Ocak 2015
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Toplum aydınlanması toplumun her katmanının katıldığı bir bilinçlenme süreci olursa bir anlam taşır. Bu kökten değişimin içeriğini yeterince öğrenemediğimi şimdiye kadar düşünmemiştim. Bunun sahipsiz köpeklerin uygar bir kent görüntüsü ile çelişik ve tehlikeli olabileceğini sorumlulara duyurmak için yazdığım bir yazı, köpek düşmanlığı olarak kimilerince yorumlanınca birden aydınlandım.

Toplum aydınlanmadan herhangi bir çözüm yok!
Fakat nasıl bir düşünce karmaşasının akı karaya çevirdiğini hâlâ kestirmiş değilim. Ben belediyelere şikâyet ettim. Kimileri beni köpek düşmanı olarak yorumladı. Bunu Facebook kullanan genç öğrencilerden öğrendim. Facebook gençlerin kullandığı bir iletişim aracı. Yani belediyeye yapılan bir çağrıyı köpek düşmanlığı olarak yorumlayanlar genç insanlar. Gerçi öyle düşünmeyenler daha çok, ama ben gençlerin insanı dehşete düşüren yorum çarpıklığından çok etkilendim. Özellikle bir eleştiri beni çok rahatsız etti. Bir okuyucu “Hiç hayvan ellediniz mi” diye soruyordu.
Biz ailece 5 köpek büyüttük, 4 tanesi bahçemde gömülü. Bir tanesi bizim bahçeye iltica etmiş küçük, çok sevdiğimiz bir güzel köpekti. Sokaklarda öbür köpeklerle oynamaya giderken bir araba çarptı, ailece matem tuttuk.
Bütün yaşamımız boyunca sayısız kedi besledik. Bahçede iki kedimiz var. Kışın yeni doğmuş bir kedi yavrusu getirdiler. İki hafta omuzumda besledim. Küçükken Anadolu köylerinde yaşadım. Kuzu, tavuk besleyip büyüttüm. Amerika’da evimizde bir tavşanımız vardı. Eşek ve ata binerek çok gezdim. İlkokul üçüncü sınıfta ipek böceği yetiştirmeye başladım. Tırtılların nasıl koza ördüklerini, çıkan kelebekleri, yumurtlamalarını öğrendim. Tırtıl ve kelebeklerin gerçekten ipek kadar yumuşak vücutlarını ve kanatlarını okşadım.
Bana cani diyen bu köpek koruyucuların bunları bildiğini sanmıyorum. Ama, köpekleri bu denli çok sevenler başka hayvanların ve doğanın yaşamına bu kadar sürekli ilgi duysalar başka bir Türkiye olurdu.
BUNLARA ACIYORLAR MI?
Sonradan bu köpek tutkusunun değişik açılımları olmadığını anımsadım. Kimse kesilen koyunlara, ineklere, develere acıyor mu? Hayır! Çünkü dini bir sorun olarak görüyorlar. Kuş cennetlerinin yok oluşuna acımıyor. Kışın gelen bıldırcınların avlanmasına, leyleklerin İstanbul’dan yok olup gitmesine, kimi balık türlerinin yok olduğuna üzülmüyor.
Yılda 10.000 kişinin araç kazalarında öldüğüne içi yanıyor mu? Suların kirlenip, derelerin kuruduğuna, ormanların kesildiğine, zeytinlerin kuruduğuna, pamuğun yok olduğuna üzülüyor mu? Yılda on binlerce köpeğin evlerden dışarı atıldığını biliyor mu? Sokağa atılan köpekleri toptan kaçırıp derisinden battaniye yapıldığı hikâyeleriyle ilgilenmiyor mu? Köpek tutkusunun doğa ve hayvanlara uzanan yanı Facebook’a yansımıyor.
Benim yazımı okuyan eğitimli bir okuyucunun, ondan köpek düşmanlığı çıkarması olanaksız. Fakat okuduğunu bu kadar ters anlayanların hangi düşünce ortamında yetiştiğini anlamaya çalışmak önemli bir güncel sorun olarak görünüyor.
Bunun nedeni kavga ve yalan dolu politik ortamın, dengeli düşünceyi ortadan kaldırması olarak yorumlanabilir.
İLK KEZ KARAMSARLIK
Bu beni yaşamımda toplumun geleceği konusunda ilk kez karamsarlığa düşürdü. İnsanlardan, belediyeden, uygarlıktan söz eden bir yazıyı köpek düşmanlığına çeviren bir toplumda yaşadığımı şimdiye kadar düşünmemiştim. Kaldı ki ben, köpek sevenlerin daha uygar, daha çok doğaya düşkün, daha sevecen insanlar olacağını düşünürdüm. Her şeyin tersini anlayan ya da hiçbir şey anlamadığı için aklına ne gelirse söyleyen bir toplumda mı yaşıyoruz?
Hayvan sevgisi bir uygarlık göstergesi diye biliyordum, gerçekten şaşırdım. Biri çıkıp, “kenti sokak köpeklerinden, hele insanları tehdit eder hale geldikleri zaman kenti onlardan arındırmak gerek, ama bunu bizde belediyelerin yaptığı gibi ‘itlaf’ etmek şeklinde anlayıp öldürmemeli. Sizin yazınız, bizim ortamımızda böyle düşünceleri tetikleyebilir. Uygar bir davranış olarak bir an gerekli barınakları yaparak bakmalı” deseydi, böyle bir karamsarlığa düşmezdim.
Bizim toplumun hayvan düşmanı olmadığını biliyorum. Gerçi Anadolu’da dolaşırken köy köpekleri üzerinize saldırır. Otlanan sürülerin köpekleri de korkutucudur. Ama kedi, köpek, eşek, katır, at, inek, öküz, manda, koyun, keçi, tavuk... Bizim insanlarımız bunları doğuştan yaşamın parçası kabul eder. Tabii, hem sever, hem yer.
Eskiden İstanbul’un serseri köpeklerini toplayıp bir adaya bırakırlardı. Kent büyüyünce toplayamadılar, barınak yapmayı denediler ama halk yardım etmedi, sonra itlaf ettiler, yani zehirlediler. Neden olarak da kuduz tehlikesini gösterirlerdi. Şimdi daha kolay bir yol bulmuşlar, sokağa bırakıyorlar.
ON BİNLERCE KÖPEK SOKAĞA ATILIYOR
Sevgili okuyucular,
Gelişmemiş toplum kendi yaşamını zorlaştırıyor. Televizyonlar, alışveriş merkezleri dünyanın nasıl olduğunu ve olması gerektiğini gösteriyorlar. Bu küresel etkinlik kapitalizmin evrensel propaganda aracı. Cahil insanları savaş ve cinayetten daha çok etkiliyor. Halkın amacı sadece o tüketim araçlarına sahip olmak.
Toplum birden evinde köpek besleyen, sokakta köpek gezdiren pseudo-burjuva bir sınıfa sahip oldu. Bugün pahalı ve güzel köpekler satın alıyorlar. Birkaç yıl ya da ay sonra sokağa bırakıyorlar. Yılda onbinlerce köpeğin sokağa bırakıldığının biliyor musunuz? Bu sorunları akıllarına bir getirmeyenler sokakları köpeklerden temizleyelim deyince kahvedeki ördek adam gibi davranıyor.
Size eski bir dörtlük anımsatayım.
Tahir efendi bana kelp demiş- İtikadı bu sözde zahirdir- Maliki mezhebim benim ziraİtikadımca kelp Tahir’dir.
Malikilik, Sünni mezheplerden biridir. Onlar köpeği temiz kabul ederler. Ama Hanefiler köpeği evine almaz. Çocukluğumda evinde köpek besleyen sadece tek tük yabancı vardı.
Sevgili okuyucular,
80 yaşından sonra umutsuzluktan söz etmek bize yakışmaz. Dünyada her şey, yaşamı bilgiyle birleştiren için, aynı değerdedir. Köpek sevmek, kent sevmek, düzen sevmek, düzensizlik sevmek, yaşamı sevmek. Sevmek, çok şeyi bazen nefret etmeyi bile içerebilir. Fakat kin ve ölümü içermez!
Düşünmek yaşamda seçim yapabilmenin aracıdır. Bu arada yaşayan varlığa acımak da insanın özelliğidir. Kaldı ki acımak ve onun sonucu olan bağışlamak, Allah’ın da özellikleridir. Ne var ki bunlar uygar yaşamaya yetmiyor. Bu toplumun gençleri, düşünmenin soru sormakla başladığını öğreniyorlar mı acaba?
Ünlü İngiliz tarihçisi ve Harvard Üniversitesinde hoca olan Neil Ferguson’un 2011’de Civilization (Uygarlık) adlı bir kitabı yayınlandı. Kitabın sonu şu cümle ile bitiyor:
“Batı uygarlığına en büyük tehdit başka uygarlıklardan gelmiyor. Kendi korkaklığından kaynaklanıyor.”
Bunu kendi durumumuza uygularsak şöyle diyebiliriz:
“Türkiye’nin uygarlaşamamasının nedeni kendi cehaletidir.”

 Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet

Tayyip Bey'in Asıl Sorunu Demokrasi Ve Yargı Denetimiyledir
Tayyip Bey doymak bilmiyor.

Türkiye Cumhuriyetinin en büyük ili, nüfusu itibariyle, çoğu devletten büyük olan İstanbul ilinde Büyük Şehir Belediye Başkanlığı ve daha sonra da, Başbakanlık yapmış ve onu takiben de, Başbakanlıktan kendi rızasıyla vaz geçerek, talip olduğu Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığına seçilmiş ve halen de 1150 odalı bir buçuk katrilyon liraya mal olan özel sarayında, Başbakan ve Cumhurbaşkanı karışımı olan, biraz cumhurbaşkanı yetkilerini ve biraz da başbakan yetkilerini tereyağında kızdırıp karıştırarak kendisinin özel olarak yarattığı (!) Anayasada yeri olmayan, Cumhurbaşbakanlık görevini icra etmeye çalışmaktadır.

Tayyip Bey o kadar doyumsuz ki, milyonlarca üniversite mezununun asgari ücretle iş bulamadığı ülkemizde, onu Cumhurbaşbakanlığı makamı dahi tatmin etmiyor.

Tutturmuş, ben bildiğiniz Cumhurbaşkanlarından değilim, çalışmaya, koşmaya ve terlemeye alışkın bir kişi olarak, beni Cumhurbaşkanlığı kesmiyor, ben Başbakan ve Cumhurbaşkanının karışımından oluşan, altımda ayrıca bir Başbakan omayan bir sistem kuracağım ve şark tipi başkanlık sistemine geçeceğim diyor.

Adama sormazlar mı, mademki çalışacak, koşacak ve terleyecektin, o zaman Başbakan olarak kalmayıp da niçin Cumhurbaşkanlığına talip oldun?

Tayyip Bey'in amacı başka. Tek adam olmak ve tüm yetkileri kendi elinde toplamak istiyor. Paylaşmasını hiç sevmiyor, paylaşmak fıtratında hiç yok.

Başbakan iken, pek hissettirmiyordu ama, üzerindeki Cumhurbaşkanına tahammül edemiyordu, Cumhurbaşkanı oldu, şimdi de kendisinin talimatından hiç çıkmayan uysal Başbakan Ahmet Bey'e tahammül edemiyor.

Tayyip Bey'in tahammül edemediği sorunlu olduğu husus, sadece yürütme yetkisini paylaştığı altındaki başbakan değil, Tayyip Bey aslında demokrasiye ve onun olmazsa olmazı olan bağımsız yargıya tahammül edemiyor.

Onun için de, Başbakan olarak Türkiye Cumhuriyetini idare ettiği on iki sene zarfında, ( Cumhurbaşkanı olmayı kafasına koyduğu başbakanlık görevinin son seneleri hariç) hiç ağzına almadığı halde, şimdi, parlamenter sistemin ve yargının, yürütmenin elini kolunu bağladığını ve süratli iş yapmayı engellediğini,ayak bağı olduğunu, bu nedenle başkanlık sistemine geçilmesinin gerekli olduğu tezini savunuyor.

Parlamenter sistem yıllardan beri ülkemizde uygulanmış ve halen de Avrupa ülkelerinin çoğunda başarıyla uygulanmakta olan bir sistemdir. Tayyip Bey'in asıl sorunu ve başkanlık sistemine geçmek istemesinin gerçek nedeni, bir türlü içine sindiremediği demokrasinin evrensel ilkeleri, bağımsız yargı ve bağımsız yargının yürütme ve yasama üzerindeki denetimidir.

Bağımsız yargının ve yasama ve yürütme üzerinde bir yargı denetiminin bulunmadığı bir demokrasi modeli yoktur. Hangi sistemi kabul ederseniz ediniz, ister parlamenter sistemin,isterseniz başkanlık sisteminin geçerli olduğu demokrasi modelini benimseyiniz, yargı denetiminden kaçamazsınız ve yargının, yürütme ve yasamanın hızını kestiğini ve çalışmalarına engel olduğunu savunamazsınız. Bunu savunduğunuz taktirde, sizin demokrasi ile bir sorununuz var, siz kötü niyetlisiniz, sizin gizli bir amacınız var, siz bağımsız yargının ve yargı denetiminin bulunmadığı tüm gücü elinizde tutan denetimsiz bir dikta rejimi arzuluyorsunuz demektir.

Evet, iddia ediyoruz ve haykırıyoruz,bugün parlamenter sistemi eleştirerek başkanlık sistemine geçelim diye yaygara koparanların asıl sorunu; parlamenter sistemle değil,yetkilerin paylaşıldığı, yasama ve yürütmenin keyfi kararlar almasınının önüne geçildiği, hak ve  özgürlüklerin tek güvencesi bağımsız yargının ve yargı denetiminin bulunduğu çağdaş demokrasi iledir. Gerisi bahane ve teferruattır.

Tayyip Bey'in bir çelişkisine ve samimiyetsizliğine de değinmek istiyoruz. Tayyip Bey Cumhurbaşkanı olduktan sonra, başkanlık sistemine geçilmesi için bugün ne diyor? Parlamenter sistem, yürütmenin ayak bağı oluyor ve hızlı icraatı engelliyor diyor.

Pekala, aynı tayyip Bey; parlamenter sistem içinde, Başbakan olarak on iki yıl içinde yaptığı devasa hizmetleri ve icraatları meydanlarda yaptığı konuşmalarında dile getirip övünmüyor muydu? Kendi 10,12 yıllık iktidarları döneminde yaptıkları icraatın; Cumhuriyetin kurulduğu tarihten, kendilerinin iktidara geldikleri 2002 yılına kadar geçen 79 yıllık sürede yapılanlardan daha fazla olduğunu, avazı çıktığı kadar bağırarak övünüp, kasım kasım kasılmıyor muydu?

O zaman Tayyip Bey'in birbirleriyle çelişen bu iki beyanından birisi yalan ve yanlış olmuyor mu?

Bize göre, Tayyip Bey'in her iki beyanı da yalan ve yanlış ama, şayet; parlamenter sistem ile hizmet ve hızlı icraat yapılamadığı gerçek ise, Tayyip Bey bu sistem içinde Başbakanlık yaptığı 12 yıl boyunca, iddia ettiği gibi, kendisinden önceki toplam 79 yıla bedel olan çoklukta ve nitelikte bir hizmet ve icraatı yapamadığı halde, yapmış gibi yalan söylüyor, şayet; 12 yıllık Başbakanlığı döneminde, kendi döneminden önceki toplam 79 yılda yapılan hizmet ve icraatlara bedel olan çoklukta hizmet ve icraatları gerçekten yapmış ise, demek ki parlamenter sistem, yürütmenin ve yasamanın önünde bir engel oluşturmuyor ve icraatları yavaşlatmıyor demektir.

Kaldı ki, bizim ülkemizde uygulanan parlamenter sistem; batı demokrasilerinde uygulanan parlamenter sistem gibi olmayıp, adı olan ancak aslı olmayan yozlaştırılmış bir parlamenter sistem olup, milletvekillerini kendisi belirleyen genel başkanın tek söz sahibi olduğu, parti içi demokrasinin bulunmadığı partilerden oluşan bu parlamenter sistem içinde, meclisin yürütmeyi denetleyemediği, hesap soramadığı, iktidar partisinin genel başkanının başbakan olduğu,çoğunluktaki iktidar partisinin milletvekillerinin başbakanın emrinde olduğu, başbakanın istediği her yasayı kısa sürede ve istediği şekilde çıkarabildiği bu yozlaşmış parlamenter sistem içinde dahi icraat yapılamadığını,bu nedenle başkanlık sşstemine geçilmesi gerektiğini söyleyen herkes, kim olurlarsa olsunlar, yalan söyleyerek halkımızı kandırmakta ve kendi politik çıkarlarını düşünmektedirler.

Bu gerçekleri, halkımız bilmeli ve anlamalıdır.

30/01/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Gerçeğin itirafı!
Günlerce ülke gündemini işgal eden yolsuzluk ve rüşvet olayı nedeniyle hakkında Meclis soruşturması açılan 4 bakanla ilgili oylamada bakanlar, 50 civarında fireye karşın AKP oylarıyla Yüce Divana gönderilmekten kurtuldular…
Gerek komisyonda, gerekse Meclis görüşmelerinde, ilgili bakanlar savunmalarında, AKP sözcüleri konuşmalarında, bakanların üzerine atılan suçları işlemediklerini, Yüce Divana göndermek için kanıtların yeterli olmadığını, elde edilen kanıtlarında yasal yoldan sağlanmadığı için kanıt olarak değerlendirilemeyeceğini, olayın tamamen paralel yapının iftirası olduğunu söylediler…
Muhalefetin komisyon üyeleri ve Meclisteki görüşme sözcüleri, birçok kanıtın toplanmadığını, soruşturmanın eksik yapıldığını söyledilerse de AKP çoğunluk oyları karşısında bir sonuç alamadılar…
AKP oylarıyla Yüce Divana gönderilmekten kurtulan bakanlar…
Yurttaşların vicdanlarında aklanmadılar…
AKP’de biat kültürü söz konusu olduğundan, AKP milletvekillerinin, medyaya yansıyan haberlere göre olaya el koyan eski Genel Başkanları ve şimdi ki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın iradesini aşamadılar…
Buna karşın, AKP sözcüleri tüm milletvekillerinin oylarını özgürce ve vicdanlarına göre kullandığını söylediler…
Önceki gece (28.01.2015) CNN Türk’te Ahmet Hakan’ın “Tarafsız Bölge” programına katılan AKP’li Adalet Komisyonu Başkanı, Anayasa Profesörü Burhan Kuzu’nun söylemi, AKP’lilerin tüm savunmalarını alt üst etti…
Burhan Kuzu o programda, 76 milyona seslenirken;
"Birileri kurulan meclis araştırma komisyonunda Yüce Divan oylaması veriyor. Bunlara uyarak niye göndereyim, deli miyim ne? Zaten gönderemezsin. Siyasi hayatın da biter.  Başbakan benim partimin lideri, bakanlar benim kankam, bir kısmı benim dünürüm. Bu adamlarla neden muhalefet olayım. Demek istediğim oğlan bizim kız bizim" deyip çıktı…
Hukuk dilinde bunu adı itiraftır. İtiraf kesin kanıttır…
Burhan kuzu, gerçeği itiraf etmiştir…
AKP’lilerin deyimi ile partisine darbe! yapmıştır…
Gerisi laf-ü güzaftır. (boş laftır)…
Haydi şimdi AKP’ye kolay gelsin!..
Çıksın işin içinden…

30.01.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Sayın Kemal Kılıçdaroğlu
En baştan söyleyelim, sizi çok seviyoruz.

İyi ki varsınız.

Türkiye'mizin; sizin gibi iyi niyetli, çalışkan, dürüst ve namuslu politikacılara ihtiyacının olduğu inkar edilemez bir gerçektir.

CHP içinde, sade bir milletvekili, Grup Başkan Vekili ve son olarak da, CHP Genel Başkanı olarak büyük hizmetlerde bulundunuz ve halen de bulunuyorsunuz.

Ülkemizin içinde bulunduğu, vatanı ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, Cumhuriyete, demokrasiye, insan hak ve özgürlüklerine ve rejime yönelik, zordan da öte ,çok zor koşulları ve tehlikeleri bizler gibi, siz de çok iyi görüyorsunuz.

Sayın KILIÇDAROĞLU; ülkemizin, karşı karşıya kaldığı bu zor koşulları ve tehlikeleri aşması için son şansının, önümüzdeki Haziran ayında yapılacak olan genel seçimler olduğunu size hatırlatmamıza gerek olmadığını düşünüyoruz.

Daha dün açıklandı, Tayyip Bey, başkanlık sistemine geçiş inadından vazgeçmiş değil, bilakis bu konudaki çalışmalarına Aksarayda hız verdiğini duyuyoruz.

Dün, Aksaray sözcüsünün basın açıklamasını duymuş olmalısınız. Bu açıklamaya göre, Haziran seçimleri öncesinde, Cumhurbaşkanı Tayyip Bey, 30 ilimizi kapsayacak bir ziyaret ve teşekkür mitingi yapma hazırlığı içinde olup, Tayyip Bey'in, megali ideası olan başkanlık sistemine ulaşabilmek ve bu amaçla anayasayı değiştirebilmek için, Anayasaya aykırı olarak hala fiili ilişkisini devam ettirdiği eski partisi AKP'nin, Anayasayı değiştirecek çoğunlukta yeniden iktidara gelebilmesi için elinden geleni yapacağı, teşekkür ziyareti ve mitingi adı altında meydanlarda nutuklar atarak, başkanlık sisteminin ve AKP'nin propagandasını yapacağı ve seçimlerin kaderini CHP aleyhine etkilemeye çalışacağı ve önceki seçim sonuçlarına baktığımızda da, bunda başarılı olabileceği acı bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.

Sayın KILIÇDAROĞLU; ülkemiz bir sırat köprüsünden geçmek üzere. Bu nedenle CHP'nin çok çalışması, proje üretmesi ve şimdiden tezi yok, derhal meydanlara çıkması ve kendisini halkımıza tanıtarak güven vermesi zorunludur.

Bu söylediklerimiz, bir ekip işi olmakla birlikte, kitlelerin, peşinize takılıp oy olarak sandığa yansıması için, iktidara gelindiğinde uygulamaya konulacak projelerin, yapılacak işlerin, meydanlarda kitlelere anlatılması ve kitlelerin costurularak ateşlenmesi gerekir. Salı grup toplantılarında yapılan konuşmalarla, Tayyip ve Ahmet Beylere cevap yetiştirmekle bir yere gelinemeyecği gerçeğini, artık hepimiz kabul etmek zorundayız.

Bu söylediklerimizi gerçekleştirmek, meydanlara toplanan seçmen kitlesini, proje bazında aydınlatarak onların etki altına alınıp fitillerinin ateşlenebilmesimesi için, genç ve dinamik olunmasının, hitabet gücünün de çok yüksek olmasının önemi yadsınamaz.

İşte, yetmişli yıllarda Karaoğlan lakabıyla ünlenen rahmetli Ecevit; bu söylediklerimizin yaşanmış olan canlı bir örneği olup, sosyal demokrat CHP oylarına tavan yaptırma başarısını göstermiştir.
Sayın KILIÇDAROĞLU; biz sürekli halkın içindeyiz, bu nedenle de, iyi bir gözlemciyiz.Belki hiç haketmediğiniz halde, 17 ve 25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet sürecinde, oy için cemaate yakınlaştığınız, Ergenekon ve Balyoz davalarının görüldüğü süreçte de, fazla etkin olmadığınız, Ergenekon ve Balyoz sanıklarına ilgi göstermediğiniz konularında ağır eleştiriler aldığınız ve bu nedenle, bırakınız yeni seçmen kitleleri kazanmayı, CHP'li olan bazı kişilerin dahi,önümüzdeki seçimlerde CHP'ye oy vermeyecekleri konularında ciddi gözlemler edinmiş bulunuyoruz.

Bu nedenle, önceki seçim başarısızlıklarını da dikkate aldığımızda, bu seçimlerde CHP'nin işinin hayli zor olduğunu söylemek için kahin olmak gerekmiyor. Bu itibarla, CHP'nin seçim başarısı için, acil olarak  bir şok tedaviye ihtiyaç bulunduğunu düşünüyoruz.

Sayın KILIÇDAROĞLU; biz, içinden geçenleri, ülkenin yararına olması koşuluyla, korkmadan ve utanmadan, evelemeden ve gevelemeden söyleyen ve yazan bir kişilik yapısına sahibiz.

Bu nedenle ve açık yüreklilikle ve tüm samimiyetimizle biz diyoruz ki; bu seçimlerin, ülkemizin ve rejimimizin geleceği için arz ettiği hayati önemi vurgulayarak, ülkemizin ve CHP'nin menfaatleri adına gelin bir fedakarlık yapın ve bir ilki gerçekleştirin, CHP Genel Başkanlığını, Sayın Muharrem İNCE lehine bırakmak üzere, CHP'yi derhal seçimli olağanüstü genel kurula davet ediniz.

Şimdi, haziran ayında yapılacak olan genel seçime az bir zaman kala, dere geçilirken bu çılgınlık  yapılır mı? Diye bize soranlar ve hatta kızanlar olacaktır.

Bu çılgınlık yapılır ve size çok da yakışır Sayın KILIÇDAROĞLU, yeter ki siz, adınızı tarihe altın harflerle yazdıracak olan bu olgunluğu ve fedakarlığı, size yönelecek olan tüm eleştirileri göze alarak gösteriniz. Bu sosyal demokrat duruşu sergileyiniz

Cumhuriyet Halk Partisinin, silkinmeye ve böyle bir çılgınlığı yapmaya ihtiyacının olduğunu zannediyoruz.

Sayın KILIÇDAROĞLU; biz, sizin yapacağınız bu çılgınlığın, sosyal demokrat kitle üzerinde bir şok etkisi yaparak, Sayın Muharrem İNCE liderliğinde iktidarı zorlayacağına inanıyor ve sizin sağduyunuza güvenerek, umut içinde, alacağınız kararı bekliyoruz.

29/Ocak/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Hayır Bunu Yapamazsınız Tayyip Bey!
Hayır Tayyip Bey;

Bunu yapamazsınız.

Bu kadar ileri gidemezsiniz.

Anayasayı, bu kadar açık bir şekilde ihlal edemezsiniz.

Cumhurbaşkanlığı görevinize başlarken, Mecliste  namusunuz ve şerefiniz üzerine yaptığınız tarafsızlık yemininizi çiğneyemezsiniz.

Buna asla ve asla hakkınız ve yetkiniz yoktur.

Tayyip Bey; bu ülke, siz dahil, herkesin uymak ve saygı göstermek mecburiyetinde olduğu bir Anayasası olan, demokratik bir hukuk devletidir.

Anayasamıza göre, Cumhurbaşkanı; ülkenin birliğini temsil eden, her siyasal partiye ve siyasal düşüncesi ne olursa olsun tüm vatandaşlara eşit mesafede durması gereken, partisi ile ilişiği kesilen tarafsız bir kişi olmak zorundadır.

Bugüne kadarki uygulamalarınıza baktığımızda, bu vasıfları üzerinizde taşımadığınıza, tarafsız kalamadığınıza tanık oluyoruz.

Basın sözcünüz açıkladı, seçimlere yakın tarihlerde 30 ilimizi kapsayan bir teşekkür mitingi hazırlığı içindeymişsiniz.

Bu neyin teşekkürü Tayyip Bey?

Cumhurbaşkanı seçileli altı ay oldu.Miting yapacağınız tarihe kadar, Cumhurbaşkanlığı makamına seçildiktem sonra neredeyse bir seneyi tamamlayacaksınız, bugüne kadar yapmadığınız teşekkür ziyaret ve mitingleri seçimler yaklaşınca mı aklınıza geliverdi.

Bizim bildiğimiz, teşekkür, yapılan bir iyilikten hemen sonra eda edilir.

Sonra, teşekkür için illa ki, il il dolaşıp saatlerce konuşarak miting yapmanız da gerekmez. Çıkarsınız televizyona, tüm kanallar size bağlanır ve sizi Cumhurbaşkanı seçen milletimize teşekkür edersiniz olup biter. Bu sayede gidemediğiniz, teşekkür  mitingi yapamadığınız illerimizdeki halkımız da size kırılmazlar.

Sonra, niçin otuz il? Onu da anlamış değiliz. Bu davranışınızla, illerimiz arasında bir ayrımcılık yapmış olmuyor musunuz? Bu ayrımcılık, Cumhurbaşkanının tarafsızlığına, herkesi kucaklama görevine gölge düşürmez mi?

Ama sizin gerçek amacınız, teşekkür filan değil,siz üzüm yemek değil, bağcı dövmek istiyorsunuz. Amacınız, Anayasayı çiğneme pahasına, bir türlü ilişik kesemediğiniz AKP'nin, Haziran seçimlerinde Anayasayı değiştirecek çoğunlukla tek başına iktidara gelerek, artık saplantı haline getirdiğiniz başkanlık sistemini getirebilmek için teşekkür mitingleri adı altında meydanlara çıkarak, AKP'nin propagandasını yapmaktır.

Yapmayın Tayyip Bey.

Bu millet sessiz ve suskun duruyor, her türlü Anayasa ve yasa dışılığı kabulleniyor diye, bu milleti iyice köşeye sıkıştırırark, köşeye sıkıştırılan kedinin saldırması gibi, ayaklar altına aldığınız demokrasiyi ve Anayasayı tasallutunuzdan kurtarmak için demokratik ve Anayasal direnme haklarını kullanmaya zorlamayın, bu milletin sabrını sınamaktan vazgeçin lütfen.

Gidişiniz hiç iyi değil. Demokrasiyi sandığa indirgemeyiniz lütfen.

Demokrasi bir gün herkese lazım olur, size de tabiatıyla.

Ülkenizi,milletinizi, kendinizi ve yakınlarınızı seviyorsanız, demokrasinin ve Anayassnın kurallarını daha fazla zorlamayınız.

Aksi halde, gün gelir, ülkemiz, milletimiz ve siz çok zarar görürsünüz, iş işten geçmiş olur tabi.

Şu başkanlık hırsınızdan vaz geçin lütfen.

Bu ülkede, hiç kimseye nasip olmayacak şekilde, İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı yaptınız, arkasından Başbakanlık yaptınız ve daha sonra da Cumhurbaşkanı oldunuz. Hiç düşündünüz mü? Sizden sonra, bu kırılması zor rekoru kıracak başka  bir kişi, belki de ülkemize hiç gelmeyecek. Daha ne istiyorsunuz?

Bu hırs ve doyumsuzluğunuzun, ülkemize felaket getireceğinden korkmaktayız.

Lütfen...

29/Ocak/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Perinçeğin savunması yeterli olacakmı?
Birkaç gün içinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde yeniden ele alınacak Perinçeğin İsviçre Hükümeti ve yargısı aleyhinde açtığı dava, aslında Türk insanları için inanılmaz derecede önemli bir davadır. Konunun bu kadar önemli olmasına rağmen davanın ne yazık ki Türk Hükümeti ve aydınları tarafından sadece İşçi partisi Genel Başkanlığının ve Perinçeğin şahsi davası gibi görüldüğü ve gerekli ilgiden yoksun bırakıldığı kanaatindeyiz. Biraz daha geniş bir anlayışla dava Solcuların, hatta radikal solun davası gibi algılanmakta ve netice sabırla beklenmektedir. Bize göre bu anlayış tam bir cehalet ve millet ve milliyetçilik duygusundan yoksunluğun işaretleridir. Tıpkı konu hakkında hiçbir şey bilmeden her fırsatta Atatürk’ü kötülemeye çalışan anlayış gibi.
Atatürk aleyhinde konuşanlara bendeniz hiç kulak vermem. Bunun nedeni bu insanların Atatürk’le ilgili bilgilerinden değil, tam tersi bilgisizliklerinden kaynaklandığına inanırım. Hele bu insanların Atatürk’ü İslam düşmanı gibi gösterip kendilerini İslam’ı savunan kişi gibi göstermeleri tam bir Şark kurnazlığıdır. Bu görüntü altında yapmadıkları rezalet kalmaz. Ancak bu işleri bilen Müslümanlar beş vakit namazın her vakit sonunda Atatürk ve arkadaşlarını sevgi, saygı ve rahmetle anarlar. Çünkü Mustafa Kemal Atatürk adeta tek başına Anadolu ve Trakya’yı Hıristiyanlaştırılmadan kurtaran adamdır. Buna rağmen bu gerçek unutulur ve unutturulursa Müslümanları kurtaran adam İslam düşmanı gibi tanıtılabilir. Gerçeği en iyi bir soru aydınlatabilir. Acaba Atatürk olmasaydı ne olurdu?
Buna benzer bir soru önümüzdeki dava için sorulmalıdır? Acaba bu dava kaybedilirse Perinçek bir yana Türk Halkına gelecekte neler olabilir? Vaktiyle Malta Sürgünleri ile ilgili yazılarımızda İşgal Güçlerinin bütün uğraşmalarına rağmen Osmanlı arşivlerinde Soykırım yapıldığını gösteren hiçbir belge bulamadıklarını, buna karşılık bütün belgelerin tam tersini yani soykırım yapılmadığını gösterdiğini, hatta Talat Paşa davası gibi cinayet davalarında bile bir belge gösterilemediğini, kararların siyasi baskı sonucu alındığını anlatmıştık. Ortada görülen savaş cinayetleri ve bölge halkının tarihinde defalarca uygulanan bir zorunlu göç olayı, yani bir askeri Tahliye hareketidir.
Dikkatimizi dava üzerinde toplayarak sormak isteriz: Perinçek bu davayı kaybederse ne olacak? Ermeni tarafın eline çok büyük bir koz geçecek, Diaspora Ermenileri ve onların destekçileri, önümüzdeki 100ncü yıl anmalarında çok aradıkları bir büyük mahkeme kararı elde edecekler ve bunu her platformda ustaca kullanacaklardır. Sonunda bırakın Türkiye’yi, Avrupa’yı hemen hemen bütün Hıristiyan Batı dünyasında yaşayan veya turistik geziye çıkan Türk insanı bin bir kumpasla soykırım konusunda konuşturulup cezalandırılabilecektir.
Daha net bir şekilde belirtmek gerekirse Dava bir kişiye ait gibi görünüyorsa da aslında bu günlerdeki ümmet anlayışının popülerliğine rağmen, “ Ben Türküm “ diyen, diyebilen herkesin davasıdır. Yani konu bu ülkenin Solcularını değil radikal uçlar dâhil Sağ’ın bütün kanatlarını ilgilendiren bir davadır. Gerekli desteği vermesek dahi sonucun tarihi bir aksaklığa neden olmadan lehimize sonuçlanması için dua edelim.
Son bir notta Perinçek ve arkadaşları için: bir evvelki davanın sonucu olarak büyük bir özgüven içinde ve nasıl olsa bu davayı da kazanırız anlayışı içinde görünüyorsunuz. Bu sizin en zayıf yönünüzdür. Siyaset ve yargı dünyasında o kadar şaşırtıcı sonuçlarla karşılaşıyoruz ki, karşı tarafın aldığı kontr tedbirlerle bir davada haklılar haksız duruma düşürülebildiğini çok gördük.

Dr. M. Galip Baysan

İşte budur!
AKP, tüm kamu kuruluşlarını etkisi altına almıştır dediğinizde…
AKP ve yandaşları hemen itirazlar ediyorlar…
“AKP, ülkeye demokrasiyi getiren partidir.”
Bu nasıl bir demokrasidir ki…
Fertlerin her türlü yaşam koşulların düzenlemeye çalışan…
Tüm kamu kurumlarının yetkisini kullanmakta sakınca görmeyen…
Demokrasinin olmazsa olmazı olan laikliği yerle bir eden…
Özgürlükleri kısıtlayan…
Demokrasi ile dikta tamamen zıt yönetimler olmasına karşın…
Tek adam diktasına hızla giden…
Taraf olmayanı, anında bertaraf eden…
Bir AKP ile karşı karşıyayız…
Son örneği ve kanıtı, AKP Milletvekili Mehmet Metiner’in söylemidir…
17 Aralık soruşturmasını yapan, sonra bu soruşturmadan el çektirilen ve halende Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) tarafından açığa alınan Cumhuriyet Savcısı Celal Kara, bu soruşturma konusunda Cumhuriyet Gazetesi yazarı Can Dündar’la yaptığı röportajda bir takım bilgiler vermektedir…
Cumhuriyet Savcısının bu söylemleri suç oluşturuyorsa, hakkında işlem yapacak tek kurum HSYK’dur…
Medyaya yansıyan habere göre…
Mehmet Metiner, her zaman yaptığı gibi sivri diliyle bu Kurulun yetkilerine müdahale niteliğini taşıyan, “17 Aralık Savcısı Celal Kara'nın açıklamalarına karşılık Savcının defterini dürmezsek bize de namert desinler” dedi…
Aslında bu söylemine karşı, AKP yetkili kurullarının Metin Metiner’in defterini dürmeleri gerekir…
Nerede AKP’de o demokrasi kültürü…
Ama AKP’liler ve kadrolu yandaşlarının söylemlerine bakılırsa…
AKP demokrasi şampiyonudur!..
Rahmetli İsmet Paşanın söylemiyle…
Hadi canım sende…

28.01.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Çamur at da izi kKalsın
Çamur at izi kalsın diye ifade edilen bir söz vardır.

Bu söz, günlük hayatta, birisine yönelik olarak, doğru olmadığını bildiği halde, sırf iftira atmak ve o kişiyi toplum içinde itibarsızlaştırarak güç durumda bırakmak ve bundan da kendisi için bir yarar sağlamak amacıyla suç atımında bulunanlara karşı söylenen bir söz olup, bizim siyasi hayatımızda da kötü politikacıların, kendilerine siyasi çıkar sağlamak amacıyla, rakipleri için sıkça başvurdukları bir yol ve yöntemdir.

Bu nedenle, ülkemizde, özellikle iktidarda bulunan sağ partiler, kendi iktidarlarını kaybetmemek amacıyla, laik, Atatürkçü,milliyetçi ve demokrat olarak tanıdıkları kişilere ve bu kişilerin destekledikleri Cumhuriyet Halk Partisine ve onun hayattta olmayan eski yöneticileri ile iş başındaki yöneticilerine karşı, sürekli olarak,bu iftira kampanyalarını sürdürürler ve doğru olmadığını çok iyi bildikleri halde, bilerek yalan söyleyerek, çamur at izi kalsın düşüncesiyle, kendi siyasal propagandalarını yaparlar.

Biat ve sadaka kültürü ile yetiştirilen cahil ve yoksul kesim de, maalesef bu çamur at izi kalsın iftiracılarına kanarlar ve çamur at izi kalsın yönteminden nemalanan kötü ve yalancı politikacılarımız, dinen günah ve yasalarımıza göre de bir suç olan bu iftira alışkanlıklarını, bir türlü bırakamazlar.

Bu, çamur at da izi kalsın yöntemine, Ahmet Bey de dört elle sarılmış ve Diyarbakırda yaptığı seçim propagandası amaçlı konuşmasında; “28 Şubat da birileri çıktı, hilal, bayrakta İslamı temsil ediyor diye, bir takım Türk ulusalcıları hilali bayraktan kaldırmak istedi” diyerek, laik, Atatürkçü ve ulusalcılar üzerinden, CHP'ye kadar uzanan geniş bir muhalif kesime çamur atarak iftirada bulunma cüretini göstermiştir.

Ahmet Bey, bu beyanının gerçek olmadığını ve bir iftira olduğunu çok iyi bilmektedir. Ama, siyasi hırsının kurbanı olmuş ve birilerine yaranmak, kendisine verilen emaneti hak ettiğini ve onun izinden yürüdüğünü gösterebilmek amacıyla, bu yalanı ve iftirayı yapmakta bir mahzur görmemiştir.

Ahmet Bey, hiçbir şekilde ispatlayamayacağı bu yalan ve iftirası nedeniyle, dinen de yasalarımıza göre de, suç işlemiş ve işgal etmekte olduğu Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık koltuğunu kirletmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Ahmet DAVUTOĞLU'nun; hangi nedenle olursa olsun, doğru olmadığını bildiği bir konuda, başkalarına iftira atmaya ve yalan söylemeye ve bundan sonra, bu koltukta oturmaya devam etmeye, hakkı ve yetkisi yoktur.

Türkiye Cumhuriyetinin hukukçu bir vatandaşı olarak; bilerek söylediği yalanlarla, milletimizin bazı kesimlerine iftira atan bir kişinin Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanlık koltuğunda oturuyor olmasından duyduğumuz utanç ve üzüntümüzü, vatanını, ay yıldızlı bayrağını ve Cumhuriyetini çok sevdiklerinden zerrece şüphe duymadığımız her kesimden aziz Türk Milleti ile paylaşmak istiyoruz.

27/01/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Nabza Göre Şerbet
Ahmet Bey Diyarbakırda coşmuş.

Çok usta oldukları din istismarı gibi,şimdi de Kürtçülük istismarı yapmaya başladılar.

Seçimler yaklaştı ya, Ahmet Bey Kürtçülüğü siyasal çıkarlarına alet ediyor.

Kürtçeyi övüyor, güzel Türkçemiz gibi, güzel Kürtçemiz var, vakit bulsam Kürtçe öğrenmek istiyorum demiş.

Desenize tüm okullarımızda Osmanlıcanın yanında, Kürtçe de zorunlu ders olacak ve Kandile ziyarete gittiğimizde, kandilin mağara duvar taşlarındaki Kürtçe yazı ve sloganları okuyup anlayabileceğiz.

Ne kadar samimiyetsiz, riya ve istismar kokan, kompleks, çaresizlik ve eziklik içeren sözler. Kürtçe öğrenmek istiyormuş ama vakti yokmuş.

Ahmet Bey, gerçekten Kürtçe öğrenmek istiyorsa, kendisine kolaylıkla vakit yaratır ve Kürtçeyi öğrenebilir, vakti olmadığını bahane etmesine hiç gerek yok, Tayyip Bey'e rica eder ve bir süreliğine Bakanlar Kuruluna Tayyip Bey başkanlık eder, yaklaşan seçim çalışmalarına da Tayyip Bey katılır ve Ahmet Bey de çok arzuladığı Kürtçeyi kısa sürede söker!

Ahmet Bey, akademisyen olarak, yanılmıyorsak en az iki yabancı dil biliyor, devamlı söylerler, bir dil bilen başka dilleri daha kolay öğrenirmiş, bu nedenle, Ahmet Bey Kürtçe öğrenirken fazla zorlanmayacak demektir.

Ancak, Ahmet Bey Kürtçe öğrenirse bu dili nerede kullanacak merak ediyoruz doğrusu, diyelim ki Ahmet Bey Kürtçe öğrendi ve Kürtçeyi bülbül gibi konuşmaya başladı ve jest olsun diye bir Diyarbakır gezisinde koruma ordusuyla sokakta dolaşırken rastladığı bir Kürt grubuyla Kürtçe konuşmak istese, karşısındaki Kürt grubun, bu sefer inadına Türkçe konuşarak Ahmet Bey'i refüze etmek isteyeceklerini tahmin ediyoruz.

Bu nedenle, bırakın nabza göre şerbet vermeyi, kraldan fazla kralcı olmayı, Kürtçe öğrenmeyi isteme yalanını, işinizi en iyi şekilde yapmaya çalışın.

Ahmet Bey, Diyarbakırdan Kobaniye selam yollamış ve kobanideki herkesin alnından öptüğünü açıklamış, Kürt kardeşliği dediğiniz işte budur!

Ne diyelim, bir selam ve öpücük de İmralıya APO'ya gönderelim, APO'nun da hatırı kalmasın, çözüm sürecine kapak olsun.

Ahmet Bey bu işi çok iyi biliyor, bize göre Kürt sorununu çözse çözse, ancak Ahmet Bey çözebilir, Diyarbakır konuşmasından sonra buna iyice kani olduk, Kürt sorununun çözümü önündeki tek engelin, Ahmet Bey'in Kürtçeyi en kısa zamanda söküp öğrenmesiyle aşılacak olmasının seviç ve gururu içinde havalara uçuyoruz!

27/01/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Kendi Şahsi Yas'ınızı Türk Milletine Tutturamazsınız
Ölen Suudi Arabistan Kralı Abdullah için, ülkemizde bir günlük yas ilan edildi ve dün (24/Ocak/2015) bütün ülkede ve dış temsilciliklerimizde Türk Bayrağı yarıya indirildi.

Petrol ve Hac zengini olsa da, fani ve yaşını başına almış bir insan olarak, Allah rahmet eylesin, Suudi Arabistan Kralı Abdullah'ın ölümü, çok doğal ise de, doğal olmayan şey, o öldü diye ülkemizde bir günlük yas ilan edilerek Türk Bayrağının yarıya indirilmesidir.

Bu konuda Türk Bayrağı Kanunu ile bu kanuna göre çıkarılan Türk Bayrağı Tüzüğü  ne diyor?

Bu yasa ve tüzüğe göre; Türk bayrağı, yas alameti olarak, 10 Kasım'da yarıya çekilir. Yas alameti olmak üzere bayrağın yarıya çekileceği diğer haller ve zamanı, Dışişleri Bakanlığının görüşü alınarak Başbakanlıkça tespit ve ilan edilir.

Yasa ve ilgili tüzükte; milli yas ilanı ve 10 Kasım dışında Türk Bayrağının yarıya çekileceği diğer haller ve zamanının, Dışişleri Bakanlığının görüşü alınrak Başbakanlıkça tespit ve ilan edileceğine ilişkin bir açıklık mevcutsa da, 10 Kasım dışında hangi hallerde Türk Bayrağının yarıya çekileceği diğer önemli ve olağanüstü özel günler ve zamanının ne olacağı açıkça belirtilmemiş, Başbakanlığın değerlendirilmesine bırakılmıştır.

Anlaşılıyor ki, Başbakanlık; Suudi Arabistan Kralının ölümünü, ülkemizin kurtarıcısı ve Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün ölüm yıldönümü olan 10 Kasımlar gibi, Dünya ve ülkemiz için çok önemli bir şahsiyetin ardından milli yas tutulmasını ve yas alameti olarak da, Türk Bayrağının yarıya indirilmesini gerekli kılan diğer hallerden biri olarak değerlendirmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti demokratik ve laik bir ülke olup, milletini oluşturan insanların büyük çoğunluğu Müslüman olmakla birlikte, bu ülkede gayri Müslüm ve İslam da olsalar, Sünni mezhebinden olmayan insanlar da yaşamakta olup, Sünni Müslümanlığı dışında hiçbir önemli ve üstün kişiliği ve özelliği bulunmayan Suudi Arabitan Kralının ölümü nedeniyle ülkemizde milli yas ilannın haklı hiçbir gerekçesi bulunmamaktadır.

Başbakanlığın bu değerlendirmesine ve bir günlük yas ilanı kararına katılmıyoruz ve bu kararı kınıyoruz.

Suudi Arabistan Kralı Abdullah kimdir, bırakınız bizim ülkemizi ve diğer Dünya ülkelerini ve insanlarını, kendi ülkesi ve insanı için faydalı ve yararlı ne iş yapmıştır?

Havadan gelen ve milyar dolarla ifade edilen petrolden ve Hac ziyaretinden elde ettikleri paraların bir kısmı ile Dünyanın fakir ülkelerindeki aç ve yoksulları mı doyurmuştur?

Ülkemize sığınan Suriyeli mültecilere senelerden beri bakan, yedirip, içiren ve barındıran, bu nedenle olağanüstü bütçe harcayan ülkemize, Suriyeli göçmenler için kullanılmak üzere parasal ve sair yardımda mı bulunmuştur?

Demokrasiye, milli iradeye, evrensel insan hak ve özgürlüklerine saygı mı göstermiş, demokrasinin esaslarının ve insan hak ve özgürlüklerinin dünyada ve kendi ülkesinde yerleşip kök salmasına olağanüstü katkılarda mı bulunmuştur?

Dünya barışı için, Uluslar arası ve olağanüstü gayret mi sarf etmiştir?

Emperyalizme karşı mı çıkmıştır?

Hayır, bunların zerresini yapmadığı gibi,yanına dahi yaklaşmamış, altın kaplamalı lüks sarayı içinde yan gelip yatarak, zevk ve sefa sürmüş, kendi halkını dikta altında ezmiştir.

Dahası var, ülkemizi resmi ziyaretlerinde, ulu önderimiz ATATÜRK'ü Anıtkabirde ziyaret etmeyi ve ruhuna bir fatiha okumayı çok görmüş, belki de bir zul addetmiştir.

Yine ülkemizi ziyeret ettiğinde, zamanın Başbakanı Tayyip ve Cumhurbaşkanı Abdullah Beyleri, kaldığı otelinde ayağına çağırarak kendisini ziyarete mecbur etmiştir.

Rahmetli Kral'ın ölmeden önce, AKP üst yönetimi ile şahsi dostluğu ve samimiyeti olabilir. AKP yönetimi de, bu şahsi dostluk ve samiyet nedeniyle, Suudi Arabistan Kralı Abdullah'dan yakınlık  ve şahsi menfaat görmüş olabilirler.

Örneğin; AKP üst yönetimi, Hac faraziyelerini, Kral Abdullahın özel davetlisi ve misafiri olarak zahmetsiz ve masrafsız bir şekilde yerine getirip Hacı olmuş olabilirler, Kralın kıymetli hediyelerine mazhar olmuş olabilirler, Tayyip Bey'in mahdumlarının yönetiminde bulunan vakıflara Kral tarafından 100 milyon dolar para bağısı yapılmış olabilir, ama tüm bu özel dostluk ve sağlanan menfaatlerin, Türk Milletinin milli yas tutması ve Türk Bayrağının yarıya indirilmesiyle ne ilgisi olabilir?

Buradan,AKP iktidarına sesleniyor ve diyoruz ki; ölen kralla karşılıklı şahsi dostluk ve menfaatlerinizden kaynaklanan kendi şahsi ve özel yasınızı, ülkemizde milli yas ilan ederek, tüm Türk Milletine tutturmaya ve Türk Bayrağını asılı olduğu gönderinden yarıya indirmeye asla hakkınız yoktur.

25/Ocak/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Sevgili okuyucular, Her şey her şey’e bağlıdır. Çağımızın en kökten değişikliği bu olacaktır. Dünya o olgunluğa ulaştı mı? Bilmiyorum. İnsan aklı evrensel bütünün hakkından kategoriler, karşıtlıklar, kavramlar icat ederek yani onu sınıflandırarak gelmeye çalışır.

Dünyadan kendinizi soyutlayamazsınız!
Tasavvuf erbabının Allahın bütünlüğünün doğasını anlamadıkları gibi, insanlar bu karmaşıklıkla başa çıkamaz, ve bu sonsuz ilişkiler ağında kaybolurlar. Bu güne öyle geldik. Kendi kategorilerini gerçek yerine koyarak, insanlar, al takke ver külah yaşamaya çalıştılar. Fakat insanların büyük çoğunluğu, dünyaya idare ettiklerini sananlar da dahil, bu karmaşanın doğasını hiç anlamadılar. Kendi kategorilerini tanımladılar ve ona göre yaşadılar.
Bu çerçeveler içinde tarih oluştu. Onun için toplumlar kafalarını bir o duvara, bir öbür duvara vuruyorlar. Bu durumun uygarlıkla ilişkisi yok. Günlük yaşamın bilinen standartlarının değiştirdiğinin farkına ancak başınıza bir şey geldiği zaman anlıyorsunuz. Bu da sandığımız kadar akıllı olmadığımızı kanıtlıyor.
HERKES HAKLI, HERKES HAKSIZ
Orduların, teröristlerin hiç acımadan insan öldürdüklerini yeni öğrenmiyorum. İkinci Dünya Savaşını lise ve üniversitede yaşadım. 20 yüzyıl tarihi benim yaşadığım tarih. Afganistan, Taliban, El Kaide, İrak, Suriye, IŞID, Filistin, Gazze, Yemen, Sudan Somali, Libya, Mali, Nijerya, Boko Haram vb. Nazi ve Komünist cinayetleri, Hiroşima, New York çift kuleleri, kamikazeler, canlı bombalar, şimdi de Paris, milyonlarca ölen, milyonlarca öldürülen. Bu olayların sayısı ve zamanı yok. Hiçbiri diğerinden farklı değil. İnsan insanı şu ya da bu nedenle isteyerek, bilerek, diş gıcırdatarak öldürüyor. Hepimiz bunu yapamayız. Ama büyük bir çoğunluğumuz, bilinçli, örgütlü hatta övünerek yapmışız, yapıyoruz.
Bunlar uygarlık gösterisi değildir. Bu bağlamda Doğu Batı farkı da yok. Herkes haksız, herkes haklı. İlk insan toplumlarına kadar yılan hikâyesi gibi uzanan bu hikâyeyi unutup ‘Ben de Charlie’yim’in tavrı doğru da olsa o gürültüyü Batı, Paris’te kopardığı için etkili. Bizim başbakan bile orada. Hele Merkel ve Alman bakanların Türk bayrağı ile fotoları. Sarkozi Libya’yı bombalıyor. Hollande Mali’de. Bundan daha fazla kafa karıştırıcı ne olabilir?
Ama insanların çoğunluğu bunların aynı şeyin bin bir yüzünden biri olduğunun farkında değil. Üst uygarlığı temsil eden Batı kendine göre kavramlar yaratmış. Bazıları kendine ait olmayabilir. Ama o benimsemişse Batı uygarlığı oluyor. Savaşta milyonlar ölebilir. Öldürenler vatan için savaşıyorlarsa kahraman. Ne kadar çok öldürürse o kadar kahraman. Gary Cooper’in bir filmini anımsıyorum. Eğer bir çete sadece on kişi öldürüyorsa o zaman terörist.
Ben de politik mizah yapmak istesem ‘eğer bunları yapanlar kafayı yememişlerse ben de Kanuni Sultan Süleyman’ım,’ diyebilirim. Bu cinayetleri düşününce aklıma nedense Umberto Eco’nun ‘Gülün Adı’ romanı geldi. Sonra düşündüm ve Umberto Eco’nun romanını anımsadım ve filmini yeniden seyrettim. Kuzey İtalya’da Ortaçağ’da bir manastırda rahip cinayetleri. Boyunlarında haçlar.
KAN İÇİCİ YARATIK
Sevgili Okuyucular,
İnsanoğlu, her vesile ile kendi cinsinden olmayanı öldürüp yiyen hayvanlardan çok daha kan içici bir yaratıktır. Bunu sürdürüyor. Yani Aristo’nun dediği gibi, doğasına uygun hareket etmeğe devam ediyor. Çünkü aklı var. Aslan yer ama, işkence yapmaz. Örneğin aslan aslanın gözünü parmağını sokup çıkarmaz. İnsan genelde insan yemese de, kolunu keser, onu yakar. Çünkü aklı var. Güneş sistemini keşfediyor ama, bir bomba ile 100 000 kişiyi öldürmeyi de keşfediyor.
Peki uygarlık bunu engelledi mi? Hayır! Asya’da var, Afrika’da var. Amerika’da var. Avrupa’da var. Cinayet ilkel toplumlarda ne kadar törensel ise, uygar toplumlarda da öyle değil mi? İnsanlığı özel parantezlere alarak mı uygara dönüştürüyoruz?
Son günlerde Cezayir kökenli iki Fransız’ın korkunç resimlerini yayımladılar. İki terörist, kimi Müslümanlar için ise iki kahraman, resimleri çok rating yapıyor. Televizyonlar, gazeteler kâr ediyorlar. Cinayet olayına rating olarak bakarsanız, vahşi bir sokak savaşı çok rating, her gece televizyonda birbirini insafsızca öldüren Amerikalı haydut ya da polis çok rating. Kenya kurtuluş savaşında İngiliz askerleri ile Kiu Kiu çok rating. İki milyon kişilik ‘Je suis Mme le Pen’, çok rating, ama İslam düşmanlığı da çok rating.
Herhalde kapitalist TV’ler hiç bu kadar para kazanmadılar. Aptal insanlar bu rating için öldüklerini biliyorlar mı acaba?
DİNİ PARAMETRELER
Önemli bir yazar “Biz İslam’a değil, teröre karşı tepki duyuyoruz” demiş. Buna Avrupa’da herkes için kimisi için inanabiliriz miyiz? İslamcı terörün temelinde büyük devletlerle boy ölçüşemeyen ve idarecileri satın alınabilen cahil Müslümanların şiddete başvurmaları var. Bunu sözde dini parametrelere oturtuyorlar.
Birtakım çaresiz adamlar şiddet gösterisini güç gösterisi olarak görebilirler. Hele bu para ve şöhreti de birlikte getirirse bu alevlenmelerin bir buçuk milyarlık fakir ve ezilmiş İslam dünyasında ortaya çıkmaması olanaksız. Güçlü devletler bunu yasal olarak çok daha örgütlü ve öldürücü olarak yapıyorlar. Teröristler Fransız da olabilir, Afganlı da fakat hepsi fakir Müslüman.
Bunun sonucunun 15 Fransız’a ve birkaç yüz Amerikalıya karşı birkaç milyon Müslüman olduğunu da anlamamış görünüyorlar. Bu kafa karışıklığı. Onlara silah satan büyük teröristlerin de dünyayı anladıkları söylenemez. Belki onlardan daha az adam ölüyor ama, onların toplumları da terörize oluyor.
Peki bundan kim kazanıyor? Hiç zarar etmeyen bir grup var: Silah satanlar! Ne var ki burada psikolojik dengesi, ekonomik dengesi bozulan milyonlar, sokaklarda ne yapacağını bilmeden dolaşan milyonlar var.
Terörü şu ya da bu grupla eşdeşleştirmek, niyet ne olursa olsun, doğru seçilmemiş bir amaçtır. İnsanın hayvan jesti olarak yaptığı her şeyi her yerde lanetlemek gerekir.
Artık tarihi başka perspektiflerde incelemek gerek. Din terörü, silah terörü, emperyalist terör, İslam terörü, polis terörü, otoriter terör sonunda hepsi insanın hayvansal içgüdülerini kendi cinsi üzerinde denemesi demek! Bu gün bunun bir aracı var. Silah. Bu olmasa terör yine olabilir. Ama boyutu otomobil terörü kadar dehşetli olmaz.
İnsanlığın 2015’e kadarki tarihi, İlk çağ – uygarlık- ve yine ilk çağ olarak tamamlandı. Çember kapandı. Belki şimdi iklimsel değişmenin tetiklediği doğa terörüyle bu aşama bir kıyametle sonlanır. Silahsız, yani sömürü aracı sınırlanmış bir dünya. Hayal, akıl, insancıl irade ve gelişmiş toplum. Bu da yine Batı’da. Eğer olmuyorsa Batı toplumlarının sorumluluğudur.
İnsanın dünya üzerindeki hikâyesi ‘rating, rating – “ra ra re, ra ra re! diye bitmemeli!
Bu olaylara, Aristo’nun “Nikomakos Etiği’ kitabındaki gibi bakarsanız umut yok; Bir din fanatiği olarak bakarsanız çıkış yok; bir milliyetçi olarak bakarsanız çıkış yok.
Nasıl bakalım?

 Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet

Akp Hükümetinin Karnesi
Sevgili Dostlar,
Televizyon tartışma programlarına çıkan kadrolu yandaşlar, izleyenlerle adeta alay edercesine, AKP iktidarı ile ülkeye demokrasi ve özgürlükler geldiğini usanmadan, bıkmadan tekrarlayıp durmaktadırlar…
CHP Genel başkan Yardımcısı Sayın Ercan Karakaş, uluslararası kuruluşların resmi raporlarına dayanarak, 23.01.2015 tarihli Cumhuriyetin gazetesinin 2. Sayfasında olaylar ve görüşler bölümünde “AKP Hükümetinin 2014 Demokrasi Karnesi” başlıklı bir makale yazdı…
Bu makaleyi okuyanlar bilgi sahibi olmuşlardır. Okumayanlar için makaleyi satır başları ile bilgilerine sunmak ve bir soru ile yazımı bitirmek istiyorum…
İşte o makalenin satır başları;
*AKP hükümeti 12 yıl önce işbaşına geldiğinde halka “demokrasi, 3Y olarak tanımladığı yolsuzluk, yoksulluk, yasaklarla mücadele ve komşularla sıfır sorun” vaatlerinde bulunmuştu…
*Bugün gelinen noktaya bakıldığında, bütün bunların bir aldatmacadan ibaret olduğu açıkça görülmektedir.
*AKP’nin çoğunlukçu bir anlayışla otoriter bir rejim inşa etmekte olduğu açıktır.
*AKP hükümetinin ve AKP kadrolarının böyle bir demokrasi anlayışının çok uzağında bulundukları ortadadır. 2014 yılı dünya demokrasi endeksi araştırmaları da bu durumu bir kez daha teyit ediyor.
Bazı uluslararası kuruluşların 2014 demokrasi raporları;
*Ekonomist dergisinin aralık ayı başında açıklanan “Demokrasi Endeksi”nde Türkiye iki yıl öncesine göre iki basamak daha gerileyerek 167 ülke arasında 89. sırada yer alıyor. Yani Türkiye “tam” ve “kusurlu” demokrasiler grubunda değil, “hibrit” (melez) rejimler grubunda yer alıyor.
*Dünya Ekonomik Forumu 2014 Cinsiyet Ayrımı Endeksi’ndeki “Ekonomik katılım ve fırsat” kategorisinde Türkiye, 142 ülke içerisinde Cezayir, Etiyopya ve Umman gibi ülkelerin hemen üstünde; Surinam, Kamboçya ve Zambiya gibi ülkelerin altında 125. sırada bulunuyor.
*Avustralya merkezli Ekonomi ve Barış Enstitüsü tarafından hazırlanan ve silahlı çatışmaların yanı sıra askeri harcamalar ve demokratik ortam gibi kriterleri de içeren “Barış Endeksi’nde Türkiye, 162 ülke arasında ancak 128. sırada yer bulabiliyor.
 Aynı araştırmada insan hakları kategorisinde 10 üzerinden 3.8 alan Türkiye, basın özgürlüğünde 100 üzerinden 45.9 puan alabiliyor.
Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü (RSF), 2014 “Dünya Basın Özgürlüğü Sıralamasında” Türkiye’yi, 180 ülke içerisinde 154. sırada gösteriyor.
2005’te 98. sırada olan Türkiye, 2012 yılında 148. sıraya ve 2014’te 154. sıraya kadar gerilemiş oluyor.
*Dünya Şeffaflık Örgütü’nün Demokrasi Endeksi’nde Türkiye, 7.92 puanla Sri Lanka’yı ancak geçebiliyor; “siyasi katılım”da 3.89 puanla, otoriter rejimler kategorisindeki kimi ülkelerden bile geride kalıyor; “sivil özgürlükler”de ise Türkiye, 132. sıradaki Kazakistan’ın altına düşmüş bulunuyor.
*Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) 2014 İnsani Gelişmişlik Raporu’na göre, (eşitsizlik, yoksulluk, sağlık, eğitim, sosyal bütünleşme, güvenlik, uluslararası bütünleşme, çevre ve gelir dağılımı gibi konularda) Türkiye, 187 ülke ve bölge arasında 69. sırada yer alıyor.
Raporda dikkati çeken bir husus da Türkiye’nin “gelir eşitsizliği”nde, “insani gelişme değeri”nin yüzde 16 oranında gerilemesidir.
*Dünya Adalet Projesi’nin araştırmasına göre, “2014 Küresel Hukukun Üstünlüğü Endeksi” genel sıralamasında 99 ülke içinde 59. sırada yer alan Türkiye, Temel Haklar kategorisinde 78, Açık Devlet 69, Düzen ve Güvenlik 67, Düzenleyici Uygulama sıralamasında 38, Yolsuzluğun Yokluğu sıralamasında 35 ve Sivil Adalet sisteminde 47. sırada yer alıyor.
*Diğer yandan Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde de en çok tazminat ödemeye mahkûm olan ülke durumunda. Bu mahkûmiyetlerin başında ise ifade ve basın özgürlüğü ihlalleri ve yargılamalardaki hukuksuzluklar geliyor.
*AKP hükümeti AİHM kararlarını dikkate almıyor. AİHM’nin zorunlu din dersinin kaldırılması konusundaki kararını yok sayıyor. Her defasında hükmedilen tazminat cezalarını ödemekle yetiniyor. Ama ilgili yasaları ve uygulamaları evrensel hukuk standartları ile uyumlu hale getirmiyor. Bu tutumuyla da anayasanın 90. maddesini yok sayıyor. Yani anayasa suçu işlemeye devam ediyor. Türkiye’nin üçüncü sınıf bir demokrasi olmasının ve demokratik dünyada saygınlığını giderek yitirmesinin sorumlusu, 12 yıldır ülkeyi yöneten AKP hükümetidir.
Sayın Karakaş, resmi raporlara dayanarak böyle diyor…
Siz ne diyorsunuz?

23.01.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı


Hainliğin Tanımını Değiştirmek İsteyen Yalakalar
İsimleri lazım değil, sürekli olarak, yalan ve yanlış bir şekilde her konuda AKP'nin savunuculuğunu ve yalakalığını yapan, kendilerini Tayyşp Bey'in ve AKP'nin tetikçisi olarak gören, tek görevleri parti yönetimine mutlak şekilde itaat olan, milletvekilliği geleceklerini ve siyasal çıkarlarını bu yalakalıkta gören bazı kişiler, dört eski bakanın Yüce Divan'a sevk edilip edilmeyeceklerinin oylannası sırasında, dört eski bakan'ın Yüce Divana sevk edilmeleri yolunda oy kullanan vicdanlı ve kendi iradelerine göre hür olarak davranabilme yeteneğine ve temyiz kudretine sahip kişileri hain olmakla suçlayarak, Türk Milletinin bir kısım vekillerine hakaret etmeyi, onları bulup çıkarmak için peşlerine düşmeyi, bu konuda çığırtkanlık yapmayı, kendilerine görev saymışlardır.

Vicdan sahibi olma, kendi vicdanının sesine göre ve kendi hür iradesiyle davranabilme yeteneğini kaybeden, karşı görüşlere saygı göstermenin, demokrasinin bir erdemi olduğunu idrak etmekten aciz olan bu kişilerin; kendi vicdanlarının sesini duyarak, kendi hür iradeleriyle oylarını kullanan bazı AKP'li milletvekillerini hain olmakla suçlamalarını, demokrasi ve demokrasinin çok sesliliği ile açıklamak ve anlatabilmek, asla mümkün değildir.

Hür iradeleriyle ve vicdanlarının sesini dinleyerek dört eski bakan'ın Yüce Divan'a sevk edilmeleri yolunda oy kullanan ve kamuoyunda, AKP' nin fire veren milletvekilleri olarak adlandırılan milletvekillerinin, hainlikle suçlanmaları üzerine, acaba hain kelimesinin anlamı değişti de bizim mi haberimiz olmadı diye bir şüpheye kapıldık doğrusu.

Hemen İnternete girerek google sayfasını açıp, “Hain ne demektir?” kelimesini yazıp tuşa batığımızda karşımıza çıkan bilgilere bir baktık ki; hain kelimesinin anlamında hiçbir değişiklik yapılmamış, hain; bizim eskiden bildiğimiz gibi; zarar vermekten, üzmekten veya kötülük yapmaktan hoşlanan, kötü niyeti olan kimse anlamına gelen bir kelimedir.

Hain kelimesinin, bizim bildiğimiz eski anlamında bir değişiklik olmadığına göre, bu işte bir hainlik olduğu görülmektedir.

Türk Milletine ve parti olarak da, AKP' nin kurumsal manevi şahsiyetine karşı asıl hainliği ve saygısızlığı yapan kişilerin; fire olarak adlandırılan, temyiz kudretlerine sahip, kendi iradeleriyle görüş ve oylarını bildirebilme ehliyetine sahip, Türk Milleti adına ve onların gerçek vekilleri olarak hareket eden AKP milletvekillerinin değil, onları hainlikle suçlayan kişilerin olduğu bilinmelidir.

Fire vermekle ve hainlikle suçlanan milletvekilleri ne yapmışlar? Yolsuzluk ve rüşvetle suçlanan ve haklarında makul ve kuvvetli suç şüpheleri bulunan dört bakanı, peşinen suçlu ilan edip mahkum mu etmişler? Hayır, sadece bu iddialarla yargılanmalarını ve gerçekten suçsuz iseler, Yüce Divanda aklanmaları için dört eski bakana imkan tanımışlardır.

Asıl hainlik nedir ve kimler haindir, biliyor musunuz?

Şayet bilmiyorsanız veya bilip de bilmezlikten gelerek masumlara iftira ediyorsanız,  hainliğin ne olduğunu ve kimlere hain denilmesi gerektiğini biz açıklayalım.

Hazır mısınız?

Öyleyse başlayalım; dört eski bakanın suçsuz olduklarına ve haklarında Yüce Divana sevkleri için delil bulunmadığına, gerçekten samimi olarak inanarak, siyasi hiçbir çıkar gözetmeden, dört eski bakanın Yüce Divana sevk edilmemelerine yönelik oy kullanan ve aksine oy kullanan arkadaşlarına da saygı duyarak onları hainlikle suçlamayan AKP' li Sayın Milletvekillerini ayrı tutarak, kendi siyasal geleceklerini ve milletvekilliklerini garanti altına almak için, siyasi çıkarları uğruna, kurum olarak mensubu oldukları partilerinin ve adlarına Mecliste Milletvekili sıfatıyla görev yaparak yasama yetkisini kullandıkları Türk Milletinin menfaatlerini değil, adları yolsuzluk ve rüşvet iddialarına karışmış bulunan parti yöneticilerine ve eski bakanlarına körü körüne hizmet edip, partilerine, Türk demokrasisine ve Türk Milletine zarar vermek, üzmek ve kötülük yapmak, asıl hainlik olup, böyle davrananlara da gerçek hain denir.

Bu böyle biline.

22/01/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Sizleri yürekten kutluyoruz!
Yolsuzluk ve rüşvetle suçlanan ve dün (20/01/2015) Mecliste yapılan oylamalar sonucunda, AKP li milletvekillerinin oylarıyla sözüm ona aklanan dört eski bakan beyler; çok arzuladığınız sonucu aldığınız ve Yüce Divanda hesap vermekten şimdilik kaydıyla kurtulduğunuz ve şöyle bir rahatladığınız için, sizleri yürekten kutluyoruz!
Tayyip Bey; ucunun size ve sevgili mahdumunuza da değeceğinden endişe duyduğunuz bu yolsuzluk ve rüşvet iddialarının üzerlerinin örtülmesi için Başbakanlık nüfuzunuzu ve yetkilerinizi, AKP Meclis grubundaki çoğunluğu teşkil eden milletvekilleri üzerindeki baskı ve nüfuzunuzu kullanmaktaki maharetiniz ve iş bitiriciliğiniz ve alınan sonuçtaki çok önemli katkılarınız nedeniyle, sizi de yürekten kutluyoruz!
Meclis Soruşturma Komisyonunun AKP'li başkanı ile sekiz üyesi; özellikle de komisyonun başkanı; bu engin hukuk bilgisi ve adalet anlayışınızdan dolayı,Meclis öncesinde Cumhuriyet Başsavcılığı makamına yükselmeniz ve sonrasında da, AKP'den üst üste milletvekili seçilerek, bu engin hukuk bilginizi ve adalet anlayışınızı Meclisteki çalışmalarınıza da yansıtarak, savcılığınız döneminde, belki de çok daha zayıf delillerle ve hukuk dışı yollarla elde edilen delillere sarılarak gözünüzü kırpmadan sayısız kamu davaları açmanıza rağmen, hukuk anlayışınızda evrim yaşayarak, yolsuzluk ve rüşvetle suçlanan dört bakan için, hukuk dışı yollardan elde edilen delilleri delil olarak kabul etmeyerek dört bakanın Yüce Divana sevk edilmemesi yolunda oy kullandığınız, mahkemeden gizlice gizlilik kararı alarak dosyayı kamuoyundan ve komisyonun muhalefet partileri üyelerinden dahi kaçırdığınız, dizi pusulası bahanesiyle savcılığa iade ettiğiniz dosyadaki delilleri buharlaştırıp kararttığınız için, sizleri de yürekten kutluyoruz!
Türkiye Büyük Millet Meclisinin, yolsuzluk ve rüşvetle suçlanan eski dört bakanın aklanması lehinde oy kullanan AKP'li milletvekilleri; bildiğimiz kadarıyla mütedeyyin olmanıza, sözüm ona Allah korkusu, hak, adalet, dürüstlük, kul hakkı yememe, helal, haram gibi değerlere sahip olduğunuzu iddia etmenize, en azından cuma namazlarını kaçırmamanıza, cumadan cumaya Allah'ın huzurunda secdeye gelmenize, Allah'ın yüceliğine ve gizli ve açık her şeyi görüp işittiğine inanmanıza rağmen; Yüce Allah'ın, dürüstlük ve namus, harama el uzatmama ve kul hakkı yememe, kula kul olmama konusundaki emir ve yasaklarını çiğneyerek, dört eski bakanın Yüce Divana sevk edilmemeleri konusunda oy kullanmak suretiyle, Allah'ın bildiğini kullarından saklamadığınız ve Yüce Allah'a ve onun emir ve yasaklarına karşı gelme cesaretini gösterdiğiniz için, bu cesaretinizden dolayı, sizleri de yürekten kutluyoruz.
Son kutlamamız da, 17 ve 25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet iddialarına rağmen, bu iddiaların üzerlerini örtme çabası içine giren AKP'yi, oy sandıklarında desteklemeye devam eden ve yolsuzlukla suçlanan AKP iktidarına destek çıkarak cesaretlendiren ve dört eski bakanın, bu oylarla aklandıkları yolunda algı yaratılmasına neden olan AKP seçmeninedir.
Tüm bu yolsuzluk ve rüşvet iddialarına ve bu iddiaların yargıdan kaçırılarak üzerlerinin kapatılmasına yönelik çabalarına rağmen AKP'ye oy veren Türk seçmeni; sizleri de yürekten kutluyor, başarılarınızın devamını diliyoruz!

21/01/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Aldınız mı boyunuzun ölçüsünü?
Size söylüyorum;
-Paralelciler…
-Haşhaşiler…
-CHP’liler…
-MHP’liler…
-Aydınlar…
-Dürüst geçinenler…
-Yandaş olmayan kalemşorlar…
Hani yolsuzluk, rüşvet,  hırsızlık vardı…
Ortalığı ayağa kaldırdınız…
Yok dedik…
İftiradır dedik…
Paralel işidir dedik…
İnandıramadık…
Bizler dini bütün insanlar olarak…
“Yolsuzluk yapan babamızın oğlu olsa bile kolunu keseriz”, demedik mi?..
Dedik, yine inanmadınız…
Hem yüce kitabımızda da böyle demiyor mu?
“Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah’tan bir ceza olarak ellerini kesin.”  (Maide 38)
Biz yolsuzluk yapıldığına inansaydık, ellerini kesmez miydik?
Soruşturma Komisyonunu kurduk…
Tüm muhalefet oradaydı…
Gözlerinizin önünde en tarafsız! En adil soruşturmayı yapmadık mı?..
Yolsuzluk yaptıkları ve rüşvet aldıkları konusunda kanıt bulmadığımız için…
Eski Bakanlarımızın Yüce Divana gitmemelerine karar verdik…
Ona da itiraz ettiniz, kanıt var dediniz…
Hanı nerde kanıt, olsaydı Cumhuriyet Savcılığı dava açardı…
Raporumuzdan daha kapsamlı muhalefet şerhi yazdınız…
Çok yazan kazanır sandınız…
Amacınız, üzüm yemek değil bağcı dövmekti…
Dövdürmedik…
Milli iradeden aldığımız güçle bu niyetinizi boşa çıkardık…
TBMM Genel Kurulunda onlarca önerge verip, eski Bakanlarımızın yüce divana gitmesini istediniz…
Biz ne yaptık…
Yolsuzluk yapıldığına, rüşvet alındığına inanmadığımız! için…
Aslanlar gibi oylamayla tüm istekleriniz reddettik…
İçimizden çıkıp kabul oyu kullananları…
 İhanet etmekle suçlayarak, ayıplarını yüzlerine vurduk…
Şimdi peşlerindeyiz, milletvekilliğini bir daha rüyalarında görürler…
Hala konuşuyor, Yolsuzluk ve rüşvet savlarınızı tekrarlıyorsunuz…
Yahu bozunuzun ölçüsünü ne zaman alacaksınız…
İşte bu kadar…

21.01.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Amerikada Ermeni Meselesinin  Doğumu
2015 yılı hem yurt dışı ve hem de yurt içinde yaşayan vatandaşlarımız için çok çetin bir yıl olacak. Hiç şüphe edilmemeli ki Diyaspora Ermenileri ve onlara destek veren toplumlar ve kurumlar Ermeni Tehcir olayının 100ncü yılını ülkemize ve halkımıza nefret tohumları ekerek anacaklar. Diğer ülkelerde olduğu gibi ABD halkı da bu faaliyetlerle yoğun bir şekilde meşgul olacak.     Amerikan halkının bu konuya neden bu kadar ilgi gösterdiği ve 1915 olaylarını bir soykırım olarak tanımaya neden bu kadar hazır olduğu Türk kamuoyunca pek bilinmeyen ve garipsenen bir durumdur. Ancak geçmişte Ermeni olaylarının en fazla işlendiği toplum Fransa ve İngiltere'den de çok Amerikan halkıdır. Günümüzde ABD 'de meydana gelecek gelişmeleri değerlendirebilmek için olayların başlangıcı ile ilgili bilgilerin hatırlanmasının yararlı olacağına inanıyoruz.

J. B. Gidney “A Mandate for Armenia/Ermenistan için bir Manda” adlı kitabında, Amerikalıların Ermeni meselesi ile nasıl tanıştığını şöyle anlatıyor:
“Bu çalışmamdan haberi olan tanıdık herkes, Ermeniler hakkında çocukluğunda çok şey duyduğunu belirtmektedir. Önüne konan her şeyi yemek istemediği zaman annesinin hemen Ermenileri öne sürdüğünü, ‘Ermeniler bunları bulsalar ne kadar memnun olurlar’ veya Ermeniler açlık çekerken bu yiyecekleri bırakmaktan utanmalısın’ diye çıkıştığını söylemekteydiler. Bu sözler diğer kişilerin hatıralarıyla uyuşuyor. Hatta bu gün bile herhangi bir kişinin, ‘Ermeniler hakkında bütün bildiğim onların açlık çektiğidir’ dediğini duyabilirsiniz.
Bu gibi ve benzer mütalaalar onların hikâyesini anlatır. Bir dönemde Amerika’da Ermeniler için yaygın bir sempati oluştu. Bu sempati misyoner gayretleriyle beslendi, sadece kiliseler tarafından değil gazete ve dergilerde canlı tutuldu ve Birinci Dünya Savaşı sırasında Türklerin zulmü nedeniyle acı çeken Ermenilere yardım kampanyaları düzenlendi.
Sempati anlayışa mani oldu. Hatta bugün bile milyonlarca Amerikalıların çocuklarında ‘Türklerin Allah adıyla isimlendirilen sahte bir tanrıya taptıklarını, ona en büyük hizmetin, ona inanmayan herkesin öldürülmesi olarak kabul ettiklerini öğrendiklerini’ söyleyebiliriz. İşte bu nedenle Ermeniler, Hıristiyanlığa bağlılıkta sadakat gösterdikleri için öldürülüyorlar.”deniyor (1)
1920 yılından itibaren çocuklara Pazar okulları ve İncil derslerinde iyi Somaritan’ların zulme uğrama sahneleriyle süslü hikâyeler, Ermenilerin durumunun anlatılmasına yardımcı oluyordu. ... Kısaca söylemek gerekirse Amerikalılar Ermenilere Türkler tarafından yapılan çirkin muamelelerin nedenleri hakkında tamamen yanlış bilgilere sahipti ve gerek kendi ülkelerinin gerekse diğer Hıristiyan ülkelerin oynadığı rol hakkında bilgileri yoktu. Ermenilere karşı duyulan sempati, Türklere karşı duyulan nefretten fazla genel değildi. Avrupa güçleri de Ermenileri koruyamadıkları için sert biçimde tenkit ediliyordu.” (2)
“Ermenilerin kaderi ile ilgili olarak 1896 yılında Kongre’ye birkaç yasa teklifi verildi. Yazarlar aşırı milliyetçilik ve Monroe Doktrinini değiştirip nefret edilen İngilizlerle müşterek çalışma imkânı doğuncaya kadar konuyu tahrik etmenin uygun olmayacağını anladılar. Bu anlayış sağlanıncaya kadar Ermeniler dinlerine bağlılıkları nedeni ile öldürülüyorlardı.” (3)
Bu anlayış Türkiye’deki Amerikan misyonerlerin öğretilerinden farklı değildi. İlkel dinsel fanatizmi, devamlı okşayan, olayları daima Türk ve Müslümanların aleyhine olabildiğince egzejere edilerek aktarmayı cazip gören, kolay, sadece inanca dayanan, güçlü fakat gerçek dışı bir anlayış.
Oysa gerçek durumu yakından incelenmiş olan bir rahip Y. G. Çark, 1953 yılında yayınlanan eserinde “Eğer Türkler İstanbul’a gelmemiş veya gelmeleri gecikmiş olsaydı. Ermenilerin İstanbul’a yerleşmeleri ve gelişmeleri pek şüpheli olacak, hatta belki de izleri bile bulunamayacaktı.” (4) sözleri ile bazı gerçekleri hatırlatacaktır.
Yer yer temas ettiğimiz gibi, psikolojik olarak Avrupa gibi Amerika da beyaz ırkın ve Hıristiyanların üstünlüğüne inanıyordu. Bu nedenle Batı diğer ırk ve milletleri yönetme, eğitme ve medenileştirmenin kendileri için tabii bir hak olduğu inancını taşıyorlardı. Batılılar diğer halkları, Hıristiyanlaştırma ve Batı kültürü anlayışı ve yaşamına kavuşturmayı bir insanlık görevi olarak telakki ediyorlardı (5) ve biz bunu nasıl yapmaya çalıştıklarını bazı yazılarımızda anlatmaya çalıştık.
Dinsel anlayışlarda özgürlüğe ve tek ve çok tanrılı bütün dinlere saygılıyız ancak İslâm dini için haksız yere yanlış iddialar için basit bir örnek sunmak istiyoruz. Osmanlı Kanunnamelerinde yüzlerce yaşta olan bir madde, Türklerin Hıristiyanları bırakın öldürmeyi veya baskı altına almayı, tam tersine kendi dinlerine saygılı olmayı teşvik ettiğinin bir göstergesidir.
Kanun şunu emrediyor: “Hıristiyan olan bir şahıs, sonradan papaz olur ve bunu da Hıristiyanların menfaati için yaparsa, ispençe ve haraç (Hıristiyanlardan alınan vergiler) alınmaz”. (6) Merak ediyor ve sormak istiyuruz, acaba Avrupa veya Amerika’nın hangi beyaz, hangi medeni Hıristiyan ülkesinin kanunlarında, ülkedeki diğer dinler, mezhepler veya milletler için buna benzer bir hak tanıyan madde var?
Profesör Yurga’nın Türk-Ermeni ilişkileri ile ilgili gözlemleri şöyledir: “Türkler tarafından Ermenilere başka milletlere gösterilmeyen hürmet ve saygı gösterilmektedir. Ermeniler, Rumlardan fazla Türklere verilmiş mezhep hürriyetine sahiptirler” (7) Bu gerçek nasıl unutulabilir ki?


DİPNOTLAR:

(1) James B. Gidney, A Mandate For Armenia, s.41-42 (The Kent State University Press, Ohia –196).
(2) Aynı Eser, s.42.
(3) Aynı Eser, s.42-43.
(4) Y. Çark, Türk Hizmetinde Ermeniler, S1 (İstanbul – 1953).
(5) The Eastern Question: imperialism and The Armenion Community, Bayram Kodaman, s.7 (İnstitute for the Study of Turkish Culture, Ankara – 1987).
(6) Cemal Anadol, Tarihin Işığında Ermeni Dosyası, s.56 (İstanbul – 1982).
(7) Prof. N. Yurga, Geschichte des Osmanischen Reciches, Cilt-5, s.606.


Dr. M. Galip Baysan

Toplantının Gündemi Çok Önemlidir
Cumhurbaşkanı Tayyip Bey; Cumhurbaşkanı olarak bugün (19/01/2015) Beştepedeki kaçak sarayında Bakanlar Kurulunu toplayacak ve önceden Dünya aleme ilan ettiği, alışılmış bir Cumhurbaşkanı olmayacağına ilişkin savını ilk kez uygulamaya koyacaktır.

Anayasasına göre, bir hukuk devleti olan ülkemizde, Cumhurbaşkanının yetkileri; tarafsız, partiler üstü ve sorumsuz konumu nazara alınarak, Anayasamızda açıkça belirtilmiş olup, Cumhurbaşkanları; her ne sebeple olursa olsun, kendilerine, kişisel tercihlerine ve keyiflerine göre, alışılmamış Cumhurbaşkanı olmak gibi bir rol ve yetki tayin edemezler.

Anayasanın 8. maddesine göre, ismi yürütme organı içinde anılmasına ve  yine 8. maddede yer alan,“yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.” hükmüne rağmen, Anayasaya göre, doğal başkanının, Başbakan'ın kendisinin  olduğu Bakanlar Kurulunu toplama ve başkanlığını yapma görev ve yetkisi, kural olarak, ülkenin yönetiminden ve Hükumetin genel siyasetinden, Bakanlarıyla birlikte sorumlu olan Başbakanına ait olup, yine Anayasamıza göre, Cumhurbaşkanlarının da, Bakanlar Kurulu toplantılarına katılma ve ona başkanlık etme yetkileri var ise de, bu yetki, parlamenter sistemin özelliğine ve bu sistem içinde yer alan Cumhurbaşkanlarının, partiler üstü, tarafsız ve sorumsuz konumlarına uygun olarak, ancak olağanüstü hal ve koşullarla  sınırlı istisnai bir yetkidir.

Bakanlar Kurulunun, hangi olağanüstü hallerde Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanacağı, Anayasamızın, 119, 120,121 ve 122. maddelerinde açık ve net bir şekilde hüküm altına almıştır.

Anayasanın, ilgili maddelerinde öngördüğü bu istisnai durum ve koşullar dışında, olağan koşul ve gündemlerle bu yetkinin kullanılmaya kalkışılması, Anayasaya aykırı ve bir yetki gasbı sayılmalıdır.

Tayyip Bey, aklı her estiğinde ve her canı sıkıldığında, Bakanlar Kurulunu toplantıya çağırmamalı veya Başbakanın toplantıya çağırdığı Bakanlar Kuruluna, sürpriz bir kararla başkanlık yapmaya kalkışmamalıdır. Zira, Anayasanın 112. maddesine göre, Bakanlar kurulunun asıl ve tek başkanı Başbakandır ve hükumetin genel siyasetinin yürütülmesinden Başbakan ve Bakanlar sorumlu olup, Cumhurbaşkanının bir sorumluluğu bulunmamaktadır.

Bir örnek vermek gerekirse, Başbakanlığı döneminde Kanal İstanbul projesini ortaya atan ve bunu hayata geçiremeden Cumhurbaşkanı seçilen Tayyip Bey'in, bu projesine yeni Hükumetin ilgisiz kalması nedeniyle, Bakanlar Kurulunu toplantıya çağırarak, kendi başkanlığında bu projenin hayata geçirilmesini tartışmaya açmaya ve bu konuda Bakanlar Kurulunda bir karar alınmasını sağlamaya veya bazı alanların imara açılmasının tartışılıp karar altına alınmasına asla ve asla yetkisi bulunmamaktadır.

Bu nedenle, bugünkü toplantının gündemi çok önemlidir.

Şayet, Tayyip Bey;  Cumhurbaşkanı sıfatıyla yetkili olduğu, Anayasanın ilgili maddelerinde öngörülen istisnai ve olağanüstü bir hal ve durumun varlığını düşünerek ve bu durumun görüşülüp tartışılıp bir karar alınmasına yönelik bir gündemle toplantı çağrısı yapmış ve toplantının gündemini buna göre oluşturmuş ise, Anayasaya uygun olan bu çağrıya ve toplantıya bir diyeceğimiz olamaz.

Anayasanın 119. maddesine göre; Tabii afet, tehlikeli salgın hastalıklar veya ağır ekonomik bunalım hallerinde, ülkenin tümünde veya belirli yerlerinde olağanüstü hal ilan etmek üzere toplanan Bakanlar Kurulu toplantısına,

Anayasanın 120. maddesine göre; Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddi belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması hallerinde, yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde, olağanüstü hal ilan etmek üzere toplanan Bakanlar Kurulu toplantısına,

Anayasanın 121. maddesine göre; Bakanlar Kurulunun ilan ettiği Olağanüstü hal süresince, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda, kanun hükmünde kararnamelerinin çıkarılmasına karar vermek üzere toplanan Bakanlar Kurulu toplantısına,

Anayasanın 122. maddesine göre; Anayasanın tanıdığı hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelen ve olağanüstü hal ilanını gerektiren hallerden daha vahim şiddet hareketlerinin yaygınlaşması veya savaş hali, savaşı gerektirecek bir durumun başgöstermesi, ayaklanma olması veya vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşüren şiddet hareketlerinin yaygınlaşması sebepleriyle, yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde sıkıyönetim ilan etme kararını almak üzere toplanan Bakanlar Kurulu toplantısına,

Yine Anayasanın 122. maddesine göre, Sıkıyönetim süresinde,sıkıyönetim halinin gerekli kıldığı konularda kanun hükmünde kararname çıkarılmasının karar altına almak üzere toplanan Bakanlar Kurulu toplantısına,

Anayasa gereği, Cumhurbaşkanı da katılacak ve Bakanlar Kuruluna başkanlık edecektir.

Tayyip Bey; Bakanlar Kurulunu toplama ve ona başkanlık etme görev ve yetkisini, Anayasanın, yukarıda açıklamaya çalıştığımız  hüküm ve ilkelerine göre değerlendirmeli ve fiili başkanlık sistemini uygulamaya koyduğunu gösteren yetki aşımında bulunarak, ülkeyi kaosa sürüklememeli ve  meşruiyetini tartışma konusu yapmamalıdır.

19/01/2015
Güner YİĞİTBAŞI İzmir Barosu Üyesi Avukat

7 Ocak 2015 günü Paris’te mizah dergisi Charlie Hebdo’ya karşı düzenlenen ve 12 kişinin öldürüldüğü terör eylemi sonrasında dünya ayağa kalktı…
Fransa Cumhurbaşkanının isteğine uyan birçok Devlet Başkanı, Paris’te toplanarak Demokrasi ve özgürlükleri koruman adına terörü lanetlediler…
Türkiye Cumhuriyetini temsilen Başbakan Ahmet Davutoğlu’da bu lanetlemeye katıldı…
Cumhuriyetle yaşıt, Cumhuriyet Gazetesi kuruluşundan bu güne kadar demokrasi, hukuk devleti ve özgürlüklerin savunuculuğunu yapmayı temel ilke edinmiş ve bunu ödünsüz bir şekilde yerine getirmektedir…
Charlie Hebdo’ya saldıranlar, dini değerlerimize hakaret edildiğini savlayarak bu eylemi gerçekleştirdiler…
Charlie Hebdo yazar ve çizerleri;
-Milli ve manevi değerlere saldırmış…
-Düşünce özgülüğünü kötüye kullanmış…
-İnsanları incitmiş…
-Hakaret ve küçük düşürme suçunu işlemiş…
Olabilirler…
Bunun yaptırımı, asla ve asla öldürmek değildir ve olmamalıdır…
Dünyayı ayağa kaldıran terör örgütünün bu düşüncesi ve eylemidir…
Cumhuriyet Gazetesi bu canavarca saldırının hedefinin ifade özgürlüğü olduğunu kabul ederek, 14 Ocak 2015 günlü gazetede olay sonrasında 3 milyon basılan Charlie Hebdo özel sayısından 4 sayfa yazı ve karikatür seçkisini gazetede yayımlayınca kıyamet koptu…
Sağcı basın adeta gazeteye linç kampanyası başlattı…
İşin garibi, Paris’e gidip terörü lanetleyen devlet başkanlarına katılan Başbakan Ahmet Davutoğlu bu kez, düşünce özgülüğünü savunan Cumhuriyet gazetesini tehdit eder şekilde açıklamalarda bulundu…
Cumhuriyetin yayımladığı seçkilerde Hz. Peygamberimize bir hakaret söz konusu olmadığı halde Başbakan, Cumhuriyetin bu dayanışmasını, “Bu basın özgürlüğü değildir, basın özgürlüğü ile hakaret etme alçaklığını yan yana koyamayız”  şeklinde değerlendirdi…
Bundan cesaret alan ve kendilerini İslamcı diye tanıtan kişilerde Cumhuriyet gazetesini ablukaya alarak tehditlerini sürdüler…
Kutsal dinimizin peygamberi Hz. Muhammet, yalnız AKP ve onun düşüncesinde olanların peygamberi değil, hepimizin peygamberidir…
Küçük düşürülmesini, hakaret edilmesini hiç birimiz kabullenmeyiz…
Cumhuriyet Gazetesine yapılan saldırı ve linç kampanyasının asıl nedeni, yandaş basın içinde yer almayıp biat etmemesidir…
Bu haksız ve yersiz saldırıyı kınamak her aydının görevi olmalıdır…
Ben kendi adıma kınıyorum…

16.01.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Ananın Bacak Arasını Düşman Askerinden Kurtaran O Reklam Arasıdır
Tayyip Bey'in, muhteşem zekasıyla, Filistin Devlet Başkanını Aksarayda karşılama töreninde sahneye koyduğu çağ dışı tiyatro gösterisi ile 600 yıllık İmparatorluğun 90 yıllık reklam arası sona erdirilmiş.

AK Parti Balıkesir Milletvekili Tülay Babuşçu, böyle buyurmuşlar.

Doksan yıllık reklam arasına sen kurban ol arkadaş.

Sen, yat ve kalk, hasta düşen Osmanlıya doksan yıllık reklam arasını verenlere dua et.

O doksan yıllık reklam arası olmasaydı, yani, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ve silah arkadaşları, ülkeyi düşmandan kurtarıp çöken Osmanlının küllerinden modern ve laik Türkiye Cumhuriyetini kurmamış olsaydı, annenin bacak arasını, ülkeyi paylaşmaya kalkışan emperyalist düşman askerlerinin saldırısından kim koruyacaktı hiç düşündün mü, sen bugün Osmanlılığın ile övünebilecek miydin?

Dedelerin ve baban, belki de Yunanlı, İtalyan,İngiliz, Fransız olacak ve bugün, Osmanlılığın ile değil, İtalyanlığınla, Fransızlığınla, İngilizliğinle övünecektin.

Ne akılsızca, düşüncesizce ve nankörlükle yapılan bir yorum.Bu yorumu yapanın normal bir insan olması asla düşünülemez.

Sen, Osmanlı mısın, yoksa Türkiye Cumhuriyetinin bir vatandaşı mısın?

Sen, Osmanlı Meclisi Mebusanının milletvekili misin, yoksa Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisi'nin milletvekili misin, sahi sen nesin?

Doksan yıllık laik Türkiye Cumhuriyetini, Osmanlı'nın reklam arası olarak nitelendirmek ve Aksaraydaki karşılama töreninde sahneye konulan tiyatro ile Türkiye Cumhuriyeti reklam arasının sonlandığı yorumunu yapmak, Türkiye Cumhuriyetine ve vatanına ihanettir, alçakça bir saldırıdır,

Türkiye Cumhuriyetine yapılan bu hakaret ve terbiyesizlik, asla karşılıksız kalmamalıdır.

Türkiye Cumhuriyetine bu hakareti ve terbiyesizliği yapan bir kadının; Türk kadını olarak saygı görmeye ve Türkiye Cumhuriyetinin Büyük Millet Meclisinde milletvekili olarak görev yapmaya hakkı yoktur.

Türkiye Cumhuriyetinin Büyük Millet Meclisinde milletvekilliği yapmasına ve göreve başlarken Cumhuriyet değerlerine bağlı kalacağına dair şerefi ve namusu üzerine yemin etmesine rağmen, doksan yıllık Türkiye Cumhuriyetini, Osmanlının reklam arası olarak yorumlayarak değersizleştirmeye çalışan bu zavallının şeref ve namusunu kim kurtaracak bilemiyoruz.

Laik Cumhuriyeti, Atatürk devrim ve ilkelerini bir türlü kabullenip hazmedemeyen ve  Osmanlı özlemi içinde yanıp tutuşan zihniyetin temsilcilerini kınıyoruz.


16/1/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Perincek Yalnız Bırakılmamalı
Yıllar önce bu başlık altında yazdığımız yazıyı hatırlayan varmı? Bilemem ama olayın üzerinden 10 seneye yakın bir süre geçtiği için belki hatırlanmayabilir. Bu nedenle biraz özet bilgi vermemiz yararlı olabilir.
Lozan Mahkemesi,  hafızam beni yanıltmıyorsa 2006 yılı8nın Mart ayında Diaspora Ermenilerinin şikayeti üzerine açılan bir dava sonucu Perinçeği 90 gün hapis karşılığında, her gün için 100 frank hesap edilerek 9.000 İsviçre frangına mahkûm etmiş ve cezayı 2 yıl tecil etmişti. Perinçek’e ayrıca 3.000 frank para cezası verilmiş, ülkedeki Ermeni Cemaatine sembolik olarak 1.000 ve davayı açan Sarkis Şahinyan isimli Ermeniye de 10.000 frank ödenmesi istenmişti. Perinçek bu bu karara İsviçre Federal Mahkemesine müracaat ederek itiraz etmişti. Federal Mahkemenin bu kararı onaylaması ile Ermeni Toplumu lehinde verilen karar kesinlik kazanmış oldu. Mahkeme kararında” Pek çok tarihçinin, Avrupa Parlementosunun ve pek çok ülke Meclisinin Ermeni iddialarını kabul etmiş olmasını” gerekçe göstermişti.
Perinçek bu haksızlığa boyun eğmemiş ve büyük bir cesaretle ve güvenle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine müracaat etmişti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İsviçre Hükümetine Karşı Ermeni soykırım iddiaları ile ilgili davada Perinçek, daha doğrusu Türk Halkı lehinde karar verince Ermeni Diasporası durmamış ve bir karşı dava ile konuyu günümüze taşımış oldu. İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği karar; Tehcir olayının 100ncü yılına yaklaştığımız şu günlerde Türk tarafının elini son derecede güçlendirmiştir. Bu ayın sonunda görülecek dava işte bu davanın Ermeni versiyonudur.
 Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde kazanılan dava sonucu nedeniyle, şu anda bütün kararları ulusumuzca tartışılan bir mahkemenin verdiği bir kararla yurt dışına çıkış yasağı bulunan Doğu Perinceğe ulusça büyük saygı duymalı ve şükranlarımızı sunmalıyız. Perinceği hiç tanımayan bir vatandaş olarak belirttiğimiz bu görüşler Ermeni Meselesi konusunda yıllarca süren araştırmalar yapmış ve 50 yıldır yakından ilgilenmiş ve hatta Ermeni dostu bile sayılabilecek bir Türk vatandaşı olarak samimi görüşlerimizdir.
 Perinceğin Ermeni Diyasporasının itirazı ve talepleri ile dava yeniden ele alınarak yenilenen bu davada bulunması veya bulunmaması sonucu ve kararı şüphesiz büyük ölçüde etkileyecektir.
  Bu dava öyle böyle alelade bir dava değildir. Bu dava Osmanlı Yönetimini baştan aşağı karalayan bir davadır. Günümüz yöneticileri ne sadece inkâr ne de “bu işi İttihatçılar yaptı, bizler sorumlu tutulamayız” anlayışı ile sıyrılamazlar. Bu iş işte böyle mahkemelerde ve uluslar arası arenada yüz yüze görüşerek ve hesaplaşarak çözülmelidir.
İddia açıktır: “Birinci Dünya Savaşı sırasında Türk yöneticileri tarafından dinsel güdü kaynaklı ve bilinçli olarak soykırıma uğratılmış ve 1,5 milyon Ermeni kadın, erkek, çoluk, çocuk demeden yok edilmiştir.” Buna karşılık Türk tarafı olayı “savaş sırasında İsyan eden bir bölge ve halkın bölgeden tahliyesinin sağlanması için alınan mecburi savunma tedbiri” olarak göstermek istemektedir. Yani bir taraf kendi halinde yaşayan, masum bir halkın sırf farklı dinden olması nedeni ile kasıtlı olarak katledildiğini savunurken, diğer taraf Ermeni yurttaşların savaş sırasında isyan ederek düşmanla işbirliği yaptığını bu nedenle cezalandırılmaları gerektiğini ve cezalandırıldıklarını savunmaktadır.
Ermeniler ve onları destekleyen dış güçler 100 yıla yakın uğraşmalarına ve savaş sonunda 4 yılı aşkın Osmanlı Devletinin en gizli arşivlerini ellerinde bulundurmalarına rağmen soykırım yapıldığını gösteren hiçbir belge bulamamışlar ve bu nedenle büyük iddialarla Malta’da topladıkları liderleri serbest bırakmak mecburiyetinde kalmışlardı. Eldeki bütün belgeler soykırım yapıldığını değil ama soykırım yapılmadığını gösteriyordu.
Ermeni cinayetleri sonucu yapılan yargılamalarda bile Soykırım iddiaları belgelenemediği için siyasi kararlarla sonuçlanmış ve caniler hafif cezalarla hatta Talat Paşa davasında olduğu gibi cezasız bırakılmışlardı.
Ay sonundaki duruşma bu nedenle Türk Halkı için hayati önemi haizdir. Bu davanın Perinçekle alakası sınırlıdır. Burada yargılanan Türk Halkı ve Türk Halkının savaşta kendisini savunma hakkıdır. Perinçek bu davanın kilit adamıdır. O gün, o duruşmada bütün dünyaya karşı hiç korkmadan, çekinmeden dimdik durmalı ve kendi sözleri ile “Soykırım iddialarının emperyalist bir yalan” olduğunu ısrarla belirtmelidir.
Onun mahkeme kararı ile yurt dışına çıkışının engellenmesine gelince; Bu konuda mahkeme kararı karşısında Hükümetin bir şey yapamayacağı veya mahkemenin Perinçeğin kaçabileceği iddiası gülünç kalmaktadır. Son günlerde öyle inanılmaz davalar ve sonuçları ile karşılaştık ki, Türk Ulusunun yüksek menfaatini ilgilendiren böyle bir davaya bir siyasi parti liderinin desteklenmemesi çok büyük siyasi hata olacaktır.
Perincek gönderilmez ve dava aleyhimize sonuçlanırsa Ermeniler ve bütün Hristiyan Batı dünyası Müslüman ve zalim Türklere karşı büyük bir hukuki zafer kazanacak ve soykırım iddialarının cezalandırma kanunları birbirini takip edecektir. Yöneticilerimiz danışmanlarının dikkatini bu konu üzerinde yoğunlaştırmalarını ve hukukçuların kişi yerine uluslarının menfaatlerine göre hareket etmelerini bekleriz.
Son bir not: Perinçek bu davaya katılamazsa, bu, ülkemizdeki siyasi ve hukuki baskıların ne boyutta olduğunu bütün dünyaya hiçbir şüpheye meydan bırakmayacak şekilde gösterecektir.

Dr. M. Galip Baysan

Biz Kaldırdık
Tartışma programlarını izlemeyi severim…
Ülkenin sorunlarını masaya yatırdığı için…
İçişleri Bakanı Efkan Ala TV’de konuşuyor…
Dikkatle izliyorum…
İzlerken nerdeyse dudaklarım uçuklayacak…
Konuşurken övünerek söylüyor…
“İrticayla mücadele eylem planını biz kaldırdık”…
Mesleğim gereği, irticayı bildiğimi sanıyorum…
Türkçesi gericilik…
Koskoca Bakan, gericiliği kaldırmak ile övünürken…
Acaba irtica başka bir şey mi? Diye bildiğimi sorguladım…
Hemen araştırmaya başladım…
Önce Bilge amca! Google başvurdum…
İrtica yazdım…
Vikipedi’de yanıtı önümdeydi…
“İrtica (Türkçe: "önceki yere dönüş") ya da gericilik, önceki koşullara dönüşü isteyen, aşırı tutucu ve ilerlemelere karşıt olan, herhangi bir toplumsal ya da siyasi hareket ya da ideoloji ve buna bağlı eylemler.”…
Bilgin amca hata yapmıştır diye Türk Dil Kurumu (TDK) sözlüğüne baktım…
Yanıt ayni…
“İrtica= Gericilik”…
Rahatladım…
Bildiklerim doğruydu…
Bakan Ala’da doğru söylüyordu…
Kırmızı Kitap olarak da bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde (MGSB)…
Bölücülük, irtica ve sol örgütler, başlıca tehdit olarak gösterilmişken…
2010 Yılında AKP yaptığı değişiklikle…
MGSB’den irticanın tehlike olarak kabul edilmesini kaldırmıştı…
Sayın Bakanın konuşmasında beni şaşırtan konuya gelince…
Gericilik olarak bilinen irticanın kaldırılmasıyla övünmesiydi…
Laik Türkiye Cumhuriyetinin temel felsefesi…
Çağdaşlığa, yeniliğe, bilime önem vermesi olarak belirlendiğine…
İrticanın tüm bunlara engel oluşturduğuna bakıldığında…
Türkiye Cumhuriyetinin önemli bir Bakanlık mevkiini işgal eden Bakan, ne ile övündüğünün bilincinde miydi?.
Gönül isterdi ki…
Sayın Bakan, 63 Müslüman ülke içinde laik olan tek ülke, Türkiye Cumhuriyeti aydınlanmasının getirdiği değerlerimizle övünseydi…
Ama övünemedi…
İrticayı tehlike görmemekle övündü…
O zaman AKP irticanın koruyucusu denildiğinde kızmayın…

15.01.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget