Eylül 2024
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Demokrasi Ve Basın Özgürlüğü Paneli (3)
Seçkin sivil toplum örgütlerinden Sosyal Demokrasi Derneği’nin (SDD) düzenlediği Demokrasi ve Basın Özgürlüğü paneli Çankaya Belediyesi Yılmaz Güney salonunda 13.9.204 günü düzenlendi. Panele konuşmacı olarak kolaylaştırıcı Gazeteci Orhan Uğuroğlu’nun gözetiminde Fikret İlkiz, CHP Ankara Milletvekili Okan Konuralp, Mustafa Balbay konuşmacı olarak katıldılar.

Salonun yarısının bile doldurulamadığı bu etkinlikte üçüncü konuşmacı olarak Mustafa Balbay yaptığı konuşmada (özetle) şunları söyledi:

“Anayasa Mahkemesinin (AYM) Anayasaya aykırı olduğu bir ülkede anayasaya aykırı olduğunu kime söyleyeceğiz. Her şeyden önce ifade özgürlüğü basın özgürlüğü ile birlikte bu kavramlar geçmişten bugüne çok genişledi çok değişti. Ama olağanüstü bir baskı unsuru olmanın yanı sıra bize fırsatlar sunan unsurları da var. Ege Üniversitesi İletişim Fakültesinde öğrenci iken gazetecilikle ilgili kelime şuydu, “yeryüzünde hiçbir şey bir önceki haber kadar bayat değildir”. Ama şimdi bırakın bir önceyi bir saatlik haber bayatlayabiliyor. Bazen bir arkadaş telefon ediyor bana, “şöyle bir şey olmuş duydun mu” ona oo yarım saati geçti yayınlayanı diyorum. Bir kere çok hızlı yayılıyor, hayatın bütün alanını etkileyen bir güç oldu medya, geçmişten daha yoğun daha etkili. Tabi bu alanın toplumsal önemi, mücadelelerdeki önemi itibariyle de ben birkaç dakika, Atatürk’ün basın özgürlüğünü belirten görüşünü biliyoruz ama bir basın mensubu gibi adeta mücadelesinden örnek vermek istiyorum.

Mütarekeden sonra İstanbul’a geliyor (Mustafa Kemal), ilk işi Minber diye gazete çıkarmak oluyor. Orada müstear adla baş yazı yazıyor. Kimse okumasa bile o yazıyı bir kişinin mutlaka okuyacağını biliyor. Kim olabilir, İngiliz işgal komiseri o okuyacak diye yazıyor.

Demokrasi Ve Basın Özgürlüğü Paneli (3)

Samsun’a çıkıyor, oradan en uzun kaldığı yer Sivas 108 gün kalıyor ve orda yine gelişinden bir süre sonra İradei Milliye diye bir gazete çıkarıyor. Çünkü o karaları aldık topluma anlatmazsak biz kendi kendimize almış oluruz. Sivas Kongresinin kararlarını halka ulaştırmak için bir gazete çıkarıyor.

Ankara’ya geliyor 27 Aralık’ta 10 Ocak’ta Hakimiyeti Milliye gazetesini çıkarıyor 15 gün geçmeden; bu sefer Anadolu’daki mücadelesini halka yaymak istiyor. 23 Nisan 1920 de Meclisi açacak ama ondan önce 6 Nisan 1920 de Anadolu Ajansını (AA) kuruyor. AA da yazıyor, “Türkiye’nin sesini bütün dünyaya duyuracak” diyor. Meclis açılmamış, Devlet örgütlenmemiş İstanbul İzmir işgal altında, Mustafa Kemal o mücadelesini duyurmanın en önemli unsurun basın olduğunu görüyor ve bu şekilde içinde yer alıyor. Nutuk’ta yaklaşık 785 kez telgrafçılardan söz ediyor. Neden, çünkü o devirde en önemli iletişim aracı telgraf ve “biz Kurtuluş Savaşını telgrafçılarla kazandık” diyor. Bugün de mücadele verilecekse, demokrasi korunacaksa, kurumlaşacaksa Türkiye demokratik bir ülke olacaksa basınla mücadele bunun en önemli unsuru. Bunun önemi siyasal mücadeledeki önemi basındır. 

Bunun en önemli nedeni Erdoğan, o yüzden hem kendi medyasını oluşturdu hem de kendi medya içerisinde bir yelpaze oluşturdu, İslamcı yelpaze, magazin yelpaze, ortada görünen yelpaze oluşturmuş oluyor. Hepsine bakın aynı yelpaze, birinin üzerinde Ebru Gündeş vardır, ötekinin başında Kuran’dan bir ayet vardır, ötekinin üstünde başka bir konu vardır. Başka mücadele şekli bu.

Tabi gazeteler bu şekilde olunca gazetecilerle ilgili de senin gibi düşünmeyene “terörist” ifadeyle başlayan bir algı, öyle bir terörist ilan etme ki, Silivri’de tutuklanmadan önce bana ilk sorulan soru şöyle idi, “Uğur Mumcu’yu öldüren örgüte üyesin olmadığını ispat et”. Bir vücut kimyasının bu kadar değişebileceğini insan bilmezdi, toparlamak bile sıkıntılı. İlk soru böyle, seni en hassas yerden vurma, iddia eden durum olmadık şeye ispata yönelik, iddiayı söylendiği zaman sana işkenceye de gerek yok, o kadar vahşileşti bu iktidardakiler.

Böylece benimle değilsen işkence, benimleyse başka şekilde abat olursun. 2000 yılların başında Yiğit Bulut ve Hulki Cevizoğlu beni bu iktidarla mücadelede pasif buldu. Sonradan anladım ki bunlar gerçekten aktifmiş. Gerçi bizim yerimiz yurdumuz belli ama o kadar, o günden bugüne ne kadar değiştiyse neler olduysa, nasıl bir ikna gücü kullanıldıysa şimdi başka bir şekilde sahnede yerlerini almış durumdalar. Bu da ipin iki ucu benim değilsen her türlü suçlamaya açıksın, eğer benimleysen her türlü fırsata her türlü milletvekilliğinden sarayın her yerine kadar yerin açık gibi bir tablo ile karşı karşıya kalıyoruz. Bu anlamda medya üzerinden basın diyoruz, medyanın gücü arttıkça daha etkin hale geldi. Hani nükleer kimyasal diyoruz, nerdeyse silahları görürüz. Bence en az onlar kadar etkili olan kitle imha silahları görürüz. Ama bir yanıyla en az onlar kadar etkili olan bir kitle imha silahları, yeni fikir yeni düşünce yapısı imal ediyor. Yeni bir adeta millet imal ediyoruz, işte bunun da en önemli unsuru medya medyanın unsuru, her yelpazeyi, her kesimi kendi kapsam alanına alçak şekilde örgütlemiş oluyorsunuz. Günümüzde medya gücü için bir anlamda geçmişte de geçerli idi, ama artık bugün artık net bir şekilde üreteceğimiz durum medya gücü yok, güçlerin medyası var. O medya gücünü daha etkin bir şekilde kullanabiliyoruz.

Burada geçmişteki toplumsal mücadelelerin unsurlarına baktığımızda, medya oralarda önemliydi, basın da önemliydi ama basın bugün artık daha bir etkili bir araç haline geldi. Zaten bu çağa iletişim çağı denmesi de anlatımı kolaylaştıran bir durumdur. İletişim çağının içindeyiz. Şimdi devrimci mücadelede propaganda örgüt ve siyasal İslam’ın mücadelesinin tevhit, cemaat, cihat, yani sözcükleri değiştirdiğinizde ilk ulaşma toplumu toplanma yerinde bir an önce bitirme o da belli bir medya gücüyle basın gücüyle olabiliyor. Bizler tabi İran İslam Devrimine genel anlamda İran Devrimi Humeyni rejimi dedik ama iletişim literatüründe Humeyni Rejimi İran dünyadaki ilk dijital devrimidir. Humeyni’nin kasetlerinin o dönemin aramızda pek çok ak saçlı gençler var. O devirde sıcak kasetler vardı ve onları sırf satan onları aldığımız ettiğimiz yerler vardı onlar kendi yapılarında örgütleyip o devrimi gerçekleştirdiler. Ulusal tabanın uluslararası desteği Humeyni’nin Paris’ten uçup gitmesi, Paris el Paris değil, öyle Paris, Humeyni rejiminin ülke dışında güçlendiği yer oldu. Humeyni Bursa’da kaldı oradan Paris’e gitti oradan İran’a geldi. Ama İlk dijital yolla gelmiş devrim lideri olarak kabul edilir.

Bugüne geldiğimizde hani Tramp’ın medya patronu olması herhalde çok tesadüf değil, İtalya’da uzun süre başbakan olan gidip gelen Berloski’nin de medya patronu olması herhalde tesadüf değil, başka ülkelerde de medya patronu olmayanlar bile belli bir medya gücünü ellerinde tutup o mücadelenin önemli gücü olarak kullanan kişiler.

Demokrasi Ve Basın Özgürlüğü Paneli (3)

Bizim ülkemizdeki somut örneklerden gelirsek şimdi en iyi gören Erdoğan gelir. O yüzden kendi medyasını kendi etrafında birebir kendine bağlı tam bağımlı yarı bağımlı medyayı dört yelpazede görmek istiyorlar onun ötesi yok. Özsaraycılar saray sempatizanları, “saraysız olmaz diyenler, şu dönem saraydan başka destekleyen yok” diyenler. Bunun her biri toplumda kendince bir başka kentli ifade etme şekli de var. Bu boyutunun yanı sıra ve bence kişi olarak iflah olmaz iyimserim de ama sadece içi boş insan değil bu, içinde bulunduğumuz çağ aynı zamanda iktidarı alan medya yoluyla toplumu etki altına alma, adeta medyokrasi diyeceğimiz bir rejimi kendi halkı içinde hapsetmek istiyor ama bir başka medyada medya gücünü elde etme etmek isteyenlerin de kolayca da ulaşabileceği bir fırsat sunma çağı. Örneğin şu anda bizi çeken arkadaşlar sosyal medyada on bin izleyicisi varsa on bin tirajlı medya sahibi. O yüzden hepimiz aktroller denen kurum rastgele bir durum değil. Örneğin şu an içinden geçen süreç itibariyle genel iktidar çevresinde yakın dönemde haber değeri olan bir durum, Mansur Yavaş’ı destekleyip Ekrem İmamoğlu’na soğuk bakanlar gibi bir aktrol oluşturuldu. Ekrem İmamoğlu’nu destekleyip Mahsur Yavaş’a soğuk bakanlar aktrol oluşturuldu. Böylece bunlar kendi aralarında çatışıyor gibi görünecekler bir anlamda CHP tabanında kendi içinde o sonra birbirine dönmesini sağlayacak medya çalışması. Bundan korkup saklayalı demek çözüm değil. O zaman bu gücü evet bunun demokrasi zemininde olması istemek hakkımız. O mücadeleyi vereceğiz, her birimiz de medya gücümüz olduğunu unutmamalıdır. İçimizde Sami Bey’in yüz paylaşımı varsa onların da binlerce paylaşımcısı olacak böylece sosyal medya gücü artacak bu gücü küçümsemeyin.

Bu günkü iktidar artık tutunacağı bir şey kalmadı, sadece “ben gidersem felaket olur, bir de yeni seçeneği yok başka bir şey veremez. Hakikaten bitti, somut olarak bitti, o zaman ne yapıyor, “yaparsa parti yapar” ne demek ben seçeneklerimi çürüteceğim demek, ben bozdum ben yaparım tekrar” demek. B unu en çok hangi güçle öne sürüyor, medya gücüyle. O zaman onu en az demokratik duruma getirmek, önemli olan da o gücü bilinçli bir şekilde kullanabilmek. Örneğin bir telefon TV nun kararını etkiliyor, bir yerlerden gelen.

Çağımızın kitle imha silahları dediğimiz medya gücü var, buna karşı her birimizin medya sahibi olabiliriz, bu çağ için üretilen bir tanım daha var iletişim. İletişim tamam, titreşim ben bir şey iletiyorum sayın Pınar öyle değil, diyor, ben öyle diyorum, böyle olmadığını ispatlıyor, yayıyor peşin konuşmuş oluyor. Bu da bu çağın fırsatı ya da kullanılabilecek unsurlarından biri. Karşılıklı olarak sadece iletmek değil olay, ilettiğinde oradan tepki aldın ama o tepkisini sade sana vermiyor. Tepkisini alenen duyurduğunda o kitlesine dönüyor. Öyle bir aynı zamanda fırsat da var, aynı yoldaki arkadaşları bu mücadelenin içine itmek gerekiyor. Çünkü iletişim başkanlığının o aktroller dediğimiz şu anda ölçüsünü tam da bilmiyoruz, farklı kanallardan bize ulaşan bilgi üç bin kadar maaşlı olan akroller olduğunu öğreniyoruz. Mesela iktidarı ağır eleştiren bir şey yazdım, dakika olmuyor 30 saniye sonra hemen mesaj geliyor “Silivri soğuktur”. Ağustosta yanacak değil aslında ama ilk böyle Silivrili olduk. Buna yakın çevremden bana “bu şeylere nasıl dayanıyorsun” diyorlar. İyi yaptığınızda mesaj daha sonra geliyor, gelirse o da. 

Şu anda basın özgürlüğünün bir başka boyutu da karmaşık bir kavram gibi ama şu, basın özgürlüğü bir kişinin fikrini ifade etme etmemesi için pek kullanılır. Örneğin bir arkadaşımız çok iyi bir ziraat mühendisi, bu kuraklığın gerçek nedenlerini iktidarın kaynaklarından olduğunu söyleyen bir demeç verdi, gazeteler de yayın organları da onu büyüttü. İktidarın yayın organları o demeci veren kişiye özel hayatından başlıyor, geçmişte şunu demişti, “alçak iyi dönmüş”. Bu sefer ne yapıyor, “ben konuşmayayım” diyor, orda basın özgürlüğü olsa bile anlamı yok artık. O basına bilgi veren kaynak kuruyor.

Şu anda gazetecilerin haber aldığı kaynaklarda şu anda aynı bir habersel kuraklık var küresel ısınma gibi habersel ısınma var. Biz bunu Cumhuriyet’te yaşıyoruz. Muhabir ama bütün kapılar duvar, haberi veren bile beş defa “benim adımı verme” diye uyarıyor. Basına giden haber kanallarını kestiğinizde dünyanın Türkçeyi en iyi kullanan olursa en iyi haberleri yapmak isteyen insan da olsa habere ulaşamayacağı için bilgiye ulaşması çok zor olacağı için ne oluyor bir şekilde toplum haberden yoksun kalmış oluyor.

Yine basının bugünün diliyle medyanın en temel tariflerinden biri halka haberi taze olanı bilgiyi vermek. Ama şimdi bugün medyanın görevi halka verilmesi gereken bilgiyi vermektir. Medya hala dünyada sorun güç büyüdü, AB merkezinde bile medya ön plandadır. 

Medya bu çağa adını veren güç haline geldi. Bütün insanlık tarihini dünyayı etkileyen üç büyük devrimi vardır, tarım devrimi, sanayi devrimi, iletişim devrimi. Biz şimdi iletişim devrimi içindeyiz. MÖ on bin yılında başlamış devrim, sonra 18. Yüzyılda Sanayi devrimi, şimdi 21. Yüzyılda iletişim devrin içindeyiz. Bugün yapay zekâ diye bir kavramı, bu gücü kullanan arkadaşlarım var. Örneğin diyorsun ki yapay zekaya “evladım basın özgürlüğü ile ilgili makale yaz” diyor. Basıyorsun düğmeye bir dakika sonra sana elli kaynaklı makale veriyor, cümleler de düzgün. Yapay zekanın ana konusu iletişim. Biz sanayi devrimini ıskaladık. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’a girerken Gutenberg’ın matbaası da baskıya giriyordu. Oradaki devrimini ıskaladık hala onun sancılarını yaşıyoruz. Şimdi iletişim devriminin müşterisiyiz. Demokrasiyi inşa etmek için iletişimi medyayı hem yerinde kullanımı temiz kullanımı önemlidir”.

Konuşmalardan sonra karşılıklı sorularla panel sona erdi.

Cevat Kulaksız kulcevat 599@gmail.com

Demokrasi Ve Basın Özgürlüğü Paneli (2)
Seçkin sivil toplum örgütlerinden Sosyal Demokrasi Derneği’nin (SDD) düzenlediği Demokrasi ve Basın Özgürlüğü paneli Çankaya Belediyesi Yılmaz Güney salonunda 13.9.204 günü düzenlendi. Panele konuşmacı olarak kolaylaştırıcı Gazeteci Orhan Uğuroğlu’nun gözetiminde Fikret İlkiz, CHP Ankara Milletvekili Okan Konuralp, Mustafa Balbay konuşmacı olarak katıldılar.

Salonun yarısının bile doldurulamadığı bu etkinlikte ikinci konuşmacı olarak Okan Konuralp yaptığı konuşmada (özetle) şunları söyledi:

“Demokrasi ve basın özgürlüğü konusu için buradayız. AK Parti Türkiye’yi ne hale getirdi basın babında derseniz, bu konuda basın mücadelesinde Balbay örnektir. Hiç tartışmasız gazetecilik faaliyetinde yaşantısının bir bölümünü ceza evinde geçirmiştir.  Yayın yasağına itiraz eden etmesi olan gazetecileri mumla arıyoruz. İktidar basını da medyayı da belli bir noktaya getirdi, fakat bütün bu vahametin içerisinde biz de sağlıklı bir şekilde mücadele verdik. Erdoğan’ın bu ülkeye yaptığı büyük kötülük herkesi vasatta birleştirmek, herkesi de kendine benzetme aynı zamanda. Bizim de gazetecilerimi, şimdi buradan bir korunmayla çıkmamız gerekiyor. Bir kanser gibi düşünün bu iktidarı yendiğimiz bu iktidarı uzaklaştırdığımız zaman, o hastalık bir süre daha devam edecek, bu hastalığı iktidarsız da yenmemiz lazım.

Bunları da göz ardı etmeksizin meseleye soğukkanlı bakmamız gerekiyor. Daha kararlı daha özgür bir yaşayış meslek örgütleriyle, bunun çabasında olan meslek örgütlerini desteklemeye ihtiyacımız var. Yeri geldiğinde birbirimizin yüzlerine karşı yanlışları ifade ettik mi düzlüğe çıkarız. Kamuoyu ile birlikte, kamuoyunu yanlış yönlendiren gazete ya da gazeteciler de bizim mahallemizde yaşayanlarla bunlara karşı da yanlış yöne yönlendirmemeliyiz. Kırmızı Pazartesi gibi kendi pazartesilerimizi yaşamamamız lazım. Kim hata yaptıysa kimin yanlışı varsa, bu mesleğin evrensel ilkelerine, kriterlerine aykırı olarak kim davranıyorsa onlara da “sen de yanlış yapıyorsun” demeliyiz. Türkiye öyle bir ortamdan geçiyor ki bazen bunlara sıra gelmeyebilir. Ama şimdiki Ak Parti çevresindeki sorunlar o kadar ağırken bir de onunla mı ilgileneceğiz denilebilir. Elbette gazeteciler olarak basın özgürlüğünün evrensel kriterlerine uygun olarak aynı zamanda basın özgürlüğünün, ifade özgürlüğünüm evrensel kriterlerine uymak gerekir. Baskılara karşı mücadele etmeliyiz elbette, mu haklı mücadelede geri durmamalıyız, halk bizim aracılığımızla haber alma hakkını kullanır. Yoksa bu hakkın kullanılmış olduğu üzerine gelmiş gölgeye karşı kararlılıkla mücadele etmeliyiz. Türkiye basını böyle kakofoni tavırda olmaması lazım, soğukkanlı olarak aynı baskılara karşı durmamız lazım.

Demokrasi Ve Basın Özgürlüğü Paneli (2)

Basın üzerinde siyasi baskılar ve ağır sansür var, sol medya üzerinde yasaklar ya da dezenformasyon diye kurulan bir kurumla bizzat deformasyonun merkezi olması, ya da iletişim sosyal medya üzerindeki baskılar, deformasyon merkezi diye kurulan iletişin başkanlığı, Radyo Televizyon Üst kurulunun bugünkü hali. RTÜ çok iyi niyetle 1990 larda kurulan bir kanun, RTÜ kurulu üyesiyken de katıldığım toplantılarda ifade ettiğim gibi, siyasi partilere tanınan kontenjan ne demek, radyo televizyon kurulunu üyelerini denetleyecek kurulun üyelerini siyasi partilerin üzerinde medya yoluyla baskı yaratması gereken bizleri denetleyecek kişileri bizlerin siyasi partilere tanınan bir kontenjan RTÜK üyeleri. Niye, ne gereği var, en kötü durumda meslek öğretsin, iletişim fakülteleri istesin hukuk fakülteleri denetlesin, radyo televizyon sahiplerini seçsin, radyo televizyon sahipleri derneği seçsin, reklamlar birliği seçsin, neden, neden siyasi partiler. 90 lı yıllarda böyle öngörülmemiş, son derece iyi niyetle yapılmış bir kurum, ama bugün geldiğimiz durum RTÜ kurulunun üye yapısını mevut siyasi partiler niye yapsın.

Her şeye rağmen milyarlarca yatırım yapmış bir medya organı var ve kamuoyu oluşturamıyor. Ülkenin gündemine evrensel değerlere uymayan kamuoyu oluşturan bir medya gücü var. Şimdi geldikleri nokta biz beceremiyoruz onlar da beceremesin. AK Parti iktidarı medya babında gelmiş olduğu nokta, çok kötü ve hızla içe doğru çöküyorlar, biz o çöktüğü zaman biz şimdiden daha iyi bir medyayı oluşturmak için tartışmamız lazım, o güne hazırlanmamız lazım; sendikalarımızla, cemiyetlerimizle meslek örgütlerimizle, gazetecilerimizle medya kuruluşları arasındaki dayanışmayı kökleştirecek birtakım oluşumlarla birlikte o güne hazırlanmamız lazım. Ben o günün çok yakın olduğunu görüyorum, ilk seçimlerde birlikte tıpkı Ferdinand Basel’den bu yana iki sıfır dünya siyasi tarihine sosyal demokrasinin yeşerdiği ülkelere nasıl geldiyse, sosyal demokrasi tek başına ikinci dünya savaşına bile bir Avrupa’yı ve bu Avrupa’yı inşa ederken bütün dünyayı nasıl etkilediyse, bu gün bir sosyal devlet, sosyal devletle beraber basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü bile dünya sosyal demokrasi tarihinin ve dünya sosyal demokrasi bir ülkü olarak hayatımızdaysa seçimlerle beraber olacak bir iktidar değişikliği ile sosyal demokrat yaşantının geleceğini ve bu gelme halinin hep beraber hazırlıklı olmamız gerektiğine inanıyorum.”

Soru ve katkılarla panelin bu bölümü sona erdi.

Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com

Demokrasi Ve Basın Özgürlüğü Paneli (1)
Seçkin sivil toplum örgütlerinden Sosyal Demokrasi Derneği’nin (SDD) düzenlediği Demokrasi ve Basın Özgürlüğü paneli Çankaya Belediyesi Yılmaz Güney salonunda 13.9.204 günü düzenlendi. Panele konuşmacı olarak kolaylaştırıcı Gazeteci Orhan Uğuroğlu’nun gözetiminde Fikret İlkiz, Okan Konuralp, Mustafa Balbay konuşmacı olarak katıldılar.
Salonun yarısının bile doldurulamadığı bu etkinlikte açılış konuşmasını yapan SDD Başkanı Sami Doğan yaptığı konuşmada (özetle) şunları söyledi:
“Devam etmekte olan Narin kızımızın dava süreci devam ederken, AKP iktidara geldikten sonra kadınları ve çocukları kamusal alandan toplumsal alandan çekip eve hapsetmek projesinin son noktasıdır. Bunu şiddetle kınıyoruz.
Basın özgürlüğü konusuna değinirken bu cinayeti ağdırtmak için orda zor şartlarda görev yapan Basın mensuplarının da tehdit edilmeleri de kınıyorum. Sonra Halk TV programcısı Murat Ağırel’in öldürülmesini mafyaya ihale edilmesini de hayretle üzüntü ile hukukun da ne noktaya getirilmesini de protesto ediyorum. Demokrasinin gelişip kuvvetlenmesi için basın özgürlüğü çok önemlidir. Demokrasinin yapı taşlarından olan basın özgürlüğünün hukuki ve siyasi boyutlarıyla tartışılacağı toplumsal adalet, ifade özgürlüğü, bağımsız medya gibi konular ele alınacağı bu panelin demokrasimizin geleceği açısından önemli bir km taşı olacağı açıktır. Tarafsız özgür bir basının varlığı güçlü bir demokrasinin göstergesidir. Demokrasi olmayan yerde farklı fikirlere hoşgörü olmayacağı için özgür düşünce de olamaz, basın özgürlüğü de olamaz, demokrasinin gelişmesinde basının rolü çok büyüktür, basın yol göstericidir.”
Kolaylaştırıcı Orhan Uğuroğlu da konuşmasında şunları söyledi:
“Olmayan demokraside olmayan basın özgürlüğü, olmayan anayasada böyle bir konunun seçilmesi oldukça manidar.

Demokrasi Ve Basın Özgürlüğü Paneli (1)

İlk konuşmacı Fikret İlkiz (1) konuşmasında şunları söyledi:
“Olmayan demokrasiden bahsedeceğim. Demokrasi tanımının açıklarken yeniden başlatmak gerekiyor. Yurttaşların geniş siyasal haklara sahip olduğu serbest ve adil seçimler sonucu hukuk kuralları içinde demokratik siyasal sistemdir. İktidarının gücünün sınırlandırılması tanımı demokrasinin bir anlamda da tamamlayıcısıdır.  Demokrasiyi tek başına tanımı yetmez, copça partilerle özgür seçimlerle tamamlayıcısıdır. Bunun yanında inanç özgürlüğü, siyasi çoğulculuk siyasi çoğulculuk içerisinde bir yarışma, insan hakları hemen hemen sayılıp bu anlamda demokrasi içerisinde tamamlayıcı bir unsur olarak kabul etmemiz gerekli olan tamamlayıcılardır. Özellikle düşünce ve eleştiri özgürlükleri, temel hak ve özgürlüklere devletim müdahalenin sınıflandırılması ve hukuk devleti ilkesi şiar hemen hemen ilk akla gelen kavramlardır. Bütün bu anlatımlarla hukuk yoktur demokrasi de yoktur. Yargısal denetim de yok, yargısal denetim neden önemlidir. Demokratik mekanizmaların işleyişinde ve devletin sınırlandırılmasında yargının çok önemli bir görevi vardır. Bu görev yerine gelirse çoğunluk yani demokraside iktidarın sınırlandırılmasında yani siyasal iktidarın sınırlandırılması önem taşır. “Demokrasi iktidar kullanma tekniğidir”. İktidarı kullanmak demokrasi sayesinde olabilir.
Hukukun yeri nedir? Bir insan hakları meselesi ile karşı karşıyayız, daha doğrusu mesele değil, insan haklarının hukuk üretmesi gerekiyor. Eğer insan hakları hukuk üretirse o devlette demokrasi, o devlette hukuk devleti sayılabilir. İnsan hakları bakımından devresi hukuk veya az devlet çok hukuk, az devlet çık hukuk gibi kavramları tartışırsak o zaman hukuk vardır. Her zaman için hukukun var olduğu kabul edilmektedir, hukuk üstüne yeniden tartışmalar yapılmaktadır.
Yönetilebilir demokrasi, yani demokrasi sayesinde yönetilebilir demokrasi üzerinde düşünmemiz lazımdır. İspanyollar 1958 yılında özellikle anayasalarında demokrasiye haklara sahip olma hakkı olduğu yerlerde vardır, yani anayasa diyor ki eğer haklara sahip olan insanları hukukla korunuyorsa orda demokrasi vardır. İnsan hakları hukukuyla giderek günümüzde fert merkezli değer yargılarının hüküm sürmeye başladığı bir dönem başlamıştır. Bizde de Anayasa Mahkemesinin bazı kararlarına bakacak olursanız ta 1985 1986 ve 87 yıllarında demokrasi tarifleriyle birlikte özellikle Türkiye’deki demokrasilerin ne olduğunu anlatmaya çalışmaktadır.

Demokrasi Ve Basın Özgürlüğü Paneli (1)

Anayasa tek başına bir anaysa değildir, anayasanın özellikle başlangıç bölümü hürriyetçi anayasayı hürriyetçi anayasa dedikleri yerler anayasanın başlangıç kısımlarını tarif eden standart bir demokrasi önermektedir. Bu aynı zamanda sınırlandırmadır, en azından hukuk ve demokrasi dediğimiz standart olarak demokratik toplum tezini benimseyen bir Anayasa Mahkemesi ile karşı karşıyayız. Demokrasiler aslında temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlandığı, yetmez ayrıca güvenliği altına alındığı bir sistemdir. Çağdaş Batı demokrasilerde hepimizin katılımcılığa ihtiyacı vardır. Kamu yararına bu işleri gerçekleştirirken yoksa o zaman demokrasi katılımcılığına hepinizin katılmasına ihtiyacı vardır. Eğer bireyler ve toplumun kamu işlerinde kamu yararına bütün bu işleri gerçekleştirirken yoksa o zaman demokraside katılımcılıkta gerçekleşmemiş demektir. O yüzdendir ki bazen önemli Anayasa Mahkemesi kararlarında mücadeleci anayasa gibi tanımlara ve bazen de mücadeleci gibi tanımlara rastlanır. Özellikle 1982 Anayasasının benimsediği klasik demokratik toplum düzeni gerektirerek aslında bizde çelişkili olarak karşımıza çıkan ve yargı kararlarına karşı hukukta kendisini çelişkili olarak gösteren en önemli tartışmaları yaratır.
1986 yılının Ekim ayında serbest bölgeler ve serbest bölge kanunları gündeme geldiği zaman şöyle bir düzenleme gerçekleşmişti: On yıllık süreyle serbest bölgede grev yapılamaz”. Şimdi eğer böyle bir kanun çıkartırsanız bu kanunun bir sınırlandırma getirdiğini, yani grev hakkına toplu iş sözleşmesi hakkına karşı grev silahının kullanılmasına karşı çıkan bir kanundur. Anayasa Mahkemesi (AYM) 1986 yılının Ekim ayındaki kararında dedi ki, “demokratik toplum düzeni olarak baktığımız zaman bu anlamdaki özgürlük kısıtlamasını uygun görmüyorum” dedi. Yani bir başka deyişle özgürlüğün sağlanabilmesi için bir anlamda sınırlandırma yapılmasını uygun görmüyorum dedi. Bir ay sonra Kasım ayında bu kez AYM özgürlüklerin esas olduğunu kabul eder. Buna karşılık sınırlandırmanın istisna olduğunu kabul eden bir düzenleme yaptı ve dedi ki, “eğer demokrasiden söz ediyorsak, eğer demokrasiyle ilgili olarak bir arayış içerisinde isek bunu doğruluk kanalıyla yapacaksak o zaman şöyle bir karar imza attı: “Klasik demokrasiler temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlığın güvenç altına aldığı rejimlerdir”. Kişinin sahip olduğu dokunulmaz, vazgeçilmez, devredilmez temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunulup tüm dokunulmaz hale getiren kısıtlamalar demokratik toplum düzeni gerekleriyle uyum içinde sayılamaz. Yani demokratik toplum düzeni diyorsan demokratik toplum içerisinde temel hak ve özgürlüklerden bahsediyorsanız, özgürlüklerin kullanılmasından bahsediyorsanız sınırlandırmanızı minimuma indirmek zorundasınız dedi. Bir Kasım 1986 da yaklaşık ilk kararından bir ay sonra verdiği kararlardan birisi. Sadece özgürlük yetmiyor, dedi.
Özgürlük veya özgürlükçü olmak yanında hukuk devleti olmak ve kişiyi ön planda tutmak da aynı işin ögelerindendir. Klasik demokrasi diyorsanız o zaman sizin karşınıza çıkacak olan özgürlükçü olmak yeterli değildir. Yanında ayrıca ve özgürlüklerin kişiyi ön planda tutmak lazım. Ve Anayasanın ikinci maddesinde sınırlandırma dediğimiz andan itibaren bütün bu sınırlandırmaların tümü bu kez, Cumhuriyetin niteliklerine de uygun olmalıdır. Hukuk Anayasa, klasik demokrasi, özgürlükçü demokrasi, mücadeleci demokrasi gibi kavramları yan yana getirdiğinden itibaren özgürlüklerin yalnızca ne ölçüde kısıtlandığı değil, kısıtlamanın koşulları, nedeni, yöntemi kısıtlamaya karşı öngörülen kanun yolları bunların hepsi demokratik toplum düzeninin gereklerinin A B C si olarak bizim karşımızdadır. BU Anayasa meselesi değildir, bu kendi içerisinde evrensel hukuk mücadelesinin gereğidir, bildiği ilkelerdir. Özellikle özgürlüklerin bilimsel olduğu yani hukuk devletlerinde bütün anayasalar insan derisiyle kaplıdır. Aynı şekilde baktığı zaman bizdeki anayasaların ve anayasada yer alan bazı düzenlemelerin konumlanması güçlendirilmesi ya da güçlendirmeyle bağlantılı olmak üzere gerçekleştirmesi gerçekten önem taşımaktadır.

Demokrasi Ve Basın Özgürlüğü Paneli (1)

80 yıllık bir karar 80 yıllık bir karadan söz ederken ABD i Federal Yüksek Mahkemesinin bir kararından söz ediyorum, bu davada o zamanki özgürlükler demokrasi ile ya da sınırlandırma ölçütleriyle ilgili şunu söylüyor, yargı: Anayasal takım yıldızı içinde eğer sabit bir yıldız varsa o da hiçbir resmi makamın politikada milliyetçilikte millet ya da düşünce ile herhangi bir alanda tek doğrunun ne olacağını buyurma yetkisine haiz olmadığıdır ve 80 yıl önce bu konuyla ilgili olmak üzere kimin buyurma yetkisi varsa demokrasi ile ne ölçüde bağlaştığı daha doğrusu özgürlükler ve insan hakları hukukuyla ne ölçüde bağdaştığını mutlaka sorgulanması gerekir.
Günümüzde dünyada olup bitenler 11 Ekim 2008, bu tarihte Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinde hukuk işleri ve insan hakları komisyonu başkanı Avrupa komisyonuna bir mektup yazdı, yazdığı mektupta bir talepte bulundu, dedi ki “acaba yargı bağımsızlığı konusunda Avrupa standartları gibi ya da Avrupa insan hakları sözleşmesine bağlı standartlar bakımından nasıl bir yönlendirme yapılmalı ne yapmalı. Bunun üzerine komisyon iki ayrı rapor çıkardı. Bu rapor kabul edildi.
Bir yanda basın özgürlüğü bir yanda temel hak ve özgürlükler, insan haklarından kaynaklanan yapısıyla bir değerlendirme yaparken yargı bağımsızlığı da burada önemlidir. Venedik Komisyonu 2010 tarihinde kabul etmiş olduğu tespite göre yargı bağımsızlığının her nesnel kişilerin hak ve özgürlüklerine dair bağımsız hakimler tarafından karar verilmesi hakkında görünür olma gibi görünür bir unsur vardır. Bağımsız hakimler olmadan hak ve özgürlüklerin doğru ve hukuka uygun bir şekilde hayata geçirilmesi önemlidir. Budan hareketle yargı bağımsızlığının tek başına bir amaç olmadığı da söylenmelidir. Venedik Komisyonunun görüşüne göre kişi hak ve özgürlüklerin koruyucusu olmak ve demokrasinin ilkelerini yerine getirmekle görevlidirler. Raporun başlangıcında yapılan tespittir. Şimdi konumuzu açıklayan 14. Madde de şöyle yer alıyor: Adli süreçleri uygunsuz baskılardan korumak için yargı önündeki meselelerin tartışılması düşünülmesi, ancak bu yapılırken sınırlar özenle belirlenmeli ve bir yandan adli süreç, diğer yandan da basın özgürlüğü ile ilgili kamu yararını ilgilendiren konuların açıkça tartışılabilmesi ve özgürlüğü koruyacak uygun bir denge kurulmalı”.
Venedik Komisyonun kararlarına göre herhangi bir konuda yayın yasağı koymak yasaktır. Ancak bir hâkim kararıyla olur, yayın yasağına itiraz etmek gerekir. Ama bu gün yayın yasağına itiraz edecek gazetecileri mumla arasınız, yayın yasağına itiraz edecek avukatları gündüz vakti fenerle ararsınız.

(1) Fikret İlkiz 1950- İÜ Hukuk Fak. Mezunu halen İstanbul Barosuna kayıtlı avukat. Çeşitli kurum ve kuruluşlarda başkanlık yöneticilik yaptı.
Cevat Kulaksız kulcevat 599@gmail.com

Teğmenler'in Atatürk’e Laik Ve Demokratik Cumhuriyete Bağlılık Yeminlerinden Kim Ya Da Kimler Korkar?
AKP iktidarı tarafından uygulanmıyor ve kaale alınmıyor olabilir, ancak; iktidarın bu tutumu, bir devrim yasası olan ve yine uygulanmayan anayasanın 174 maddesinde yer alan” Anayasanın hiçbir hükmü,  Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyetinin lâiklik niteliğini koruma amacını güden,  aşağıda gösterilen inkılâp kanunlarının,  Anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin,  Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz” hükmüyle anayasanın koruması altında bulunan ve eğitim ve öğrenimi laik kılan Öğretim Birliği Yasası halen yürürlüktedir. 


AKP İktidarı tarafından fiilen uygulanmayan T. C. Anayasası ve bu anayasanın 4. maddesiyle değiştirilmesinin dahi teklif edilemeyeceği, Türkiye Cumhuriyetinin ATATÜRK milliyetçiliğine bağlı demokratik laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğuna ilişkin 2.  maddesi hukuken halen yürürlüktedir. 


Partili Cumhurbaşkanının; göreve başlarken Türkiye Büyük Millet Meclisi önünde namusu ve şerefi üzerine ettiği, anayasaya, hukukun üstünlüğüne,  demokrasiye,  ATATÜRK ilke ve inkılaplarına ve laik cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağına ilişkin anayasanın 103. maddesindeki yemin metni de;  halen hukuken yürüklükte olup, partili Cumhurbaşkanı göreve başlarken her seferinde bu yemini, namusu ve şerefi üzerine yapmıştır. 


Fiilen olmasa da hukuken yürüklükte olan Anayasa hükümlerine dayanarak kimsenin asla inkar edemeyeceği bu saptamaları yaptıktan sonra;  gelelim,  genç teğmenlerin bir ritüel olan ve mezuniyetlerinde bizzat devlet tarafından kendilerine hediye edilen ve her subayda bulunan kılıçlarını çekerek yaptıkları yemine.  


Genç Teğmenler mezuniyet töreninde yaptıkları eleştirilere maruz yeminlerinde ne demişler?


“Ant içeriz ki laik,  demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığına,  ülkenin bölünmez bütünlüğüne,  yüce Türk ulusunun namus ve şerefine,  aziz vatanın bir karış toprağına uzanacak eller karşısında bizi bulacak ve kılıçlarımız daima keskin ve hazır olacaktır.  Bizler Türk istikbalinin evlatlarıyız.  Şerefimizle doğduk,  şerefimizle yaşayacağız.  Şerefimizle öleceğiz.  Ne mutlu Türküm diyene!” 


Şeklinde yemin etmişler ve Mustafa Kemal'in Askerleriyiz” şeklinde slogan atmışlar. 


Teğmenlerin bu davranışlarının neresinde suç var? Allah’ınız aşkına. 


Fiilen uygulanmasa da hukuken yürüklükte olan anayasamıza göre; Türkiye Cumhuriyeti; 


Hukuken,  demokratik ve bağımsız değil mi?


Yüce Türk Ulusunun namus ve şerefine, 


Aziz vatanın bir karış toprağına uzanacak eller olursa, bu genç teğmenlerin de bir ferdi olduğu Türk Ulusu ve bu teğmenler,  sessiz mi kalacaklar, demokrasimizi bağımsızlığımızı, vatanımızı, namus ve şerefimizi elimizden alınız mı diyecekler, üç maymunu mu oynayacaklar? Bu mudur teğmenlerden istenen?


Evet genç teğmenler ve her yaştan tüm gençler; bu ülkenin kurucusu ve kurtarıcısı Aziz ATATÜRK'ün vasiyet niteliğindeki Gençliğe Hitabesinde belirttiği gibi, Türk istikbalinin evlatlarıdır. Hepsi şerefleriyle doğmuştur ve şerefleriyle de yaşayacaklardır. 


Evet;  Aziz ATATÜRK'ün sağlığında yaptığı konuşmalarını sonlandırırken sık sık tekrarladığı gibi,  “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE”


Bu yeminden;  Atatürk'ün kurduğu ve ilkeleri anayasanın 2. maddesinde açıkça sayılan demokratik ve laik sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine yönelik kötü emelleri olan, kim ya da kimlerse onlar ve ülkeler,  dahili ve harici laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti düşmanları korksunlar. 


Genç Teğmenlerin yaptığı yemin nedeniyle; ATATÜRK ilke ve inkılaplarına,  Cumhuriyetin temel kurallarına ve kuruluş değerlerine, demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyetine bağlı ve saygılı kişi ve kişiler ve dost ülkeler için, endişe edilecek bir durum yoktur asla. 


Kim ya da kimler ve hangi dış ülkeler;  genç teğmenlerin savundukları,  ATATÜRK ve onun ilke ve inkılaplarından, Cumhuriyetin temel değerlerinden ve laiklikten laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyetinden korkup tedirgin olmuşlarsa,  vardır bir bildikleri demek ki. 


Ben bu ülkenin tarafsız Cumhurbaşkanı olsaydım, ATATÜRK'e ve demokratik ve laik Cumhuriyete bağlılık yemini yapan genç teğmenlerden asla gocunmaz,  bilakis gurur duyar,  tümünü huzuruma davet eder ve teker teker alınlarından öperdim. 

08. 09. 2024 

Güner YİĞİTBAŞI

Hukukçu

Casususlarını Engelliyor Diye Osmanlıya Köpekleri Toplatmışlar
Fransız edibi Alfonse La Martini (1) ülkesine sunduğu raporda şöyle diyordu:
“Türkler canlı cansız bütün yaratıklarla barış içinde yaşıyor ister ağaçlar ister köpekler Tanrının yarattığı her şeye saygı gösteriyorlar. Hayvanseverlikleri bizde terk ettiren ya da bu zavallı türleri de kucaklıyor.
Köpeklerden korkan casuslarımız geceleri mahallelerde bekçilik yapan sokak köpekleri gerektiği gibi bilgi toplayamamakta bu soruna çözüm bulunamazsa yeterli istihbaratın toplanması mümkün görünmemektedir. İşte bu raporun üzerinden kısa bir süre geçmesinin ardından Fransız Doktor Reminger Talat Paşa’nın huzuruna çıkarak, “Batılılaşmak için bu sokak köpeklerinden kurtulmaları gerektiğini söyler. Hatta ekonomisi zor durumda olan Osmanlının bu köpekleri satarak binlerce Frank kazanmasına da aracılık” etmeyi teklif eder.
Nitekim turist adı altında İstanbul’a gelen bir İngiliz casusunun da sokak köpeğinden kaçarken yüksekten düşerek ölmesi üzerine İngiltere’nin ültimatom vermesini de fırsat bilerek köpekleri toplatma kararı alınır. Halk bu karar öfkelenir Hayırsız Ada’ya sürülmek üzere rıhtımda kafeslerle toplanılan köpekler gece yarısı sert delikanlıların yaptığı baskınla kurtarılsa da tekrar toplatılıp adaya sürgün edilirler. Köpeklerin adada açlıktan ölmeye başlamasının ardından Fransız Doktor Reminger ve onları satın alacak şirket bir anda ortadan kaybolur.
Tüm İstanbul geceleri adadan gelen köpek feryatları ile inlerken halk ayaklanarak sağ köpekleri tekrar İstanbul’a getirtir. Fatih Sultan Mehmet’le birlikte İstanbul’a giren sokak köpekleri Tanzimat dönemine kadar huzur içinde Osmanlı sokaklarında yaşamıştır.
İslam dinine göre evde köpek beslemek mekruh olduğundan halk da onlara sahip çıkardı. Tanzimat döneminde ortaya çıkan Batılılaşma hareketinde ikinci dalga Abdülmecit döneminde zuhur etmiş ve köpekler tekrar toplatılarak adaya sürülmüştür. Köpeklerin toplatılmasının ardından İstanbul’da sokaklar alevlere teslim olmuş, neredeyse yarısı yanmıştır. Halk bu yangının sokakları bekleyen ve yabancıları sokağa sokmayan köpeklerin toplatılması ile ortaya çıkan sabotaj ve köpeklerin ahı olarak değerlendirilmiş. Nitekim saray da sabotajcıların sokaklara elini kolunu sallayarak girdiğinden emin olmuş ve köpekleri geri getirmiştir. Bu kısa dönemde İngilizlerin ve Fransızların projelerinde hedef haline gelen sokak köpeklerinden 80 bine yakını telef olmuştur.
Abdülhamid’in tahta geçmesinden sonra sokak hayvanları daha bir nefes almıştır. Yüzyıllardır sokaklarımızda köpekler var olmuş ve her yer tatsız olaylar yaşanabilse de neticede bizimle uyum içerisinde yaşamışlardır.
Fakat son beş yıldır borç batağına saplanan belediyeler kısırlaştırma ve barınak faaliyetlerine yeteri kadar bütçe ayıramadıklarından sokak köpeklerin nüfusunda belirli bir artış ortaya çıkmıştır. Bu da beraberinde bası sorunları getirmiş olsa da ufak bir bütçe ayrılarak on binlerce veteriner hekimimizin eşliğinde kısa sürede üstesinden gelinmesi mümkündür. Bazı kurumlara kiralanan Auidilerin parasını bu hayvanları kısırlaştırmaya harcasaydınız emin olun daha büyük sevaba girerdiniz. Tepede oturanların bazıları bir sene yerli ve milli arabaya binseler sokakta kontrolsüz köpek nüfusu diye bir sorun kalmaz zaten. Son bir yılda halkı kutuplaştırma cabası içerisinde yürütülen sokak köpeği düşmanlığına alet olan Fransız Doktor Reminger’den ya da korkak İngiliz casuslarından farkı yoktur. Ne Tük kültüründe ne Osmanlı ne de Selçuklu kültüründe hayvanlara karşı böyle bir zulmün eseri yoktur. Sizin çıkmaya korkuyoruz dediğiniz sokaklarda elimizi kolumuzu sallayarak gezdiğimiz için yaptığınız şeyin bir propagandadan ibaret olduğunu da adımız gibi biliyoruz.
Sokak hayvanları için yapılması gereken belli, belediyeler ve hükümet ihmal ettiği görevi yerine getirecek ve bu hayvanların kısırlaştırılması ve barınaklara alınması konusunda bütçeyi ayıracaklar. Bunun başka yolu yok. Birileri belediyelerde akrabalarına üçer dörder maaş verecek, birileri de yarım kiloluk sakalıyla milyonluk Auidilere binecek diye bu hayvanlara ayrılacak bütçe ihmal edilemez, bu işin partisi falan da yok. Her parti bu işten sorumludur. Çocuklarımıza ve sokak hayvanlarımıza sahip çıkmak için iktidar ve belediyeler görevlerini getirmek zorundadır. Osmanlıdan bu yana kültürümüzde yer edilmiş bir hayvanın yok edilesini savunacak kadar yoldan çıkmayıp tek merkezden yönetilen kutuplaştırma politikalarına alet olmayı. İtlaf edilmesi gereken asıl varlık, görevini yerine getirmek yerine halkın bütçesini akrabalarına peşkeş çeken belediyecilik zihniyetidir. Son beş yıla kadar kontrol altında olan sokak hayvanın nüfusu Anadolu’nun şehirlerinde birdenbire neden artışa çıktı diye içten sorduğunuz gün gerçekten sizi dinleyebiliriz, çünkü bu hayvanlara ayrılan ödeneği parti teşkilatlarında çatır çatır yediler sen de fedai gibi propagandaya alet oluyorsun”.
Videodan alıntıdır.
Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com     

Casususlarını Engelliyor Diye Osmanlıya Köpekleri Toplatmışlar

(1)Alphonse Marie Louis de Prat de Lamartine (Fransızca: [alfɔ̃s maʁi lwi dəpʁa də lamaʁtin] ; 21 Ekim 1790 - 28 Şubat 1869) [ 2 ] İkinci Cumhuriyet'in kurulmasında ve üç renkli bayrağın Fransa bayrağı olarak devam etmesinde etkili olan bir Fransız yazar, şair ve devlet adamıydı. Fransa’nın uzun yıllar İstanbul’da elçiliğini yaptığı için iki cilt Osmanlı Tarihi yazmış.

Sokak hayvanları için yapılması gereken belli, belediyeler ve hükümet ihmal ettiği görevi yerine getirecek ve bu hayvanların kısırlaştırılması ve barınaklara alınması konusunda bütçeyi ayıracaklar. Bunun başka yolu yok. Birileri belediyelerde akrabalarına üçer dörder maaş verecek, birileri de yarım kiloluk sakalıyla milyonluk Auidilere binecek diye bu hayvanlara ayrılacak bütçe ihmal edilemez, bu işin partisi falan da yok. Her parti bu işten sorumludur. Çocuklarımıza ve sokak hayvanlarımıza sahip çıkmak için iktidar ve belediyeler görevlerini getirmek zorundadır. Osmanlıdan bu yana kültürümüzde yer edilmiş bir hayvanın yok edilesini savunacak kadar yoldan çıkmayıp tek merkezden yönetilen kutuplaştırma politikalarına alet olmayı. İtlaf edilmesi gereken asıl varlık, görevini yerine getirmek yerine halkın bütçesini akrabalarına peşkeş çeken belediyecilik zihniyetidir. Son beş yıla kadar kontrol altında olan sokak hayvanın nüfusu Anadolu’nun şehirlerinde birdenbire neden artışa çıktı diye içten sorduğunuz gün gerçekten sizi dinleyebiliriz, çünkü bu hayvanlara ayrılan ödeneği parti teşkilatlarında çatır çatır yediler sen de fedai gibi propagandaya alet oluyorsun”.
Videodan alıntıdır.

Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com     

Mahzuni Şerif Ve Engelli Oğlu
Seçkin halk ozanlarımızdan Mahzuni Şerif (1939-2002) Türk Halk Müziğimize değerli türküler eserler kazanmasına karşın, türkülerdeki anlamlı vurguları bahane eden baskılı iktidarlar onu susturmak için türküleri nedeniyle nice davalar açmışlar, zaman zaman Türküleri devlet radyo ve televizyonlarında yasaklanmış çileli bir ozanımızdır. Birçok yazarlarımız ve şairlerimiz düşünceleri, görüşleri yüzünden böyle mahkemelerde sürünmüşler, hapislerde yatmışlar fikir ve ifadeleri böylece engellenmiş, çile çekmişlerdir.

Bu yazımızda Mahzuni Şerif’in engelli oğlu ile ilgili bir ilginç anekdotu sizlerle paylaşmak istedim. Mahzuni Şerif’in sekiz oğlundan biri engellidir. Bu engelli oğlunun başına gelen bir olayı Mahzuni Şerif bilgisayarımda bulunan kendi sesinden bir videoda şunları anlatıyordu:

“Benim hayat boyu bir felsefem ver; benim sekiz tane çocuğum var, bunlardan bir tanesi çalar çağırır, şair iyi sanatçıdır. Bu sekiz çocuğumdan bir tane var ki, Elbistan’lı hemşerilerim çok iyi bilirler, sağır, dilsiz ve hiç konuşmaz. Bizim Elbistan’ın iki köyü var, ikisi de aynı Yapalak diye bir köy. Biri Sunni köy, öteki Alevi köyü, yüzlerce yıl bu köyde hepsi de dostça yaşarlar. 

Benim oğlum dilsiz ve sağır olduğu için Aleviliği Sünniliği bilmez Allahtan öylesine bir adam, 25 yaşındaki bu oğlum babayiğit, ben ufağım ama o babayiğit. Bu oğlum bir cuma günü Ramazanlıkta oruçlu iken Sunni köyüne doğru elinde bir dürüm ısıra ısıra gidermiş. Yapalak’lı oruç tutan Sunni hemşerilerim, onun tanıyamamışlar. Elinde dürümünü ısıra ısıra giden engelli oğluma şöyle çıkışmışlar:

“Ulan eşşek oğlu eşek, utanmıyor musun, bizimle alay mı ediyorsun yiyorsun” (Ramazanlıkta neden oruç yiyorsun demek istiyorlar). Benim oğlum dilsiz ve sağır olduğu için söyleneni duymuyor tabi, onu normal biri zannediyorlar. Onu orada üç dört kişi utanmada sopa ile dövüyorlar, vurup düşürmüşler. Sağır ve dilsiz olduğu için derdini anlatamıyor, numara yapıyor zannediyorlar, yine dövüyorlar. Sonunda yanındaki kâğıda bakıyorlar ki “Mahzuni” yazıyor. “Ula bu bizim Mahzuni’n çocuğu” diyorlar, üzülüyorlar. Durumunu anlıyorlar dürümünü veriyorlar cebine para koyuyorlar, ona diyorlar ki. “Sen hiçbir zaman böyle yerlerde gezme (elini kulak memesine değdirerek namaz kılınan yerlerde gezme); saz çalma işareti yaparak “şöyle yerlerde gez” diyorlar. (Alkışlar) 

Bu zavallı dilsiz oğlum bile şimdilerde 33 yaşlarında bir çocuk şimdilerde gittiği köylere ilkin girerken ilk kimselere sorarmış, “sen şöyle misin, böyle misin” (namaz kılma ve saz çalma işareti). (Videoda alkış ve kahkaha sesleri).

“Şimdi ben de oğlum gibi oldum, hangisini doyuracağımı şaşırıyorum, çünkü ben bir halk ozanıyım, beni sevenler arasında böyle de var, böyle de var, (yine namaz kılma işaretini yaparak). Ben inanıyorum ve kendime açıkça söylüyorum, ben kültürlü bir insanım, sadece sol cenahta büyüdüm, fert itibariyle bir Alevi olduğum için solcu görünürüm. Ama dünyada bütün sağcıları insanlık adına kişileri sağcı solcu diye yargılamıyorum, bütün Sünnileri şeriat adına yargılamak gibi saygısızlık yapmıyorum. Ben ne mutlu şuyum ne mutlu buyum da demiyorum, “ne mutlu insanım” diyene bir sözüm var benim insan olmak güzel şey”.

Not: Bu notlar videodan alındı.

"Çeşmi Siyahım", "Oy Bizim Eller", "Mevlam Gül Diyerek", "Dom Dom Kurşunu" ve "Mamudo" gibi türküleriyle tanınan Aşık Mahzuni Şerif,

Asıl adı Şerif Cırık olan Mahzuni Şerif, 17 Kasım 1939'da Kahramanmaraş'ın Afşin ilçesinin bugünkü adıyla Tarlacık olarak bilinen Berçenek köyünde, Döndü ve Zeynel Cırık çiftinin oğulları olarak dünyaya geldi.

Afşin'in Alembey köyündeki Lütfi Mehmet Efendi Medresesi'nde eğitim hayatına başlayan halk ozanı, köylerine ilkokulun yapılmasıyla medrese eğitimini bıraktı ve buradan mezun oldu.

Aşık Mahzuni, 1959'da Mersin 3. Astsubay Hazırlama Okulu'ndan ve 1960'ta ise Ankara Ordu Donatım Teknik Okulu'ndan mezun oldu. Daha sonra Kuleli Askerî Lisesi'ne kaydolan ozan, maddi zorluklardan ötürü eğitimini yarıda bıraktı.

Eşi Suna evi terk ettikten sonra üçüncü evliliğini Gaziantep'te bir ilkokul öğretmeni olan Fatma Hanım ile yapan Aşık Mahzuni'nin bu evlilikten ise Derya, Ali Bülent, Şeyda ve Yetiş adlarında dört evladı dünyaya geldi.16 May 2020

Saz çalmayı ve deyiş söylemeyi küçük yaşlarda amcası Aşık Fezali'den (Behlül Baba) öğrenerek müzik hayatına başlayan halk ozanının mahcupluğu nedeniyle, tasavvuf dersleri aldığı Cırık Baba tarafından "Mahzuni" mahlası verildi.

Son asrın büyük halk ozanı: Aşık Mahzuni Şerif (1939-2002)

Henüz 17 yaşındayken dayısının kızı Emine ile dünya evine giren Aşık Mahzuni Şerif'in bu evlilikten Züleyha adında bir kızı dünyaya geldi. İlk eşinden boşanan ozan, Ankara'da okurken tanıştığı İtalyan asıllı Sovina (Suna) ile ikinci evliğini yaptı ve bu evlilikten Ferhat, Şirin ve Emrah adlarında üç çocuğu oldu. Eşi Suna evi terk ettikten sonra üçüncü evliliğini Gaziantep'te bir ilkokul öğretmeni olan Fatma Hanım ile yapan Aşık Mahzuni'nin bu evlilikten ise Derya, Ali Bülent, Şeyda ve Yetiş adlarında dört evladı dünyaya geldi. 3 evlilik yaptı ve bu evliliklerden 8 çocuğu oldu.

İlk plağını 1964'te çıkaran sanatçı, bir süre Gaziantep'te ikamet ettikten sonra göç ettiği Ankara'da Fikret Otyam, Feyzullah Çınar, Nesimi Çimen, Aşık Daimî, Kul Ahmet gibi isimlerle bir araya gelmeye başladı. Aşık Mahzuni, Aşıklar Derneğini kurdu, ressam Fikret Otyam'ın ve Gazeteciler Sendikası'nın desteğiyle konserler verdi.

"Balık denize nasıl bakıyorsa ben de türkülere öyle bakıyordum" diyen Aşık Mahzuni, "Dom Dom Kurşunu", "Yedin Beni", "Yuh Yuh", "Fadimem", "Gül Yüzlüm", "Ciğerparem", "Merdo", "Dostum Dostum", "Han Sarhoş Hancı Sarhoş", "Çeşmi Siyahım", "Yalan Dünya", "Ağlasam mı?", "Abur Cubur Adam", "Katil Amerika" ve "Ekmek Kölesi" gibi birçok esere imza attı.

Aşık Mahzuni, 1972'de aşık geleneğinin en büyük temsilcilerinden Aşık Veysel Şatıroğlu'nu Sivas'ın Sivrialan köyünde ziyaret ettiğinde Aşık Veysel tarafından ayakta karşılandı.

12 Mart Muhtırası sonrasında 8 yıl boyunca sahneye çıkması ve yurt dışına gitmesi yasaklanan Aşık Mahzuni, sanattan ve türkülerden uzak kalmamak için bu süre zarfında küçük bir dükkânda plak satmaya başladı ve bu yılları verdiği bir röportajda şöyle anlattı:

"Türkü söyleyememek beni çok üzüyordu. Canlı bir balığı tutun ve kumun üzerine atın o balık o denize nasıl bakıyorsa ben de türkülere öyle bakıyordum."

Yaşamı boyunca 453 plak, 58 kaset çıkardı, "Dolunaya Tül Düştü" kitabını yazdı

Duygu ve düşüncelerini sazının yanı sıra "Milliyet", "Meydan", "Anadolu'nun Sesi" gazeteleriyle "Pir Sultan", "Hacı Bektaş", "Kızıldeli", "Ozanca" gibi dergilerdeki yazılarıyla dile getiren Aşık Mahzuni, bazı yazıları ve türküleri sebebiyle birkaç defa hapse mahkûm edildi, iki defa idamla yargılandı.

Aşık Mahzuni Şerif, 1989-1991'de Halk Ozanları Federasyonu tarafından dünyanın en büyük 3 ozanı arasında gösterildi. Halk şiirine gönülden bağlanan Mahzuni Şerif, yaşamı boyunca 453 plak, 58 kaset çıkardı.

Ayrıca TRT tarafından hakkında çekilmiş 2 belgesel olan ozan, 2001 yılı başlarında Almanya'nın Köln şehrinde kalp ve solunum yetmezliği nedeniyle yoğun bakıma alındı. Halk ozanı, aynı yılın mayıs ayında hastaneden taburcu edilse de bir yıl sonra 17 Mayıs 2002'de, 62 yaşındayken hayata veda etti.

Aşık Mahzuni, vasiyeti üzerine Nevşehir'in Hacıbektaş ilçesindeki Hacı Bektaş Veli Külliyesi'nin yakınında Çilehane adı verilen yere defnedildi.

Abdurrahim Karakoç ve Aşık Mahzuni Şerif'i Gönül Dağı buluşturdu

Aşık Mahzuni Şerif ile şair Abdurrahim Karakoç'un dostluğu oldukça dikkat çeker. Oğuz Karakoç bu durumu şöyle geçer kayıtlara:

"İlimiz Kahramanmaraş’ta yayın hayatını sürdüren mahalli Birlik TV’de 1997–2000’li yıllarında “Edebiyata Gönül Verenler” ve “Gönül Telimizi Titretenler” adı altında programlar yapıyordum. “Gönül Telimizi Titretenler” programını aynı zamanda öğretmen olan, güzel saz çalan, Âşık Mahzuni Şerif hayranı ve onun eserlerini dilinden düşürmeyen öğretmen Nevzat Başkonuş’la birlikte hazırlıyordum.

Program boyunca ben, İlimizin yetiştirdiği halk şairi, hiciv ve söz ustası Abdurrahim Karakoç’un şiirlerinden, Nevzat Başkonuş ise âşıklık geleneğini sürdüren, doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen Mahzuni Şerif’in türkülerinden okuyordu. İlimizin iki ünlü ismini eserleriyle bu programda bütünleştiriyorduk. Farklı kulvarlarda gözüken bu iki değerli üstadı programımda birleştirmiştik. O dönemlerde her ikimiz de değişik kesimlerden tepkiler aldık, böyle bir şeyi nasıl yaparsınız diye.

Aradan birkaç yıl geçmişti ki Kanal 7 TV’de program yapan Devlet Sanatçısı Bayram Bilge Tokel “Gönül Dağı” Programına Abdurrahim Karakoç ve Âşık Mahzuni Şerif’i konuk etti. Bu program büyük yankı uyandırdı. Türkiye’de böyle bir şey ilk defa oluyordu.

Programın başlangıcında, Âşık Mahzuni Şerif, Abdurrahim Karakoç için “Sevgili üstadım Karakoç sanat hayatına benden önce başladı. Ondan etkilenmedim desem yanlış olur.” derken Abdurrahim Karakoç ise Mahzuni için “Hemşerim olmasından gurur duyuyorum. İkimiz de kendi çizgimizde, yiğitçe mertçe, inandığımızı yorumladık, inandığımızı söyledik. Ama hiç kimseye zarar vermeyi hedeflemedik, yapıcı olduk.” diyordu."

Yıllar sonra hastanede yatmakta olan Aşık Mahzuni'yi ziyarete giden Abdurrahim Karakoç, ziyaret sırasında aralarında geçenleri şu şekilde anlattı:

"Kar sesi üstüne Mahzuni ile bir saate yakın konuştuk, tartıştık. Kar sesi ne demekti. Karın rengini değil de niye sesini mevzubahis ediyor şair. Karın sesi nasıl bir şey? Sonunda Mahzuni bir iltifat yaptı bana: 'Lambada titreyen alevin üşüdüğünü yazan kar sesini de bulur."

 

Mahzuni Şerif Ve Engelli Oğlu

"Bütün dünya tanımalıydı onu"

Sanatçı Sezen Aksu, ünlü ozanın vefatından sonra 2006'da çıkarılan "Mamudo Kurban" albümü için kaleme aldığı değerlendirmede şunları kaydediyor:

"En az herkes kadar sevdim türkülerini, şiirlerini, hayatı bir çırpıda özetleyen sözlerini. Ama sanırım en çok adaletini sevdim, doğuya, batıya, kimseye yandaş olmadan, ayırmadan, yanımızda ve içimizden biri oluşunu. Doğruya ters düşene verdiği mücadeleyi, başkaldırıyı. Haksızlığa uğradığı bütün yaşadıklarına karşın yılmadan, kızmadan hatta kırılmadan, insanı ve ona ait tüm değerleri sevip, kollamasını. Mücadele ederken kükreyen sazının, aşkı ve sılayı anlatırken ki narinliğini. Artık fizik olarak aramızda değil ama ne hoş ki bu albüm bir yandan yaratıcının ölümsüzlüğünü sonsuza kadar hatırlatırken, bir yandan da zor zamanlarda tutunmak için çırpındığımız hayat ağacının en güçlü dallarından biri olarak ümidimizi taze tutacak. Bu yüzden bütün dünya tanımalıydı onu. Yeterince sahiplenip de hakkıyla takdim edemedik şimdiye dek. Aşık Mahzuni Şerif'e ve kültürel geçmişimize bir borç olan bu çalışmanın bu eksiği kapatmasını umuyorum."

Müzisyen Metin Turan, Mahzuni Şerif'in sanat anlayışına ilişkin, "Aşık Mahzuni, Yunus Emre, Şah Hatayi, Pir Sultan, Kul Himmet, Köroğlu, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Aşık Veysel silsilesindeki halk ozanı birikimimizi Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Enver Gökçe, Hasan Hüseyin, Cahit Külebi gibi çağdaş şiirimizin ustalarıyla bütünleştirmiş birisidir. Bu bakımdan da onun özümsenmesi, bütün bir Anadolu kültürünün anlaşılması gibidir." değerlendirmesinde bulunuyor.

Bingöl Üniversitesi Dr. Öğretim Üyesi Yılmaz Irmak ise "Aşık Tarzı Şiir Geleneğinde Aşık Mahzuni Şerif ve Şiirleri" isimli eserinde, halk ozanının yazdığı şiirlerden bestelediği türkülerin yaşadığı dönemdeki insan acılarına odaklandığına dikkati çekerek, "1950'li yıllardan itibaren ülkemizde başlayan sanayileşme ve köyden kente göç olgusuna bağlı olarak bazı kırılmalara ve değişimlere uğrayan aşık tarzı şiir geleneği, 1960-1980 yılları arasında Türkiye'de baş gösteren toplumsal ve siyasi olaylardan etkilenmiştir. Bu etkileri, Aşık Mahzuni Şerif’in şiirlerinde de görmek mümkündür. Geleneğin yoğun olarak tekrara düştüğü bu dönemde kendine özgü bir üslup ile sanatını ortaya koyan ozanın yaşadığı dönemdeki sosyal ve siyasi olaylar, sanayileşme, göç, kentleşme, gurbet olgusu, askeri darbeler, gelir dağılımındaki adaletsizlikler ve işçi sorunları gibi konular, onun şiir evrenini ve şiirlerini ürettiği bağlamı belirleme noktasında bize yardımcı olmaktadır." ifadelerine yer veriyor.

Eserleri

Aşık Mahzuni'nin albümlerinin başlıcaları arasında, "Gel Gizli Gizli", "Zincirli Vize", "Fadimem", "Dargın Mahkûm", "Dom Dom Kurşunu", "Benim Neyim Var", "Barışak" ve "Son Acı (Orta Doğu)" bulunurken, türkülerinin yanı sıra serbest vezinde yazdığı şiirleri "Dolunaya Tül Düştü" adlı kitabında topladı.

Doğumu ve eğitimi

Asıl adı Şerif Cırık olan Mahzuni Şerif, 17 Kasım 1939'da Kahramanmaraş'ın Afşin ilçesinin Berçenek köyünde dünyaya geldi. Soyu Horasan'dan Tunceli'ye göçen Ağuiçen aşiretine dayanmaktadır.[1] Babasının adı Zeynel, annesinin adı Döndü'dür. "Şerif" adı, kendisi doğmadan önce ölen amcasının adına ithafen verilmiştir. Yazdığı bir dörtlükte doğum tarihi ve soyu hakkında şunları dile getirmiştir:[2]

"Tevellüdüm merak ise miladî otuz dokuz

Kasımın on yedisinde Zeynel babadan geldim.

Döndü anaya rahmolmuş, ehlibeyt meftunuyuz

Ben faninin acısına, seyrü sefadan geldim"

Alembey köyündeki Lütfi Mehmet Efendi Medresesinde Kur'an eğitimi alırken köylerine ilkokulun yapılmasıyla medrese eğitimini bırakarak ilkokula başladı. 1955 yılında, sonradan Ankara'ya nakledilen Mersin Astsubay Okuluna kaydoldu ve 1959'da okulu bitirerek ordonat tekniker sınıfına ayrılarak Ankara Ordonat Tekniker Okulunda eğitim almaya başladı. Burada okurken yapılan bir arama sonucu çantasında Alevi-Bektaşi ozanlarının şathiyye ve şiirleri ile ilgili kitaplar çıkmasıyla okuldan atıldı ve bir daha geri dönemedi. 1961'da Kuleli Askerî Lisesi'ne gitti fakat maddi zorluklardan ötürü eğitimini yarıda bıraktı.

Ölümü:

2001 yılının başlarında rahatsızlanarak, kalp ve solunum yetmezliği nedeniyle yoğun bakım altına alındı. Mayıs ayında taburcu edildi. Ancak evli, sekiz çocuk, dört torun sahibi olan Mahzuni Şerif 17 Mayıs 2002 tarihinde Köln, Almanya'da öldü. Öldüğünde, Devlet Güvenlik Mahkemesindeki davası henüz sonuçlanmamıştı. Mezarı Hacı Bektaş Veli Külliyesi'nin yakınındaki Çilehane adı verilen yerdedir. Mezar taşında ''Eğer bana gel gel olsa yüceden, çırpar kanadımı uçar giderim. İsteğim yok gündüz ile geceden, ben bir Mahzuni’yim naçar giderim.'' yazmaktadır.

https://tr.wikipedia.org/wiki/Mahzuni_%C5%9Eerif#:~:text=Halk%20%C5%9Fiirine%20g%C3%B6n%C3%BCl%20veren%20ve,%C3%A7ekilmi%C5%9F%202%20adet%20belgeseli%20bulunmaktad%C4%B1r

Derleyen Cevat Kulaksız kulcevat599@gmail.com

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget