerini dinliyoruz. Şah İsmail Farsça ve Arapçayı da üst düzeyde biliyordu. O, Farsçanın ve Arapçanın zirvede olduğu bir çağda Türkçe yazmayı doğal olarak Türklüğü tercih etti. Sarayında Türkçe ortak dildi ve yine onun döneminde Türkçe İran’da altın çağını yaşadı. Bıraktığı miras o kadar büyüktü ki, İran’ın 20. yüzyılın başına kadar bir Türk devleti olarak gelmesinin temel nedeni oldu. Biz onu “Şah” olarak biliriz ama onun “Şah” dışında “Han”, “Hakan” ve “Bahadır” gibi başka unvanları da vardı. Özellikle “Hakan” ve “Bahadır” unvanlarını kendisi de kullanmıştı. Kızıllaş-Alevi mezhebinden olduğu için Osmanlılar sevmezdi.

(2) Yazdığı şiirlerde devletin ileri gelenlerini hicvettiği için devrin padişahı 4. Murat tarafından cezalandırılarak sarayın odunluğunda iple boğdurulup cesedi denize atılmıştır. Wikipedi

(3)Yunan asıllı Osmanlı devlet adamı, diplomat, çevirmen ve oyun yazarı. İlk ilmî Türkçülerden biridir. İki defa Maarif Nazırlığı (Eğitim Bakanı) yaptı; ilk Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda, İstanbul vekili olarak yer aldı ve başkanlığı üstlendi. 4 Şubat 1878–18 Nisan 1878 ve 1 Aralık 1882–3 Aralık 1882 tarihleri arasında iki defa sadrazamlık görevine getirilmiştir.
İlk Türkçe sözlüklerden Lehçe-i Osmânî'nin yazarı olan paşa, devlet adamlığının yanı sıra, 16 dil bilen bir bilim insanıdır. Bursa valiliği sırasında bu kentte bir tiyatro yaptırmakla ün kazanmıştır.

(4) Millet Cemal Kutay sf. 8

(5)Kötünün Kötüsü Cumhuriyet Sevgi Özel sf.4

Gazi on yıl daha yaşasaydı...
Partili Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı ERDOĞAN;  10 Kasım günü yaptığı bir konuşmada, ”Gazi on yıl daha yaşasaydı bugün bambaşka bir Türkiye olurdu” demiş. 


ERDOĞAN; bu beyanıyla ne demek istediğini açıkça söyleyerek altını doldurmamış, yorumu bilerek ve isteyerek, bu beyanını lehine yorumlayacak olan kendi seçmenlerine bırakmış, bu beyanı bizim gibi muhalif ve ATATÜRK sevdalısı laik ve demokrat seçmen kitlesinin de, bugün memleketin içinde bulunduğu kötü koşullara göre,  en doğru bir şekilde yorumlayacağını aklına getirememiş olmalıdır. 


ATATÜRK'ü ve onun kurucusu olduğu CHP'yi sevmediğini, laik ve demokratik düzenden hoşlanmadığını bildiğimiz,  ülkeyi tek adam olarak kendi iradesiyle yönetmekten hoşlanan otokrat ERDOĞAN'ın bu beyanı, sadece ATATÜRK sonrası İNÖNÜ ve CHP yönetimi dönemini, hatta üstü kapalı olarak,  bizzat ATATÜRK dönemini kötülemek amacıyla söylediğini,  ülkenin menfaatleri, ülkenin gelişmesi ve çağdaş medeniyet seviyesini yakalamak, cumhuriyetin temel değerlerini yükseltmek, demokratik ve laik cumhuriyeti daha da ileri seviyelere ulaştırmak adına söylediğini,  asla düşünmüyoruz ve ERDOĞAN'ın bu beyanını; ülkenin bugün içinde bulunduğu tüm olumsuz koşullara vurgu yaparak,  en gerçekçi ve olması gereken şekilde biz yorumlamaya ve değerlendirmeye çalışacağız.  


Evet ERDOĞAN'ın neyi kast ettiğine bakmaksızın, Gazi on yıl daha yaşasaydı bambaşka bir Türkiye olurdu sözü,  lafzen çok doğrudur. 


Gerçekten,  ATATÜRK;  on yıl daha yaşasaydı ve ülkenin başında Cumhurbaşkanı olarak kalarak ülkeyi yönetseydi, 1950 seçimlerinde ülkenin yönetimi Demokrat Parti'ye ve sonrasında da  iş başına gelen din simsarı, laiklik karşıtı sağ partilerin eline geçmezdi. 


Bunun sonucu olarak da; 


Kapatılan tekke ve zaviyeler, cemaatler yeniden hortlamazdı. 


Bir devrim yasası olan ve anayasanın sözde koruması altında bulunan Öğretim Birliği Yasası ve onun getirdiği laik eğitim rafa kaldırılmaz ve aşama aşama bugüne gelen dini eğitim,  laik eğitimin önüne geçmez, İmam hatipler meslek okulu olarak kalır, üniversitelere öğrenci yetiştiren liseler konumuna getirilmez ve kız imam hatip liseleri açılmaz, sayıları giderek azalan laik eğitim kurumlarımızda,  sarıklı ve cüppeli sözde din adamları cirit atarak çocuklarımızın beynini yıkamaz, ülkemizin çağdaş medeniyeti yakalamamasının olmazsa olmazı olan;  akıl, bilim ve laik eğitimden uzaklaşılmazdı. 


ATATÜRK devrimleri ve ilkeleri bizzat ATATÜRK'ün iş başında bulunacağı artı on yıllık dönemde daha kökleşir, yerleşir ve boy atardı ve sonrasında,  kökleşen ve iyice yerleşen devrim ve ilkelerin yozlaşması, sağ iktidarlara rağmen daha bir zorlaşırdı. 


Bilim ve aklın,  laik eğitimin öncülüğünde ve eşliğinde,  ülke kısa zamanda kalkınırdı. 


Ülke; iş başına gelen sağ ve din tabanlı iktidarlara mahkum olmayacaktı. 


Darbelere zemin oluşturan anti laik ve anti demokrat kötü siyasetten uzak olacak ülkemizde, halkın da yeşil ışık yakması sonunda,  on yılda bir gelen askeri darbeler de yaşanmayacaktı. 


En önemlisi de ERDOĞAN'ın başında bulunduğu AKP;  iş başına gelmeyecek ve bunun sonucu olarak; 


Siyaset tamamen dinselleşmeyecek, siyasal dinci bir iktidar,  22 yıl boyunca kesintisiz olarak ülkeyi yönetmeyecekti, 


Parlamenter sistem değiştirilmeyecek ve yerine tek kişinin dudağından çıkanların yasa haline geldiği Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi kurulmayacaktı, 


Hakimiyetin kayıtsız ve şartsız millete ait olduğu ilkesi geçerliliğini korumaya devam edecek, Türkiye Büyük Millet Meclisi işlevsiz ve etkisiz bırakılamayacak, saraydan gelen kanun teklifleri, meclis çoğunluğu tarafından aynen onaylanarak yasa haline gelmeyecekti, 


Masumluk karinesine rağmen, hakkında kesinleşmiş bir yargı kararı olmayan seçilmiş belediye başkanları,  uyduruk suçlamalarla görevlerinden alınarak hapse atılmayacak ve yerlerine kayyum adı altında atanmış belediye başkanları getirilmeyecekti, 


Devletin temeli olan Yargı ve adalet esir alınamayacak ve devletin temeline dinamit konulamayacaktı, 


Devleti yöneten ve halktan vergi olarak toplanan devlet gelirlerini istediği gibi harcayan,  tek adam; icraatları ve harcamaları nedeniyle denetimsiz kalmayacak ve ülkeyi keyfine göre, kendi koltuğunu koruma ve yandaşlarını zengin etme amacıyla yönetemeyecek ve halka hesap verecekti. 


Devlet Planlama Teşkilatı kaldırılmayacak ve planlı kalkınma sürdürülecekti, 


ATATÜRK ve İNÖNÜ dönemiminde CHP iktidarı tarafından yapılan üretime dönük tüm  iktisadi ve sanayi tesisleri yok değerine özelleştirilerek yandaşa peşkeş çekilemeyecek ve  kapılarına kilit vurulmayacaktı, 


Tarikat ve cemaatler mantar gibi çoğalmayacak ve devletin kaynakları bunlara peşkeş çekilmeyecekti, 


FETÖ Silahlı Terör Örgütü yetiştirilmeyecek ve 15 Temmuz darbe girişimi yaşanmayacak, onun sonucunda ilan edilen olağanüstü Hal’den yararlanarak, çıkarılan KHK'larla ülkenin en önemli kurumlarının kapılarına kilit vurulmayacak,  demokrasi, insan hak ve özgürlükleri budanmayacaktı, 


Cari açık, iç ve dış borçlar tavan yapamayacak, ülkemizin çalışan emekçi ve emeklilerimiz yoksullaşmayacak, gelir dağılımında yandaş sermayenin lehine bir eşitsizlik yaşanmayacaktı, 


Devlet yönetiminde israf tavan yapmayacak, devletin kaynakları halkın yararına kullanılacaktı, 


Yap işlet devret yöntemiyle yapılan yatırımlar vasıta kılınarak,  bir avuç yandaş iş adamları ve müteahhitlere,  kar garantili para transferleri yapılamayacaktı, 


Yeşil korunacak ve maden arama bahanesiyle ormanlarımız kesilerek yok edilemeyecekti, ATATÜRK'ün Yalova Termal Tesislerinde bulunan köşkü için ağaç kesilmeyerek binanın kaydırılarak ağacın yaşatılması, bir mucize gibi abartılmayacak ve hala günümüzde dahi tüm canlılığıyla gündemde kalmayacaktı, 


Aklımıza gelenleri yerimizin elverdiğince yazdığımız ve daha nice tüm bu olumsuzluklar yaşanmayacaktı. 


ERDOĞAN'ı iyi tanıyorsak, hiç ihtimal vermiyoruz ama; şayet, ERDOĞAN da “Gazi on yıl daha yaşasaydı  bambaşka bir Türkiye olurdu” derken, ülke olarak, bizim sıraladığımız ve daha nice olumsuzlukları yaşamazdık demek istemişse, kendisini tebrik ediyoruz,  bu çok haklı çıkışı ve beyanı için.


12/11/2024

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

10 Kasım 2024 -Atatürk Konuşabilseydi
02. 02. 2021 tarihinde yazmışız “ATATÜRK KONUŞABİLSEYDİ” başlıklı,  aşağıya aynen aldığımız yazımızı. 

Yarın 10. Kasım. 2024. 

ATATÜRK'ün hakkın rahmetine kavuşarak ölümsüzleştiği 10. Kasım. 1938'in yıldönümü. 

Demokratik ve laik sosyal bir hukuk devleti olarak kurulan,  T. C. Devletimizin kurucusu Aziz ATATÜRK'ü; beden olarak bu fani dünyadan ve aramızdan ayrılarak ölümsüzleştiği günün yıldönümünde rahmetle, minnetle ve özlemle anıyoruz. Mekanı cennet ruhu şad olsun. 09/11/2024 Güner YİĞİTBAŞI-Hukukçu

“ATATÜRK KONUŞABİLSEYDİ” başlıklı yazımızı Okumaya başlayalım mı?


“Ey Türk Milleti. 

Benim cansız bedenimi Anıtkabire defnettiniz, milli bayramlarda ve diğer özel günlerde, özellikle ölüm yıldönümüm olan 10. Kasımlarda, kabrime gelerek,  beni anıyorsunuz, mutlu oluyorum. Hepinize teşekkürler ediyorum. 

Ancak, ülkenin gidişatı beni çok endişelendiriyor, hiç huzurlu yatmıyorum. 

Herkesin ağzında bir ATATÜRK sözüdür gidiyor. 

Görünüşe bakarsanız; herkes,  beni seviyor ve ATATÜRK'çü olduğunu savunuyor. 

Ama ben, kimlerin ve hangi kesimlerin beni sevmediklerini çok iyi biliyorum, inanın bana, bir kesimin beni sevmemelerine hiç de üzülmüyorum, hatta seviniyorum.  Herkesin beni sevmesini, ilkelerimi benimsemesini de beklemiyorum, bu benim için akılcı ve  gerçekçi bir beklenti olamaz. 

Kalben,  beni çok sevdiklerinden emin olduğum, bir araya geldiklerinde “Mustafa Kemal'in, ATATÜRK'ün askerleriyiz” diye slogan atıp bağırarak, sonra hiçbirşey olmamış gibi susarak, seslerini çıkaramayanlaradır,  benim asıl üzüntüm ve kızgınlığım. 

Ben sizlere;  demokratik, laik ve özgür bir devlet bıraktım, birilerinin beni sevmeme özgürlükleri de vardır tabi, ama hakaret etmeden. 

Duydum ki; devletimizin yönetim sistemi değiştirilmiş, parlamenter sistem rafa kaldırılarak,  kurtuluş savaşını yöneten,  kurucusu olduğum Türkiye Büyük Millet Meclisi,  işlevsiz bırakılmış, Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi adı altında,  benim hiç duymadığım ve bilmediğim, ülkenin tüm kaderini sarayda oturan bir şahsın iki dudaklarının arasına bırakan,  ucube bir sistem tesis edilmiş ve sizler de oylarınızla bu ucube sisteme onay vermişsiniz. 

Beni çok yanılttınız, bu sisteme onay verenlerin çoğunlukta olduğu bir Türkiye Cumhuriyeti; benim kurarak sizlere ve Türk Gençliğine emanet ettiğim Türkiye Cumhuriyeti olamaz. 

Sizler ne biçim ATATÜRKÇÜ'sünüz,  bana söyler misiniz?

Bu ülkenin;  emperyalistlerden ve onların yerli işbirlikçisi, işgal altında bulunan İstanbul’daki Osmanlı Saraylarında oturan hainlerden kurtaran benim dahi, tek başıma sahip olamadığım, sahip olmak da istemediğim,  sınır ve denetim tanımayan yetkileri, hangi hakla ve akılla o tek adama verebildiniz?

Hangi hakla, benim kurduğum ve kurtuluş mücadelesinin mabedi gazi meclisi devre dışı bıraktınız, işlevsiz bir siyasi dernek haline getirdiniz, bu mudur sizin ATATÜRK severliğiniz?

Ben sizlerden;  sözde değil,  özde ATATÜRKÇÜ olmanızı, beni özde sevmenizi ve sizlere bıraktığım eserlere, demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyetine sahip çıkarak korumanızı istiyorum ve hatta emrediyorum. 

Cumhurbaşkanlığı sarayı da ne demektir, benim dahi oturduğum ve Türkiye Cumhuriyetini yönettiğim, o tek adama kadar ülkeyi yöneten tüm Cumhurbaşkanlarının oturup çalışmalarını yürüttüğü Çankaya Köşkü neyine yetmemiş, o tek adamın, 0 kişi, saraylarda doğup saraylarda mı yaşamış ki?

Ben, saraylara yakışan, saraylarda oturan ve oradan ülkeyi yönetmeye çalışan,  saraylarla özdeş saltanatı,  boşuna mı kaldırdım, benim canım yok muydu saraylarda oturmak için?

Ben,  milletimin gönül saraylarında oturarak, ülkeme yararlı çalışmalarımı mütevazi Çankaya Köşkünden yürüttüm, milletimden uzaklaşmadım, sarayların kalın duvarları arkasında milletimden gizlenmedim, milletimden korkmadım, kendimi uzun koruma konvoylarıyla koruma altına alarak özgürlüğümü kısıtlamadım, yaşarken öldürmedim kendimi. 

O tek adam saray yönetiminin, Osmanlı saray ve saltanat rejiminden dahi otoriter, can sıkıcı ve özgürlükler düşmanı olduğunu, devletin temeli olan adaletin yok edildiğini, adalet sağlayan yargının,  saraydaki tek adamın emir kulu haline getirildiğini, insan hak ve özgürlüklerinin, basın özgürlüğünün yok edildiğini, herkesin saraydaki o tek adam gibi düşünmesinin istenildiğini, liyakatin değil,  itaatin,  saray yönetiminin önceliği olduğunu, anayasanın rafa kaldırıldığını, İstanbul belediye seçimlerinde olduğu gibi, millet iradesine saygının kalmadığını, Türk Milletinin yaklaşan seçimleri endişe ile beklediklerini görüyorum. 

Saraydaki tek adamın; halk oylaması ve anketlere göre, gidici olduğunu sarayı boşaltmak zorunda kalacağını bildiği için, bir arayış içinde bulunduğuna, muhalefeti ve demokrasi cephesini parçalamak için elinden gelen çabayı gösterdiğine,  tanık oluyorum. 

Ben, kurucusu olduğum CHP'nin  altı okundan birisi olan milliyetçilik ilkesini; bir üst kavram olarak,  Türk Milletini oluşturan tüm yurttaşların etnik, dinsel ve mezhepsel köklenenlerine bakmaksızın, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin çatısı ve bayrağı altında toplanan, yürekleri hep birlikte ve aynı amaçlarla, devletimizin, güzel yurdumuzun ve asil milletimizin  yararları doğrultusunda çarpan, ülkesinin yararlarını, kendi yararlarının üzerinde tutan insanların yüreklerinde hissettikleri bir değer ve güzel bir duygu olarak anlıyorum ve kabul ediyorum, bu nedenle, sizlerden de milliyetçiliği, ayrıştırıcı değil,  birleştirici bir değer olarak kabul edip benimsemenizi istiyorum. 

Saraydaki tek Adam’ın; anayasaya göre bağlayıcı ve uyulması zorunlu olan Anayasa Mahkemesinin ve Avrupa İnsan hakları Mahkemesinin kararlarına uyulmamasını savunarak, mahkemeleri bu şekilde etkisi altına alıp, uygulanma bekleyen bağlayıcı yargı kararlarını uygulatmazken, anayasanın değiştirilmesi zamanı gelmiştir diye ortaya çıkmasındaki gerçek sebebi,  kavrayın lütfen. 

Demokratik devletlerde,  anayasalar;  zaman içinde özgürlükleri daha da artırmak, genişletmek ve ülkeyi daha demokratik kılmak amacıyla değiştirilir. 

Saray yönetiminin; sarayın kalın duvarları ardından ülkeyi şeffaf olmayan antidemokratik usullerle yönettiğine bakarak; anayasaya ve Anayasa Mahkemesi kararlarına uymayan bu yönetimin,  milletin hayrına ileri ve özgürlükçü bir anayasa değişikliği yapmasının mümkün olmadığını, asla aklınızdan çıkarmayın ve bu değişiklik tekliflerine kulak asmadan,  yapılacak olan ilk seçimlerde birlik olun ve bu saray yönetimine,  geldikleri gibi demokratik seçimlerle son verin. 

Saray yönetiminin yeni anayasa girişimi; seçim anketlerine göre sona erecek olan saltanatlarını devam ettirme arayışı ve gayretidir. Tek adam, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi yine kırmızı çizgileri olacak ve bu ucube yönetim,  yerini parlamenter sisteme bırakmayacak, tavşana sunulacak bir iki göstermelik havuç karşılığında, cumhurbaşkanı seçim koşulları değiştirilerek,  iki dönemden fazla seçilemez kuralı değiştirilerek ve yüzde elli artı bir seçim oranı terk edilerek,  en fazla oyu alan şahsın cumhurbaşkanı seçilmesi yolunun önünün açılması,  denenecektir. Asıl amaç budur. 

Mevcut anayasayı bile uygulamayan, sürekli ihlal eden, Anayasa Mahkemesinin bağlayıcı kararını uygulatmayan saray yönetiminin iyi niyetine inanmak,  büyük bir gaflet ve hatta vatana ihanettir. 

İktidar böyle de,  sanki muhalefet hırlı mıdır?

Muhalefet de aklını başına toplamalı ve yaklaşan seçimlerin, kendileri ve ülkeleri için son şansları olduğunu,  akıllarından çıkarmamalıdır. 

Benim kurucusu olduğum, ülkeye büyük hizmetler yapmış olan CHP içindeki kaynamalara da canımın çok sıkıldığını belirtmeliyim. 

Benim de mezun olduğum Kara Harp Okulu mezunu, mevcut iktidarın ve ortağı bir cemaatin gadrine uğrayarak,  kendisine CHP tarafından sahip çıkılan ve kendisini ATATÜRKÇÜ ilan eden bir eski teğmen, kalkmış benim adımı da kullanarak, bu kritik dönemde CHP'yi ağır bir şekilde suçlayarak istifa etmiş. 

Bu,  nasıl bir Harp Okullu olmaktır?

Parti yönetimini beğenmiyorsan, uygun bir ortam ve zamanda,  parti içinde demokratik olarak mücadele ederek,  gördüğün hataların düzeltilmesi için,  çaba sarf edersin, parti içinde kalarak mücadeleni verirsin. 

Bu teğmenin yaptığı şey, harp meydanından kaçmaktır. Bir de ATATÜRK'çü olduğunu söylüyor  ve eleştirdiği yönetimdeki partili arkadaşlarının ATATÜRK'çülüklerine dil uzatıyor, bu ülkenin kurtuluşu adına,  ben de;  kafa yapılarımız, Dünya görüşlerimiz asla uyuşmayan insanlarla, ülkenin kurtuluşu ve özgürlüğüne kavuşturulması ortak paydasında birlikteliğimi sürdürdüm, pes etmedim,  ülkenin kurtuluşu için yapmam gereken mücadeleden,  cepheden asla kaçmadım, gemiyi terk etmedim. Sonunda millet kazandı. 

Bu, milliyetçi ve ATATÜTK'çü olduğunu iddia eden teğmen; CHP'nin,  yasal bir parti olan HDP'ye yakınlaşmasını da içine sindirememiş. Bunu asla kabul edemem, hakimiyet kayıtsız şartsız millete ait olduğuna ve o partinin taraftarı olan Kürt seçmen vatandaşlarımız da, benim etnik olmayan  Türk Milleti anlayışımın bileşenleri olduğuna göre, o teğmen dahil, hiç kimsenin kurtuluş savaşında yanımda savaşan Kürt kökenli vatandaşlarımı; oy verdikleri partinin üzerinden dışlayıp, itibarsızlaştıramazlar, buna hak ve yetkileri asla yoktur. 

İktidarıyla, muhalefetiyle aklınızı başınıza toplayınız, ülkenizi seviniz, ülkenizin yararını,  kendi yararlarınızın üzerinde tutunuz. 

Beni üzmeyiniz. 

Aksi halde, gelmeyiniz yanıma ve beni rahat bırakınız. 

Olmadı, ayaklarıma,  çizmelerimi giymek zorunda bırakmayınız. ”

Der miydi sizce?


02/02/2021

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

A.Ü.Hukuk Fakültesi 99 Yaşında
1970 Yılının mezunu ve 1970 mezunlarının bir numaralı diplomasına sahip olmakla gurur duyduğum A.Ü.Hukuk Fakültesi,  05/Kasım/1925 tarihinde; ”Cumhuriyetin kuvvetlendiricisi olacak bu büyük kurumun açılışında duyduğum mutluluğu hiçbir girişimde duymadım ve bunu açıklamakla  ve anlatmakla memnunum” sözleriyle Büyük ATATÜRK tarafından kurulup öğrenime açılmış pırıl pırıl bir Cumhuriyet kurumudur.


A.Ü.Hukuk Fakültesi,  05/Kasım/2024 tarihinde, yani bugün,  99. yaşını kutlamaktadır.


A.Ü.Hukuk Fakültesini önemli ve değerli kılan ve biz mezunlarını onurlandıran en büyük özelliği; kurtuluş savaşından sonra, tüm kurumlarıyla,  hilafeti ve  saltanatıyla köhnemiş ve yıkılmış Osmanlı'nın küllerinden yeniden kurulan Türkiye Cumhuriyetinin bir kuruluşu ve Cumhuriyetin ilanından hemen iki yıl sonra,  laik ve çağdaş Cumhuriyet yasalarını uygulayacak hukuk adamlarını yetiştirmek üzere, büyük kurtarıcı ve devlet adamı ATATÜRK tarafından bizzat gerekli görülerek kurulup hizmete açılmış olmasıdır. 


Bu nedenle,  A.Ü.Hukuk Fakültesinden 1970 senesinde mezun olup,  54 yıldır Türk hukukuna ve yargısına hakim, savcı ve emekli olduktan sonra da avukat olarak hizmet etmiş ve halen de etmekte olan, T.C. Yasalarının doğru ve adil  bir şekilde uygulanmasına katkı sunmuş ve hala sunmaya, ülkesini seven hukukçu bir aydın olmanın ve bu sıfatla halkımızı aydınlatma sorumluluğunun gereği olarak yazdığı güncel olayları değerlendiren siyasi ve halkı bilgilendiren hukuki makaleleriyle devam eden bir hukukçu olmanın mutluluğunu ve onurunu yaşıyorum.


Bizler, hukukta okurken ve mezun olduğumuz 1970'li yıllarda; sadece,  A.Ü.Hukuk Fakültesi ve bir de kuruluşu Osmanlı dönemine ait olan İ.Ü.Hukuk Fakültesi vardı.


Her iki Hukuk Fakültemizde de,  çok değerli hocalarımız görev yapıyorlardı,  küçümsemek amacıyla yazmıyorum,  bizleri yetiştirmek için derslerimize giren öğretim üyelerimizin neredeyse tamamına yakını,  dallarında profesör olmuş çok deneyimli kişilerdi. Derslerimize,  bugün olduğu gibi,  oradan buradan devşirilen hangi koşullarda ve eğitim düzeyiyle akademisyen unvanı aldıkları tartışma götüren doktor seviyesinde bir öğretim üyemiz yoktu,  akademik yeterliliği tartışma götürmeyen fakültemizin değerli hocaları tarafından yetiştirilen doktor payesi alan asistanlarımız,  ancak kur pratik dediğimiz,  hukuki problemleri çözdüğümüz uygulama derslerine girerlerdi. Doçent öğretim üyelerimiz de çok deneyimli ve değerli hukukçulardı. Bizleri bu değerli hocalarımız yetiştirdiler, ölenlere Allahtan rahmet, halen sağ olanlara da sıhhat ve afiyetler diliyorum.


Mezunu olduğum,  katışıksız Cumhuriyet kurumu ATATÜRK'ün eseri A.Ü.Hukuk Fakültesinin öğrencisi olduğum yıllarda, İ.Ü.Hukuk Fakültesinin hocaları ve öğrencileri;  Osmanlı'dan kalma bir kurum olmalarının ve kuruluşu itibariyle bir Cumhuriyet kurumu olan A.Ü.Hukuk Fakülteli olamamalarının pozitif, olumlu kıskançlığından olsa gerek, biz Ankara Hukuklulara karşı, sözde beynelmilel olduklarını savunarak ve çok değerli idare hukukçusu, üç ciltlik İdare Hukukunun Genel Esasları isimli, benim de kütüphanemde yer alan,  hala çok değerli,  adeta başvuru kitabı niteliğindeki dev eserin yazarı olan rahmetli hocaları  Ord.Prof.Dr.Sıddık Sami ONAR'dan sınıf geçmenin zorluğu ile övünerek moral bulmaya çalışırlar ve bu iki güzide hukuk fakültemiz arasında, bu şekilde kırıcı olmayan tatlı bir rekabet ve çekişme yaşardık.


Ankara ve İstanbul Hukuk Fakülteleri arasında bu tatlı rekabet yanında her ders yılında,   belli derslerde ve belli dönemlerde karşılıklı olarak  misafir öğretim üyesi değişimi olur ve her iki fakülte öğrencileri,  diğer fakültenin öğretim üyelerinden ders alma ve onları tanıma fırsatı bulurlardı. Ben Ankara Hukuk Fakültesininim 1.sınıfında okurken,  Roma Hukuku dersimize misafir öğretim üyesi olarak, İ.Ü.Hukuk Fakültesinin değerli hocası,  rahmetli Prof.Dr Ziya UMUR gelmiş ve bizim hocamız değerli ve rahmetli Prof.Dr Kudret AYİTER de İstanbul Hukuk Fakültesinin öğrencilerine ders vermek üzere İstanbul Hukuk Fakültesine misafir öğretim üyesi olarak gitmişti. Çok güzel ve anlamlı günlerdi,  o günler.


Daha sonraki yıllarda, özel vakıf üniversiteleri kuruldu, yeterli öğretim üyesi ve alt yapısı  olmadan,  çeşitli ilerimizde lise ve orta okul açar gibi,  plansız ve programsız bir şekilde siyasi yarar amacıyla açılan üniversitelerin bünyesinde mantar gibi açılan hukuk fakülteleri ile bugün sayısını dahi bilemediğimiz birçok  hukuk fakültesinin sonucu olarak,  maalesef,  hukukçu kalitesinde büyük bir seviye kaybına uğramış bulunuyoruz.


Bugün, iş başındaki siyasal iktidardan ve yürürlükteki yönetim sisteminden kaynaklı olarak,  hukuk ve devletin temelini oluşturan adalet büyük yara almış ve yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı yok olmuş, yargı siyasi rakiplere ve muhaliflere karşı bir silah olarak kullanılıyor hale gelmiş ise; bu,  hukukun irtifa kaybetmesinde, yara almasında ve yargının bağımlı hale gelmesinde; siyasi iktidarın payının yanında, yetersiz hukuk fakültelerinde yetişen, gerekli hukuk nosyonunu ve ahlakını edinememiş, yeterli  kaliteye ulaşamamış bazı hukukçuların paylarının varlığı da,  yadsınamaz bir gerçektir.


A.Ü.Hukuk Fakültesinin 99.kuruluş yıldönümü;  bu fakülteden mezun olan devre arkadaşlarım 1970'liler en başta olmak üzere, tüm A.Ü.Hukuk Fakültesi mezunlarına ve halen öğrenci olan kardeşlerime kutlu ve mutlu olsun, bizi yetiştiren ve çoğu rahmetli olan öğretim üyelerimize teşekkürlerimi ve şükranlarımı sunuyor,  ölenlere rahmet,  sağ olanlara sağlıklar diliyorum.


A.Ü.Hukuk Fakültesinin; halen çalışan ve emekli olan hayattaki öğretim üyelerine ve sair çalışanlarına, günümüze gelene kadarki tüm mezunlarına ve mezun olacak genç hukuk öğrencisi kardeşlerime, buradan selam olsun, ne mutlu Ankara Üniversitesi Hukuk Fakülteliyim diyenlere.


05/Kasım/2024

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Kimler örgüt üyesi olmakla suçlanabilirler?-2
Bu yazı dizimizin ilkini;  “AHMET ÖZER VE ÖRGÜT ÜYELİĞİ” başlığı altında, koşulları ve kanıtları mevcut olmadığı halde,  haksız ve hukuksuz olarak,  PKK silahlı teröre örgütü üyesi olmakla suçlanarak görevden alınan ve tutuklanan Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet ÖZER ile ilgili olarak yazıp,  02/11/2024 tarihinde yayınlamıştık. 


İlk yazımızı,  fazla uzadığı için bir yerde sonlandırmak zorunda kalmıştık. 


Bu nedenle, iş bu yazımızda konuya devam etmek istiyoruz. 


İlk yazımızda,  illegal örgütlerin,  resmi üye kayıt defter ve belgeleri olmadığı için,  üyelerine ulaşmanın zorluğu ve imkansızlığından bahsetmiş ve kural olarak,  bir kişiyi illegal silahlı terör örgütü üyesi olmakla suçlayabilmek ve bunu kanıtlayabilmek için,  o kişinin; mensubu olmakla suçlandığı örgütün amacı ve stratejisi doğrultusunda, örgüt adına işlediği ve somut bir şekilde  dış aleme yansıyan eylem, faaliyet ve söylemlerinin saptanmış olmasının zorunluluğunu belirtmiştik. 


Aynı kriteri tekrarladıktan sonra, örgüt üyeliği ile örgüt sempatizanlığının da uygulamada karıştırıldığını, örgütün sempatizanı durumunda olan kişilerin dahi, hakız bir şekilde,  örgüt üyesi olarak suçlanarak  cezalandırıldıklarını,  üzülerek belirtmek istiyorum. 


Örgütün; bir veya birden ziyade,  hiçbir yasa dışı eylemine katılmadığı halde, örneğin sadece FETÖ Örgütünün lideri GÜLEN veya PKK Örgütünün lideri ÖCALAN'ın değişik posterlerini, özel konutunda bulunduran, örgütün kitaplarını, dergi ve gazetelerini, okumak için ve  sadece şahsına ait olmak üzere,  bir adetle sınırlı olarak,  kendi şahsi konutunda bulunduran, bu posterleri odasının duvarına asan, kullandığı akıllı telefon ve bilgisayarlarında bunlara yer veren, güvenlik güçlerince edinilen istihbarat raporlarının tespitlerine göre, aslında perde arkasından illegal silahlı bir örgüt tarafından düzenlendiği halde, insanların yasal olduğuna inandırıldıkları,  düzenleyicilerinin legal görünümlü kişilerin olduğu,  silahsız ve barışçıl toplantı ve gösterilere katılan, eylem ve söylemleri;  bu ve buna benzer sempatizanlık düzeyinde kalmış olan  kişileri,  varsayımlara dayalı olarak,  örgüte üye olmakla suçlayamazsınız. 


Hal böyle olduğu halde,  ülkemizin yargı uygulamalarında,  maalesef,  sempatizanlar da varsayımlara dayalı olarak örgüt üyesi olmakla suçlanmaktadırlar.  


Ceza hukukunda kıyas ve varsayımların yeri olamaz. Bir kişinin suçlanabilmesi için kesin ve inandırıcı eyleme dayalı somut deliler elde edilmelidir. 


Halen iş başında bulunan AKP iktidarı döneminde;  Gülen Cemaatiyle, 17/25 Aralık. 2013 çatışmasına ve 15 Mayıs 2016 darbe girişimine gelene kadar,  bizzat AKP iktidarı tarafından korunup kollanan ve beslenen, mensupları devletin güvenlik ve askeri kadrolarına ve tüm bürokrasiye yerleştirilen ve bu kadrolarda hakim düzeye ulaştırılan, eğitimde, sanayi ve bankacılık sektöründe söz sahibi haline getirilen, adeta bir kutup yıldızı gibi parlatılan, masum bir hizmet hareketi olarak değerlendirilen ve lideri hain FETÖ için;  bizzat dönemin Adalet Bakanı tarafından kendisine din alimi, saygın bir kişi olduğu iddiasıyla sahip çıkılan , muhalefetin FETÖ için söylediği silahlı terör örgütü lideri suçlamasının inkar edildiği,  Fetullah GÜLEN Cemaatinin ülkeye hizmet eden hizmet hareketini başlatan yasal bir dini cemaat olarak lanse edilen ve ülkemizde yaşaya mütedeyyin insanlarımızın kendisine  yönlendirildikleri, Cemaat referansı olmayanların devlet katında ve kadrolarında önemli mevkilerde yer bulamadıkları  bu cemaatin 15 Temmuz darbe girişimi ile açığa çıkan gerçek yüzünden hareketle; devletin tüm istihbarat raporlarına sahip olmalarına rağmen, FETÖ tarafından kandırıldıklarını iddia ederek,  sorumluluktan kaçan ve suçu üzerine almayan iktidarın; Cemaate ilişkin olarak  yarattığı olumlu algılarla,  hiçbir şeyden habersiz,  devletin istihbarat raporlarından ve gerçeklerden bihaber, kendilerini hizmet hareketi ifa eden mütedeyyin yasal bir cemaat  ve hizmet hareketi olarak gördükleri Cemaate samimi bir şekilde inanmış olan, dini inanışlarına göre faize karşı oldukları için,  cemaatin;  T. C. Yasalarına göre yasal olarak kurularak,  devlet tarafından para toplama lisansı verilen, 17/25 Aralıktan sonra da hain darbe girişimine kadar lisansı iptal edilmeyerek faaliyetine göz yumulan,  Bank Asya isimli katılım bankasına para yatırıp çeken, iyi eğitim verdikleri için çocuklarını cemaatin kontrolü altındaki okullarda parasıyla okutan, işsizlik cenneti olan ülkemizde,  Cemaatin yasal iş yerlerinde çalışarak nafakasını sağlamak zorunda kalan, neymiş efendim FETÖ Cemaati Balkan ülkelerinde etkinmiş gerekçesiyle,  seyahat özgürlüklerini kullanarak Balkan ülkelerine turistik seyahatler eden masum insanlarımızın bir takım varsayımlarla FETÖ Terör Örgütü Üyesi olmakla suçlanarak yargılanıp ağır cezalar almalarının, keza son örneğini yaşadığımız Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet ÖZER'in, PKK Silahlı Terör Örgütünün  amacı doğrultusunda,  örgüt adına işlemiş olduğu dış aleme yansıyan somut bir yasa dışı eylemi olmadığı halde,  PKK Silahlı Terör Örgütünün üyesi olduğu iddiasıyla görevden alınarak tutuklanmasının makul ve haklı hukuki bir izahı olamaz. 


Şayet diyorum, kesin bir yargıda bulunarak yargısız infaz yapmıyorum. 


Niyetimin,  hiçbir kişiyi,  boş yere ve haksız bir şekilde suçlamak olmaksızın ve nihai  değerlendirmesini okuyucularıma bırakarak soruyorum?


Doğmalarında, ilk ortaya çıkmalarında değilse de, sonradan gelişip bugüne gelmelerinde ve ülkenin başına dert olmalarında, devletin istihbarat raporları kendilerine sunularak aydınlatılmalarına ve tüm tehlikeden haberdar olmalarına rağmen;  özellikle FETÖ Terör Örgütünün,  darbe girişiminde bulunabilecek güce ve cürete ulaşmasına,  imzalarıyla, atama kararlarıyla, koruyup kollamalarıyla doğrudan katkı sunan  siyasal iktidarın mensupları,  sizce daha mı az suçlu ve masum?


Dini duyguları istismar edilerek kandırılan masum ve  mütedeyyin insanları yargılatarak zindanlara atanlara, Esenyurt Belediye Başkanını sudan sebeplerle delilsiz ve kanıtsız,  görevden alarak tutuklatanlara, nerede FETÖ'nün siyasi ayağı diye sorarlar haklı olarak.


04/11/2024

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget