Şubat 2019
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Hatasız Kul Olmaz
Hatasız kul olmaz, çok güzel bir sözdür bu.
Biz kullar, hangi yaşta olursak olalım, çocuk, genç, olgun ve yaşlı her zaman hata yapabiliriz.
Allah’ın en sevgili kulu Peygamberimizin dahi, ufak tefek hataları olmuş olabilir.
Hepimiz, çiğ süt emmiş insanlarız.
Ailevi, çevresel, iş, toplumsal, ekonomik ve sair  bazı olumsuz koşulların yarattığı birikimlerle, hatalı bir davranışa imza atabiliriz.
Önemli olan; bu hatamızı anlayabilmek ve hatalı davranışımız nedeniyle üzülenler varsa, birilerini kırmışsak ve üzmüşsek, erdemli bir kişi olarak, onlardan özür dileyebilmek ve sevgi elini uzatabilmektir.
Bu da yeterli değil tabi, özür dilediğiniz ve sevgi elinizi uzattığınız kişi veya kişilerin de, bir erdem olan özürü kabul edebilmeleri ve hazmedebilmeleri, kendilerine yönelik haksız ve hatalı davranışları unutarak kinlenmemeleri, ön yargılardan uzaklaşabilmeleri şarttır.
Aslında, insanların diğer bir insana karşı yaptığı hatalı davranışta, genellikle az veya çok karşı tarafın da bir kusurunun bulunmuş olduğu inkar edilemez bir gerçektir.
Bir insanın hatalı bir davranışından sonra, en büyük görev ve sorumluluk, hatalı bir davranışa maruz kalan kişiye düşmektedir.
Erdemli bir davranışla, hatasını kabul ederek özür dileyen bir insanın, bu erdemli ve içten davranışına rağmen; şayet, karşı taraf içten içe kin tutmaya ve o kişiye ön yargılı yaklaşmaya devam ediyorsa, fırsat kolluyorsa, peş peşe yeni hataların doğması muhakkaktır.
Ön yargılı kişi, sürekli yeni hatalara yol açan davranışlar sergileyecek ve karşı tarafı batırmak için elinden geleni yapacaktır.
Özür dilemesini bilen erdemli kişi de, artık aklı selimini kaybedecek ve karşı tarafın tuzağına düşecek ve ipler tamamen kopacaktır. Ön yargılı taraf, etrafına alacağı destekçileriyle, adeta linç girişiminde bulunacaktır.
Peki bu durumdan kim karlı ve kazançlı çıkacak dersiniz?
Kimse kazanmayacak, ancak; insandaki hoşgörü, iyi niyet gibi çok güzel duygular yara alacak, belki de zamanla yok olacaktır.

Güner Yiğitbaşı

28/02/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

İnternette dolanırken, aşağıda metni yazılan bir konuşmaya bir videoda rastladım, onu size aktarmak istedim. Demek ki gerçekler artık iyice ortaya açıkça çıkınca, bozulan adalet, bozulan demokrasi, bozulan yönetimin yanlışları su yüzüne çıktıkça, yavaş yavaş acı gerçekler sıralanmaya anlatılmaya başladı. Biz sadece bu söylem ve talepleri size sunmak istedik. İşte o anlatımdan bir parçayı aşağıya alıyoruz.
“-Bu günkü iktidarın Türkiye’nin lehine herhangi bir iş yapma ihtimali yok
KRT TV da Levent Gültekin, Cihangir İslam, Kadir Gökmen Öğüt’ün katıldıkları bir söyleşide Levent Gültekin şunları alatıyordu:
“-Bu günkü iktidarın Türkiye’nin lehine herhangi bir iş yapma ihtimali yok, teknik olarak yok. Teknik olarak Türkiye’nin lehine bir  iş  yapması imkânsız. Niye? Çünkü, Türkiye’nin lehine olan her şey iktidarın aleyhine;  iktidarın lehine olan her şey Türkiye’nin aleyhine. Bir örnek vereceğim;  iktidara “hukuka dön” desek, “hukuk olmazsa Türkiye çöküyor” deriz ya, hukuka dönemez, hukuka döndüğünde ilk kendisini bulacak yargının önünde; “özgürlükler olmazsa bu ekonomi çökecek” diyoruz ya, dönemez özgürlüklere, çünkü özgürlüğe döndüğümüzde onu tartışacağız, onun yaptıklarını onun hapisliklerini, onun haksızlıklarını, onun yolsuzluklarını tartışacağız, özgürlük ortamı olduğunda biz ona şunu soracağız: “Arkadaş sen bize köprü yaptın, köprü yaptın ya bize, çok basit, sen köprü yaptın ekonomistlerin söylediği bir milyar iki milyar dolara mal edecek köprüyü, devlet garantisiyle 10 milyara 15 milyar dolara mal ediyorsun, bunu soracağız, sen neden böyle bir şey yaptın? Beni niye böyle yüz yıl, kırk yıl, otuz yıl borçlandırarak köprü yapıyorsun. Bunu soracağız,  onun için özgürlüğe dönemez.
Dış politikada barışçı bir politikaya dön diyoruz, dönemez hamasete ihtiyacı var, ona kavga edecek, buna kavga edecek. Kürtlerle barış, barışamaz, içerde milliyetçiliğe ihtiyacı var. Milliyetçilikten vaz geç demek Tayyip Erdoğan’a ona barışa dön demek sırf 2019 u kaybetmek demek, 2019 u almak için Devlet Bahçeli’ye mahkûm, sırf Devlet Bahçeli’yi kaybetmemek için resmen ülkeyi yakıyor. Devlet Bahçeli dediğin adam iki tane kazı güdemez. Hiçbir siyasi zekâsı yok, hiçbir derinliği yok, hiçbir akıl yok, normal bir şirkete muhasebeci yapmazsın, çünkü adamın konuşmalarına bakıyorum, bir ülkede yüzde on oy almış bir siyasetçi söyle bir söz edebilir mi? “83 Kerkük, 84 Musul, plaka söylüyor ya, 85 i söylerim ama heyecanınızı kaybetmeyesiniz diye söylemiyorum” diyor. Bu kadar sefil, bu kadar sakil, bu kadar utanmaz bir siyaset anlayışı olur mu? Sen alay mı ediyorsun milletle. Hem “beka sorunu var” diyorsun, “hem memleketin beka sorunu” diyor bu günkü konuşmasında, hem de kalkıyorsun çocuk oyuncağı gibi plaka dağıtıyorsun. Sen Hakkari’ye sahip çıksana, Hakkari’ye gitsene gücün yetiyorsa. Devlet >Bahçeli gücü yetiyorsa Hakkari’ye gitse ya. Ben bu ülkede siyaset yapıyorum diyen siyasetçi gitsin Hakkari’nin sokağında yüz metre yürüsün ben onun ellerinden öpeceğim. Sen daha vatandaşlarının yüzüne bakacak halin yok, Kerkük’e göz dikiyorsun.  O yüzden barışçı politikaya dönemiyorlar, milliyetçiliğe teslim oldular. Bizim bir an önce bir yol bulup konuşmamız, tartışmamız gerekiyor, yazmak çizmek çözüm değil. Biz burada konuşuruz bunlar çözüm değil, bir eylem politikamız geliştirmemiz lazım ve toplumu bu esaretten kurtarmamız lazım”.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız 
Kaynak: Levent Gültekin: "Ülkenin lehine olan herşey iktidarın aleyhine ...
https://www.facebook.com/.../levent-gültekin...herşey-iktidarın-aleyhine/9504222484571..

Abartmak Üzerine - Güner Yiğitbaşı
Bugün politik makale yazmayayım, hiç değilse Pazar günü politikasız geçsin istedim.
Düşündüm ne yazayım diye, her gün hepimizin yaptığı abartmak geldi aklıma ve abartmak üzerine yazmayı düşündüm.
Her zaman olduğu gibi, önce “abartmak” ne demek, onun tanımını ortaya koymak üzere internette google'ye başvurduk ve “abartmak” için aşağıdaki tanıma ulaştık.
Abartmak; “Olayları olduğundan fazla göstermek ya da etkili hale getirmek için yapılan şeydir. Bir olayı veya bir durumu olduğundan daha büyük göstererek anlatmaktır. Bir şeyin tasvirini olduğundan daha fazlaymış gibi anlatmak yada olan bir olayın tanımını olduğundan daha büyük boyutlara taşıma işidir. Bir şeyi veya bir kimsenin durumunu büyülterek söylemek, yani onun özelliklerini açıklamakta aşırı gitmek, olduğundan fazla göstermek demektir.”
Mübalağa da denen abartmak, hepimizin sık sık başvurduğu bir davranış biçimidir.
Bazen; bir şeyi, bir kişiyi, bir durumu, bir davranışı, bir eylemi, bir sanat eserini, bir müzik parçasını olduğundan daha büyük ve değerli, güzel buluruz ve gerçekten, samimi olarak, içimizden öyle geldiği için, o şeyler hakkında abartı derecesinde güzel şeyler söyleriz.
Bazen, içimizden gelmese de, çevre baskısı, toplum psikolojisi, hatır için, bazı şeyleri, kişileri, eserleri, davranışları ve eylemleri olduğundan daha güzel, büyük ve değerli gösteren sözler sarf ederiz.
Kendimizle ilgili bir durumu da abartabiliyoruz bazen. Kişi olarak, soğuk bir havada  üşüdüğümüzde, “dondum” demek suretiyle, üşümemizi olduğundan daha büyük ve fazla gösterebiliyoruz. Veya çok fazla çalışıp yorulduğumuzda, ”yorgunluktan öldüm bittim” demek suretiyle, yorgunluğumuzu olduğundan büyük ve fazla göstermeye çalışıyoruz.
İnsan olarak, doğamız ve egolarımız nedeniyle abartmayı çok seviyoruz.
Özellikle sevgi ve güzellikte abartı ön plana çıkabiliyor.
Sevdiğiniz bir kişi, size hiç abartmadığınız halde, olduğundan daha fazla güzel ve hoş görünebiliyor, başkaları ise, sizi bu konuda abartılı bulabiliyor.
Bir yemekli toplantıya gidiyorsunuz, uzun zamandır görmediğiniz çok sevdiğiniz arkadaşları orada görüyorsunuz ve birlikte oluyorsunuz, alt tarafı bir yemekli toplantı olduğu halde, bu özlem duygusu ve özlediğiniz arkadaşlarınızla özleminizi gidermenin sevinci, sizin o basit yemekli toplantıyı abartarak göklere çıkarmanıza neden olabiliyor çok haklı olarak. Dışarıdan bir kişi, bu toplantıya yapılan aşırı övgü ve sevgiyi anlayamadığı için, abarttığınızı sanabiliyor.
Sevdiklerinize karşı duyduğunuz ve hissettiklerinizi, sevginizi abartın değerli okurlar, kim ne derse desin, bu sizin en doğal hakkınız.

24/02/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Demokrasinin Kılcal Damarları
İnsan vücudunda yaşamsal organlar vardır.
Kalp, beyin, akciğer, karaciğer, mide, bağırsaklar gibi.
İnsan vücudunun yakıtı da; kalbimiz tarafından hiç durmadan sürekli pompalanarak, damarlarımız vasıtasıyla tüm vücudumuzu dolaşan, yaşamsal organlarımıza ve hücrelerimize can veren kanımızdır.
Bu nedenle, vücudumuzun yakıtı olan kanımızı organlarımıza ve hücrelerimize taşıyan damarlarımızın da, yaşamsal çok önemli bir fonksiyonu vardır.
Damarlarımız; kendi aralarında, ana damarlar ve kılcal damarlar olarak ikiye ayrılırlar, o kılcal damarlarımızı asla yabana atmamalıyız, onların da vücut sağlığımız için büyük ve önemli görevleri vardır.
Örneğin; ileri yaşlarda, kalbimiz yorulmaya ve kalbi besleyen ana damarlardan bazıları tıkanmaya başladığında, kalbimizde oluşan bu kılcal damarlar devreye girerler ve belki de kalp krizi geçirmemizi ve ölüp yok olmamızı önlerler. Kalpdeki kılcal damarlar henüz tam olarak oluşup devreye girmediği içindir ki, otuzlu ve kırklı genç yaşlarda kalp krizi geçiren insanlar, kılcal damarların korumasından yoksun oldukları için, genellikle krizi atlamazlar ve ölürler.
Biz doktor değiliz ama, genel kültürümüzden yararlanarak ve biraz da ukalaca bu tıbbi bilgileri niçin yazdık, haklı olarak merak edeceksiniz tabi.
Açıklayalım öyleyse.
Demokrasiler de, yapısal olarak insan vücuduna çok benzerler.
Sağlıklı bir demokrasiden bahsedebilmek, demokrasiyi sağlıklı bir şekilde işletebilmek için, demokrasinin olmaza olmazı olan; siyasi partiler, serbest ve adil seçimler, yasama, yürütme ve bağımsız yargı gibi organ ve kurumların yanı başında, insan vücudunda yer alan kılcal damarlar gibi, demokrasiye hayat veren demokrasinin kılcal damarları diyebileceğimiz, baskı gruplarına da ihtiyaç vardır.
Peki, nedir bu demokrasinin kılcal damarları saydığımız baskı grupları?
Üniversiteler, barolar, meslek kuruluşları, sendikalar ve sivil toplum kuruluşları demokrasinin kılcal damarlarıdır.
İşte o demokrasinin kılcal damarlarından biri olan Türkiye Sanayici Ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD)'ın 49.Genel Kurul Toplantısı vardı bugün. Bu toplantıda, görevini bırakan başkan Erol BİLECİK, bir veda konuşması yapmış, öğlen haberlerinde izledik, konuşmasında yer verdiği en can alıcı iki noktaya burada aynen yer vermek istiyoruz.
Erol BİLECİK diyor ki; “ Emin olun güçlüyüz demekle güçlü ülke olunmuyor. Ülkeleri güçlü yapan değerler var. Bunlar hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygıdır. İnsan sadece söylediklerinden değil sustuklarında da sorumludur. ”altına imzamızı atacağımız çok doğru sözler bunlar.
Bugün, ülkemizde bir sessizlik hakimdir. Herkes susmaktadır. Bu sessizlik, ülkenin iyi yönetildiğinden ve demokrasinin tıkır tıkır işliyor olmasının insanlarımızda oluşturduğu mutluluk ve memnuniyetten kaynaklı değildir. insanlarımız, mutlu olmadıkları halde, maalesef korkudan susmaktadırlar. Ama korkunun ecele faydası yoktur.
Görevini devreden TÜSİAD Başkanı Erol BİLECİK'in dediği gibi, ”İnsan sadece söylediklerinden değil, sustuklarında da sorumludur.”
Bugün ülkemizde demokrasi yoksa, insanlarımız mutsuzsa, bunun en büyük sorumluları da, susan insanlarımızdır.

Güner Yiğitbaşı

20/02/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Cumhuriyetin Çömez Devleti
AKP Genel Başkanı ERDOĞAN,43.Muhtarlar Toplantısında yaptığı konuşmada; “.......karşınızda ne Osmanlı'nın hasta adamı, ne cumhuriyetin çömez devleti, ne 1970'lerin 1990'ların güçsüz ülkesi var. Artık karşınızda cumhurbaşkanından muhtarına kadar 2023 hedeflerine kilitlenmiş, 2053 ve 2071 vizyonuna inanmış bir millet var” demiş.
Ne hazin değil mi?
Devletimizi ve Cumhuriyeti kuran ATATÜRK ve İNÖNÜ dönemini, Cumhuriyetin çömez devleti olarak nitelendiriyor aklı sıra.
Nedir çömezin kelime anlamı?
Çömez; eksik, yetersiz, yetiştirilmeye, ders almaya muhtaç acemi demektir.
Cumhuriyetin çömez devleti sözü, amacını aşan, çok iddialı ve sakıncalı bir sözdür.
Biz,ERDOĞAN'ın bu sözü, amacına aşarak, iyi niyetle dil sürçmesi olarak, gelişmekte olan devlet anlamında kullandığını ummak istiyoruz ama, ERDOĞAN'ın kişiliğini, Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarını özellikle ATATÜRK ve İNÖNÜ dönemini, ATATÜRK ve İNÖNÜ'yü sevmediğini bildiğimiz için,bir dil sürçmesi olarak amacını aşan bir söz söylemediğini düşünüyoruz.
ERDOĞAN büyük bir yanılgı ve yanlış içindedir. Çok büyük haksızlık yapmaktadır.
Ülkeyi sömürgeci devletlerin işgalinden kurtararak, Osmanlının küllerinden yeni bir Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurmak, başlı başına büyük bir ustalık ve devlet adamlığı işidir.
Kurulan devleti ve cumhuriyeti, iktisaden büyütmek, yeni sanayi tesisleri kurmak, her alanda devrimler yapmak, çömezlerin değil ustaların işidir.
Ülkemizi ikinci Dünya Savaşına sokmamak, Türk Milletini savaşın felaketlerinden korumak, yurtta sulh ve cihanda sulh ilkesini uygulayabilmek; çömez değil, usta işidir. Yabancı ülkelerin devlet başkanlarının ayağına gitmeden, onları ayağına getirtebilmek, Dünyaca saygın bir devlet adamı olabilmek, çömez işi değil, ATATÜRK gibi usta ve çok değerli bir devlet adamına ve ATATÜRK dönemine mahsus bir özelliktir.
ERDOĞAN'ın Çömez Cumhuriyet dönemi diye küçük gördüğü o dönemlerde, ABD'nin dolduruşuna gelerek, başka devletlerin iç işlerine karışılmamış, hatalı dış politikalar uygulanmamış, devletimizin iç ve dış güvenliği tehlikeye atılmamış, hazinesi çarçur edilmemiştir.
Devletin varlıkları, yok pahasına özelleştirme adına satılmamıştır. Türk parası pul değerine düşürülmemiştir, iç ve dış borç batağına girilmemiştir.
Ülkenin planlı ve dengeli bir şekilde kalkınması, üretmesi için ne yapılması gerekiyorsa yapılmıştır.
Anayasaya ve yasalara saygılı, Meclisi ve millet iradesini üstün tutan bir yönetim sergilenmiştir.
Biz ve bizim gibi düşünenler, ERDOĞAN'ın talihsiz bir şekilde çömez olarak nitelendirdiği Cumhuriyetin çömez devletini, bugün gündüz fenerle arıyoruz.

Güner Yiğitbaşı

19/02/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Türkiye tam mülteci meselesinin ortasındadır, hem başka ülkelere gitmek isteyenler için hem de kendisi çeşitli sebeplerle mülteci yaratan bir ülke.
“..ülkemizde dört milyona yakın, resmi rakamlara göre Suriye’li var”.
Ulusal Eğitim Derneğinin geleneksel cumartesi konferanslarından “Ülkemizdeki Sığınmacıların Hukuksal ve Eğitsel Durumu” konulu konferansı dernek salonunda yapıldı. Ankara Barosu Mülteci Hakları Merkezi Başkanı Avukat Sadık Onur Gelbal’ın(1)konuşmacı olarak katıldığı konferansı üye emekli öğretmen, akademisyenlerden oluşan bir grup izledi. 5-6 yıldan beri ülkemize sığınmak zorunda kalan 4 milyona yakın Suriye’linin yoğun sorunları ile uğraştığımız ülkemizde, önemli bir sorun teşkil ettiğinden bu hafta bu konunun hukuksal ve eğitim sorunlar irdelendi.  Avukat Gelbal’ın genel sunumundan sonra, karşılıklı tamamlama ve soru ve cevaplarla devam etti.

Ülkemizdeki Sığınmacıların Hukuksal ve Eğitsel Durumu
Avukat Sadık Onur Gelbal yaptığı konuşmada şunları söyledi:
“-Mülteci sorununu Suriye mültecilerinden sonra konuşmaya başladık ama bu mesele Türkiye’nin başında hep vardı. Saddam’ın zulmünden kaçan Kürtlerin Türkiye’ye toplu halde sığınması, ondan önce İran Rejiminde kaçanların Türkiye’ye sığınması olayları oldu,  bunların bir kısmı Türkiye’ye sığınmak için geliyor, bazıları da başka ülkelere gitmek için sığınıyorlar, mesela Afganlılar Avrupa’ya veya Amerika’ya gitmek için, İranlılar da Türkiye’yi transfer olarak kullanıyor.
Türkiye hem hedef ülke oluyor sığınmacılar için, çok eski yıllardan beri, hem de geçiş ülkesi olarak kullanılıyor başka ülkelere gitmek için. Zaten Türkiye de zaten kendisi mülteci üreten, mülteci gönderen bir ülke aynı zamanda 1980 darbesinden sonra yurt dışına kaçmak zorunda kalan kişiler. En son FETO operasyonlarından sonra yakalanmayanlar, firar edenler yurt dışına gitmek zorunda kalanlar onlar da iltica talebinde bulunuyorlar. Türkiye tam mülteci meselesinin ortasındadır, hem Türkiye’de kalmak için, hem de başka ülkelere gitmek isteyenler için hem de kendisi birtakım sebeplerle mülteci yaratan bir ülke.
Mültecilik nedir?
Ülkemizdeki Sığınmacıların Hukuksal ve Eğitsel Durumu
Mülteci tanımı konusu, temel metnimiz 1951 Birleşmiş Milletler (BM) Cenevre  Sözleşmesi, Türkiye o sözleşmeye taraf imza koymuş, belli bir çekince de koymuş. Mülteciyi şöyle tanımlıyor BM Sözleşmesi: “Mülteci kavramı 1951 den önce meydana gelen oylalar sonucunda dini, ırkı, tabiyeti belli bir gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden sürgüne uğrayacağından haklık sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korunmasından yararlanamayan ya da söz konusu ülkede yararlanmak istemeyen ya tabiiyeti yoksa vatansız bu tür olaylar sonucu bu ülkenin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu ülkeye dönmek istemeyen her şahsa uygulanacaktır”.
Şimdi burada bir kaçma durumu var, yani size siz olmanı nedeniyle (ırk, din, mezhep, siyasi gurup), yaşadığınız ülkede size bir saldırı var ve bu korku yaratıyor. Bu korku altında yaşamak istemiyorsunuz başka ülkeye gidiyorsunuz. Size bir takım korkularla başka bir yere kaçmak zorunda kalmak için bir unsurun olması lazım, size mülteci denmesi için. Yoksa hani son zamanlarda da Türkiye’de de çok var. Türkiye’deki daha sistem güzel değil, “ben mühendisim burada çok para kazanamıyorum, başka ülkeye gitsem çok para kazanırım, gibi bir düşünceyle giderseniz bu size mülteci statüsü kazandırmaz. Göçmen olursunuz, düzenin düşmanı olursunuz; mülteci denmesi için size şahsınıza bir saldırı bir korku bir tepki unsuru olması lazım ve ona istinaden isteğiniz dışında gidiyor olmanız lazım.
İran’da mesela İran’da şeriat rejimi var, geldiği ülkenin koşullarına göre, orada şeriat rejimi var. Orada Müslümanken şii iken Hıristiyan olmak bile Müslümanlıkta idam cezası olmak gerekmekte. Siz Hıristiyan olduğunuzu ispatlayabilir seniz, mesela orada kiliseler var, doğuştan Hıristiyanların gittiği, oradaki papazdan diyelim ki yazı aldınız. “Adı geçen şahıs kilisemizin üyesidir” diye. Bu yazı koydunuz Avrupa’ya gittiniz. Dediniz ki, “ben din değiştirdim bu da belgesi”, orada sizin din değiştirdiğiniz, sizin İran’da tehlike altında olduğunu fark edilir. Amerikan kanunlarına göre mülteci statüsü alabilirsiniz, Türkiye için de geçerli bu. Tarih dikkatinizi çekmişse bu 1951 den önceki olaylar, diyor.
Ne oldu 1951 den önce İkinci Dünya Savaşı, onun yarattığı toplu göçler, toplu olaylar. 1951 den sonra dünya duruldu mu, dünya durulmadı tabi ki, bu sözleşme bir ek yapıyor BM 1967 protokolü ile. Diyor ki, “artık 51 kriterim değil, 51 den sonra da aynı koşullara sahip aynı koşullarla ülkesine gitmek zorunda kalan insanlara da mülteci derim”, diyor taraf olan ülkeler de buna “mülteci” diyor.
Türkiye buna imza koyuyor, çok ilginç nokta bu, ama coğrafi çekince de imza koyuyor. Yan, “dünyanın neresinden gelirse gelsin bu tür insanlara mülteci derim” demiyor Türkiye. Sadece “Avrupa Konseyi ülkelerden gelen kişilere mülteci derim” diyor. Yani bir örnek vereyim, Ukrayna’da bir iç savaş yaşandı;  Ukrayna Avrupa Konseyi üyesi bir ülke. Oradan gelenler olsaydı bize, biz buna “mülteci” diyecektik. Peki, İran’dan gelene ne diyeceğiz, Suriye’den gelene ne diyoruz? Onları kabul ediyor muyuz kabul ediyoruz, nasıl ediyoruz? Mülteci tabiri bizim ulusal mevzuatımızda da girmiş durumda, 6458 Sayılı Uluslararası Mültecileri Korunma Kanunun, mülteci deyince bakacağımız temel kanun bu.
Orada da, Birleşmiş Milletlerin sözleşmesinde olduğu gibi birebir aynı almış.
Şartlı Mülteci
Peki diğerleri ne olacak?  Şartlı mülteci işte, bu Avrupa ülkeleri dışında olacak sebebiyle ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacağından terörden korunacağı için,  vatandaş olduğu ülke dışında bulunan ve bu ülkenin korunmasından yararlanamayan, söz konusu korku nedeniyle yabancıya veya u tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeni ile dönmek istemeyen vatansız kişiye statü belirleme işlemleri sonrasında şartlı mülteci statüsü verilir. Üçüncü ülkeye yerleştirilinceye kadar şartlı mültecinin Türkiye’de kalmasına izin verilir.
Şimdi elimizde iki tane tanım oldu, biri “mülteci” biri de “şartlı mülteci”. Aynı şeyler, aynı koşulları yaşamış insanlar ülkelerinde ama Avrupa’dan geliyorsa, Avrupa Konseyi ülkelerinden geliyorsa Türkiye bunlara mülteci diyor, bütün dünyanın aksine, bu arada bu sözleşmeye çekince koyan bir veya iki ülke var, biz de içindeyiz, çekinceyi kaldırmıyoruz. Yani dünyanın her tarafından gelen mülteciyi kabul etmiyoruz mülteci anlaşmasında sadece Avrupa’dan gelenlere mülteci diyoruz. İnsanlara mültecilik hakkı verir insanlara, gelir orada oy kullanma, askerlik gibi haklar dışında, bütün haklardan oturma vs faydalanırsınız.
Şartlı mültecide ise, Türkiye “ben seni kabul ediyorum” diyor,  “Avrupa’lı değilsin ama seni kabul ediyorum, kendin zor durumdasın, gel bana sığın, ama ben seni mülteci kabul eden üçüncü ülke bulana kadar tutarım burada” diyor. “Seni kabul eden üçüncü bir ülke bulduğunda Türkiye’de kalamazsın o ülkeye gideceksin” diyor.
Yani Avrupa’dan gelenler arsında Türkiye böyle bir fark koymuş.
Bir de ikinci koruma diye bir koruma var kanunumuzda. Bu aslında kişi mülteci olarak kabul edilmiyor, yani bir yerden kaçmamış, mezhebine, dinine, şahsına bir saldırı yok, gittiği ülkede öyle bir tehdit altında değil, ama hakkında ölüm cezası var. Türkiye bunlara da “ben seni ülkene geri göndermeyeceğim” diyor, “burada kalabilirsin” diyor.
Benim de öyle bir dosyam vardı, İran’lı bir kişi şimdi Amerika’da yaşıyor. Orada eski rejimin karıştığı bir yolsuzluk dosyasında avukatlık yapıyor eski yönetim aleyhine. Devlet bunu tehdit ediyor vs ölümle tehdit ediliyor. İran Cumhurbaşkanı onun döneminde bir yolsuzluk olayı yaşanıyor, fakat onun aleyhine avukatlık yaptığı için Türkiye’ye geliyor, burada ikinci koruma alacakken Amerika kabul ettiği için Amerika’ya gidiyor vs. Yani bu da ona bir örnek.
“Geçici koruma: Zaten kendini ifade ediyor, ülkesinden ayrılmaya zorlanmış ülkeye geri dönemeyen acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen tebaa ile ilişkin koruma sağlanabilir.
Şimdi hem mülteci de hem şartlı mülteci de bireysel durum bireysel koruma var. Kişi geliyor ülkemize. Diyor ki, “şahsım, eşim, çocuklarımla tehdit altındayım, yaşayamıyorum, sığınmak için geldim” diyor, kendisi başvuruyor Türkiye’ye. Türkiye bunu kabul ediyor, bu hakkı veriyor. Ama burada kişinin Suriye örneğinde olduğu gibi, kişinin başvurusuna gerek yok.  Türkiye toplu halde gelenlere kendiliğinden Bakanlar Kurulu (o zamanlar Bakanlar Kurulu vardı tabi) kararı ile kişinin talebi olmaksızın geçici koruma sağlayabiliyor ki Suriye yasalarında bu.
Şu anda ülkemizde dört milyona yakın, resmi rakamlara göre Suriye’li var. Bu kişilerin tamamı geçici koruma statüsü altındadır. Suriyeliler teknik anlamda ne mülteci, ne şartlı mülteci, ne ikinci koruma altında, kanunumuza göre geçici koruma statüsüdür.
Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu olmadığı için, bir kararname ile “geçici korumayı kaldırdım” diyebilir veya diğer statülere sokabilir.
Dört milyon Suriyeli var, dört milyonu da bayramda Suriye’ye gidiyor geliyor, diye bir şey yok. BU vaka bazında, kişi bazında, “sen gittin, “nereye gittin, nasıl gittin, gittiğin yer nasıl bir yer, orada rahat yaşayabiliyor musun? Nerede kaldın, bir yıl daha yaşayabilir misin; ona bakmak bu işle ilgilenen Göç İdaresi Genel Müdürlüğünün, devletin işi tabi ki, orada o yetkililer bunu yapıyor mu? Yapmıyor mu? Takdir sizin. Ama eşitliği biraz şey, “bayramda gidiyorlar, geliyorlar Suriyelilerin hepsinden bu korumayı kaldıralım” demek çok doğru değil. Gidenler bazında bir araştırma yapılır, neyse gereği yapılır. Ama bütün Suriye’liler de gidiyor, geliyor değil.
Biraz da mültecilerin yaşadığı sıkıntılardan bahsedelim. Yanlış bilinen hususlara değinelim. İlk geldiklerinde bu kişiler, kanun çıktığında hukuku sorunları Türkiye’de kalmak üzereydi. Bu konuda yapılan atamalar, bunların sınır dışına edilmelerini engellemek adına hukuki başvurular veya kişinin sınır dışı edilmek üzere kapalı bir yerde kalmasına yapılan itirazlar. Sınır dışı edildiği takdirde, bir tehlike yaşayacaksa o nu Anayasa Mahkemesinde tersine durdurmak üzerine daha çok görev alıyorduk ve atama yapıyorduk, Barodan. Fakat artık kişilerin kalanlar kaldığı Türkiye’de devam ettikçe, hayat devam ediyor, bu ülkede yaşayan insanların sorunları neyse artık, hepimiz gibi onlardan sorunlu olmaya başladılar. Evlilerse boşanma gibi durum varsa boşanma davaları talepleri Baro’ya gelmeye başladı.  Çalışan kişilerin iş hukukuna dair sorunları gelmeye başladı. Bu arada duymuşsunuzdur geçen ay içinde bölgede bir yangın çıktı, beş Suriye’li orada yanarak can verdi, 20 si de yaralandı hiç birinin sigortası yoktu. İşveren hiç birine ne sigorta, ne izin olmadan kötü koşullarda çalıştırılmış ve öyle bir istenmeyen durum meydana geliyor. Yabancının en büyük sorunu “burada kurallara uymuyor”, diye şikâyetler oluyor, ama o kuralları bilmesi gerekiyor, o kuralları öğrenmek de Baroların işi veya entegrasyondan (uyum) sorumlu kamu kurumlarının işi. Biz elimizden geldiği kadar bunu yapıyoruz ki kişilerin haklarını bilerek bu ülkenin kurallarını bilerek yaşasınlar ki herhangi bir olumsuzluk çıkmasın. Bu yangın olayında Suriyeliler haklarını bilseydi, sigortasız çalışabilir miydi, işveren bunları  rahat sömürebilir miydi, sonuçta olan oldu, bundan sonrasına bakacağız.
Mültecilerin Eğitim Hakkı:


Ülkemizdeki Sığınmacıların Hukuksal ve Eğitsel Durumu
Eğitim hakkı deyince çocukların eğitimi söz konusu genel olarak. Hani Üniversiteye kadar 18 yaşına kadar çocuk kabul edildiği için çocuk hakları üzerinden biraz da gitmek lazım.
Gene Uluslar arası mevzuattan başlayalım eğitime de. Birleşmiş milletler Çocuk Haklarına dair sözleşme. Türkiye bu çocuk hakları sözleşmeye de taraf ve imzacı. Kabul ettiğimiz sözleşmeye göre reşit olmaları hariç bizim medeni kanunlarımızda da evlenmede reşit olabiliyor. 18 de evlenmişse o reşit sayılıyor. Onun dışında 18 yaşına kadar herkes çocuk sayılıyor. Ancak taraf devletler bu sözleşme çocuklara tanınan hakları herhangi bir ayırım gözetmeksizin uygulamak durumunda.(Madde 2 Ayırımcılık yasağını düzenliyor.
Diğer bir madde, doğrudan mülteci çocuklara ilişkin ayırımcılık yasağını düzenliyor. İster taraf devletler, ister tek başına olsunlar, ister ana ve başka kimseyle ilişikte bulunsun netice almaya çalışan ya da usul ve esasa dayanan bir çocuğun bu sözleşmede veya insan haklarına insani konulara ilişkin söz konusu devletlerin taraf oldukları diğer uluslar arası sözleşmeler açısından bu durumu kullanmak amacıyla koruma ve insani yardımdan yararlanmak için bir çocuğu mülteci olduğu sebebiyle bu sözleşme haklarından mahrum bırakılamaz.  Diğer taraf devletler Türkiye’de sözleşme tarafı olduğuna göre ayrımcılık haklarına tabi.
Burada çocukların eğitimin zorunlu ve parasız olması gerektiğini kabul etmiş, bizim kanunlarımızda var zaten, bire bir geçmiş. Orta öğretim, yüksek öğretim çocuklara açık olmalı diyor. Türkiye’de de buna hak veren düzenlemeler var.
Yerel bizim mevzuatımıza geçelim.
Türkiye’de 82 Anayasasının 80. Maddesi, kimse eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz” diyor. Devletin egemenliği altındaki her bireye bu anayasa hükümleri, hak ve yükümlülükler uygulanır. Bu anda da yabancılar da bu haklara tabi. Yasada yasa hükümleri her vatandaşa uygulanır diyor. Biz de eski sözleşmeyi kabul ettiğimize göre biz de hukukla bağlıyız artık. Dolayısıyla ikisini birden yorumladığımızda, kimsenin eğitim öğretimden mahrum bırakılmayacağı düzenlemesiyle yabancılar açısından ancak anaysa uygun sınırlama gereğini değerlendirdiğimizde ortaya çıkan sonuç eğitim öğretim hakkından yabancılar da her hangi bir kısıtlama olmaksızın yararlanabilir oluyor.
Suriye ağırlıklı Suriyeli çocukların eğitim meselesi sorunu gündemde olduğu için geçici koruma yönetmeliği konusunu anlattım. Ondaki eğitim hakkının nasıl olacağına dair yönetmelik var. Kişilerin nasıl eğitim alacağı daha ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiş. Diyor ki Madde 28: Eğitim hizmetlerinde, bu yönetmelik kapsamındaki yabancıların tüm faaliyetleri geçici barınma merkezleri içinde ve dışında (geçici barınma merkezleri ilk Suriye’liler geldiğinde çok fazlaydı. Fakat Göç idaresinin politikası gereği artık, mülteci kampı diyelim, halk arasındaki tabirle, fazlaydı. Nüfusun çoğunluğu orada idi. Ama bunlar peyderpey kapanıyor, artık mülteciler ya da Suriye’liler bu kamplarda değil, evlerde normal yaşayan bireyler gibi kendi imkânlarıyla kiralık evlerde filan yaşıyorlar.
Mülteci kamplarındaki okullar kısmı artık çok şeyde değil, M. Eğitim Bakanlığının yükümlülüğünde ve sorumluluğunda yürütülür. Bu kapsamda 54-66 aylık çocuklar öncelikli olmak üzere 36-altı aylık çocuklara eğitim verilebilir. İlköğretim Ortaöğretim çağındaki eğitim ve öğretim faaliyetleri Milli Eğitim Bakanlığının ilgili çerçevesi içerisinde yürütülür. Her yaş grubuna yönelik dil eğitimi, meslek edindirme, beceri ve hobi kursları talebe bağlı düzenlenir. Yani yabancı da olsa vatandaş da olsa her türlü eğitim hakkı var. Dolayısıyla devlet de bu eğitim hakkını düzenlemiş, kimseyi teorik olarak eğitim hakkından mahrum bırakmamış. Ülkemiz mültecilere eğitim öğretim hakkı tanıyor, üniversiteye sınavsız giriyorlar diye bir şey duymuşsunuzdur, sırf yabancı olduğu için sınavsız giremiyor, ya da önden koşa koşa kimse almıyor. Ülkemizde yaşayan her yabancının, bir diplomatın çocuğu da olabilir bu, Suriye’den gelmiş bir herhangi kişi de olabilir. Her yabancının ülkemizde okuma hakkı var, belli koşullar çerçevesinde. Yabancılar için sınav var, onların da aynı şekilde sınava giren her yabancı ülkemizde okuyabiliyor, belli koşullar kapsamında. Suriyeliler de bu koşulları taşıyorlarsa onlar da üniversiteye girebiliyorlar tabi ki, ama sırf Suriyeli olduğu için sınavsız girmiyor.
Maaş meselesi, Suriyelilere belli bir ödeme yapılıyor, Bunu TC yapmıyor, yani bizim hazinemizden, bizim bütçemizden bizim vergilerle yapılmıyor bu. Avrupa ülkeleri belli fonlar kapsamında, onların da işine geliyor tabi ki, “bu kişiler Türkiye’de kalsınlar, bize gelmesinler” diye belli projelerin kapsamında Türkiye’ye para gönderiyor. Türkiye sadece bu Avrupa’dan gelen paranın, bunu ulaştırması noktasında bir aracı durumunda, yoksa TC nin hazinesinden bu kişilere maaş ödenmiyor.
Sağlık da öyle:Sağlık hizmetlerinden bedava yararlanıyorlar, diye bir şey yok, bizim kanunlarımızda öncelikle yararlanacaklar belidir, bunlar gaziler, şehit yakınları, hamile kadınlar, yaşlılar vs o kapsamdaysa, hamile Suriyeli kadın önceliklidir belki, ama Suriyeli olduğu için değil, hamile ve kadın olduğu için önceliklidir. Suriyeliler önceliklidir diye bir şey yok.
Suriyeliler ve öteki yabancılar için harcanan paralar UNİCEF gibi yabancı bazı fonlardan gönderilmektedir. Para tek kaynaktan gelmiyor Suriye’liler için.


Ülkemizdeki Sığınmacıların Hukuksal ve Eğitsel Durumu
Türkiye’deki okula başlama yaşı 66  iki yıl zorunlu eğitim var yabancılar da bu zorunluluğa bu hakka tabi ama şöyle bir durum var, bunlar kâğıt üzerinde kalıyor. Ben Ankara özelini biliyorum, birebir mülakat yaptığımız konuştuğumuz tabi Suriyeliler, velilerden öğretmenine okul yönetimine kadar çocuklarının okuldan istenmediği, dışlandığı yönünde şikâyetleriyle geliyorlar. Bu insanlar, tamam başka kültürden geliyor, başka bir anlayış, başka bir yaşam tarzları var, bize uymayabilir, öyle düşünüyor olabilirsiniz. Ama uyum için ne yapıyoruz. Bir çocuğu dahi dışlayarak entegre edebilir misiniz bu insanları, bu ülkeye. Çocuğu alın, eğitim görmek istiyor, onu kendi ellerinizle kendi dilinizle, kendi tarihinizle kültürünüzle eğitin, çocuk burada yaşamayı nasıl bir şey olduğunu bilsin. Çocukları bu okullardan dışlamak iyi bit şey yaratmayacak, daha kötü sonuç yaratacak. Bu çocukları ayırıma tabi tutmaları bana mantıklı gelmiyor. Bir insanı, bir çocuğu sırf Suriyeli diye, çocuğun yanında istememek nasıl bir şeydir. Bunlar oluyor, okul müdürü diyor ki “velilerim burada yabancı çocuk istemiyor git başka okula” diyor. Başka okul yok ki, başka eğitim kurulu da kabul etmiyor çocuğu. Eğitim hakkını çocuğa veriyoruz ama uygulamada maalesef ayrıcalıkla karşılaşılıyor.
Ülkemize gelen bu insanlar keyfi gelmiyorlar. Eğitim her şeyin başı eğitim çok önemli, özellikle uyum açısından eğitim çok önemli. Daha önce Suriye’de ilkokul eğitimini almış çocuk, burada Ortaokula gitmesi, denkliği sağlamak için komisyon sınava tabi onu hak ettiği sınıfa alabiliyor. Lisede de aynı işlemle denklik sınavı, mülakat ile çocuk okula alınıyor.
Ayrıca kayıt için geçici ikamet verildikten sonra kimliği ile kayıt yaptırması gerekiyor. BU okullar Milli Eğitim Bakanlığı denetiminde, özel okul dahi olsa bakanlığın denetimi dışında bir eğitim kurumu açamıyor.
Yüksek öğretime geçersek, yabancı öğrenciler için bir sınav var. Üniversiteler kendileri bir kota açabiliyorlar. Suriye’n gelen öğrenciler de öteki yabancı ülkelerden gelen öğrencilerin sınavlarına girerek her yabancı öğrenci gibi sınava girip okuma hakkına sahip Türkiye’de.
Onun dışında mesleki eğitimi içinde bunların şartları var. İlgili sınavları aldıktan sonra her genç bu mesleki okullarda okumaya hak kazanabiliyor”.
Bu sunumdan sonra karşılıklı tamamlama ve sorularla bu haftaki etkinlik sona erdi.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız 
SONNOTLAR 
(1) Avukat Sadık Onur Gelbal Ankara Barosu Mülteci Hakları Mer. Başkanı: 1978 Niksar Doğumlu, 2003 yılından beri avukatlık yapıyor. Ankara Gazi Lisesi ve A.Ü. Hukuk Fakültesi mezunu. 2011 yılından beri Baro içinde çeşitli görevlerde bulundu. Mezuniyetten sonra ilgi alanlarına göre bazı sertifika programlarına katıldı. Ankara Barosu’nun düzenlediği Adli Yardım Merkezi orada başkanlık yaptı. CMK Yürütme Merkezi sayman üyesi adli yardıma ihtiyaç duyanlara avukatlığı sağlayamayanlara Baro’nun yardım etme hükümlülüğü CMK alanında düzenlenmiş Mülteci Hakları Kurulu başkan yardımcısı, Mülteci Hakları Merkezi başkanı olmuş. Arabuluculuk eğitimi, uzlaştırma eğitimi, CMK eğitimi, Bankacılık Hukuku, İş Hukuku, Tüketici Hukuku, Fikri, Sinai Haklar Hukuku ve Mülteci Hukuku eğitimi aldı. Yabancı Dili İngilizcedir.

Cumhur'un Bir Ferdi Olarak Cumhurbaşkanı'na Serzenişimdir
Cumhuriyetle yönetilen ülkelerde, cumhur'un başı ve temsilcisi olarak, devlet başkanına Cumhurbaşkanı denir.
Bizim Anayasamıza göre de; Cumhurbaşkanı, devletin başıdır. Cumhurbaşkanı, devlet başkanı sıfatıyla, Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder, anayasanın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını temin eder.
Cumhurbaşkanı, görevine başlarken, Türkiye Büyük Millet Meclisi önünde özetle; Cumhurbaşkanı sıfatıyla, Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü koruyacağına, anayasaya, hukukun üstünlüğüne ,demokrasiye bağlı kalacağına, üzerine aldığı görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücüyle çalışacağına Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda namusu ve şerefi üzerine yemin eder.
Cumhurbaşkanlarına, cumhur'un her ferdinin, sevmeseler de, saygı gösterme yükümlülükleri vardır.
Bu nedenle, Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Cumhurbaşkanlarının şeref ve haysiyetlerinin daha bir özenle korunmasını sağlamak amacıyla, Türk Ceza Kanununa, Cumhurbaşkanına yönelik hakaret suçları için özel bir düzenleme getirilmiştir.
Cumhurbaşkanları da, anayasanın kendisine verdiği görevleri, devletin başı ve herkesin cumhurbaşkanı olduğunu, devlet başkanı sıfatıyla Türk Milletinin birliğini temsil ettiğini, Türk Milletinin bölünmez bütünlüğünü koruma ve tüm görevlerini tarafsızlık içinde yerine getirme yükümlülüklerinin olduğunu, asla unutmamalıdırlar.
Tüm bu anayasal zorunluluklara rağmen, bugün Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan ve aynı zamanda AKP Genel Başkanı olan ERDOĞAN,  anayasanın bu açık hükümlerine rağmen, maalesef Cumhurbaşkanı gibi davranamamaktadır.
Milletin bölünmez bütünlüğünü ve birliğini sağlayacak yerde, milleti bölmekte ve ayrıştırmaktadır.
İttifak yaptığı MHP dışındaki tüm siyasi partileri ve onlara oy veren büyük halk kesimini, zillet ittifakı olarak nitelemekte, PKK ve Kandil ile işbirliği içinde olmakla suçlamaktadır.
Bu suçlamaları yaparken, şöyle kendi politik yaşam hayatındaki film makarasını geriye sararak izleyip düşünme gereği duymamaktadır, mazisini yok sayarak, mazide PKK ve Kandil ile yapmış olduğu ittifakı görmezden gelmektedir, kendisini sütten çıkan ak kaşık ile bir tutmaktadır.
İşin en acı yanı da, AKP Genel Başkanı sıfatıyla dahi söylenmeyecek hakaret niteliğindeki suç teşkil eden çok ağır sözleri, çok rahat bir şekilde sürekli muhalefet partileri ve onların liderleri için sarf edebilmektedir.
Geçtiğimiz günlerde bir toplantıda yaptığı bir konuşmada, ana muhalefet partisi liderini sen ezandan, Kuran’dan Müslümanlıktan ne anlarsın diyerek, adeta  dinsizlikle suçlama hakkını dahi kendisinde görebilmiştir.
Bir insanın Müslüman olup olmadığı, kalbinde gizlidir ve bu konudaki değerlendirmeyi yapma hak ve yetkisi de, Cumhurbaşkanına değil, Yüce Allah'a aittir.
Cumhurbaşkanı, bulunduğu makama yakışmayan söz ve davranışlarıyla; uygulanmasını sağlamakla görevli olduğu anayasayı ve göreve başlarken namusu ve şerefi üzerine yaptığı  yeminini sürekli ihlal etmektedir.
Haydi hepsinden vaz geçtik, tüm bu anayasa ve görev ihlallerini yaparken, Cumhurbaşkanı gömleği ve şapkasının altına sığınmakta, Cumhurbaşkanına yakışmayan, Cumhurbaşkanının görevi içine girmeyen söz ve davranışlarından dolayı kendisine yönelik hak ettiği mukabil ağır eleştirileri, Cumhurbaşkanı sıfatıyla değerlendirerek, bu haklı eleştirileri Cumhurbaşkanına hakaret olarak değerlendirerek, hiç hak etmediği halde, Türk Ceza Kanununun korumasından yararlanmaya çalışmaktadır.
Bu ise, asla ve asla, vicdanlara ve  yiğitliğe sığmamaktadır.
Cumhurbaşkanı artık bir tercih yapmak zorundadır. Ya anayasal bir Cumhurbaşkanı olarak, Türk Milletinin birliğini temsil edecek, cumhurun tümünü, ayrım yapmadan bağrına basacak, tarafsız olacak veya AKP Genel Başkanı olarak, çok sevdiği gerginlik politikasının gereği, bilerek veya bilmeyerek rakiplerine karşı sarf ettiği suç teşkil eden sözlerinden dolayı maruz kalacağı ağır eleştiriler karşısında, yiğitçe davranacak ve Cumhurbaşkanına hakaret şemsiyesine sığınmayacaktır.
Ülkemizde bağımsız bir yargı olmuş olsaydı, savcılar ve hakimler; Cumhurbaşkanının, AKP Genel Başkanı sıfatıyla ve siyasi kişiliği ile rakiplerine sarf ettiği hakaret oluşturan çok ağır  sözlerine cevap niteliğindeki karşı sözlerin, Cumhurbaşkanlığı makamına  yönelik sözler sayılamayacağını ve Cumhurbaşkanına hakaret suçunun oluşamayacağını pek ala söylerlerdi ama, malesef ülkemizde bağımsız yargı olmadığı için, Cumhurbaşkanı çok rahat bir şekilde hareket edebilmektedir.
Ne diyelim, her Millet hak ettiği şekilde yönetiliyor.
Bugün doğum günüm, beni kutlayan tüm okurlarıma ve dostlarıma, gönül dolusu teşekkürlerimi  sunuyorum.

Güner Yiğitbaşı

17/02/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

“AsıI engeIIiIer, karşıIarına çıkan engeIi geçemeyenIerdir”.

Tek kol, tek bacakla ekmeğini sokakta kazanmaya çalışıyor
Çok soğuk bir havada 14 Şubat 19 günü Sıhhıye Metrosundan inerek, sağlık sorunum nedeni ile Numune Hastanesine doğru yürümeye başladım.
ABBelediyesi’nin ucuz sebze satmaya çalıştığı tanzim satış çadırına gelince, sebze almak isteyenlerin sıralarının gittikçe uzadığını, kalabalığı gördüm ve hemen cep telefonumla fotoğraf çekmeye başladım.
Kuyruktan ayrılıp üzerime doğru gelen, “niye resim çekiyon ulan” diyen bir adamı gördüm, bana doğru yaklaştı, bana saldıracak galiba bu adam diye düşündüm, adam sürekli “niye çekiyon” deyip duruyordu. Ben de sen kimsin sana ne, burası kamuya ait bir yer falan dedim, homurdanı homurdanı sırasına gitti, ben de bir maraza çıkmadan yoluma devam ettim.
Madalya taşıyan bir yaşlı adam
Oradan ayrılıp Sıhhiye Köprüsü altına doğru üç beş adım attıktan sonra, baktım sonradan 80 yaşında olduğunu öğrendiğim bir yaşlı adam bastonuna dayanarak yavaş yavaş tanzim çadırına doğru yürüyordu. Sırtında eski bir ceket, eski bir hırka, ilikleyemediği gömleği açık, sırtında paltosu yok bastonuna dayanarak ve de titreyerek yürüyordu.
Kendine yaklaştım, merhaba amca, dedim.
Nereye gidiyorsun bu halde?
“-Evlat şu çadıra doğru gidiyorum”, dedi. İstiklal Madalyası sandığım bu madalyayı, amca bu madalya nedir, diye sordum. O şöyle dedi:
“-Bu madalya şehit olan oğlum için”. Ona:
“-Nerede nasıl şehit oldu” dedim. O:
“-Mardin Mazıdağı’nda terörden şehit oldu, dedi.
Şehit oğlunun madalyasını göğsünde taşıyan bu adam karşısında inanın ne diyeceğimi şaşırdım. Ancak, çok üzüldüm amca başın sağ olsun, dedim. Hava öylesine soğuktu ki, herkes paltosuna, beresine bürünmüş yollarda, bu yaşlı adam ise döşü bağrı açık, sanki bağrında taşıdığı acı ve madalya nedeniyle soğuk ona vız geliyor muş gibiydi. Hemen uzanarak, aman amca hasta olursun, bu gömleğin düğmelerini niye iliklemedin, dedi. O da:
“-“ilikliyemedim yavrum, gözlerim görmüyordu”, dedi. Yüreğim burkuldu, hemen uzanarak gömleğinin yakasının en üst düğmesini ilikledim, aman dikkat et üşürsün, sonra, dedim. Bu, göğsünde şehit oğlunun madalyası, içinde onun acısı, Allah razı olsun oğul” dedi ve bastonuna dayanarak ayrılıp yoluna devam etti. Bu yaşlı adamın hali yüreğimi burktu, resim çekmeyi, soğuğu unuttum, Sıhhiye Köprüsü’nün altından dalgın ve üzgün yürümeye başladım.
Kendimi toparlamaya çalıştım, ben hastaneye (Numune Hastanesine) gitmem gerekiyordu, dedim ve hızlanmaya başladım, ama saate baktım saat 11.50 olmuştu. Sanırım öğle paydosundan önceye yetişemeyeceğim, dedim.


Tek kol, tek bacakla ekmeğini sokakta kazanmaya çalışıyor
Tek kol, tek bacakla ekmeğini sokakta kazanmaya çalışan adam
Böyle düşünerek Dil Tarih Coğrafya Fakültesi önündeki kaldırıma geldiğimde, kaldırımda duvarın dibine ufak tefek şeyler satan, yere oturmuş roman okuyan bir adam gördüm. Önünde bir küçük tüp ve üstünde bir çaydanlık, hemen yanında bir müzik aletinden Kuranı Kerim okunuyordu, kendisi de başını kaldırmadan roman okumaya devam ediyordu. Duvarın kenarında ayna, tarak, mendil vb bazı eşyaları dizmiş onları satmaya çalışıyordu.
Kitap okuyan adamın hemen sol yanında, sanki bir stepne gibi duran bir takma bacak gördüm. Bu adamı görünce daha bir etkilendim, ama ben hastaneye yetişmem gerekir, dedim yola devam ettim. Köşeyi döndüm saat 12 ye geliyordu, öğle paydosu olmak üzere ve ben o yokuştan hastaneye yetişemezdim. Hastaneye de öğleden sonra giderim, diye düşündüm hemen geri dönerek o tek bacağı olmayan, bir şeyler satmaya çalışan adamla konuşmak istedim.
Bu, bir eli ve bir ayağı olmayan adamın tezgâhının önünde, sarı bir kartona kendi özdeyişi olan şöyle bir yazı okunuyordu, (Aynen alıyorum):
Tek kol, tek bacakla ekmeğini sokakta kazanmaya çalışıyor
“EL AÇANA DEĞİL, EMEĞİNİN KARŞIĞINI TALEP EDENE DESTEK OLUNUZ” EREN KAYA

Bu kitap okuma merakı olan adamın okuduğu kitaba baktım, kitabın ön kapağında “Aşk ve Acı” Fride Kohle yazıyordu. Ona, nerelisin dedim, anlatmaya başladı.
Benim adım Ağrı Patnos’luyum, 42 yaşındayım. 20 yaşında elektrik çarpmasından kaza geçirdim elimin ve ayağımın birini kaybettim. Dört çocuğum var, en büyüğü Eskişehir’de üniversitede okuyor. Asıl adım kaya, Eren nenemden göbek adı olarak gelme, Ankara’da kirada oturuyorum. 15 yıldır devletten maaş alamıyorum, bunun sebebi oğlum oldu, ekonomik durumum pek kötü değildi. Oğlumun biri lösemi hastalığına yakalandı, varımı yoğumun onun tedavi sürecinde kaybettim. Tarsus’ta oturuyorduk, Mersin Tıp Fakültesinde tedavi oluyordu, Mersin’e gidip gele, buna edilen masrafla varımı yoğumu Kaybettim. Çocuğu 2000 yılında kaybettik. İşte ondan beri Ankara’da bu işi yaparak çoluğumun çocuğumun riskini çıkarmaya çalışıyorum. Yaşamak zor, ben güzel yürekli insanlara minnettarım, ailem adına, çocuklarım adına. Devletten şunu isterdim, yüzde 70 den fazla engelli raporum olmasına rağmen bana sakatlık maaşı, bakım parası vermiyorlar. Bana verdikleri cevap kendi kendime yeterli” imişim. Ben benden daha oranlı raporu olanlara verdiklerini biliyorum. Sağ el sol bacağım yok. Bizim beklentimiz önce Allah’tan sonra devletten”
Kendisine, aldığın raporlar ve onların verdiği olumsuz cevapla Danıştaya-İdare Mahkemesine dava aç” dedim.
“-Yok devlet kapısından yoruldum. Ben bu ülkede vicdanlı olmanın hesabını veren bir insanım, ben kolay kolay susmam, çocuklarımın hakkını korurum, amma, karşımda devlet, vermiyorsan Allah’a havale ediyorum. (Karşıda görülen Ankara Adalet Sarayı’nı göstererek) “karşıda adalet yazıyor ya, o adalet bizler için, fakirler için işlemiyor” dedi. Devam etti:
“-Adalet bize çalışmıyor, ben devrin Devlet Bakanı Beşir Atalay’la, Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu ile birebir görüştüm, ben onlarla yetkiliyle konuştum, her gün onlarca Milletvekili görüyorum, nice insanlar görüyorum, engelli vatandaşlar için atılan nutukları, verine vaatleri görüyorum hepsi yalan.
50 tane kurum var, ben geçenlerde merdivenlerden yuvarlandım işe çıkamadım. İşe gelip giderken bir tek engelli sandalye rica ettim, geçici olarak. Benim devlete bizi yönetenlere itimadım yok, çünkü benim kiramı vermez, elektriğimi keser, suyumu keser, benim çocuklarıma merhamet göstermez. 50 tane kurumdan tekerlekli engelli sandalye talep ettim, bir sürü yerden; belediyelerin engelli birimi bilmem neleri neleri var, nihayet bir hayırsever bir tekerlekli sandalye aldılar”.
Şehit Babası engellinin tezgâhına geldi:
Tek kol, tek bacakla ekmeğini sokakta kazanmaya çalışıyor

Tam bu sırada, tesadüfe bakın ki, yukarıda açıkladığım, 80 yaşındaki göğsü madalyalı, oğlu şehit olan, yakasında düğmesini iliklediğim yaşlı adam konuştuğum bu engelli insanın tezgâhından bir şeyle almak için yanaştı. Bir şeyler aldı, cebinden bozuk paralar çıkardı, para yetmedi, ben, şehit babasıymış bu demin konuşmuştuk bununla deyince, engelli Eren Kaya, çıkan bozuk parayla yetindi fazlasını almadı.
Eren Kaya, o şehit babası için, “acımız, davamız, yüreğimiz birdir elhamdullah, acını gönülden paylaşıyorum canım amcam, ben de evlat acısı yaşamış bir insanım” dedi.
Şehit babasının isminin Süleyman Akkaya olduğunu ve Ayaş’lı olduğunu orada sorarak öğrendim. Oğlu Mardin Mazıdağı’nda 2013 de şehit olmuş. O yaşlı adama:
“-Evli miydi oğlun, dedim. O şöyle dedi:
“-Oğlum astsubay kıdemli başçavuş, evliydi bir oğlu var, onu da devlet okutuyor şimdi”.Vedalaştı, ayrıldı şehit babası.
Engelli Eren Kaya’ya, “Engelliler federasyonu Başkanı Turan Bey’le görüştün mü, o da gözlerinden engelli ve avukattır” dedim.Engelli Eren Kaya:
“-­Görüştüm, ondan bir engelli arabası istemim ilgisiz kaldı, ben de numaralarını sildim” dedi. O da şöyle dedi:
“-Turan Bey’i geç, devletin nice makamları ile görüştüm bir engelli arabası alamadım, ben artık yoruldum yoruldum, benim ümidimi kırdılar, hayallerimi kırdılar, gönül bağlamamı kırdılar; Ben burada zabıtanın fırçasını yemekten yıldım”.
“- Zabıta sana kızıyor engelliyor mu, dedim. O da şöyle dedi:
“-Ooo öyle zabıtalar var ki, ulan senin kelleni alırım, lan”, diyorlar. Bu kelimeleri kullanıyorlar Osmanlıdan kalma. 15 yıldır bu duvarların dibinde işportacılık yapıyorum. Çocuklarımın nafakasını onurumdan, şerefimden, onurumdan inandığım değerlerden zerre kadar taviz vermeden çıkarmaya çalışıyorum. Çocuklarımın biri üniversitede, Caner Orta üçte, Baran ilkokul üçte, Zaman kızım bu sene başladı. Daha bir de engelli çocuğum var.”
Çantasından bir iki ilaç çıkarıp içmek istedi, “benim rahatsızlığım var, şeker falan var” dedi. “Ben torpil istemiyorum, neyi hak etmişsem onu versin, devlet üzerine düşeni yapsın, devlet kendine yakışanı yapsın, başka bir şey demiyorum, o zaman biz de onurlanalım, gururlanalım”. Bunları söyleyen, bir tane engelli arabası bulamamış Engelli Eren Kaya’ya veda ederek ayrıldım.
Eğer yolunuz Sıhhiye’ye düşerse, DTCF nin önüne tezgâh kurmuş, bir eli bir ayağı olmayan bu engelli vatandaşı görürüsünüz; okullarda okuyan dört çocuğunu okutan, kirada oturan ve çocuklarının nafakasını çıkarmaya çalışan çaresiz insanı görürüsünüz, o zaman hiç olmazsa bir lira verip bir kâğıt mendil alın, lütfen.
Bir eli, bir ayağı diz kapaktan aşağısı olmayan adamla konuşmaya başladım.

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız 

Domates Biber Patlıcan
Geçtiğimiz gecelerden birinde, TRT'nin izlediğim tek kanalı olan TRT Müzik kanalını izlerken, gecenin geç saatinde rahmetli Barış MANÇO çıktı sahneye ve o meşhur, bugün gündemde olan ve hükümeti devirmeye teşebbüs eden üçlü çete, gizli silahlı terör örgütü olan, Domates Biber Patlıcan şarkısını söylemeye başladı.
Domates biber patlıcan sözlerini duyunca, gecenin bu geç vaktinde Domates Biber Patlıcan Silahlı Terör Örgütü darbe girişiminde mi bulunuyor diye ödüm koptu.
Hemen pencereden caddeye baktım, darbe girişimini önlemek için halk sokaklara çıkmış mı diye, halktan  kimseyi göremedim, kulağımı verdim, hani bir sela sesi falan var mı diye, sela sesi de duymadım ve oh diyerek derin bir nefes aldım. Demek ki; bu şarkıyı, TRT tesadüfen programına koymuş. ama düşünmeye de başladım, TRT Müzik Kanalının yöneticileri, nasıl olur da böyle bir gaf yapabilir diye.
Öyle ya, domates, biber ve patlıcan fiyatları aldı başını gidiyor, tüm özgürlükleri elinden alındığı halde seslerini çıkarmayan halkımız; yaz sebzeleri ve hormonlu olmalarına, bu nedenle sağlığa zararlı bulunmalarına rağmen, kışın da sürekli tükettikleri domates, biber ve patlıcan fiyatlarının aşırın yükselmesini bir türlü hazmedemedi ve mevcut siyasi iktidara diş bilemeye başladı, önümüzde 31 Mart Belediye seçimleri de var, bu nedenle siyasi iktidarı bir telaş aldı demeyin gitsin.
Siyasi iktidar, baktı ki domates, biber ve patlıcan çetesi tehlikeli, hükümeti devirecek ilk tedbir olarak, domates, biber ve patlıcan üçlüsünü, PKK'nın da önüne geçirerek ilk sıradan hemen terör örgütleri listesine dahil ettiler, domates biber ve patlıcan demek, süresiz yasaklandı, domates biber ve patlıcan'a ilişkin her türlü habere, mahkemelerce gizlilik kararı verildi!
Domates, biber ve patlıcan dikimi ve üretimi kotaya bağlandı, hükümetin sıkı kontrolüne alındı, domates, biber ve patlıcan devletleştirildi, alım ve satımı devletin ve belediyelerin kontrolü altına alındı!
TRT Müzik Kanalı yöneticilerinin, bu yasaklama ve gizlilik kararına rağmen, Barış Manço'nun yıllar önce gizlice kurduğu domates biber patlıcan isimli  bu silahlı terör örgütünün reklamını yapmaları nedeniyle, işten el çektirilerek tutuklandıklarını basından izledik!
Barış Manço rahmetli sağ olmadığı için paçayı sıyırdı, ama evrensel hukuka göre, cezai sorumluluk şahsi olmasına rağmen, onun yerine çocukları hakkında, hükümeti devirmeye teşebbüs etmek amacıyla gizli silahlı örgüt kurmak suçunu işledikleri iddiasıyla soruşturma açıldığını duymuş bulunuyoruz!
Yakında, domates, biber ve patlıcan tüketimi yasaklanırsa, ona da şaşmamak ve hazırlıklı olmak gerekir.

Güner Yiğitbaşı

12/02/2019
Güner YİĞİTBAŞI(Hukukçu)

Şehit - Güner Yiğitbaşı
Vatanı uğruna, kutsal bir ülkü, ya da inanç uğruna savaşırken ölen kişiye verilen isimdir, şehit.

Hepimiz, çok eskiden beri şehit tanımını böyle biliriz.

Çanakkale'de, Kurtuluş Savaşında, daha sonra da, ülkenin vatanı ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne yönelen silahlı terör örgütleriyle mücadeleleri sırasında ölerek canlarını feda eden asker, güvenlik görevlisi ve halkımızdan milyonlarca şehit vermiş olan bir ülkeyiz.

Tüm şehitlerimizin ortak vasfı; vatanı, milleti, kutsal bir ülkü, ya da inanç uğruna ölmüş olmalarıdır. Dinen, bu şehitlerin sorgusuz ve sualsiz cennete gidecekleri kabul edilir.

AKP iktidarı döneminde, bu partimizin genel başkanı ERDOĞAN; bildiğimiz şehit tanımını da değiştirmiş ve kendi kafasına göre yeni şehitler icat ettiği gibi, şehitlerimiz arasında bir ayrımcılık yaparak, şehitlerimizi de ayrıştırmıştır.

ERDOĞAN'a göre,15.Temmuz Şehitleri, şehitlerin hası ve  bir numarasıdır. Zira, ona göre; özellikle FETÖ'nün darbe girişiminde bulunduğu gece, çağrısı üzerine sokağa çıkan ve darbeciler tarafından öldürülerek şehit olanlar olmasaydı, belki hayatını ve hükümetini kaybedecekti. ERDOĞAN'a göre,15.Temmuz'un sokağa çıkan sivil halktan şehitleri, bu darbe girişimini önleyen yegane kişilerdir. Olabilir, bu görüşe saygı duyarız ama, bu görüş ve hissiyat, şehitler arasında ayrım yapmanın haklı bir gerekçesi olamaz tabi.

Bakıyoruz, ERDOĞAN dün bir konuşma yapmış ve geçtiğimiz günlerde İstanbul'un Kartal ilçesinde, imar mevzuatına aykırı olarak yapıldığı için  çöken bir binada enkaz altında kalarak ölen vatandaşlarımızı da, şehit ilan etmiştir.

İmar mevzuatına aykırı yapıldığını bile bile bir binada oturmayı göze alan, geliyorum diyen felaketi önceden bilen, devletin imar mevzuatına karşı çıkan insanlar, hangi gerekçeyle şehit ilan edilmişlerdir, anlayan beri gelsin ve bize de anlatsın lütfen.

Sayın ERDOĞAN ve partisi, İstanbul'u 25 ve ülkemizi 17 senedir tek başına yönettiği halde, yanlış ve popülist politikalarının iflasının sonucu olan ve çöken binanın altında kalarak can veren insanlarımızın ölümlerinden, vicdanen kendisini sorumlu hissettiği içindir ki; bu sorumluluğunu hafifletmek ve 31 Mart seçimleri öncesinde kendisine yönelecek tepkilerin hedefini şaşırtmak ve yeni bir gündem yaratmak amacıyla, bize göre asla şehit kabul edilmeleri mümkün olmayan, siyasal iktidarın ve kendilerinin hatalarının kurbanı olan kişileri şehit ilan ederek, artık bizleri hiç şaşırtmayan, alışık olduğumuz gerçek dışı bir söylemde bulunmuştur.

Kartal ilçesinde çöken binanın enkazı altında kalarak can veren vatandaşlarımızın şehit olmadıklarını, İmam Hatip Okulu Mezunu ve aynı zamanda imam olan Sayın ERDOĞAN bizden çok daha iyi bilmektedir.

Sayın ERDOĞAN, din eğitimi almış bir imam olarak; kendi siyasi geleceği için, bazı dini gerçekleri çarpıtmanın, etik ve din kurallarına  aykırı olduğunu da, çok iyi bilmek durumundadır.

10/02/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Polisin İşgüzarlığı
23 Ocak 2019 günü Kızılay’a gitmek üzere Ostim’den metroya bindim. Bir kişilik boş yere oturdum, sağ yanımda zayıf sakallı zayıf yüzlü 60 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim ve adının Mehmet olduğunu öğrendiğim bir kişiyle sohbete başladım.
Birbirimize nerelisin “nerelisin” diye sorduktan sonra, ikimizin de Kırşehir’li olduğumuzu öğrendikten sonra birbirimize “vay toprağım” diyerek aramızda biraz daha yakınlaşma olduktan sonra, çeşitli konulardan ülke yönetimindeki yanlışlıklardan bahsederken, bu soyadını da söylemekten çekinen hemşerim, başından sekiz ay kadar önce geçen bir olayı şöyle anlattı:
Kırşehir’de berberde tıraş oluyordum, laf lafı açtı sohbet sırasında ben biraz R.Tayip Erdoğan’ı iktidarı eleştirdim. Yanımda bir sivil oturuyordu, adam cebinden kimliğini çıkardı, “ben polisim, bu konuşmaların için seni karakola götüreceğim” dedi. Ben kimseye küfür etmedim, hakaret etmedim, adam işgüzarlık yapıyordu, peki hadi gidelim, dedim. Dışarıya yola çıktık. Yolda yürürken ….Bey’i bir arayayım, dedim cep telefonumla emniyet müdürü tanıdıktı, onu aramak istedim. Polis bu sefer gevşedi, polise dedim, kardeşim beni ne diye götürüyorsun, ben küfür mü ettim, hakaret mi ettim, hiç eleştiri yapmayalım mı dedim. Telefonu elime aldım, arayacağım zaman, “herhalde senin de kötü bir maksadın yoktu sanırım” diyerek yavaşladı.
Karakola doğru yaklaşırken, polis beni bir kenara çekti, “bu işin cılhı çıkacak, vaz geçelim gitmeden” falan dedi, bana mani oldu telefon ettirmedi. Polis’e, peki beni niye milletin içinde karakola gidelim diyerek yola çıkardın, diye çıkıştım. O sivil polis aynen şunları söyledi:
“Abi kusura bakma ben yeni polisim, seni götürüp Cumhurbaşkanına hakaret etti” diyecektim, belki amirlerim takdir eder de terfi ederim diye düşündüm”.
Ben şaşırıp kaldım. Polis’e, zaten süren gelince terfini alacaksın, neden böyle bir şeye tevessül ediyorsun” dedim. Polis benden özür diledi, karakola girmekten vaz geçtik, ben ayrıldım”.
Bunu anlatan kişinin inme durağı gelince ayrılıp gitti. Ben kendi kendime, bu adam palavra mı atıyor, bir polis ciddi bir olay olmadıkça neden karakola çağırsın, diye düşündüm durdum. Adamın soyadını sormama rağmen çekinip vermedi. Ben de fazla ısrar etmedim.
Polisin İşgüzarlığı
Ama Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’ın veya avukatlarının “Cumhurbaşkanına hakaret” ten 20 binden fazla kişiye dava açıldığını, basına yansıyan bilgilerden biliyoruz.
Bu davaların çoğu da yukarıda polis’in “Abdülhamit hafiyesi” gibi davranıp, vatandaşı taciz edişi gibi olsa gerek.
Sarkozy e bir Fransız köylüsünün kaba davranması ve ona yerel mahkemece verilen para cezasının hukuki olmadığına ilişkin AİHM sinin kararında şöyle bir hüküm vardır: “…Halkın seçtiği devlet adamı halkın en ağır eleştirilerine tahammül etmek zorundadır, o nedenle verilen para cezası hukuki değildir”. Denilmektedir.
İşte bizim Cumhurbaşkanına yapılan, ağır da olsa, eleştiriye karşı dava açılması da AİHM sine olay götürüldüğünde, böyle bir ret anlamında hükümle sonuçlanacaktır. Bir cumhurbaşkanının, demokrasi tarihinde görülmedik sayıda, halkı hakkında on binleri bulan davaların açılması pek hoş olmasa gerek.(1) Devlet adamları halkının eleştirilerine biraz tahammül etmelidir, hoş görülü olursa daha çok saygınlığı artar.
Devlet adamı, biraz da hoş görülü olmalıdır. Bu doğrultuda AİHM sinin örnek kararları da vardır. Fransa Cumhurbaşkanı

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız 
SONNOTLAR:
(1) “…Prof. Dr. Yaman Akdeniz, 2010-2017 yılları arasında “Cumhurbaşkanı’na hakaret” suçlamasıyla 12 bin 893 dava açıldığını belirtti. Akdeniz, davalardan 12 bin 305’inin Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde açıldığını aktardı.
Akdeniz, Twitter hesabından yaptığı paylaşımda, “2017 içinde TCK 299 (Cumhurbaşkanına Hakaret) suçu ile ilgili 5150 karar vermiş mahkemelerimiz. Bunlardan 2099 tanesi mahkumiyet, 1660 tanesi HAGB (Hükmün açıklanmasının geri bırakılması) ile, 873 tanesi beraatla sonuçlanmış. 518 da da “diğer” kategorisinde değerlendirilmiş, düşme vs içeriyordur muhtemelen” ifadelerine yer verdi”.
https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2018/08/17/akdeniz-7-yilda-cumhurbaskanina-hakaretten-12-bin-893-dava-acildi/

Kadının Adı - Güner Yiğitbaşı
Partilerimizin yerel seçim aday listelerini görünce, kadınlarımız adına üzülmemek mümkün değil.
Aday listelerine bir bakıyoruz, kadınlarımız yine hak ettikleri yerde değiller.
Listelerde o kadar az kadın adı var ki, bakınca kadınları arayıp bulmakta zorlanıyorsunuz, yeryüzünde nüfusun çoğunluğunu sanki erkekler oluşturuyor da, Dünya da kadın kıtlığı var zannediyorsunuz.
Oysa ki; Dünyadaki her iki kişiden biri kadın. Bu gerçek durum, ülkemiz için de geçerli tabi.
Hayret etmemek mümkün değil, iki kişiden birisi kadın olduğuna göre, nerede bu kadınlarımız?
Erkekleri kadın doğurmuyor da, Melekler gibi gökyüzünden iniyor sanki.
Kadının adı yok gerçekten ülkemizde.
Evde cefa çeken kadın.
Hem evde ve hem de dışarıda işte çalışarak, iki kat emek sarf eden kadın.
Çocukları doğurup emziren ve büyüten kadın.
Erkek çocuk doğuramadığı için maço eşleri tarafından horlanan ve suçlanan kadın.
Çocuk sahibi olamayan bir erkeğin, kendisinde hata aramadan, hamile kalamamakla ilk suçladığı kişi kadın.
Geçinemediği, kendisine şiddet uyguladığı için eşinden ayrılmaya hakkı olmayan, bunu denediğinde öldürülen kadın.
Haydi boşanmayı başardı, başka bir erkekle evlenmeye kalktı diye eski eşi tarafından yaralanan ve/veya öldürülen kadın.
Küçücük yaşta, koca koca adamlarla imam nikahıyla evlendirilen ve çocukluğunu dahi yaşaması elinden alınan kadın.
Kıyafetinden, çalışıp çalışamayacağına kadar yaşamına dayatma ile müdahale edilen kadın.
Ülkemizde bu kadar hor görülen, erkeklerle birlikte eşit yurttaş olmadıklarına inanılır hale getirilen kadınlarımız, siyasi partilerimize hakim olan erkek politikacılar tarafından da aynı şekilde görülüyorlar ki, aday listelerinde kadınlarımızı görmek, çölde vaha görmek gibi oluyor.
Biz, kadınlarımızın ülkemizde düşürüldükleri bu duruma üzülüyoruz.
Ama, bizi üzen önemli bir neden daha var. O da şu; kadınlarımıza, 1930 lu yılların başında çoğu ülkede olmayan, seçme ve seçilme hakkını veren ATATÜRK'ün partisi Cumhuriyet Halk Partisinin listelerinde de, kadınlarımızın hak ettikleri oranda yer bulamamasıdır.
Bu durum, çok düşündürücü ve üzücüdür.

04/02/2019
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Toplumda en büyük güveni her şeyin sonunda adil bir mahkemenin bulunabileceği inancı sağlar.

“Partili Cumhurbaşkanı” olarak yapılan değişiklikle sunulan yönetim Türkiye için tam bir felaket olmuştur.
“…kendi yaptıkları, kendi değiştirdikleri anayasaya dahi uymuyorlar”.
“Atatürk’ün yıllar  yıllar önce tek kişinin ve onun ailesinin lütfünden alarak millete verdiği egemenlik maalesef bu gün milli irade kisvesi altında milletin elinden alınarak tek kişinin lütfüne terk edilmiştir”.
“Türkiye bu gün kesinlikle bir hukuk devleti değildir.
“Eleştiremediğin  din kurallarından hukuk devleti yaratılamaz. İmanla inançla hukuk devleti yan yana yürümez”.
“HÂKİMLERİMİZDEN, SAVCILARIMIZDAN HUKUK DEVLETİ BEKLİYORUZ”
“Türkiye’de hukuk devleti yok, bağımsız yargı ile denetleneceksin, o yargı da bağımsız olacak”.
“Seçim de yok Türkiye’de, 2007 den beri yapılan seçimlere güvenmiyorum”.
“2016 referandumunda YSK lunun verdiği bir karar vardır, gerçekten utanç vesilesi.
“Yüz bin kişi ile seçimler ve propagandalar hakkında YSK na, AYM ne, AİHM ne şikayet edelim”.
"Halkın Uyanışı Durdurulamaz" Cumhuriyet, Demokrasi, Adalet  Paneli
31.01.19 günü Çankaya Beld. Çağdaş Sanatlar Merkezinde Uğur Mumcu, Muammer Aksoy ve öteki demokrasi şehitlerinin anısına düzenlenen, Ankara Barosu, Atatürkçü Düşünce Derneği, Türk Hukuk Kurumu’nun katkıları ile 26. Adalet ve Demokrasi haftası etkinliklerinden son etkinlik olarak “Halkın Uyanışı Durdurulamaz” Cumhuriyet, Demokrasi, Adalet konulu panel düzenlendi. İlk konuşmacı olarak Hüseyin Emre Altınışık (Yönetmen ADD Genl. Sekr.) Öteki panel konuşmacılar: Prof. Dr. Suheyl Batum (ADD Genl Başk), Av. Yaşar Çatak (Türk Hukuk Kurm Genl Başk), Av. Erinç Sağlam (Ankara Barosu Başkanı). Salonda Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, 31 Temmuzda katledilen Prof Dr. Muammer Aksoy’un oğlu Işık Aksoy, CHP eski Milletvekili Halük Pekşen, Eski Yenimahalle Belediye Başkanı Tuncay Alemdaraoğlu, akademisyenler geniş bir kalabalık vardı. Çok ilginç konuşmalar oldu. Bu değerli konuşmaların dört duvar arasında kalmaması için uzun emek harcayarak yazıya döküp internet okuyucularımıza sunma gereğini duyduk.
Şebnem Şekercioğlu Uzun’un sunum konuşmasından, Ersan Petekkaya’nın piyano, Halide Onat’ın solistliğindeki müzik dinletisinden sonra konuşmalara geçildi. Konuşmalara başlarken paneli yöneten

"Halkın Uyanışı Durdurulamaz" Cumhuriyet, Demokrasi, Adalet  Paneli
ADD Gen. Sek. Hüseyin Emre Altınışık şunları söyledi:
“-Türkiye’nin geldiği bu noktada hepimiz şikâyetçiyiz, Cumhuriyetin. Bu günkü rejimin bizi temsil etmediğini, bizi ifade etmediğini, demokratik olmadığını, özgürlükçü olmadığını hepimiz söylüyoruz. Hepimizin ortak kaygısı da ülkemizin geleceği ve bu sistemin daha da yerleşmemesi. 1980 sonrasında bir aydın katliamı yaşandı. Muammer Aksoy cinayeti 1980 sonrası aydın katliamının ilk halkasıydı ve bunların tümü seçilmiş aydınlardı Atatürkçü, Cumhuriyetçi ve Cumhuriyetin kuruluş felsefesine yürekten bağlı aydınlarımız birer birer seçildi. Muammer Aksoy şehit edildi, hemen eylül ayında Turan Dursun, Ekim ayında Bahriye Üçok, sonra Ahmet Taner Kışlalı, Uğur Mumcu Necip Haplemitoğlu’na varıncaya kadar, Onat Kutlar, Çetin Emeç tümü şehit edildi. Eğer devlet, sistem o günkü yöneticiler, siyasiler Muammer Aksoy cinayetini aydınlatabilselerdi, diğer zincirin halkaları oluşmayacaktı ve aydın katliamı olmayacaktı. Bir bilinçli katliamla karşı karşıyayız, bu aydınlar bilinçli şekilde seçildi ve yok edildiler. Çünkü toplumu aydınlatıyorlardı, toplumu bilinçlendiriyorlardı, bilgilendiriyorlardı ve yeniden bir Atatürkçü bir çözüm noktasına gelmişti. Muammer Aksoy’un ve aydınlarımızın katledilmesinin temel sebebi işte bu günkü Türkiye’ye baktığımız zaman daha iyi anlamaktayız.
Bahriye Üçok katledilmeden önce dönemin SHP Genel Sekreteri Hikmet Çetin’i ziyaret ederek konuşma arasında der ki, “sokak lambalarından bu gün sonuncusu da söndü, müracaatlarıma rağmen gelip yapılmadı” diyor. “Ben aydın katliamını, aydınlarımızın katliamını işte bu sokak lambalarının birer birer söndürülüşü olarak görüyorum, çünkü karanlık sokağa insanlar çıkmaktan imtina eder korkar, çekinir. Ama eğer sokaklar aydınlıksa, caddeler aydınlıksa çok daha güvenle gezersin”. Bizi bir korku toplumu bir çaresiz, ölümlü çaresizliğe itmek için aydınlarımız seçildi, yok edildi bu günkü maalesef hepimizin şikâyet ettiği tepkisiz bir topluma gidildi.
İlk konuşmacı olarak Türk Hukuk Kurumu Başkanı Avukat Yaşar Çatak konuşmasında “demokrasi dışı başkanlık denilen ucube bir şey” konusunda şunları söyledi:
“-Muammer Aksoy hocamız 29 yıl önce katledildi, Uğur Mumcu 26 yıl önce katledildi. Bunlar laik Cumhuriyetin devrim şehitleridir, aydınlanma meşaleleridir; bunlar Atatürkçü düşünceyi toplumda diri tutmak, yaymak mücadelesi içerisinde olduklarından dolayı karanlık güçler tarafından katledildiler. Muammer Aksoy ve Uğur Mumcu’yla 40 yıl önce Türk Hukuk Kurumu’nda (THK) yönetim kurulunda birlikteydik. Halit Çelenk, Bahri Savcı, Emin Değer o kadroda Muammer Aksoy’un başkanlığında çalışmanın anısını, yaşamımın önemli bir kesiti olarak muhafaza ediyorum, onurla.
Muammer Aksoy hocamızın ulusal petrol, ulusal eğitim, laik demokrasi Cumhuriyet konularında bizlere önemli öğretileri olmuştur. Kendisinin de öğrencisi durumundaydık. Sadece öğrencileri değil, bütün Türkiye ondan daima bir şeyler öğrenmişlerdi. Hocamızın uğraşlarından önemli gördüğüm bir başkası da 61 Anayasası’nın kurucu meclisteki sözcülüğünü, komisyon sözcülüğünü yapmasıydı. 61 Anayasası Türkiye’nin gördüğü en demokrat insan haklarına dayalı bir anayasaydı, özgürlükçü anayasaydı.
Ama o anayasadan 1980 lere doğru geldiğimizde çok farklı bir noktaya geldik, ulaştık. Şimdi 61 Anayasasından çıkışla o özgürlükçü, demokrat anayasadan çıkışla 68 e doğru gelirken 68 de o anayasansın “Türk toplumuna bol geldiği” iddiası ile kısılmaya başlayan sürecini yaşadık ve arkasından 12 Mart geldi 12 Mart’ta anayasa daha da daraltılmaya başladı. Gittikçe daraltıldı ve arkasından bol gelen anayasaya kimileri de kadife eldivenler demir yumruklarını vurma durumunda olduklar. Bunları bir anayasa gerilemesi süreci olarak yaşadık.
Daha sonraki dönemde 12 Eylül sürecine dar boğazına girdik. 12 Eylülde de karşımıza başka bir anayasa dayatıldı. O anayasayı da bu toplum kabul etmek zorunda kaldı halk oylamasıyla ve o anayasanın getirdiği sıkıntılı bir süreç yaşanmaya başladı.
Fakat halkımız, gelişen bu süreç karşısında yeterli bir duyarlılık da gösteremedi. Daha sonra anayasada önemli kırılmaları yine yaşadık. Bunlardan en önemlisi 2007 değişikliği oldu. 2007 de “Cumhurbaşkanını halk seçsin” noktasına girilmesi, 2010 değişikliği ile anayasada Anayasa Mahkemesinin (AYM) oluşumunu, Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) oluşumunu yeniden düzenlenmesi gibi olumsuz dönemleri yaşadık.
Nihayet 16 Nisan 2017 değişikliği ile otoriter başkanlık tek adam rejimiyle karşı karşıya kaldık, en büyük kırılma da bu oldu. Şimdi ülkenin içinde bulunduğu en büyük sorun olduğunu bu olduğunu düşünüyorum. Yani 2017 değişikliği ile gelen rejimin Türkiye’yi en sıkıntılı dönemine getirdiğini düşünüyorum.  Bazıları “beka sorunu” falan diyorlar ya, asıl sorun burada. Tabi bunu noktaya gelirken ülkeyi yönetenler, yönettiği iddiasında olan kişinin bazı incileri var. Onları bir daha sunmak istiyorum:
Başkanlık sistemi şahsımın projesidir, belediye başkanlığımdan beri savunur ısrar ederim. Bu sistem var ya bu sistem bizim bileklerimizde prangaydı,(Parlamenter sistemi kastediyor). “Demokrasi amaç değil araçtır, demokrasi tramvaydır, istediğin durağa gelince ineriz, yasama yargı bizim için ayak bağıdır; Anayasa Mahkemesini kabul etmek durumunda değilim, verdiği kararlara uymuyorum, saygı da duymuyorum”. Bu anlayışın getirdiği anayasadır, 2017 Anayasası ve hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, yargıç güvencesi, erkler ayrılığı, basın-medya özgürlüğü konuları ciddi şekilde ciddi boyutta geriletilmiş hatta çoğu yok edilmiştir.
Aslında Tanzimat’tan bu yana daima yönetimin yetkileri kısılmaya çalışılırken, yürütmenin yetkileri kısılmaya çalışılırken, ilk defa 2017 değişikliği ile tam tersi olmuş, yürütmenin yetkileri genişletilmiştir ve “milletin olduğu iddia edilen egemenlik milletten halktan alınarak tek kişide, tek adamda yoğunlaştırılmış durumdadır. “Partili Cumhurbaşkanı” olarak yapılan değişiklikle sunulan yönetim Türkiye için tam bir felaket olmuştur. 10 milyon partilinin genel başkanı 280 milletvekilinin grup başkanı aynı zamanda milletin de cumhurbaşkanı. Böyle bir demokratik anlayış her halde dünyanın hiçbir yerinde yoktur.
Devletin başı,  hükümetin başı, Milli Güvenlik Kurulunun başı hepsi aynı şahısta olmaktadır.  Konuşmasını yaparken kişi “eyyy” diye başlıyor, cümlesi bitmeden, o eyy diye hitap ettiği kişi hakkında, kürsüden inmeden savcı hemen soruşturma hazırlıyor. Ya da avukatları hemen harekete geçiyor tazminat davası dilekçelerini hazırlıyor. Böyle bir ülkede yaşıyoruz.
Amerika’da Tramp Meksika sınırına duvar örecek ödenek alamıyor, ama bizim anayasamıza göre Meclis başkanın getirdiği bütçeyi ret etse, yeniden değerlendirme yapılarak bütçe uygulaması aynen devam ediyor, hiçbir kısıntı sıkıntı olması mümkün olmuyor. Ya da Obama mülteciler konusunda bir kararname çıkartıyor, bir eyalet savcısı çıkıyor, diyor ki “ben bunu uygulamıyorum, bu benim yasalarıma aykırı, yanlış getirdin onu” diyor ve devlet başkanı hiçbir şey söyleyemiyor, yapamıyor.
Ama bizde tam tersi; ne derse ağzından çıkan kanun niteliğinde tartışılmadan gerçekleşiyor.
Bu noktaya maalesef 2017 referandumuyla gelmiş olduk. Onun da mühürsüz oy pusulalarıyla yapılan tasniflerin sonucunda geldiğimiz bir netice olduğunu hepimiz görüyoruz.
Şimdi burada bu sıkıntılı ortamdan çıkışın yolunu kendimiz bulmak zorundayız, Laik Cumhuriyetçiler, Atatürkçüler, bulmak zorundayız bunun çıkışını kolay değil çıkışımız, buradan çıkmak için de önümüzdeki bütün platformları en iyi şekilde, en doğru şekilde özverili olarak değerlendirmek zorundayız. Önümüzde seçimler var. Bu seçimler yerel seçimlerse de biz onun ötesinde bakmalıyız çünkü karşımızdakiler de öyle bakıyorlar. Onlar da onu söylüyor, hem tek adam hem de tek adamın stepmesi durumundaki kişi ayı şeyleri söylüyor, “beka sorunu” diyerek ortaya koyuyor bunları.
Bizim de yapmamız gereken tam tersine Türkiye’nin bekasının bu rejimden, bu sistemden kurtulmak olduğunu bilmemiz gerekiyor. Adayı ve seçimini düşünmeden tekrar parlamenter demokrasiye dönüşün umudunu yaşatmak o umudu korumak adına bu davranışın içerisinde ulusça bulunmak durumundayız. Başka çıkış yoktur, her şartta her platformda bu olanakları sonuna kadar kullanmalıyız.
Meclis Başkanı İstanbul Belediye başkan adayı oldu. İstifa şöyle böyle, anayasaya aykırı falan, adaylığı anayasaya aykırı değil, ama partinin etkinliklerine katılması siyaseti parti bayrakları altında gidip konuşma yapması anayasaya aykırıdır. Dilekçesini ileri verecek ayrılacak bir yana taa İzmir toplantısına gidip aday toplantısına katıldığı nokta da, aday İstanbul İtfaiye müdürlüğünü ziyaret ettiği nokta da yaptıkları tamamen anayasa dışıdır, anayasaya aykırıdır ve bunun müeyyidesi de anayasaya aykırılığın  müeyyidesidir.
Ayrıca Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) üyelerinin görev sürelerinin bir yıl daha uzatılması da yine anayasaya aykırıdır. “Bir yıl sonra yürürlüğe girer” diye siyasi partiler yasasında hüküm olmasına rağmen bu değişiklik yapılmıştır. YSK nun yasası Siyasi Parti Yasası değil, doğrudan seçim yasasıdır. Seçimleri yöneten bir kurulun üyeliklerinde yapılan değişiklik onların görev süresini uzatılması bir yıllık uygulanmama süresi içerisine girer, hâlbuki bu zevat her gün YSK kararlarını yayınlamakta ve uygulamada da, hâlbuki o kişilerin değişmesiyle Türkiye’de demokrasi duracak değildi. Daha önceki mühürsüz oy şaibesini taşıyanlarla bu seçimleri yaptırmak yönetim tarafından uygun görülmüştür.
Bu tek adam rejimine her ortamda mücadele ümidimizi yitirmemeliyiz”.


"Halkın Uyanışı Durdurulamaz" Cumhuriyet, Demokrasi, Adalet  Paneli
Ankara Barosu Başkanı Av. Erinç Sağkan konuşmasında anayasanın askıya alınması üzerinde şu konuşmayı yaptı:
“-Bu ülkede bağımsız Cumhuriyet isteyenler aydınlar hep bedel ödediler, bedel ödemeye devam ediyorlar, bazen şekil değişebilir bedel ödemenin ama bu mücadeleyi vermekten yana bir adım dahi geri atmayacağız. Şu anda bu baskı göz altılarla sabahında ev baskınlarıyla kişilerin lekelenme hakkının ihlaliyle yapılıyor, ama ben halen söylediklerimizin, sokaktaki eylemlerimizin bir anlamı olduğuna inanıyorum. Son zamanlarda bu mücadelenin içerisinde bulunanlar dostlar içerisinde bir umutsuzluk, acaba kendi kendimize söyleyip kendi kendimize mi dinliyoruz düşüncesi var. Bunun tam da böyle olmadığını aslında çok kısa süre önce gördük. Tamamen anayasayı tanımadan Meclis başkanı adaylığına gösterilen tepkiler bir müddet sonra etkisini gösterdi ve dün yaptığı açıklamayla “istifa edeceği”ni beyan etti. Demek ki bu kadar umutsuz olmamak gerekiyor. Bu mücadeleyi vermeye bu şekilde devam etmek zorundayız. Bizler umutsuz olursak, yarın çocuklarımıza anlatabileceğimiz hiçbir şey olmaz.
Şimdi anayasasızlaşma yahut anayasanın askıya alınması nasıl dersek diyelim, burada 16 Nisan referandumu öncesinde de konuştuk, benzer şeyleri o zaman da söylemiştik uyarmıştık, maalesef kendi yaptıkları, kendi değiştirdikleri anayasaya dahi uymuyorlar.
Anayasa neden yapılır, neden gereklidir, Magna Carta’dan beri aynı sebeple, baskıcı iktidarı sınırlandırmak bir fren mekanizması oluşturmak ve vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini korumaktır, anayasaların temeli buna dayanmaktadır. Peki, 16 Nisan Referandumu iktidarı sınırlayan değişiklikler mi getirdi hayatımıza, hayır, tam aksine iktidarın yetkilerini tamamen artıran iktidarın tamamen yetkisini sistemi tamamen tek bir adamın keyfiyetine terk eden düzenlemeler hayatımıza getirdi.
Bugüne kadar anayasanın temel hak ve özgürlüklerine ilişkin temel hak ve özgürlüklere ilişkin maddelerden hangilerine uyulmadığını açıklamaya kalksam çok zaman alır. Kısaca bazı maddeler şöyle. Örneğin düşünce ve ifade hürriyeti anayasamızın 26. Maddesi diyor ki, “herkes düşünce ve kaaatlerini söz ve yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak yayma hakkına sahiptir”. Şu anda Türkiye’de düşünce ve ifade hürriyetinden bahsedebilir miyiz? Şu an emniyet müdürlüğü oturmuş soruşturma yürüterek yapılan açıklamalar neticesinde hemen tutuklamalar başlıyor en iyi ihtimalle adli kontrolle sonuçlanan soruşturmaları görüyoruz. En iyi ihtimalle tutuklanmazsanız eğer, yurt dışına çıkış yasağı ve haftada bir karakola imza mecburiyetiyle Türkiye şu anda tam anlamıyla yarı açık cezaevine çevrilmiş durumda.
Adalet bakanı Bozdağı 2016 da açıklamış, Cumhurbaşkanına hakaretten dolayı 1845 dosyada kişiye soruşturma izni verildiğini belirtiyor. Bir hukuk devleti olduğunuzdan bahsedebilir miyiz.
Metin Akpınar, Müjdat Gezen, Fatih Portakal gibi en ufak muhalif söylemde bulunan kişi, anında Cumhurbaşkanının “yetkililer gereğini yapar” açıklamasıyla sabahın köründe göz altına alınıyorlar. Hemen yurt dışına çıkış yasağı en iyi ihtimalle adli kontrolle devam ediyor işlem. 11 Ocak 2016 tarihinde yine böyle bir örnek 1228 adet akademisyence imzalanan kamu oyunda “barışı ve akademisyenler bildirgesi” denilen belge hakkında, imzalayan akademisyenler ismiyle bilinen bildirge. Hemen 17 Ocakta Cumhurbaşkanı ve yetkili makamlara ihanetle suçluyor ve yetkili makamları göreve çağırıyor, aynı tarihte 12 Ocak’ta YÖK olağanüstü toplanıyor, gereği yapılacak deniliyor, üniversiteler hızla kendi mensubu olan akademisyenler hakkında soruşturma açıyor, imzalayanlar işten çıkartılıyor, işten çıkarılmayanlar da hemen KHK ile işten atılıyorlar. Aynı gün sabah saatlerinde birçok akademisyen gözaltına alınıyor. Terör örgütüne propaganda yapmaktan haklarında hemen soruşturmalar başlıyor.
Şimdi size 12 Eylül sonrası 15 Mayıs 1984 tarihinde Aziz Nesin ve arkadaşları tarafından Cumhurbaşkanlığı ve TBMM Başkanlığına sunulan 1260 kişi tarafından imzalanan ve kamuoyunda “Aydınlar Dilekçesi” diye bilinen dilekçeye karşı Kenan Evren’e karşı gösterilen tepki ile az önceki Recep Tayyip Erdoğan gösterilen tepki arsındaki fark görebiliyor muyuz. Hiçbir fark yok. Asıl farkı biraz sonra söyleyeceğim ama barış için akademisyenler bildirisini imzalayanlar ile “aydınlar bilgesini imzalayanların başına gelenler arasında fark birbirine çok benziyor fakat Aydınlar Belgesini imzalayarak aydınlardan 59 kişi hakkında ceza davası açıldı iki yıl süren yargılamalar sonunda 1 Nolu Sıkıyönetim mahkemesi tarafından tüm sanıkların beraatına karar verildi. Bu gün ise Barış Belgesini imzalayanlar birer birer mahkemelerden ceza almaya başladılar. İşte aradan geçen onlar yıldan sonra 12 Eylül’le bugünkü- fark arası budur. Yargı bağımsızlığından bahsediyoruz ya, 12 Eylül’e bakın, bu güne bakın bağımsızlık ve tarafsızlık konusunda nereye geldiğimizi her halde özetlemiş oluyoruz.
Tabi hakim ilkesi Anayasamızın 32. Maddesi: “Hiç kimse tabi olduğu mahkemeden başka bir mahkeme önüne çıkartılamaz. Gelin görün ki Türk Sulh Ceza hakimlikleri tam da bu maddeye aykırı işlem yapan mahkemelerdir. Anayasanın 35. Maddesinin yürürlükte olduğundan bahsedebilir miyiz.
Mahkemelerin bağımsızlığı ve tarafsızlığı anayasanın 138. Maddesinde düzenliyor. 16 Nisan da bağımsızlığın yanına tarafsızlığını da eklediler, tamamen güven içinde hissediyoruz kendimizi mahkemeye çıktığımızda, mahkemeler yasalara vicdani kanaatlerine göre hüküm veririler hiçbir organ, makam, merci, kişi yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez, gerekçe gönderemez temlik ve telkinde bulunamaz, madde içeriği bu. Çok uzağa gitmeye gerek yok, onalarca örnek verebiliriz. En son Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Demirtaş kararı anında Cumhurbaşkanı tarafından bu kanunun bu mahkemeleri tanımayıp “yargımız gereğini yapacaktır” denildi ve hiç gecikmeden yargı gereğini yaptı. “İvedi olarak tahliye edilmesi gerekir, bu siyasi bir tutuklamadır” şeklinde çok açık gerekçeye rağmen tutuklamasının devam edilmesi için karar tahsis edil ki bu husus da mahkemelerin bağımsızlığı ve tarafsızlığı noktasında nerede olduğumuzu çok açık olarak göstermektedir.
Anayasa Mahkemesinin (AYM) bağlayıcılığı yine anayasanın 121. Maddesinin ilgili maddesi der ki “AYM sinin kararları resmi gazetede hemen yayınlanır, yasama, yargı, yürütme organlarını idare makamlarını gerçek ve tüzel kişileri bağlar”, şeklinde düzenleme içermektedir.
Ancak Cumhurbaşkanının “bu karara uymuyorum, saygı da duymuyorum” demesi üzerine yerel mahkemenin AYM sinin kararını tanımadığına çok yakın geçmişimizde şahit olduk. Anayasanın 153. Maddesinin yürürlükte olduğundan söz edebilir miyiz acaba. Bu tür örnekleri çok fazla verebiliriz maalesef ülkemizde. Ancak gördüğümüz nokta şudur, anayasa baskıcı iktidarı sınırlayacağı yerde bu hükümler mevcut anayasa içerisinde bulunmasına rağmen, bazı yasalarla sınırlandırmak suretiyle bazen de uygulamada göz ardı edilerek şu anda şeklen bir anayasamız olsa da fiilen bunun işlemediği çok açık olarak ortada durmaktadır.
Meclis Başkanlığı meselsi de bu tartışmaların bir boyutunu içermekte, anayasada düzenlemeye tamamen aykırı olarak adaylık ilan edilmiştir. Cumhurbaşkanı, “bizce bir mahsur yoktur anayasaya aykırı bir durum söz konusu değildir” demiştir. Ancak burada az önceki umutsuzluğun olmaması gerektiği bir örneği yeni yaşanmıştır. Çok sayıda sivil toplum örgütünün açıklamaları beyanları geçmişte yaşanan örneklerin verilmesi neticesinde bir sonuç alınmış ve dün itibariyle şahıs istifa edeceğini açıklamıştır. Başka örnekler verebiliriz. Anayasasını 38. Maddesini bu anlamda gösterebiliriz çünkü masumiyet karinesi ve suçların ve cezaların şahsiliği ilkesini düzenlemektedir.
Şimdi size, dediğim gibi bizim ülkemizde örnekleri ararken çok geçmişe gitmeye gerek yok, uzağa gitmeye gerek yok, hemen dün ortaya çıkan bir mahkeme kararından kısaca bahsedeceğim. Ankara’da bir idare mahkemesidir bu kararı veren. Konusu, bir kişi KPSS yi kazanmış güvenlik soruşturması yapılıyor hakkında, güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması neticesinde annesiyle babasıyla ilgili bazı kayıtlar sebebiyle kişi işe alınmıyor, sınavı kazanmasına rağmen. Kendi şahsıyla ilgili hiçbir bulgu yok, annesi ve babasına ait bazı evraklar nedeniyle kişi işe alınmıyor. Bir hukuk devletindesiniz ya tabi yargıya idare mahkemesine başvuracaksınız, bağımsız ve tarafsız mahkemeler sizin haklarınızı koruyacak. Mahkemenin gerekçesinden kısaca bahsedeceğim. Deniliyor ki kişinin babası Dehak tarafından oluşturulan demokrasi platformunun kuruluşuyla ilgili hazırlanan ve deklarosyana hazırlanan belgenin altına imza atan şahıslardan; annesi de DEHAK kadın kolları tarafından  bir mektup yazılmış TBMM sine gönderilmek üzere, o mektubu gönderen şahıslar arasında olduğu tespit edilmiştir” deniliyor. Bakın bu kişiler hakkında ne bir yargılama var, ne tutuklama var, ne ceza var. Devam ediyor, güvenlik soruşturmasında elde edilen istihbarı nitelikteki bilgilerin davacının babası ve annesine ait olduğu, her ne kadar davacı hakkında her hangi bir bilgiye rastlanılmamış ise de, annesi babası hakkında bunlar bunlar var bu sebeple idarenin yaptığı işlem doğrudur diyerek iş başvurusu ret ediliyor.
Bir tarihi karar. Biz hukuksuz kararlara alıştık bu ülkede ama be bu kadar hukuksuzluğun gerekçeli karara yansıtıldığını görmüyordum. Burada alenen hukuksuzluğun gerekçesi de gerekçeli karara da yansıtmışlar. İşte ülkede yargının geldiği nokta maalesef budur.
Görüyorsunuz KHK tarafından atılan yüzlerce binlerce insan haklarında hiçbir soruşturma yok, haklarında soruşturma sonunda takipsizlik kararı alanlar var. Haklarında soruşturma olup kamu davası açılanlardan berat kararı alanlar var. Bu kişilerden birçoğu bizlere başvuruyorlar, tabi ki yansıtıyoruz Baroya yazılı istemlerini çünkü biz bir hukuk kurumuyuz masumiyet karinesi bizim her şeyden çok gözeteceğimiz karinedir. Kişiler hakkında kesinleşmiş bir yargı kararı olmadığı müddetçe bu kişilerin suçlu sayılamayacağı gerekçesiyle tabi ki başvurularını kabul ediyoruz. Ama gelin görün ki Adalet Bakanlığı anında dava açıyor ve mahkemeler hemen hiç gecikmeden yürütmeyi durdurma kararı alıyorlar bu kişiler hakkında. “Sizler avukatlık yapamazsınız” deniliyor, “sizler işsiz kalın” deniliyor, “sizlerin bu ülkede yaşama hakkı yok, çünkü ben tek başıma böyle uygun görüyorum, benim lütfüme bakacaksınız artık” diyor birileri.
Atatürk’ün yıllar yıllar önce tek kişinin ve onun ailesinin lütfünden alarak millete verdiği egemenlik maalesef bu gün milli irade kisvesi altında milletin elinden alınarak tek kişinin lütfüne terk edilmiştir.
Bu saatten sonra bu tetkikleri yapmakla kalmayıp mücadeleyi aynı azimle, aynı kararlılıkla daha da yükselterek  devam etmek zorundayız. Ben bu mücadelenin tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti Laik Cumhuriyet lehine sonuçlanacağına olan inancımı ilk günkü kadar koruyorum. Sizlerin varlığıyla koruyorum, sizlerin desteğiyle koruyoruz.”


"Halkın Uyanışı Durdurulamaz" Cumhuriyet, Demokrasi, Adalet  Paneli
ADD inin 30. Kuruluş yıldönümü vurgulandıktan sonra, söz verilen ADD Genel Başkanı Prof. Dr. Suheyl Batum şu konuşmayı yaptı:
“-12 Eylülden bu yana devleti sürecini ele alacağım. Sadece 12 Eylülden itibaren değil, daha önce de başladı ama 12 Eylül’den itibaren ilk önce bir takım olguları yalanla değiştirmeğe başladılar. Sonra bazı kavramları değiştirmeye başladılar ve karşımıza bu günkü sistem geldi, ilkönce bazı olguları, sonra bazı kavramları. Şimdi ilk önce bizlerin bu üç büyük kuruluşun içinde yer alan hatta onlarla beraber Çağdaş Yaşamı Destekleme, Cumhuriyet Kadınları, Eğitim-iş gibi Türkiye Barolar Birliği gibi birçok kuruluşun şunu mutlaka göz ardı etmemesini ve çok rahat olarak anlatmamız gerekir.
Türkiye’de bize özellikle 12 Eylüllerden sonra anlatılan, sona yavaş yavaş 90 lardan sonra anlatılan ve 2002 den sonra anlatılanlar her biri bir projedir. Her biri bilinçli laboratuarlarda pişirilmiştir bütün kavramlar ve olgular hiçbir tanesine inanmamamız gerekir. Şöyle inanmamamız gerekir, gerçekten Türkiye’de Türk halkının kafasının karışması için laboratuarlarda pişirilen birtakım şeyleri 30-40 yıldır birileri aracılığıyla Türkiye’ye empoze ettiler. Ama sakın şöyle zannetmeyin, sadece bunu yapanlar bu günkü iktidarın temsilcileri, ya da sadece İslamcı kesim, Cumhuriyet düşmanları falan değil, içimizden de “aa bu bizden bunu yapar mı” diyen adamları da aldılar. Ha bu acaba sadece maddi mi, sadece duygusal mı? Başka bir şey mi bunu bilecek durumda değilim. Ama onlar kafayı karıştırdı. Bunların içinde ben Ahmet Altanlar, Mehmet Altanlar, Cengiz Çandarlar filan gibi bir takım maşaları hiç söylemiyorum. Ergün Özbudun gibi hocalar, Osman Can gibi akademisyenler demokrat yargının mensupları olduğunu iddia eden bir avuç kişi kadar insanlar Türkiye’de önce olguların, sonra kavramların ortadan kaldırıp bu günkü iktidarların önünü açılması için ellerinde geleni yaptılar. Kimimiz görmedik, kimimiz inandık, kimimiz boş ver dedik, kimimiz de burada gördüğünüz gibi mücadele etmeye çalıştık.
Şimdi çok net söylerim bunu, anayasanın tartışılabilir de hukuken hiç de önemli değil, ama anayasa göstere göstere çiğnenirken, meşhur bir anaysa tartışması vardı. Bu anayasa tartışmasında bu gün Hürriyet kahramanı özgürlük mücadelesi yapan Almanya’da kaçtığı yerde mücadele veren Can Dündar yüz program yapmıştı. Her programa beşer kişi katılıyordu, o anayasal tezlerden bir tanesini savunmak en azından biz elli hukukçu vardık iki kişiyi ya çıkarttı ya çaıkartmadı. Geri kalan 498 kişi tamamı Zaman Gazetesinden Yeni Şafak’tan, Stardan, Sabahtan bir Osman Can ya da, “aaa Can Dündar da bunlardanmış”. Hâlbuki bu insanlar “özgürlükçü liberaller”. Bizler ne idik, 12 Eylül savunucuları, asker savunucuları, darbeciler, darbeyi savunanlar.
Şimdi kesinlikle inandım, 12 Eylül darbesi olduğunda, 12 Eylül saat 04 diye yazan Mehmet Ali Birant 12 Eylül 04 de “bizim çocuklar yaptı” diye yazdıktan sonra şöyle bir şey uydurdu TV larda, herkes de atladı, “bu askerler var ya” dedi, “Turgut Özal’ı hiç sevmiyorlar, istemiyorlar Turgut Sunalp’ı getirmek istiyorlar. Ve işe yaydılar, “Kenan Evren kendisine oynanan oyunu oynadı son gece, “ aaa vereceğiniz adamı siz bilirsiniz” dedi. Bize şöyle dediler, “Türk milleti son gün oyunu değiştirdi” dediler. Yüzde 65 le Sunalp’e veriyordu, son gece değiştirdi ve Özal’a verdi. Anlatamadık, “yok yav dümen”, Amerikalılar onu istediler, onu planladılar, onu getirdiler, 24 Ocak’ı devam ettirsin” diye getirdiler, “olur mu canım” dediler.
Peki, ne oldu, olgular, dedim. TC de rahmetli Muammer Aksoyların, Bahriye Üçokların, Uğur Mumcuların Türkiye’de aşırı sağı İslamcı sağı destekleyen bütün iktidarlar sonunda iktidarı kaybetmiştir”  dediklerinde o sendikaları olan, demokratik kitle örgütleri olan, sivil toplum örgütleri olan o Türkiye’yi şuraya dönüştürdüler bu adamlar, göstere göstere. Hiçbir demokratik gücün güç kazanamadığı, hiçbir sendikanın kalmadığı insanların birilerinin iki dudağından başka verecek hiçbir şeyin kalmadığı br ülke haline dönüştürdüler. Bu gün sendika kaldı mı? Bu gün Ziraat Odaları kaldı mı? Bu gün onları destekleyecek biri kaldı mı? Ne oldu bütün insanlar, sadece ya iktidardan, ya Cumhurbaşkanından, ya kocasından, ya işvereninden, ya taşeron sahibinden korkan başka hiçbir gücü olmayan “sayın cumhurbaşkanın düzeltirsen sen düzeltirsin, başka hiçbir kişi düzeltemez” deyip bir kişinin iki dudağının arasına bakan insanlar.


"Halkın Uyanışı Durdurulamaz" Cumhuriyet, Demokrasi, Adalet  Paneli

Ha ben de çok umutluyum, neden, çünkü sonunda söyleyeceğim. Bu gün 16 Nisan ahlak dışı bir referandum dünyanın en ahlak dışı referandum gösterdi ki biz Türkiye’de hala yüzde 53 üz. Atatürk Cumhuriyetini, gerçek Cumhuriyeti savunan insanlar. Eksiğini gideririz, söküğünü dikeriz, yanlışını yaparız ama yeter. “Ben Atatürk Cumhuriyetinde yaşayacağım, ben oy veririm, yol yapın, köprü yapın ama ben Atatürk Cumhuriyetinde yaşamak istiyorum”, diyen yüzde 53 onun için söylüyorum.
Gerçekten bunlara hiç inanmadan ilk önce kavram bulguları sonra, o kavramları da değiştirdiler.
Şimdi Hukuk Devleti dedim, biz 50 lerde 60 larda anayasa kitaplarını açın “devletin üç öneli unsuru vardır” denir. İnsan topluluğu olacak, ülke vatan dediğimiz toprak parçası olacak,  bir de bir egemen güç olacak. Şimdi bu gün günümüzdeki bütün çağdaş anayasa, idare hukuku kamu kitaplarına baktığınızda bu üç unsurun yanına esas bir unsur geldi. Bir devletin en öneli unsuru hukuk unsurudur. Hukuk olmadığı takdirde o güç de güç değil, o insanlar da birey değil, vatandaş değil; hukuk devleti olmadan hiçbir şey olmaz. Ha mafya örgütlenmesi olur mu olur, çete örgütlenmesi olur mu olur, mahallede bir güç olur mu olur. Şurada on tane silahlı adam der ki, “burada biz kuralı koyacağız artık, Çankaya Belediyesi olan yerde biz kuracağız kardeşim” diyebilir. Ama o devlet olmaz, neden hukuku olmaz.
Anayasamızın ikinci maddede yazıyor bizim, Cumhuriyet sosyal laik bir hukuk devletidir. Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğundan söz edilebilir mi? Bence kesinlikle edilemez. Türkiye bu gün kesinlikle bir hukuk devleti değildir.
[ads-post] Önce verileri söyleyeyim, Demirtaş davasını söyledi hiç tartışmadı. Tartışması yok, yok da şu da var, Deniz Yücel Davası var. Mahkeme ret etti, “salmam” dedi, bir gün önce toplandı, “salmayacağım” dedi. “Tahliye istemini ret ediyorum” dedi.
O gün Merkel telefon açtı, “bana bakın açıyor musun kapıyor musunuz ne yapıyor musunuz”. Ertesi gün mahkeme dedi ki “biz toplanmıştık zaten” dedi. Nerede dediler, o kadarını sormayın” dedi. “Toplandık tahliye ettik” dedi.
Uçak bekliyordu ve hemen koştu Deniz bindi, “Deniz tahliye edilmesin, diye söylemiyorum.
Ama neyin hukuk devleti, Bronson’u hep beraber yaşadık, “Bronson bu fakir burada oldukça bu Bronson çıkamayacak” dedi.
Tramp telefon açtı, “ne dediniz anlayamadım bir daha sesli söyleyin bakayım”. Ronson o gün tahliye edildi ve Amerika’ya döndüğü gün, Bronson ailesi teşekkür etti, “Sayın Cumhurbaşkanına teşekkür ediyoruz” dedi. Birileri de ona sordu. “Neden ona teşekkür ediyorsunuz hâkim”. “Biz Türkiye’yi bilmez miyiz” dedi. “Cumhurbaşkanı bıraktı onu” dedi.
Nasıl mutluyuz, akşam televizyonda baktık alkış, “işte işte” diyorlar “işte hukuk devleti olduğumuz gözüktü”. Adam arkadan konuşuyor, “ben bilmez miyim kimin bıraktığını” diyor. (Salondan birileri kahkaha ile gülüyordu)
“Neyin hukuk devleti? Şimdi bir masumiyet karinesi; bir kişiyi zorla üç kişi o zamanın Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, o zamanın başbakanı şimdiki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve şimdiki başbakan şimdiki Meclis Başkanı ondan sonra da mühtemel neyse aynı kişiler bütün şeyleri aldıkları için karıştı. Üçüncüsü de Binali Yıldırım. Bir kişiyi Anayasa Mahkemesine üye atadılar, “olmaz” dendi. Peki dediler Ulaştırma Bakanlığına atadılar, bir ay beklettiler Anayasa Mahkemesine getirdiler, yani zorla böyle hukuku dönerek, sonra mahkeme Anayasa Mahkemesinin geri kalan 14 üyesi toplandı ve aynen şöyle dedi: “bu kişinin FETÖ cu olduğuna dair yaptığımız araştırmalar sonucunda kanıtlar bulduğumuz filan değil, kanaat oluştuğu için kendisinin yargıçlık mesleğinden de Anayasa Mahkemesinden de ihracına karar verilmiştir”. 14 üye parmağını kaldırdı, “ben de ben de” hatta şöyle dediler “beni çektin değil mi” dedi. “iyi çek” yani sonra Reis görmezse ayıp olur, daha kaldırdı elini (salondan gülüşmeler)
Şimdi hukuk devleti. Hukuk devleti ve kuralları
1-Toplumun kendisi,  ya doğrudan ya temsilcileri aracılığıyla koyacak. Çünkü değiştirebilsin, sorgulayabilsin, yerine yenilerini yapabilsin. Eleştiremediğin  din kurallarından hukuk devleti yaratılamaz. İmanla inançla hukuk devleti yan yana yürümez. Çünkü değiştireceksin, eleştireceksin, koşulları uyarlayacaksın, o yüzden sen yapacaksın. 2-Değiştireceksin, eleştireceksin bu kurallar yaptım kurlar olmaz, bu kurallar evrensel hukuk ilkelerine, çağdaş ilkelere, insan haklarına, evrensel temel hak ve özgürlük ilkelerine uygun olacak. Biz bize benzeriz bize bu kadar yeter, bu da Türkiye’ye özgü bilmem ne sistemi olsun, “Türkiye’ye özgü Cumhurbaşkanlığı sistemi” dersen,  birileri de doğruları görürü de bizim gibiler de yanlış ifade etmiş olabilirler ama hukuk devletinde öyle bir şey olmaz bize özgü. Evrensel hukuka uygun olacak. 3- Herkese aynı koşullarda olanlara eşit uygulanacak, eşit olacak. Yani sen kadınsın, sen benim kaburga kemiğimden doğdun, yok sen Alevisin, yok sen şusun, sen busun, sen şu etnik kökendensin, şu partidensin, şu görüştensin, demeyeceksin. Bunun artık bilimsel tartışmasına gerek de yok da, neden? Meczubun biri, Püsküllü Püslü diyor ki, “10 Kasımlarda gidin sifonu çekin” diyor, 9 u beş geçe diyor. Arkadan da bu gâvur gelmese idi, Yunanlılar kazansaydı savaşı hiç olmazsa dinimizi korurduk” diyor. Nasıl ona izzet ikbal itibar Cumhurbaşkanımız da gidiyor, o sırada bir tane İstanbul’da Kadıköy’de yaşayanlar tuzu kurudur, bunlar vatanı satarlar” diyor. “Anlamazlar, siz kimsiniz yav diyor, tuzu kuru sen mi. Orada bir sanatçı da diyor ki “kusura bakmayın, ben Kadıköy’lüyüm, vatanı sevme ölçümü de siz belirleyemezsiniz kusura bakmayın ama siz haddinizi bilin” diyor.
O gün aynı gün pazar günü Cumhurbaşkanı buna kızıyor, başsavcımız buna çok üzülüyor, ertesi sabah o savcı polisleri gönderiyor, sabah dokuzda dediği gibi hâkimin karşısına çıkıyor, Hakim de böyle yapıyor “hiii” diyor sizin bu yaptığınız hakaret filan bile değil diyor, bu düpedüz terör örgütü şeyi diyor, o yüzden benim tutuklamam lazımdı sizi diyor. Hadi gene sevildiğinizi bilin tutuklamayacağım sizi diyor, haftada bir gelin, yav tutuklanacak adam neden?
Meczup orada Diyanet İşleri Başkanı gidiyor, bu neyin ifade özgürlüğü, neyin eşitliği, unu söyleyeceğim. Herkes hukuk kurallarıyla bağlı olacak, meczup da olmayan da, Cumhurbaşkanı da, sanatçı müsfettesi de hepsi bağlı olacak. Bu bağlılık iyi niyete, vicdana bakılmayacak, yargı organları tarafından denetlenecek ve bu yargı organları da bağımsız olacak.
O zamanları Osman Canlar falan bir şey uydurmaya başladılar. “Efendim yargının bağımsız olması hiç önemli değil, bağımlı olabilir, tarafsız olması”. Nedir bu tarafsızlık” dedik, adam kendi işine bakmıyorsa, kendi akrabasını kayırmıyorsa, doğrudan doğruya bir partinin görüşünü savunmuyorsa nasıl olur başka. Bizim istediğimiz gibi karar veriyorsa, o fikri hür vicdanı hür demektir. Hatırlıyorsunuz Anayasa Mahkemesinin üstünde de o kabartmada neler şey yaptılar. Bağımsız olacak.
Şimdi TC nin anayasasını bu gün burada anma gününde üç tane çok değerli kuruluşun üyeleri, yöneticilerini filan tartışmasına gerek yok.
Anayasamızın 146. Maddesini, 154. Maddesini, 155. Maddesini 159. Maddesini okuyun, çok kısaca söyleyeceğim ne diyorsunuz.
Anaysa Mahkemesinin oluşumu. 15 üyenin nasıl oluştuğunu, 15 üyenin 15 ini de bir siyasal görüş seçiyor 12 sini Cumhurbaşkanı, bir partinin başkanlığını yapan, üçünü de geri kalan üyeler. Seçim mutlaka aynı gün yapılacak” diyor. 15 de 15.
Hakimler Savcılar Kurulu (HSK) 13 üyesi var.13 üyenin 6 tanesi zaten kafadan bir Adalet Bakanı bir müsteşar olmak üzere 6 tanesini de Cumhurbaşkanı, “benim kızı da yazalım, benim oğlanı da yazalım, benim bakanı da yazalım, bizim arkadaşı da yazalım” diye yazıyor. Geri kalan 7 yi de iktidar partisi seçiyor.
Biz burada HÂKİMLERİMİZDEN, SAVCILARIMIZDAN HUKUK DEVLETİ BEKLİYORUZ 25 ve 26 yaşında hadi 30 yaşında hâkim olmuş, Türkiye’nin bir yerinde savcı olmuş pırıl pırıl bir idealist bir arkadaşımız, ömrünün 35-40 senesinin HSK ile karşı karşıya getiriyor. İki dudağının arasında, meslekte ilerletmeme, teri, tayin geçici görevlendirme bir kişinin hatta bakanın iki dudağının arsında veya Cumhurbaşkanının ne kadar bağımsız olabilir. Sonra şaşıyoruz, diyoruz ki “bu anaysa hükümleri oldukça, “ee Yargıtayımız var, Danıştayımız var. Yargıtay üyelerinin tamamını kim seçiyormuş Cumhurbaşkanının seçtiği Hâkimler ve Savcılar Kurulu seçiyormuş. Danıştay’ın da dörtte üçünü (3/4) HSK, dörtte birini (1/4) de gene güvenmemiş, yani idare ile ilgili bir şey vermişler “onu da ben seçeyim” demiş, dörtte birini de Cumhurbaşkanı seçiyor.
Şimdi Cumhurbaşkanı burada parlamenter rejime geçsek ne olur, geçmesek ne olur. RTE değil de yerine Kılıçtaroğlu gelse, Ahmet gelse muhakkak daha iyidir canım ben aynı tuttuğum için değil ama b u yetkiyi verdikten sonra TC de bütün hâkimlerin atama yetkisini bir kişiye verdiniz, şimdi burada hukuk devletini bırak, artık vicdan, akıl, mantık düşünce de kalmaz.
Türkiye’de hukuk devleti yok. “merak etmeyin ecdadımız da hoş görülüydü” değil. Hukuk kuralı, bağımsız yargı ile denetleneceksin, o yargı da bağımsız olacak.
Seçim de yok ama Türkiye’de, 2007 den beri yapılan seçimlere güvenmiyorum. 2016 referandumunda YSK lunun verdiği bir karar vardır, AYM nin (ben çünkü AYM ne başvurdum) bir verdiği karar var, gerçekten söylüyorum utanç vesilesi.
Bakın burada üç kuruluş var, başımıza neler gelecek diye beklemeyelim, bunu çok geniş kitleye yaymak lazım, yüz bin kişi lazım, Oğuz Oyan filan birkaç kişi yaptı YSK ret ediyor, ama yüz bin kişi bütün net kurumlar açıklama yaparak başvurursa hiçbir şey yapamazlar diye düşünüyorum. Sonunda AİHM dahil, AYM dahil her yere gideceğimizi. Gelin YSK ya bakalım seçimlerin her şeyinde YSK sorumludur. Bu yetkiyi dürüst kullanıyor mu, kesinlikle kullanmıyor. Türkiye’de seçimlerin propagandası kesinlikle dürüst yapılmıyor. Dünyanın hangi ülkesinde Türkiye’deki TV ların yüzde 99 unda 24 saat 23 saati tek taraflı propaganda yapabilir. YSK diyor ki “Cumhurbaşkanına karışamam, diyor, neden “298 sayılı kanun bunu yazmamış” diyor. Hadi oradan; şikayet edin yüz bin kişi YSK na, YSK mutlaka ret edecektir, arkasından AYM ne götürelim, AYM de “hayır” diyecektir. Ama AYM yüz bin kişiye “hayır” dediği an  Zühtü Bey filan “biz çok iyi hukukçuyuz” diyemez. Yüz bin kişi, bir şey daha yapalım, savcılığa suç duyurusunda bulunalım, yüz bin kişi ile,  “seçimlerde görevini ihmal ediyor, görevini yerine getirmiyor” diye, propaganda sürecinde. Desin ki “hayır size ne, TV lar böyle, savcı hiçbir şey yapmasın itiraz eldim, mahkeme de korksun. Sonunda AİHM ne gidelim. En azından gideceğiz korkusuyla gidelim bunu tanır, en azından çiğnedikleri hukukun aracılığıyla bunlarla bir hesaplaşalım.  gerçeği çıksın ortaya. Çıksın ortaya, çünkü Atatürk’ün Türkiye’sinde yaşayan biri olarak emin olun hepinize geliyor bu, Avrupa’ya gittiğimde şimdi aynen şöyle diyorlar bize, “seçim yapacağız” diyorum, “tabi tabi öğreneceksiniz” diyor, “yavaş yavaş gelecek”.  (Salondan gülüşme) “Yav yapmayın biz YSK yı 61 anayasasıyla getirmiş, ondan sonra iktidarlara karşı bile kullanabilmiş, çok ciddi seçim denetimi getirebilmiş bir ülkeyiz, hakimlerle. Şöyle cevap veriyorlar, “tabi tabi çok güzel anlatıyorsunuz hocam ileride bakarız biraz daha gelişin gelişin, bakarız” diyor. Bir tane var mı seçimimize hukukumuza inanan. Aramızda bir fark var. Cumhurbaşkanımız ve arkadaşları çok seviniyor bu konuda çak diyorlar böyle işte bizi nasıl sevdi. Biz de üzülüyoruz, Bronson’un ailesi “biz kime teşekkür edeceğimizi” duyunca.
Gelin yüz bin imzayla biz bunu mahkemeye kadar götürelim. Ret etsinler biz devam edelim. Ağrısız başımıza ağrı almadan, kimseler duymadan hüküm giyenlerin anısına yüz bin imza ile bunu yapalım.
16 Nisanı akşamı Barodaki arkadaşlarımızla beraber son saniyeye kadar son sekizde balkon konuşması yaptırmayın. Dünyanın hiçbir ülkesinde saat sekizde balkon konuşması yapılmaz, diye barodaki arkadaşlarla konuştuk.
Son seçimde daha sandıklar açılmamıştı, seçim sonuçları ilan edildi. Bilgisyar mühendisleri odasının bir üyesi Kemal Bey’le konuştum, dedi ki, “seçimlerde bir şey olmadı” diyen varsa doğru söylemiyor, çünkü bilgisayar mühendisleri biz baktık, hiçbiri oy ötesi dahil bize hiç biri veremedi, partiler dahi bize veremedi biz söylenen bu yüzde bir in ötesinde fazla seçmenin az seçmenin yazıldığına eminiz” diyor.
Yüzde 53 üz biz, Türkiye’de mutlaka hukuk devleti tesis edilecek”. (Alkışlar)

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız 

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget