Ağustos 2014
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Hukuk Tanımaz Safralarından Arınmış Bir Adli Yıl Töreni
Yarın (01/09/2014) yeni adli yılın açılış günü.

Ülkemizde faaliyet gösteren tüm barolarda olduğu gibi, Ankarada Yargıtayda bir tören düzenlenecek.

Bu yıl Yargıtayda yapılacak olan adli yıl açılış törenine, Türkiye Barolar Birliği Başkanına savaş açan, ya ben, ya o diyerek, Yargıtay Başkanlar Kuruluna rest çeken, Yargıtay Başkanlar Kurulunu, Yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü ve düşünce ve düşüncenin açıklanması özgürlüğü ile tüm bu kavram ve özgürlüklere karşı çıkan dikta heveslileri arasında bir tercihe zorlayan Tayyip Bey ve onun ileri karakolu durumunda görev icra edeceği anlaşılan Ahmet DAVUTOĞLU, damgasını vurmuş bulunmaktadır.

Cumhurbaşkanı Tayyip Bey ile Başbakan Ahmet DAVUTOĞLU, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin FEYZİOĞLU'nun adli yıl açılışına konuşmacı olarak katılacağının kesinleşmesi üzerine, törene katılmayacaklarını açıklamışlar ve bu davranışlarıyla, nasıl bir Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık yapacaklarını, hukukun üstünlüğüne,yargının bağımsızlığına ve düşünce ve düşüncenin açıklanması özgürlüğüne ne kadar yabancı (Fransız) kaldıklarını, açıkça ortaya koymuşlardır.

Tayyip Bey, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra yaptığı balkon ve AKP Olağanüstü Kurultayında yaptığı konuşmasında; herkesi kucaklayacağını, 76 milyonun Cumhurbaşkanı olacağını, yeni bir Türkiye kurulurken, eski küskünlükleri, dargınlıkları,gerilimleri, kamplaşma ve kutuplaşmaları bir kenara bırakmak ve yeni bir sayfa açmak gerektiğini savunmasına rağmen, bu sözlerinin yankısı henüz devam ederken, Türkiye Barolar Birliği Başkanının konuşma yapması yönünde karar alan  Yargıtay Başkanlar Kuruluna savaş açmış ve Yargıtay Başkanlar Kurulunu, acımasızca ve haksız bir şekilde, halkın doğrudan seçtiği Cumhurbaşkanına karşı son derece nezaketsiz davranmakla suçlamış ve hukuk sisteminin bir avuç Haşhaşinin şantajına mahkum bırakılamayacağını beyan etmiştir.

Tayyip Bey ve yandaşları; halkın doğrudan oylarıyla seçilmiş Cumhurbaşkanını, Anayasa üstü yetkilerle donatılmış, her istediğini yapabilen, ülkeyi kendi keyfine göre, Anayasa ve hukuk kurallarına aykırı şekilde yönetme hak ve yetkisine sahip bir makam olarak görmekten vaz geçmeli ve bu görüşlerinde ısrar ederlerse, ülkeyi kaosa sürükleyeceklerinin bilincine varmalıdırlar.

Demokrasilerde, adalet mülkün temelidir. Yani, adalet Devletin temelidir.Adalete saygı gösterilmeyen, adalete tepeden bakılan, yargısı bağımsız olmayan bir ülkede, demokrasinin ve özgürlüklerin varlığından bahsedilemez. Bu nedenle, demokratik bir ülkenin Cumhurbaşkanı olan Tayyip Bey; adalete saygılı olmak ve ona karşı bir üstünlüğünün var olduğu algısını yaratan antidemokratik beyan ve davranışlardan kaçınmalıdır.

Şu gerçek de asla unutulmamalıdır; ülkemizdeki 100  kişiden 48'i Tayyip Bey'i Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı olarak görmek istemediğini ortaya koymuştur.

Seçim, demokrasilerde iktidarı ve Cumhurbaşkanını belirleme ölçütü olmakla birlikte, ülkemizde olduğu gibi, geri kalmış, yoksul ve eğitim düzeyleri düşük olan, ekmek ile özgürlükler arasında bir tercih yapmak ve tercihini ekmekten yana kullanmak zorunda bırakılan,sadaka ve biat kültürü ile yaşamaya alıştırılmış insanların çoğunlukta olduğu ülkelerde yapılan seçimlerin, her zaman, yerinde ve isabetli sonuçlar doğurmadığı gerçeği de unutulmamalıdır.

Ortaya koydukları söylem ve eylemleriyle, devletin temelini oluşturan adalete, yargıya ve hukukun üstünlüğüne saygılı olmadıklarını gösteren Tayyip Bey ile Ahmet DAVUTOĞLU'nun, yarın Yargıtayda yapılacak olan adli yıl açılış törenine katılmayacak olmaları, bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetinin itibarını değil, hukuk dışı nedenlerle bu törene katılmama kararı alan Tayyip Bey ile Ahmet DAVUTOĞLU'nun kendi şahsi itibarlarını zedeleyektir.

Hukuk ve adalet  tanımayan safralardan arınmış bir törenle yarın açılacak olan yeni adli yıl, tüm hakim ve savcılarımıza, avukatlarımıza, görev ve sıfatları ne olursa olsun tüm hukukçularımıza ve milletimize hayırlı ve uğurlu olsun.

31/Ağustos/2014
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Zafer bayramımızın yıldönümünde sizlere unutulmuş ve kamuoyunca  pek az bilinen bir kahramanımızı tanıtmak istiyor, bu kahramanlık gününde bütün kahramanlarımızı saygıyla anıyoruz.
Ulusal Kurtuluş Savaşı boyunca çekilen sıkıntıların başında, silâh, cephane ve malzeme sağlanmasında karşılaşılan zorluklar geliyordu. Gelibolu yakınlarında Fransız işgal kuvvelerinin koruması altında bulunan Akbaş Deposu'nda çok miktarda silâh ve cephane bulunuyordu. Tümen Komutanı Albay Kâzım (Özalp) Bey, bu depoya baskın yapma, silâh ve cephaneleri Anadolu'ya kaçırma görevini, cesaretini ve vatan sevgisini yakından bildiği hemşerisi ve arkadaşı  Biga kaymakamı Hamdi Bey'e verdi.

 Hamdi Bey ilk iş olarak halktan, millî duygularına, cesaret ve yeteneklerine güvendiği 19 kişi seçti. Diğer ihtiyaçlar da karşılandıktan sonra Hamdi Bey arkadaşları, iki günlük yorucu bir yolculuktan sonra Lâpseki’ye geldiler
Ertesi günü akşam vaktiyle saat 22.00'de, Hamdi Bey ve arkadaşları dört sala beşerli olarak yerleşip "Eski İskele" denen yerden uzaklaştılar. Kıyıda kendilerini Kaymakam Hasan Basri Bey ile Hasip Ağa uğurladı ve bu kutsal görevin başarısı için dua ettiler.

Ocak ayının bu mehtaplı gecesinde, ortalık alabildiğine aydınlık ve soğuktu. Deniz, küçük dalgalarla çırpınıyordu. Hamdi Bey ve arkadaşları 3-4 saatlik bir yolculuktan sonra Gelibolu kıyılarına ulaştılar. Hamdi Bey çevreyi dürbünle dikkatle tarayarak plânını arkadaşlarına açıkladı ve ilk etapta nöbetçiler bertaraf edildi ve daha fazla kan dökülmemesi için Fransızlar uyarıldı ve teslim alındı.

Bundan sonra, canları bağışlandığı için sevinç içinde olan esir Fransızların da yardımıyla Akbaş Deposu'ndaki silâh ve cephaneler akşama kadar kıyıda bekleyen sallara taşındı. Ele geçen tüfek sayısı 8000, Mitralyöz sayısı 40 ve cephane miktarı 2000 sandığı buluyordu.61. Tümen Komutanı Miralay Kâzım (Özalp) Bey, bu büyük başarıyı Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa Kemal Paşa'ya 28.1.1920 tarihli şifreyle bildirmiştir. Bu çok sevindirici Habere Mustafa Kemal Paşa aşağıdaki cevabı vermiş ve bütün Millî Müdafaa Merkez Teşkilâtı'na bir genelge ile duyurmuştur.

 Akbaş baskınından sonra Hamdi Bey, bölgede Millî Mücadele gücünü artırıcı çalışmalarını hızlandırdı. İlk emri halk elindeki silâhların toplanmasına ilişkindi. Emir kesindi. Silâhını teslim etmeyenler hem para, hem de hapis cezasına çarptırılacaklardı. Gerekirse şüphe edilen evler aranacaktı. Hamdi Bey'e güvenen ve inanan halk, her gün akın akın silâhını Hükümete ve Askerlik Şubesine teslim etmeye başladı. Bu Suretle çevrede nisbî bir huzur sağlandı. Tam bu sırada Anzavur Ahmet ortaya çıkarak bu uygun ortamdan yararlanmanın yollarını aradı.

Anzavur Ahmet, vaktile Kafkasya'dan gelerek Biga'ya yerleşmiş olan Çerkezlerdendi. Eskiden Çakırcalı Efe'nin takibinde bulunduğunu, yararlıklar gösterdiğini söylerdi. Saray'a bir kaç güzel kız hediye ettiği için Jandarma Yüzbaşılığı ile taltif edilmiş, Kütahya J. Tabur Komutanlığı yapmış, sonradan kadro dışı bırakılmıştı. Sözü edilen tarihte Biga'da oturmakta ve iki baş koşu atıyla koşuculuk yapmakta idi. Bir ara İstanbul'a çağrılmış; kendisine Biga ve Bandırma havalisinin Kuvâ-yı Milliye'den temizlenmesi için "Kuvâ-yı Muhammediye" komutanı unvanı verilerek geri gönderilmişti. Anvazur Ahmet, köy köy dolaşıyor, Hamdi Bey ve Kuvâ-yı Milliye aleyhine konuşmalar yapıyordu:

"Beni buralara Padişah gönderdi. Kuvâ-yı Milliye denen harekât eşkiyalıktan başka bir şey değildir." diyordu.

Mustafa Kemal Paşa hakkında da şunları söylüyordu:
"Mustafa Kemal vatan hainidir, askerlikten kovuldu, cezadan kurtulmak, canını kurtarmak için de İstanbul'dan kaçtı; Padişaha isyan etti. İstanbul dâhil bütün Anadolu işgal altındadır. Memleket bu durumda, yani İtilâf Devletlerinin elindeyken Mustafa Kemal'in yaptığı hareket memleketi büsbütün mahvedecek bir isyandan başka bir şey değildir. Bütün topraklarımız elimizden gidecek, yurtsuz kalacağız. Bunun için onlara karşı silâha sarılmayız. Eğer Kuvâ-yı Milliye denen teşkilâta silâhla karşı koyarsanız, onların haracından kurtulduğunuz gibi tekrar askere gitmekten de kurtulursunuz. Aznavur daha sonra göğsündan bir Kur'an ile Fermanı çıkararak:
“ Öyleyse,  şu Ferman gereğince silâha sarılın. Kuvâ-yı Milliye'ye silâhla karşı koyacağınıza Kur'an üstüne yemin edin. Ben de sizin önünüze düşerim. Bu eşkiya sürüsünü sürüp çıkarmak için hem Padişahtan, hemde İngilizlerden her türlü yardımı görürsünüz.”demiştir.

 Anzavur'un, Gönen ve Manyas'ın Çerkez köylerinde de fesat tohumlarını ekmekte olduğunu öğrenen Hamdi Bey, yapılan kötü telkinleri boşa çıkarmak amacıyla, o bölgeye bir "Nasihat Heyeti" göndermişse de beklenen sonuç alınamadığı gibi, Anzavur sonradan, heyette bulunan saygın kişileri birer birer öldürtmüştür.

Biga'ya, haftalık pazarın kurulduğu bir pazartesi günü baskın yapılması planlandı. Böylece, Aznavura bağlı köylüler elini kolunu sallayarak rahatça kasabaya girecek, baskın içerden de desteklenecekti.

13 Mart 1920 Pazartesi günü erkenden Belediye'ye gelen Hamdi Bey, az sonra bir yaylım ateşi duydu. Kısa bir soruşturma üzerine, silâh seslerinin, cepheye sevk edilmek üzere Debboy'da bekleyen erlerle Kaldırım başı ve Savaştepe yönünden dalgalar halinde gelen 'baskıncılar' arasındaki çatışmanın sonucu olduğu anlaşıldı. Hamdi Bey, yanına Kâni Beyi ve birkaç atlıyı alıp Debboy'a vardığı zaman durumun, umduğundan da fena olduğunu anladı. Atlı, yaya binlerce kişi şehre doğru sel gibi akıyordu. Hamdi Bey derhal "Silâh başına emrini vermişse de Bigalı erlerin hemşerilerine öldüresiye ateş etmeleri olanaksızdı. Zaten sayıları da karşıdakilere göre pek azdı.

 Tam bu sırada Anzavur kuvvetleri şehre giriyorlardı. Hamdi Beyin arkadaşı Kâni Bey'in saklandığı Rum evini haber alarak etrafını sardılar. Kâni Bey, üzerindeki paraları evin kızına verip tavan arasına çıktı ve üstündeki gizli evrakı yok etti. Bütün mermilerini kullanıp tek bombasını da savurduktan sonra son kurşunu beynine sıkmak suretiyle hayatına son verdi.

Hamdi Bey'in başına gelenler daha acıdır. O, acemi erlerin toplandığı Debboy'daki savunmanın ümitsiz olduğunu, isyancıların şehre sel gibi aktığını görünce hayvanına atlayarak Yenice Nahiyesi yönünde kaçtı. Ne çare ki, Hamdi Bey'in izini kısa zamanda bulan isyancılar onu, sıkı bir şekilde takibe başladılar. Aynı zamanda Gâvur İmam denen Pomak eşkiya da Hamdi bey'i izlemiş ve Onu İnova'da yakalamıştı. Önce elbiselerini soyarak bir iç donu ve bir gömlekle bıraktılar. Sonra da yalınayak yürüterek, sırtına binerek türlü işkencelerle şehrin yakınına kadar getirdiler. Millî duygudan yoksun bu kudurmuş insanlara Hamdi Bey, sadece hak ettikleri ağır kelimelerle karşılık verebiliyor ve şöyle haykırıyordu:
"Kuvâ-yı Milliye ölmeyecektir. Kuvâ-yı Miliye ben değilim, bütün millettir. Ne zaman olsa benim intikamım sizden alınacaktır...."

Sonunda Pomaklar Hamdi Bey'i şehit ettiler. O haliyle Biga'ya getirip ayaklarına ipler bağlayarak çarşıda ve sokak aralarında sürüklediler... Ertesi gün Anzavur, dişten tırnağa silâhlı koruyucularla gösterişli bir şekilde şehre girdi...
Atatürk, Büyük Nutuk'ta bu olayı şöyle özetlemiştir:
"Efendiler, hemen aynı günlerde Anzavur, Balıkesir ve Biga havalisinde oldukça mühim vaziyetler ihdasına muvaffak olabilmişti. Başına külliyetli miktarda adam toplamıştı. Karşısına gönderilen henüz pek körpe ve çok az miktardaki mili kuvvetler ile Biga'da kanlı bir muharebe oldu. Anzavur galip geldi. Kuvvetlerimizi dağıttı. Top ve mitralyözlerimizi gasbetti. Askerlerimizi ve zabitlerimizi esir ve şehit etti. Akbaş Kahramanı Hamdi Bey de bu şehitler arasında idi."

Dr. M. Galip Baysan

TÜRKİYE CEHALETİ İLE ÖVÜNEN OLAĞANÜSTÜ BİR ÜLKE
Ülke çok bilenlerin dediğine göre önemli bir politik dönemeçten geçti. Kanımca geçemedi. 52 milyondan 14 milyonu oy vermedi. Ülke 21 milyon olduğu söylenen yüzde 36 oyla bu çok önemli dönemeci plajda atlattı. Bu sisteme göre 80 milyon nüfusun 10 milyonu ile bile cumhurbaşkanı seçebilir. Demek demokrasinin çoğunluk iktidarı olduğu bir yalan.

Çağdaşı oynayan Ortaçağ insanları - Doğan Kuban
Ama dünyada da böyle. Birisine oy vermek istemeyenler seçim esnasında vatandaş olmuyorlar, anlaşılan. Demokrasi yalanı bu kadar basit değil.
• Demokrasi de aç kalmak yasal.
• Birinin başkalarından bin kat zengin olması doğal.
• Zengin, demokrat ve teknolojisi gelişmiş ülkelerin fakir halklara silah satarak onları birbirlerinin üzerine salmalarına da demokrasi deniyor. O ülkeleri de demokrasi ihraç etmek için çökertiyorlar.
• Dünya demokrasi tarihi, 20 yüzyılı diktatör, zorba otokrat yetiştirerek doldurdu. Bunu bilmeyen de yok.
Türkiye cehaleti ile övünen olağanüstü bir ülke.
Osmanlılığı çağdaş olmaya yeğleyen fakat çağdaşı oynayan bir toplum yaşıyor Türkiye’de. Otomobiller, gökdelenler, telefonlar, dünyanın bütün lüksünü fakirlere kredi ile satan alışveriş merkezleri, plajlar, yolları dolduran on milyonlarca yabancı ve yerli turisti ile özgün bir tiyatro ülkesi. İki kimlikli ya da Janus kafalı. Bir yüzü geriye bir yüzü ileriye bakıyor.
Aslında bu eskimiş bir benzetme. Toplumun bu ikili, biraz da komik ve özenti yaşamının geçmişi uzun. Fakat yoğunlaşma son on beş yılda büyük bir hızla oldu. Onun için gerçekle tiyatro karışıyor. Yasa var, Meclis ortada yok.
Parti var, söylemi yok. Anayasa mahkemesi var, anayasa çalışmıyor. Okul var, eğitim yok. Üniversite var, bilim yok. Belediye var, plan yok. Düşünen var, düşünce yok.
Tiyatro var, seyirci yok.

DEVLETİ TİYATRO GİBİ OYNUYORUZ
Hem aktörüz, hem seyirci. 21 milyon demokrasi kurtarıcı, 31 milyon azınlık. Kendini Osmanlı sanan azınlık aynı zamanda Türkiye’yi temsil ediyor. Bu bir devlet parodisi. Osmanlı bir toplum olamadığı için yok olmuştu. Türkiye Cumhuriyeti bir ulusal varlık ilkesi üzerinde kuruldu. Osmanlı tarihini bilen yok. Halk tarihini televizyon dizilerinden öğreniyor!
Yaşadığımız olgular, toplumumuzun içinde yaşadığını sandığı, fakat çağdaş dünyanın kabul etmediği parametreleri içeriyor. Türk toplumu değişik tür de bir devlet olacakmış. İmparatorluk, Cumhuriyet, Başkanlık. İki tiyatroyu oynadık. Üçüncüsünü de oynarız. Ne var ki asıl oynamamız gereken rolü oynayamadığımız için dışlanıyoruz.
Gerçi dışlanmaktan söz etmek zor. Turistler, yabancı mallar, yabancı silahlar, yabancı paralarla iç içe yaşıyoruz. Okullarda İngilizce. Irakta savaşan IŞİD’çi Türkler. Bunlar bizim kendimizi dışlanmış hissetmemize engel oluyor. Oysa dünyanın yeni sömürü sistemi böyle çalışıyor. Sömürü, çağdaş olamamanın gerçek işaretidir.
Sevgili Okuyucular,
Yarı tiyatro üslubunda anlattığım bu olguların arkasında Türkiye insanının büyük çoğunluğun farkına varmadığı, ya da dile getiremediği bir geri kalmışlık hikâyesi var. Bunda Osmanlıdan bu yana, sadece İlk Cumhuriyet döneminde yenmeye çalıştığımız toplumsal, neredeyse genetik bir yetersizlik yatıyor. Bunu bir Osmanlı ya da bir göçer Türk mirası olarak görmek de olası. Bu ilkel pragmatizmdir, Dewey’in pragmatizmi değil. Merak içermiyor. Onun için soru da sormuyor. Sorgulayamayan bir kul toplumu, en temel Osmanlı mirasıdır. Göçer mirası olduğunu düşünen de olabilir.

SON SEÇİMDEN GÖZLEMLER
Türkiye’de bilimsel düşüncenin, entelektüel sorgulamanın, hatta partili uyuşukluğun nedeni de budur. Sorgulamaya sorgulamaya sonunda sorguyu kişisel şikâyete indirgeyen bir ilkokul öğrencisi düzeyine düşürmüşüz. Cehaletin ve geri kalmanın temel nedeni olarak bu tutumun son seçimlerdeki görüntüsü üzerinde bazı gözlemleri anımsatmak istiyorum:
Seçimin iki adayı vardı. Birinin yüzde 50’yi geçeceğini söylüyorlardı. Geçti. Diğeri yüzde 60 ı geçeceğini söylüyordu. Olmadı ama başka bir şey oldu. 52 milyon seçmenin 14 milyonu seçimi plajdan seyretti. 38 milyonun yüzde 51’i 21 milyon imiş. Sorunun sayısal boyutunu kurcalamayalım. Dünya matematik tarihinde hiç Türk adı geçmiyor. Bu süreçte oy verenlerin hangi partiden oldukları önemli değildir. 14 milyon seçmenin kimin cumhurbaşkanı olacağına önem vermemesi ve seçimi boykot etmesi politik yaşam için endişe vericidir. 52 milyon seçmenin 21 milyonunun oyunun alan adayın da düşünmesi gerekir.
Fakat asıl sorun seçimden sonraki içeriksiz tartışmaların seçimin doğasını, seçilenin tutumunu irdeleyecek yerde sayılar üzerinde tartışmaları, suçlu arama çabalarıdır. Cumhuriyeti kuran partimiz CHP, cumhurbaşkanını seçen 21 milyon insanın karşısında 31 milyon seçmen olduğunu ve bunun yarısının da plajda olduğunu, yani yüzde 60’lık bir seçim boykotu ile karşı karşıya olduğumuzu halka anlatacağı yerde, olmayan bir yenilgi karşısında dengesini yitiriyor. Oysa CHP 1950 yılından bu yana yüzde 50 oy alamamıştı. Diğer partilerin sesleri zaten çıkmıyor.
Bu sürece demokratik temsil deniyor. Oy vermeyenler adam yerine sayılmıyor. Sorun durduğu yerde kalan CHP de değil. Sorun yüzde 40’da kalan AKP. Daha önemli sorun da bunun gerçek bir çoğunluk iktidarı olup olmadığı.

KALE DİREKLERİ VE GOL! YÜZDE 40 OYLA GOL
Ülke sorunlarının çözümlerinin politik ağız dalaşının dışında kaldığını politikacılar öğrenemedi. Ülke çözümsüzlük sarmalına dolanmış. Sultanın yeni külahını beğeniyorlar ama, enerji, trafik sorununun, eğitim ve borç sorununun futboldan daha önemli olduğunu halka anlatamadılar. Kale direkleri ve gol! Yüzde 40 oyla gol! Halkın sayısı önemli değil. Seçim mi, borsa mı? CHP sorunların şikâyet ederek dile getirmenin sonuç getirmediğinin öğrenmeden yarışı bitirdi. Dünyayı öğrenemeyen toplum futbolcuları, pardon politikacıları dinlemekle yetiniyor.
Sevgili Okuyucular,
Dünyanın bilinen dinamikleri değişti. 1977’de ‘Entropy’, The New World Order’ adlı kitabıyla ünlenen Amerikalı ekonomist ve düşünür Jeremy Rifkin’in Spiegel dergisi ile yaptığı yeni bir röportajı okudum. Rifkin çağdaş bir bilge. Bilge olmak için namuslu olmak gerek. Politikacıdan bilge yetişmiyor. Osmanlı yetişiyor. Türk Osmanlısı, Amerikan Osmanlısı, Alman Osmanlısı. Tek fark bazı Batılı toplumlardaki bilgi birikiminin bizde olmayışı.
Rifkin politikacı değil. Kapitalizmin Amerika da bile sonuna geldiğini 1977’de söylemişti. Sonun göründüğüne inanıyor ama, buna karşı politik çözümler önermiyor. İnterneti de yasaklamayı düşünmüyor. Osmanlı değil. Çağdaş. Dünyayı olduğu gibi kabul edip onu bunu suçlamadan internet, bilgisayar yani elektronik bilgi çağında kapitalizmin dünyayı tüketme hastalığından nasıl kurtulabileceğini düşünüyor.
Türkiye’de bir adam çıksa da cahil bir toplumdan fazla bır şey beklemeden, sorunun yanıtının politikada olmadığını söylese, onu dinleyenler çoğalsa ve toplumsal cehalet silkelense! Çürük yemişler daldan düşse! Ama cahillik ne o adamı yetiştiriyor, ne de onu dinleyecek olanı. İdeolojileri farklı olsa da partiler bu toplumun partileri.
AKP bir sultan yetiştirme tuzağı olarak çalıştı.
Peki, CHP demokrasi ve cumhuriyeti koruma, geleceği o ideallere uygun kurgulama mekanizması olarak neler yaptı?
Halkı devlet, anayasa ve gelecek hakkında nasıl aydınlattı?

   Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet

Haspaya yakışıyor doğrusu diye ifade edebileceğimiz bir laf vardır.

Kenar ve fakir mahalle kızı, mahalleden yoksul bir delikanlı ile arkadaş olur,gönül ilişkisine girer ve masum bir şekilde elele tutuşurlar, mahalleli bunu görür, hemen  dedikodular yayılmaya başlar, mahalleli yargısız infaz yapar ve  genç kızın adı, çok afedersiniz, orospuya çıkar, genç kız yer yarılsa da içine gersem der.

Aynı şey, zengin ve sosyetiklerin, sanatçı geçinenlerin yoğun olarak yaşadıkları semtlerde yaşanır, iş, elele tutuşmanın da ötesinde, son kerteye kadar ulaşır, gayrimeşru çocuk doğurmaya kadar gider, magazin medyasında günlerce dile getirilir, seviyeli bir beraberlik olarak tüm toplum tarafından benimsenir, haspaya yakışıyor denir ve güler geçilir, doğan çocuğun ilk fotoğraflarının medyada yayınlanması merakla beklenir.

Olan kenar mahallenin yoksul kızına olur, duygularının dürtüsü ile kurduğu masum bir arkadaşlık dahi, kendisine çok görülür ve ağır eleştirilere maruz kalır, zengin ve sosyetik mahallenin haspasına yakıştırılan ve hoş görülen davranışın milyonda biri toplum tarafından ona çok görülür.

İşte, dün ( 28/8/2014) Meclisteki Cumhurbaşkanı yemin töreninde yaşanan ve CHP Grup Başkan Vekilinin; hükümleri, sürekli olarak,AKP iktidarı tarafından çiğnenerek ayaklar altına alınan Anayasa ve İçtüzük Kitapçığını, fiziken yere fırlatması olayı, kenar mahalle ve gecekondu kızının başına gelenler gibi, büyütülür de büyütülür ve bu eylem, televizyonların özel tartışma pogramlarına konu edilerek, eleştiri oklarının CHP 'ye çevrilmesine neden olur.

Bugün, ülkemiz siyasetinde, AKP'ye tanınan hoşgörü ve kredi; yemediği halt kalmadığı halde, toplumun, haspaya yakışıyor doğrusu diyerek gülüp geçtiği, zengin ve sosyetik mahallelerin genç kızlarına karşı gösterilen engin hoşgörüdür.

AKP iktidarının, kendi elleriyle yaratıp büyüttüğü cemaatin, yargı ve emniyet kadrolarını eline geçirmesine göz yuman, cemaate, “ne istediniz de vermedik” diyerek sitemde bulunan Tayyip Bey'in; 17 ve 25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturmalarıyla, cemaatin kendi iktidarına da yönelmesi üzerine, bir zamanlar işbirliği içinde olduğu cemaati illegel parelel yapı olarak ilan etmesini,

17 ve 25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturması üzerine,bu soruşturmaların AKP iktidarının dört bakanına da uzanması nedeniyle, dört bakanın istifa etmek zorunda kalmalarını ve bu istifalarla, yolsuzluk ve rüşvet iddialarının daha da ciddiyet kazanmasını, Çevre Bakanının istifa ederken, “Ne yaptıysam, Başbakanın emir ve talimatlarıyla yaptım.Başbakanın da istifa etmesi gerekir” şeklindeki itirafa yönelik beyanlarını,

Dört bakana yönelik yolsuzluk ve rüşvet iddialarıyla ilgili olarak düzenlenen savcılık fezlekelerinin,Mecliste başına gelenleri ve Cumhurbaşkanlığı seçiminden önce, bu konuda kurulan Meclis Araştırma Komisyonunun  çalışmaya başlamasının engellenmesini ve fezlekenin sudan sebeplerle yeniden savcılığa iade edilmiş olmasını, AKP iktidarı tarafından bu şekilde yolsuzlukların üzerinin örtülmeye çalışılmasını,

Anayasaya göre, Türkiye Cumhuriyetinin, vatanı ve milletiyle bölünmez bir bütün olmasına rağmen, ülkenin Güneydoğusunun fiilen bölünerek, orada PKK örgütünün gözetiminde paralel bir devlet yapısı oluşturularak, Anayasanın çiğnenmesini,

AKP iktidarının zaafiyeti ve çözüm süreci aldatmacasıyla fiilen bölünen ve devletin hakimiyetinden ve otoritesinden eser kalmayan Güneydoğuda, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin ilk başkanı ve Cumhurbaşkanı Atatürk'ün heykellerine haince saldırılar yapılmasına, AKP iktidarı ve yandaşlarınca göz yumulmasını ve bu saldırılara karşı sessiz kalınmasını,

Anayasamızın koruması altındaki bir devrim yasası olan Öğretim Birliği Yasasına göre laik eğitime geçilmesine, sadece ülkenin din adamı ihtiyacını karşılamak ve imam yetiştirmek amacıyla sınırlı olarak ve okul adı altında kurulan ve AKP iktidarından önceki iktidarlar tarafından meslek lisesi adı verilerek, yüksek öğrenime öğrenci yetiştirme mertebesine çıkarılan İmam Hatip Liselerinin, sayıca, ihtiyacın üzerine çıkarılmasını ve bu şekilde, laik eğitimden dini eğitinme doğru bir geri gidişe hız kazandırılmasını,

Tayyip Bey'in, Cumhurbaşkanı seçildiğinin kesinlik kazandığının Yüksek Seçim Kurulu tarafından Meclis Başkanlığına bildirilmesine ve düzenlenen mazbatanın Meclis Başkanlığına teslim edilmesine rağmen, kesin seçim sonucunun, Resmi Gazetede ilanının kasten 12 gün ertelenerek, seçilmiş Cumhurbaşkanı Tayyip Bey'in Anayasa hükmünü çiğneyerek, partisi ile ilgisini kesmeyip AKP Genel Başkanlığına, Milletvekilliğine ve Başbakanlığa devam ederek, AKP'nin Olağanüstü Kongresine AKP Genel Başkanı sıfatıyla katılıp siyasi nutuk atmasını, parti genel başkanını kendi iradesiyle belirlemesini, bu açık Anayasa ihlaline de sessiz kalınmasını,

Cumhurbaşkanı olarak kurumlar arası uyumu sağlamakla görevli olan Tayyip Bey'in, yeni bir beyaz sayfa açalım, ben herkesin, 76 milyonun Cumhurbaşkanı olacağım diyerek attığı nutukları unutarak, adli yılın açılışı törenine Türkiye Barolar Birliği Başkanı gelip konuşursa, ben törene katılmam demek suretiyle, Barolar Birliği Başkanını 76 milyondan dışlaması ve,ya ben, ya Türkiye Barolar Birliği Başkanı restini çekmesi ve  bir tercih yapmaya zorlanan Yargıtay'ın, doğru tercihi yaparak, Türkiye Barolar Birliği Başkanına adli yıl açılış töreninde konuşma imkanının tanınması üzerine, Tayyip Bey ve yandaşlarının, Yargıtay'ı cemaatçi ve  haşhaşi olmakla itham etmesini,

AKP iktidarı ve her kesimden yandaşları olarak, görmezlikten gelecek ve üç maymunu oynayacaksınız, bu rezaletleri hiç eleştirmeyip sineye çekecek ve normal, etik ve hoş davranışlar olarak göreceksiniz, buna karşılık olarak da, CHP Meclis Grubunun, haklı olarak, Tayyip Bey'in; daha Cumhurbaşkanlığı görevine başlamadan sergilediği eylem ve söylemleriyle, yapacağı Cumhurbaşkanı yeminine sadık kalmayacağını ortaya koyması nedeniyle, uyulmayacak olan bir yemine tanıklık etmemek için, Mecliste sergiledikleri protestoyu, ağzınıza sakız yapıp, görsel ve yazılı medyayı kullanarak, CHP'yi halkımıza ve seçmenlere şikayet etmeye kalkışacak ve daha şimdiden, 2015 seçimlerinin propaganda malzemesi olarak kullanmaya başlayacaksınız.

AKP ve onun havuz medyasındaki ve sair tüm yandaşları, siz, önce AKP iktidarının yukarıda sadece birkaç örneğini sunduğumuz rezaletlerini kamuoyunun önüne getirip tartışın ve temize çıkın ki, ondan sonra sıra CHP'ye gelsin ve CHP'yi de hep birlikte tartışıp eleştirelim.

Biraz adil ve insaflı olalım lütfen.

29/Ağustos/2014
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Cumhuriyet döneminin en parlak dönemi miydi?
11. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül, görevini 12. Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a teslim ederken çok iddialı bir konuşma yaptı…
“Gururla söylemeliyim ki bu 12 yıl cumhuriyet tarihimizin en parlak dönemleri arasında yer aldı.” Dedi…
Bu söylemin doğruluk derecesi ancak doksan yıllık Cumhuriyet tarihine bakmakla anlaşılabilir…
29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet kurulurken, ülke savaştan yeni çıkmış, yurttaşlar savaşın yıkımı nedeniyle büyük fakirlik içinde, okuma yazma oranı %10 civarında, özel teşebbüs yok, Türkiye borç içinde, 1927 yılında yapılan ilk nüfus sayımına göre Türkiye’nin nüfusu 13.648.270 olarak saptanmıştır…
Bu olumsuz koşullara karşın, peşi sıra gerçekleştirilen devrimlerle aydınlık çağı başlamış, 1928 tarihinde Latin alfabesi kabul edilmiş bir anda sıfıra inen okuma yazma oranı kısa sürede (1935 yılında) erkeklerde %29.35’e, kadınlarda %9.81’e yükselmiş, devlet fabrikalar açarak ekonomiye canlılık kazandırarak iş sahaları açılmıştır…
Cumhuriyet tarihi boyunca en yüksek oranlı büyüme yüzde 7,8 ile Mustafa Kemal Atatürk döneminde gerçekleşmiştir…
Türkiye’nin bu günkü olanaklarına karşın, AKP döneminin en yüksek büyüme oranı %7,2’dır…
1923-1938 Mustafa Kemal ATATÜRK döneminde, Osmanlı’nın borçları ödenirken, devlet birçok varlığa sahip olmuş, (fabrikalar, Bankalar, demir yolları, kömür işletmeleri, tayyare piyangosu, kamu binaları vs.) bu varlıklar edinirken yöneticilerin yolsuzluk yaptıklarına dair bir kayıt bulunmamaktadır…
Yokluk içinde gerçekleştirilen Eğitim seferberliği, ekonomik kalkınma, çağdaş uygarlığı yakalama uygulamaları Mustafa Kemal ATATÜRK’Ü 20. Ve 21 asrın lideri yapmış, çağındaki tüm liderler unutulmaya başlarken, bilim adamları tarafından yapılan araştırmalar sonucu, Mustafa Kemal ATATÜRK, hala yıldızı parlayan bir lider olarak yerini korumaktadır…
1939-1945 yılları 2. Dünya savaşı yıllarıdır…
1950-2002 yılları, AKP’nin gururla sahip çıktığı sağ iktidar dönemidir…
Bu dönemleri es geçiyorum…
Gelelim Sayın Gül’ün sözünü ettiği 12 yılın Cumhuriyet tarihinde yerine…
-Cumhuriyetin olmazsa olmaz laiklik ilkesinden büyük ödün verilmiştir…
-AKP hakkında Anayasa mahkemesine açılan kapatma davasında, 1’e karşı 10 üye “laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu” konusunda karar vermiş, kapatılmaktan kıl payı kurtularak çoğunluğun oyu ile hazine yardımının kesilmesiyle cezalandırılmıştır…
-Eğitim ve öğretim Arapsaçına çevrilmiş, her gelen Bakan kendisine göre bir düzen kurmaya çalışmış ve laik eğitimden büyük ödünler verilmiştir…
-Paralel yapı olarak nitelendirdikleri Cemaatle işbirliği içinde Türk Ordusu kumpaslarla çökertilmiştir…
-Tüm kamu kuruluşları yandaş duruma getirilmiş, gelmeyenler büyük baskılar uygulanarak pes ettirilmiştir…
-Üniversiteler, susturulmuş, yandaş olmayı kabul etmeyen basın mensupları işleri kaybetmişlerdir…
-Hükümet üyeleri 4 Bakan ile çocuklarının yolsuzluk yaptıkları savlanmış ve 4 Bakan istifa etmek zorunda kalmıştır…
-Tüm komşularla sıfır sorunla işe başlanmış, bu gün sorunlu olmadığımız komşumuz bulunmamakta ve bu başarının! Mimarı Dış işleri Bakanı, Başbakan yapılmıştır…
-Eski Başbakanın yakınları devlet işlerinde aracılık yapmaktan çekinmemiş, bununla ilgili telefon tapeleri çarşaf çarşaf yayınlanırken, yalanlama yapılmamıştır…
-Doğanın, getirim (rant) nedeniyle yok edildiği her gün yazılı ve görsel medyada tartışılmaktadır…
-Cumhuriyet döneminin tüm kazanımları, 12 yıllık AKP iktidarı döneminde özelleştirme adı altında elden çıkarılarak, yandaşlara ve yabancılara yok pahasına satılmıştır…
-Bağımsız Yargının kararlarına uyulmamıştır… ( Örneğin, AOÇ yapılan bina)
Yazmakla bitmeyen olumsuzluklar, karşısında 12 yılın Cumhuriyet tarihinde nasıl en parlak dönem olduğunu anlamış değilim…
Anlayan varsa lütfen çıkıp anlatsın…

28.08.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli cumhuriyet Savcısı

Demokrasinin Ve Yargı Bağımsızlığının İp'ten Döndüğü Gün
Savunma demek,özgürlük demektir.

Savunma olmadan, özgürlükler asla olamaz.

Savunma, özgürlüklerin sigortasıdır.

Savunma, yargının; iddia,savunma ve karar makamlarından oluşan üç kurucu unsurundan biridir.

Yargıda, savunma makamını, avukatlar temsil ederler ve Türkiye Barolar Birliği de, avukatların en üst meslek kuruluşudur.

Bu önemi nedeniyle, Türkiye Barolar Birliği Başkanı, yargının kurucu unsuru olan savunmayı temsilen, yargının açılış yılı törenlerinin doğal davetlisi ve konuşmacısıdır. Bu konuda oluşmuş ve oturmuş ve teamül haline gelmiş bir uygulama vardır.

Türkiye Cumhuriyeti; pratiğe tam olarak geçirilememiş olsa da, o beğenilmeyen 1982 Anayasasına göre dahi, en azından, demokratik bir hukuk devleti olduğunu iddia eden bir devlettir.

Demokrasiler, haddini bilme ve birbirine tahammül edebilme rejimidir. Demokrasinin erdemi de, bu özelliğinden gelmektedir.

Demokrasilerde, halkın oyuyla seçilen ve sandıktan çıkan, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakan, Milletvekili, her ne olursan ol, haddini bilmek ve yargının bağımsızlığına, Anayasal kurumlara ve onların başkanlarına tahammül etmek ve saygı göstermek, herkesin en başta gelen görevidir.

Cumhurbaşkanının, Başbakanın ve Bakanların, her ne olursa olsun hiçbir kişinin, ayrı ve bağımsız bir erk olan ve millet adına yargı yetkisini kullanan Yargı organının yeni adli yıl açılış törenine, Türkiye Barolar Birliği Başkanı gelir ve konuşma yaparsa ben katılmam demeye, hakkı, yetkisi ve haddi yoktur. Bu hak ve yetkinin kendisinde bulunduğunu zanneden ve düşünen bir kişinin, demokraside yeri yoktur.Böyle düşünen bir kişi, şuur altında diktatörlük özlemi taşıyan bir ruh haline sahip sayılmalıdır.

Gelelim işin acı olan diğer yanına.

Şu anda, Başbakan mı, Cumhurbaşkanı mı, AKP Genel Başkanı mı, ya da her üçü mü, ne olduğu belli olmayan ve kendisine sorulan bir soru üzerine; “Türkiye Barolar Birliği Başkanının gelip konuşma yapması halinde, ben adli yıl açılış törenine katılmam” diyerek bağımsız yargıya meydan okuyan Tayyip Bey'in, bu haddini bilmeyen, yargının bağımsızlığına, savunmaya ve düşünce özgürlüğüne tahammül edemeyen, demokrasi dışı çıkışını ciddiye alıp, konunun yeniden görüşülerek tartışılması ve nihai bir karara varılması için Yargıtay Başkanlar Kurulunu toplantıya çağırarak, demokrasimiz ve yargının bağımsızlığı adına, çok tehlikeli ve riskli bir yolu denemeye kalkışan  Yargıtay 1.Başkanının bu tutumunun, asla  kabul edilemez ve yargının bağımsızlığını ve itibarını hiçe sayan, antidemokratik bir davranış olduğunu belirtmek zorundayız.

Şükür ki, konuyu yeniden değerlendiren Yargıtay Başkanlar Kurulu, oy çokluğu ile de olsa, doğru ve demokratik bir yaklaşımla, Türkiye Barolar Birliği Başkanının, 1.Eylül.2014 de Yargıtayda yapılacak olan  adli yıl açılış töreninde konuşma yapabileceğine karar vererek, bu konuda var olan teamülün devam etmesinin önündeki Tayyip ERDOĞAN engelini aşabilmiştir.

Ya aksi olsaydı, bu konuda yeni bir karar almak üzere toplantıya çağırılan Yargıtay Başkanlar Kurulundan, oy çokluğuyla da olsa, aksi bir karar çıksa ve  Tayyip Bey'in keyfi ve şahsi kaprisleri yüzünden, yargının bağımsızlığı ve demokrasinin kuralları hiçe sayılarak, Türkiye Barolar Birliği Başkanının adli yıl açılış töreninde konuşma yapmasının önü kapatılsaydı neler olurdu, hiç düşündünüz mü?

Biz, bu ihtimali düşünmek dahi istemiyoruz. O taktirde, Yasama ve Yürütmeden bağımsız bir yargının varlığından, yargıya olan güvenden, savunma hakkının ve savunma hakkının teminatı altındaki özgürlüklerin varlığından bahsedilebilir miydi?

Her şeyden de önemlisi, milletimizin, “acaba biz emin adımlarla bir diktatörlüğe doğru mu ilerliyoruz” ciddi korku ve şüphesine kapılmasına yol açılmaz mıydı?

Türk Milletinin verilmiş bir sadakası varmış ki, her geçen gün azalmaya devam etse de, yargının bağımsızlığının ve yargıya olan güvenin, bizzat yargı eliyle, tamamen yok edilmesine, en azından böyle bir algının oluşmasına, şimdilik tanık olmadık.

Bugün, Türk Demokrasisinin ve Türk Yargısının bağımsızlığının; tamamen yok olmamak adına, ip'ten döndüğü gündür.

26/Ağustos/2014
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Gündüz Akgül: Kırılan Mesleki Onurum…
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası güçler ayrılığını benimsemiştir…
Bu güçler Yasama, Yürütme ve Yargı’dır…
Bir gücün diğerine üstünlüğü ve bağlılığı yoktur. Bu husus Anayasanın başlangıç bölümünde net olarak açıklanmıştır…
Yargı yetkisi Türk Ulusu adına bağımsız mahkemelerce kullanılır (madde 9)…
Anayasal durum budur…
Ne yazık ki son dönemlerde bu anayasal durum göz ardı edilerek, Yargı adeta Yürütmenin emrine sokulduğu izlenimi verilmektedir…
Yargı görevi kutsal bir görev kabul edildiğinden bu görevi yapanlara, “Yargıç peygamber postunda oturur” nitelemesi yapılmaktadır…
32 yıllık kamu görevimin 28 yılını bu onurlu görevde geçirdim…
Bu görevim sırasında, öncelikle yakınıcı (müşteki) ve sanık ayırımı yapmadan bireylerin adalet duyguları içinde haklarını teslime çalıştım…
Devlet güçlerinin hep bireylerin hak ve özgürlükleri için var olduğuna inanırım…
Beni tanıyanlardan bu savlarımın aksini söyleyerek itiraz edenler,  kanıt gösterse eyvallah…
Bunları yazarken amacım, kendini tanıtmak ve okuyucuya beğendirmek değildir…
Kırılan mesleki onurumu, kıranların kabul edilemez uygulamalarını kabul etmediğimi, kınadığımı duyurmaktır…
Adli Araverme (Adli tatil) sonucunda, Yargıtay’da yapılacak Adli Yıl açılış törenine 1943 yılından bu yana Barolar Birliği Başkanının konuşması teamül (yerleşen kural) olarak kabul edilmiş ve her yıl bu konuşma yapılmaktadır…
10 Mayıs 2014 günü Danıştay’ın 146.  Kuruluş yıldönümü töreninde Barolar Birliği Başkanı Sayın Prof. Dr. Av. Metin Feyzioğlu’nun yaptığı konuşmada, iktidara yönelik eleştirilere tahammül edemeyen Sayın Başbakan Erdoğan’ın, gösterdiği tepki ve salonu terk edişi hepimizin belleklerinde tazeliğini korumaktadır…
01 Eylül 2014 günü Yargıtay’da yapılacak Adli Yıl açılış töreninde konuşmak yapmak üzere, Barolar Birliği Başkanlığına yerleşmiş kural gereği davetiye gönderildikten sonra, Seçilmiş Cumhurbaşkanı-Başbakan-AKP Genel Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, “Eğer Yargıtay, Baro Başkanı’nı çağırıp orada konuşturacak olursa oraya ben katılmam.” Diyerek, yazılı ve görsel medyada açıklama yapınca…
Yanlış niteleme, Sayın Feyzioğlu, Baro başkanı değil, Barolar Birliği başkanıdır…
Bağımsız! Yargının en tepesindeki Yargıtay Başkanı Sayın Ali Alkan, acele kameraların önüne çıkarak, “Başkanlar Kurulunu toplayıp bu konuyu yeniden görüşeceğiz” açıklaması yaparak adeta yargı bağımsızlığını unuturcasına tüm yargı mensuplarının onurunu kırmış ve Yargı, Yürütmenin emrine girmiş algısını adeta doğrular şekilde hareket etmiştir…
Gönül isterdi ki Sayın başkan, “Başkanlar Kurulu bu konuda karar almış ve davetiyeler gönderilmiştir.  71 yıllık yerleşmiş kural gereği Barolar Birliği Başkanı gereken konuşmasını yapacaktır. Bu durumda törene katılıp, katılmama Sayın Seçilmiş Cumhurbaşkanı-Başbakanın takdiridir.” diyebilseydi…
Nerede…
Meslek onurumuzu kıran Başkanın bu konuşmasına ve konuyu tekrar Başkanlar Kuruluna götürmesine karşın, hala orada Yargının Bağımsızlığını, koruyan ve meslektaşlarının kırılan onurunu kısmen olsa gideren Yargıçlar sayesinde, Başkanlar Kurulu eski kararında oy çoklu ile ısrar ederek gönlümüze sus serpmiş ve Yargının dik duruşunu kanıtlamıştır…
Dik durmasını bilerek direnen Sayın meslektaşlarıma selam olsun…
Bu karardan sonra Sayın Yargıtay Başkanı, soluğu hemen seçilmiş Cumhurbaşkanı- Başbakan-AKP Genel Başkanı Sayın Erdoğan’ın yanında alarak, kararın değişmediği bilgisini vererek, görevini buruk bir şekilde tamamlamıştır!..
Son söz:
Sayın Başkan, belli makamlara gelmek değil, bu makamlarda dik durmak insanı belleklerde kalıcı hale getirir…
Bu kadar…

26.08.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet savcısı

Önerilerimi bir eylemler bütünü içerisinde yapıyorum. Kimileri bunları tek tek ele alıp kızmayı seviyorlar. Bu bütünü birlikte düşünüp, eylemleri sırasıyla yaptıklarında bugünkü yıkımları yaşamayacaklarını göreceklerdir. Umarım, birgün bunu başarırız.

11 Ağustos 2014 "Yeni Sevr"in İlk Günü! - Hayrettin Ökçesiz
Cumhurbaşkanının kişisel suçlardan dolayı yargılanmasının erteleneceği yaygın görüştür. Ancak ceza soruşturmasının veya davasının konusu yeminden önce, yemine aykırı fiilleri içeriyorsa, CB seçilen adayın göreve başlatılmaması gerekmektedir. Yemin ederken yalan söyleyen ya da yeminini şimdiden çiğnemiş olan birinin göreve başlaması mantıken ve ahlaken yanlış bir durumdur. Göreve başlatma bu soruşturma ve dava sona erinceye kadar bekletilmeli, yargılama mümkün olan en kısa sürede tamamlanmalıdır. O makama şaibeyle değil, aklanarak çıkılmalıdır. Bir ulusun ve devletin hak ettiği asgari bir temizliktir bu.
  Günün soruları:
1) Cumhurbaşkanı seçilmiş bir yurttaşın hâlâ bir partinin işlerini yürütüyor olması sizce ülke yasalarına uygun mudur?
 2) Uygun değilse bir kamu suçu işlemiyor mudur?
 3) Bunu gören yetkili savcılığın doğrudan takibata geçmesi gerekmiyor mu?
 4) Bunu yapmayan yetkili savcı da suç işlemiyor mu?
 5) Bu da bir kamu suçu değil mi?
 6) Bu savcı hakkında da bir kamu davası açılmak zorunda değil mi?
 7) savcılar tükeninceye kadar bu durum böyle gider mi?
 8) Bu soruların sorulabildiği bir ülkede hâlâ can güvenliğinizin bulunduğunu düşünüyor musunuz?
Silahla yapınca darbe oluyor da, parayla yapınca demokrasinin zaferi mi sayılıyor !
  Kılıfçılarla hukukçuları birbirinden ayıran tek ölçüt dürüstlüktür.
  Siz uyuşturmazsanız, vicdan uyuşturucu kullanmıyor.
  Ama bir tohum kayayı çatlatır!
  11 Ağustos 2014 "Yeni Sevr"in ilk günü!
  Anayasa suçlarını işleyenler, işletenler unutmasınlar ki, anayasaların bekçileri vardır. Bunların anayasalarını korumak için, başka bir çare bulunmadığı takdirde, "direnme" gibi bir doğal hakları vardır!
  Şimdiye kadar terörle mücadele ettiniz. Şimdi ya savaşacaksınız ya da teslim olacaksınız. Bugün getirildiğimiz nokta budur. Yarına, teslim olmak kalacak. Sonraki güne sürülmek, kalanlara kölelik var. Daha sonrakilerinde anımsamak istemeyen ağır bir utanç çökecek üstünüze!
Ne mi yapmalı bunlar olmasın diye?
Herkesin koşulsuz silahını bırakıp, sosyal, demokratik, laik bir hukuk devletini tüm ayrıntılarında kurmak için düş ve düşün birliğinde olmaları, bu yoldan ayıracak sevdalara kapılmamaları, ellerinden geleni esirgememeleri gerekiyor.
Başka bir çıkış yolu göremiyorum.
  Yurdun ufkunu cahillerin cüreti, hırsızların hırsı, siyasetçilerin ihtirası, yobazların kör inancı sardı. Bu kara bulutu dağıtmanın yolu dürüst, bilgili, bilge ve insana inanan yurttaşların büyük bir özveriyle ve cesaretle eyleme geçmeleridir. Bu yolda olmayan istemese de öbürünün yolundadır. Kimse ona buna oy vermiş, birkaç süslü laf etmiş olmakla bizi ve vicdanını kandırmasın.
  Hiç düşündünüz mü, Hoca'yı göle maya çaldıran nedir?
  Bazı sorular sormak içindir, diye düşünürüm hep.
  Her hayvan evcildir. Kendi evindedir. Özgecidir. Yaban olan, bencil olan, yurtsuz duraksız olan bizleriz. Kendimizi evcilleştirmeliyiz.
  Eleştirel düşünmeyi öğretmek de ne demek? Unutturmayalım, yeter!
  Muhalefetin iktidarı eylemdir.
  Kürkçü dükkanına tilkinin postu döner. Kimse bunu iyi bir şey sanmasın.
  Bugün medya patronları ve uşakları, toplama kamplarında Nazilere çavuşluk yapan Yahudilere benziyorlar.
  Kötülerin iyilerini seçtikçe, kötülerin kötüsü oluyor yaşamımız sonunda.
  Düşünün, biri anayasanın üzerinde tepiniyor ve hiç bir savcının aklına, sen ne yapıyorsun, demek gelmiyor. Hiç bir yurttaş savcılara ne duruyorsunuz, demiyor! İşte Cumhuriyet'i yıktıklarının açık kanıtı budur. Çünkü Cumhuriyet Yurttaş demektir. Yurttaşsız kalmış bir cumhuriyet demokrasinin vatandaşına emanet edilince böyle oluyor.

 Hayrettin Ökçesiz/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet/22 Ağustos 2014

 Geleceğimiz,Türk,İslam Kimliklerimiz
Sayın okuyucular, bundan sonra yazacağım her yazı ‘Cehaletle Kavga’ başlığı altında olacak! Çünkü ister cumhurbaşkanı seçmek, ister kadınları boğazlamak, ister tarihi ve doğal çevreyi yok etmek, ister ağaç kesmek, ister hırsızlık yapmak, ister tarih bilmeden onunla övünmek, ister dindar olmadan dini istismar etmek gibi olayların tümü cehalete dayalı olgular.


Osmanlı, Türk, İslam Kimliklerimiz - Doğan Kuban
Vurgulamak istediğim cehalet olgusu okuma yazma bilmek, okula gitmek, kentli gibi davranmasını öğrenmekten öte toplumun tümüyle yaşadığı çağla bütünleşmiş olması, ondan haberi olması anlamına geliyor. Çağdaşlaşma belki daha doğru bir tanımlama ama bunun toplum tarafından kavram olarak anlaşılması, kanımca, olanaksız.
Cehaletin bir tek nedeni yok. Çok bileşenli, karmaşık bir olgu. Fizyolojik nedenlere, fakirliğe, eğitim noksanlığına, yetişilen ortama, ideolojiye bağlı pek çok nedeni olabilir. Cehalet, kişi boyutunda, tartışılacak bir konu değil.
‘Cehalet’ tüm olumsuzlukların temelinde var olduğu kanısında olduğum toplumsal ve temelde hazmedilmemiş bilgiye dayalı davranışsal, evrensel bir hastalıktır. Toplum hasta olmadığı zaman kişisel hastalıklar yenilebilir.
Bazı davranışlara, eğer kamu az duyarlıysa, rahatsızlık da denebilir. Fakat sürekli rahatsızlık, örneğin ulaşımın kasıtlı olmayan ölümcül sonuçları ancak inatçı bir cehaletle açılanabilir. Bürokrasinin cahiller elinde toplanması bir hastalık alametidir. Eğitimin her düzeyde çökmesi bir hastalıktır. Bu bağlamda kişisel etki, şiddetlendirici olsa bile cehaletin toplumsal varlığını yadsımak ve açıklamak için yeterli değildir.

BOŞUNA ÖVÜNME VE BÜYÜK GÖRME
Toplumun tarih bağlamındaki korkutucu bilgisizliğinin neden olduğu boşuna övünme ve kendini büyük görme bu hastalığın önemli arazlarından biridir. Ne zaman toplumsal bir eksiklikten söz edilse birtakım insanlar çıkıp falan ya da filan konuda ne yaman olduğumuzu anlatmaya başlıyorlar. Genelde bu savlar bu konulardaki cehalete ve önyargılara dayanıyor.
Türk olarak İslam dünyasında ilk çağdaş cumhuriyeti kurmakla övünebiliriz. Fakat Avrupa’ya işçi gönderdik diye övünmüyoruz. Gerçi insanlarımıza yeteri kadar iş sağlayamıyoruz diye dövünmemiz gerekir. En büyük ve uzun ömürlü bir imparatorluğun kurucusu olarak övünebiliriz, ama en büyük İslam ordusu olarak Osmanlı ordusu ile övünemeyiz. Çünkü bu ordu en görkemli döneminde Hıristiyan devşirmelerden oluşan, bir tür paralı asker niteliğinde idi. İmparatorluğu batıran da, zaptedilemez hale gelen Yeniçerilerdir. Onlarla, Çanakkale’de bizimle savaşan Fransız ve İngiliz sömürge askerleriyle karşılaştırmak aydınlatıcıdır.
Yeniçeri sistemi olağanüstü bir örgütlenmedir. Fakat bu Osmanlıların ortaçağın en güçlü İslam ordularını çıkarmış olan Gazneliler ve Selçuklular gibi övünme olanağı vermez. Farsça Divanlı Yavuz Sultan Selim, Türkçe divanlı Şah İsmail’i yendi diye bir Türk büyüğü olmadığı gibi, Abbasi halifesini zorla Mısır’dan İstanbul’a getirip kendisini halife ilan ettiği için Müslüman büyüğü de değildir. Yavuz’un yok ettiği Arap halifeliği Kuran’ın Kureyş’ten olmasını söylediği halifeliktir.
Müslümanlar Preveze ile, Hıristiyanlar Lepanto ile övünürler. Fakat bu çağda savaşla övünmek ilkel bir davranıştır. Amerikalılar Afganistan ve Irak’ta savaşı kazandılar ama, Afganistan’ın ya da Irak’ın durumu insanlık için övünç verici değildir.
Osmanlılar ya da Türkler olarak, fıkıh ya da kelam ya da başka İslami bilimler konusunda övünemiyoruz.
O alanda Arap ya da İranlılarla aşık atacak kimse yetiştirmedik.
Yetişenler de zaten Türklere öğretmek için yazmadılar. Anadolu Müslümanlığı bir Ahmet Yesevi de yetiştirmedi. Bir Sufi tarikatı kurucusu olarak Hacı Bektaş-ı Veli’yi biliyoruz. Farsça dilli Mevlana da Türk değil.
Yarım Türkçe yani Osmanlıca yazan büyük divan şairlerimiz var. Ama dünyaca ünlü Hayyam, Firdevsi, Hafız yetiştirmedik. El -Kindi, İbni Sina, Farabi gibi filozof da yetiştirmedik. İslam dünyasını allak bullak ettiğimiz için, ne Müslüman ne de Türk büyüğü değiliz. Fakat İslamı Hıristiyanlığa karşı koruyan kalkan olarak çok önemli bir tarihi konumuz var.

KİMLİK SORUNUMUZ
Bütün bunlarda bir kimlik sorunu var. Türkler Attila ile Hun, Cengiz ile Moğol idiler. Geçmişin derin boyutunda, Çin’de Wei saltanatını kuran Topa göçerleri, Göktürkler, Eftalitler, Hazarlar, Kumanlar, Peçenekler, Bulgarlar, Oğuzlar, Selçuklular, Gazneliler, Tulunoğulları, Mısır’da Türk Memluklar, Altınordulular göçerken Türktür. Yerleşince o kimlikleri değişebiliyor. Türk değildir.
Anadolu ve Rumeli’de etnik karakterini değiştiren Slavlar Müslüman olup Türkçe konuşmaya başlayınca Türk olmuşlardır. Çerkesler, Lazlar, Anadolu da İslamlaşan Rumlar, Ermeniler Türktür. Osmanlılar Hıristiyan gençleri Müslüman yapıp hem Hıristiyanlara, hem Müslümanlara karşı savaştırdı. Avrupa dil ve tarihi konumdan dolayı onları Türk olarak gördü.
Anaları esir Hıristiyan olan Osmanlı sultanları, kan bağından dolayı değil, tarihi konumları, konuştukları dil ile Türk sayıldılar. Kürt kökenli cumhurbaşkanlarımız, Gürcü kökenli başbakanlarımız, Çerkez kökenli büyük komutanlarımız oldu.
Toplumun tutarlı davranmamasında, Türk dilinin başına Osmanlıca diye gelen parçalanmanın neden olduğuna inanıyorum. Osmanlılar Türkçe konuştukları için Türk diye bilindiler. Oysa Müslümandılar ama Türk değildiler. İmparatorluğun halkı her dil ve dinden oluşuyordu.
Çoğunluğu Türk değildi. Türk dilinin egemenliğine karşın nüfusun çoğunluğu Türk değildi. Karılarını Hıristiyanlardan seçen sultanlar da Türk olmayı düşünmediler.

DİL KARMAŞASI
Günümüzde dil bağlamında sürüp giden bir kargaşa var. Tarihçiler halkın yüzlerce yıl Beyazıt dediğine Bayezid diyor. İstanbul’un Beyazıt meydanındaki cami İkinci Bayezid Camisi oldu. Dille oyamanın da cezasını çekmeye devam ediyoruz. Biz onca yıl Hıristiyan diye kullandığımız sözcüğü birileri Hristiyan yaptı. Dilimizde (Hr) yok. Türklerin uygar olmaları için, İlk Cumhuriyet’te olduğu gibi dillerine sahip çıkmaları gerek. Bu taklitçiliği de sınırlayacaktır. Bu, entelektüel gelişmenin yolunu kapatan bir tutumdur.
Türk düşüncesinde kavramsal açılım olmadı. ‘Mefhum’ sözcüğünü anlayan genç kalmadı. Cumhuriyet’ten sonra ‘bilgi’ sözcüğünden türeyen 50’den fazla sözcük üretmişiz. 500 yılda Osmanlıca da bunları karşılayacak sözcük yok. Biz Müslüman olduk ama Arap olmadık. Arapça da konuşmadık. Hâlâ Osmanlıca-Türkçe tartışması anlamsız, olanaksız bir cehalet direnmesidir.
Osmanlıların katılamadıkları çağdaş uygarlığa biz Osmanlıca öğrenerek mi katılacağız? Kısa bir süre sonra İngilizce-Osmanlıca tartışması da olabilir. Böyle giderse günümüzde de düşünce kölesi olarak yaşarız.
Buna benzer sayısız ve herkesin farkında olduğu olgu, toplumun kendi kimliği konusunda bile herhangi bir aydınlığa ulaşamadığını anlatıyor. Bu ortaöğretimi bitirmiş ya da bitirmemiş çoğunluğun olduğu kadar yüksek öğretim yapmış olanların da ikilemidir.
Karayolu, araba, gökdelen, alışveriş merkezi, cami sarmalında kendi tarihi varlığını tanımayan bu toplumun dünyayı öğrenmesi de olanaksızdır. Sadece düşünce köleliği değil, bilim ve teknoloji köleliği yaşıyoruz.
Bu da toplumsal cehaletin ta kendisidir!

  Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet/ 22 Ağustos 2014

Yeni Türkiye - Güner Yiğitbaşı
Cumhurbaşkanı seçilen Tayyip Bey ve yandaşlarının son günlerde dillerinden hiç düşürmeyerek, sürekli tekrarladıkları moda kavram, yeni Türkiye kavramıdır.

Gerçekten; ülkemiz, yeni bir Türkiye ile karşı karşıyadır.

Ancak, bu yeni Türkiye; maalesef, ülkemizi eskiye göre daha modern, gelişmiş,daha demokrat, hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunan özgürlükçü, katılımcı, çoğulcu kılan ve ülkemizi, eskiye nazaran,daha da ileriye götüren olumlu gelişmeleri ifade etmemektedir.

Yeni Türkiye;Tayyip Bey'in ağzıyla konuşursak, paralel yapıların, biat kültürüne dayalı tek adam hakimiyetinin hüküm sürdüğü, ülkenin fiilen bölündüğü, Devleti yönetenlerin fiilen gözden çıkardıkları, kamu görevlilerinin, Devletin otoritesini ve ağırlığını hissettiren yasal görevlerini yapamadıkları Güneydoğuda, bölücülerin son günlerde Atatürk Heykellerine saldırılarının yoğunlaştığı, bu saldırılara karşı ülkeyi yönetenlerin sessiz kalarak, bu saldırılara içten içe destek çıktıkları,adeta Atatürk devrimlerinden intikam alındığı, milli ve laik eğitimin rafa kaldırılarak, okulların imam hatipleştirildiği ve bir devrim yasası olan Öğretim Birliği Yasasının ayaklar altında paspas yapılarak, yeniden dini eğitime dönüldüğü, özgürlüklerin kısıldığı, Anayasanın askıya alındığı, şark tipi ucube fiili bir başkanlık sistemine geçişin hazırlıklarının yapıldığı, Osmanlının eski saray tipi yaşam ve yönetim tarzına özentinin hakim olduğu bir ülke haline getirilmiştir.

Tayyip Bey, kesin seçim sonuçları açıklanarak 12. Cumhurbaşkanı seçilip mazbatasını aldığı halde, Anayasanın açık hükmüne rağmen, Anayasaya meydan okuyarak ve elinde tuttuğu Devlet'in cebir gücünü kullanarak,  Milletvekilliği ve Başbakanlık koltuğunu bırakmamakta ve Başbakanlık makamını işgal altında tutarak Anayasayı cebren ihlal etmektedir.

Devlet içinde, Cemaat ile AKP iktidarı ortaklığında kurulan, Cemaat ve AKP paralel yapısına ilaveten, ülkenin filen bölünen Güneydoğu bölgesinde, PKK ve AKP ortaklığında ikinci bir  paralel yapı kurulmuş ve bu bölgemizde icrai sanat eylemekte, Cumhurbaşkanı seçiminden sonra, kesin seçim sonuçlarına göre 12.Cumhurbaşkanı seçilen Tayyip Bey, Anayasanın açık hükmüne rağmen, Başbakanlık koltuğunu bırakmayarak, illegal bir şekilde Başbakanlık görevini sürdürdürmek suretiyle Devlet içindeki yeni ve üçüncü bir paralel yapının mimarı olmaktadır.

İşte, huzurlarınızda, bir kanser gibi, paralel yapıların tüm organlarını sardığı, eskisini fenerle aratan  yeni Türkiye.

En sade vatandaşından, üniversitelerine, sivil toplum kuruluşlarına, barolarına, sendikalarına, yazılı ve görsel  basınına ve bilim adamlarına kadar, tüm bu olumsuzluklara ve yeni Türkiye manzarasına, en ufak bir tepki vemeyen, ülkemin, Dünyanın en kolay ve zahmetsiz yönetilebilen uysal ve gözleri kapalı insanlarına, bu yeni Türkiye hayırlı ve uğrlu olsun!

25/Ağustos/2014
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Büyükelçi Morgenthau -2- Galip Baysan
1915 Ermeni Soykırım iddiaları ile ilgilenen herkes, her şeyden önce bu kişiyi tanımalı ve Ermeniler lehinde neler yaptıklarını öğrenmelidir. Aksi halde bu konuda yapılan karşı propağandalar karşısında daima yenik düşerler. Çünkü bütün Hıristiyan Batı dünyası bu kişiyi olaylara yakından şahit olmuş 1.nolu kaynak olarak kabul eder ve ona inanmak için gönüllüdür. Konu ile yakından ilgilenen Türk aydınları için bu kişiyi tanımak adeta bir mecburiyettir. Bu kısa hatırlatmadan sonra şimdi yazımızın ikinci bölümüne geçip onu tanımaya devam edelim.
1922 yılında French Strother ile birlikte yazdığı kendi otobiografi’sinde Morgenthau kitabın birçok yerinde Schmavonian’dan bahsetme ihtiyacını duymuştur. (1) Belli ki kendisine çok güçlü bağlarla bağlıdır. Ancak bu dostluğun Türk ulusuna verdiği zarar inanılmaz boyutlarda olmuştur. Türkler Dünyada hiç bir ulusun karşılaşması mümkün olmayan büyük bir oyunla karşı karşıyadır. Dev bir tarihi olgunun son sayfası yazılmak üzeredir. O güne kadar ayakta kalmayı başarmış yeryüzünün son büyük Müslüman halkı, bütün bir Hıristiyan âlemine karşı tek başına bir var veya yok olma mücadelesi vermektedir. (2) İzlediğimiz şekilde Osmanlı devleti en büyük darbeyi yüzyıllarca koynunda beslediği kendi azınlıklarından yemektedir.
Görüldüğü gibi Avrupa’yı Türkler karşısında abartılı, uydurma soykırım hikâyeleri ile iğrenç bir taktikle, 800–900 yıllık bir müsamahaya gözlerini ve kulaklarını kapayarak kin ve nefret duyguları eken, iki ana referans kabul edilen isimler Lepsius ve Lord Bryce’ın kitaplarına konu olan malzeme büyük ölçüde İstanbul’daki tarafsız olması gerektiği halde inanılmaz bir taraflılık sergileyen büyük elçi Henry Morgenthau tarafından temin edilmiştir. İstanbul’dan dışarı adımını dahi atmamış olan bu kişi (3) bu bilgi ve belgeleri nereden temin etmiştir dersiniz? Cevap açıkça görülüyor, tabii ki ilişkilerine üzerinde ısrarla durduğumuz yanında çalışan iki Ermeni yardımcısı vasıtasıyla, Ermeni kilisesi ve Hınçak, Taşnak gibi Ermeni örgütlerinden.
 Ayrıca bunlara destek olarak Amerikan okul sistemi ve konsolosluklardan gönderilen yine Ermeni elemanları tarafından hazırlanmış yazı ve abartılı, abartısız raporlardan. Morganthau, Lepsius, Lord Brice ile A. Toynbee’nin ün kazanmış, konuda çalışma yapan hemen hemen bütün yabancı kaynakların referans olarak başvurduğu ve % 90’a yakın yazılanların etkisinde kalmış izlenimi veren vahşet hikâyelerinin mimarlarının İstanbul’daki Amerikan Konsolosluğu’nda görevli “iki Ermeni olduğu” gerçeği inanılmaz bir olay gibi görünüyorsa da maalesef ki doğrudur. Osmanlı Devleti’nin içindeki ejderlerden biri olan “dragomanlığın” son temsilcileri, Ermeniler hesabına muhteşem bir görev başarmışlardır.
Eski dragomanların da bu düzende boş durduğu sanılmamalıdır. Meselâ referans olarak sık sık başvurduğumuz Edgar Granville’in kaleme aldığı “Çarlık Rusya’sının Anadolu’daki Oyunları” başlıklı kitabı ve yazıları, Avrupa’da Türk düşmanlığını adeta Hıristiyanlığın temel şartlarından biri haline getirmiş çevreleri şaşırtmış, belgelere dayanan, dip notlarından anlaşılacağı gibi daha çok Ermeni ve Rus kaynaklarını kullanan bu kadar tutarlı bir inceleme büyük rahatsızlık yaratmıştı. O günlerde İstanbul’da savaş öncesinin en aktif elemanlarından biri olan Rus Büyükelçiliği baş tercümanı (dragoman) Andre’ Maldestam, sonraları yıllarca Paris Üniversitesi’nde okuttuğu “Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu” adlı kitabında “Granville’in yüksek rütbeli bir Türk memuru olduğu söylentileri var” demekten kendini alamamıştır. Böylece sanki “o bir Türk ajanı, gerçekleri söylemez” imasında bulunmak istemiştir. (4) Peki ya belgelere ne demeli? ama bu taktik Ermeni ve daha çok Yunanlılar tarafından da bolca kullanılacaktır.
Kendi iddialarının dışına çıkacak bir kişi veya belge için “Türklerin adamı ve Türkler tarafından yapılmış sahte belge” gibi imalarla bolca karşılanacaktır. (Böyle bir olaya 1974 yılında bizzat şahit oldum. İtalya’daki NATO Komutanlığında yapılan bir toplantıda Melvin Zais isimli bir Amerikalı Orgeneralin Orta doğu ile ilgili değerlendirmeleri bizim değerlendirmemize çok benziyordu. Kim bu acaba?  Diye sorduğum zaman, çevremizdeki Yunanlı meslektaşlarımız Koro halinde “O bir Türk –dostu, İzmir’deki NATO komutanı” diye cevap verdiler.)
O günlerde Fransa’daki durumu bir Fransız Avukatı Jean Loyrette’nin ifadeleri ile yansıtmak istiyoruz.
“Fransızca olarak yayınlanmış ve Ermeni davalarında veya devrimci küçük grupların el ilanlarında durmadan alıntılar yapılan üç kitap (Carzou, Chaliand ve Ternon) gerçek bir tarih, eğitimi görmemiş, Türk dilini bilmeyen ve eleştirmek amacıyla da olsa, hiç bir zaman en küçük bir Türk belgesini referans göstermeyen amatörlerin eserleridir.
Bu kişiler yanlış bilgi verme işinin sorumluluğunu, taşımaktadırlar ve felâketin büyüklüğü karşısında her iki tarafın da acı çektiğini gayet iyi bildiklerinden bu sorumluluk daha da ağırlaşmaktadır.” (5)
Aynı sözleri Lepsius, Bryce ve Toynbee ve nihayet Morganthau ve arkadaşları için de söylemek gereklidir. Bu insanların kitaplarında belirli kurallar vardır. Öldürülmüş işkence edilmiş, tecavüze uğramış bir Türk göremezsiniz. Ölenler hep Ermeniler veya Anadolu’da yaşayan Hıristiyanlardır. Referans olarak verilen bilgilere bakılırsa bu sonuç gayet normaldi.
Verilen bilgilerin kaynakları çoğunlukla bilinmiyor, bazen % 10–20 arası kaynak dahi belirtilmiyordu. Ancak usta taktiklerle okuyucu aldatılabiliyordu. Raporlarda belirtilen bütün isimlerin (uydurma da olsa, gerçek de olsa) tanınan kişiler olduğu ve kendilerine bir zarar getirilmemesi amacıyla, isimlerinin ifşa edilmediği gibi bir imaj yaratılmaya çalışılmıştır. (6)
Morgenthau’nun kitabının çıktığı 1918 Aralığına kadar Amerika’da en etkin propaganda kitabı Bryce’ın “The Treatment of Armenions in the Ottoman Empire / Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilere Karşı yapılan Muamele” adlı hazırlanışını yakından izlediğimiz kitap oldu. Bunun bir sebebi de onun 1888’de Amerika Tarihi ile ilgili yazdığı “The American Commonweath” adlı kitabının Amerika’da akademik çevrelerde büyük kabul görmüş olmasıydı. Amerikalılara hitap edebilecek imkâna sahip olması nedeni ile özellikle seçilmişti. Savaştan önce Amerika’da uzun yıllar elçilik yapmış olması da ayrı bir avantajı idi. Meselâ Amerika’daki misyoner kuruluşları Ermenilere yardım için açtıkları kampanyalarda kendi propagandalarına destek sağlamak için “eski dostumuz büyükelçi Bryce da iddialarımızı doğrulamıştır.” gibi ifadelerle, Türk düşmanlığına destek buluyorlardı. (7)
Amerika kamuoyunu kazanmak amacıyla, İngilizler başlattıkları dev propaganda kampanyası” sırasında, Amerikan gazetelerine de Bryce Raporu’nun önemli kısımlarını yazılması için dağıtıyorlardı. “The New York Times, Philedelphia Public Ledger ve Chicago Herald gibi gazeteler bu Ermeni dehşeti öykülerine oldukça fazla yer vermeye başladılar.
Current History (Güncel Tarih) adlı New York Times’ın çıkardığı aylık dergi, Bryce Raporu’nun uzun giriş bölümünü doğrudan veren ve raporun Türk vahşetiyle ilgili en korkunç kısımlarını özetleyen Türk karşıtı makaleleri orta sayfa serileri olarak veriyordu. New York Times gazetesi üç sayfasını Bryce Raporu’nu aktarmak için kullanmıştı. New Republic Bryce’ı kaynaklarının seçimi ve kanıtları için övmüştü, ancak bu kaynakların çoğunun anonim olduğundan hiç bahsedilmemişti. Aksine raporun özeti verilmiş ve Türkler kınanmıştı. Diğer gazete ve dergiler de aynı şeyi yapmış, raporun özeti ya da rapordan alıntıları yayınlamıştı. (8)
“Wellington House, Bryce Raporu’nu diğer propaganda yayınları için bir kaynak olarak kullandı. Bu konuda iki örnek vermek gerekirse, A.P. Hocabian’ın Armenia and The War (Savaş ve Ermenistan) ‘ı Bryce tarafından kaleme alınan bir önsöz ile başlıyordu ve kitabın % 12’sini rapordan alıntılar oluşturuyordu. Kitap ‘Isfahan’lı bir ailenin mensubu olan, ancak şimdi İngiltere’de yaşayan, derin bilgisi ve vatansever duygularıyla konuşan (ve Türk –Ermeni çatışmalarının çok uzağında bulunan) birinin eseri olarak sunulmuştu. Germany, Turkey and Armenia adlı (yazarı da editörü de belirtilmemiş) kitap da bazıları Bryce Raporundan, geriye kalanların da isimsiz kişilerin (Bayan O, Alman bir görgü tanığı, iki İsviçreli kadın gibi) söylediklerinden alıntılar yapılarak yazılmıştı. Kitabın en inanılmaz bölümü, sadece Osmanlı kabine üyeleri ve Genelkurmayınca bilinebilecek hayal mahsulü kararların anlatıldığı ‘Müslüman Askerlerin Raporları’ isimli iki kısa raporun yer aldığı kısımdı. Söz konusu askerler Ermenilerin öldürülmesi için, birinin bizzat Şeyhülislam tarafından verildiği iddia edilen tamamen hayali emirleri rapor ediyorlardı.” (9)
Raporlar propaganda yazıları maalesef gerçek gibi kabul edilecek ve yıllar sonra bu konuda bilimsel çalışmalar yapan bazı yazarları da etkileyecektir. Meselâ bunlardan biri olan Howard M. Sachar, The Emergence of The Middle East 1914–1924 (Orta Doğu’nun Doğuşu) adlı kitabında bakın ne diyor:
“Türk –Ermeni ilişkileri savaşın başlamasından birkaç ay sonra, Türklerin Ermenileri sistematik olarak katletmeleri sonucu bozuldu. 1915 yılında katliamlar Amerikan misyonerleri tarafından duyuruldu. Onların bildikleri hem Amerikan basını, hem de Bryce Raporu ile geniş ölçüde kamu’ya duyuruldu. Böylece ABD’nin en büyük şehirlerinde zincirleme bir yoğun sempati (Ermenilere) hareketi başladı. Başkan Wilson, kurbanların yararına müdahale etmesi için halktan ve dinsel kuruluşlardan on birlerce mektup aldı. Bu normal olmayan bir reaksiyondu. Çağdaş batı yaşamında böyle büyük çaplı bir şehitlik ve vahşilik örneği mevcut değildi. ABD’nin Hıristiyan halkına Ermeniler, tarihi (dinsel, yer altı sığınakları, mezarlıklar arenalar ve gladyatörlerin işkencesi altında acı çeken ilk Hıristiyanları) hatırlatıyordu. Sanki bu yirminci yüzyıl versiyonuydu.” (10)
İnanması imkânsız ama dünyada kendi dinsel inançlarının emirlerine göre başka dinlere Anadolu’ya hükmettikleri 900 yıla yakın bir süre içinde olağanüstü bir özgürlük hak, tolerans tanıyan dünyanın tek ulusu Müslüman Türkler, birkaç kişinin yalanları, uydurmaları, iğrenç niyet ve iftiralarının kurbanı olmuş, Neron’un Romalıları gibi Hıristiyanlara zulmeden bir duruma düşürülmüştü. Bunu da yapan Avrupa’nın zulmünden bıktığı için tam yüzyıl Avrupa – Amerika ilişkilerini belirli bir seviyede donduran 20. yy.’ın en modern devleti olmaya aday genç ABD ve onun siyaset ve basın yayın organları idi. Hiç bir araştırma, hiç bir soruşturmaya gerek dahi duymadan ve Türklerin durumuna karşı en ufak bir insani yaklaşım göstermeden kin ve nefret ordusuna koca bir ulus daha katılmıştı.
Ağustos 1915’te Morgenthau’nun teşviki ve Cumhurbaşkanı’nın hararetli konuşması sonrasında bir Yakın Doğu (daha ziyade Suriye ve Ermeniler için ) Yardım Fon’u oluşturuldu. Türk zulmünün kurbanları için bağış toplanmaya başlandı. Tarihte halkın büyük bir cömertlikle gönülden katıldığı böyle bir genel cömertçe yardımlaşma zor görülebilir. Ülkenin en büyük şehirlerinde New York’un Amsterdam Opera Binası, Philadelphia Stadyumu, Detroit’deki Billy Pazar Çadırı ve diğer meydanlarda toplantılar yapıldı. Başkan Wilson ve Theodore Roosevelt telgrafla, Morganthau ateşli bir konuşma ile katıldılar. Senatörler, Din adamları, Milletvekilleri, belediye başkanları ve pek çok seçkin insan konuşmalar yaptılar.
Brodway’de çalışanlar ve film yıldızları dev bir Yakın Doğu’ya yardım yürüyüşü yaptılar. Harvard – Yale 1916 Futbol maçı geliri fon’a bırakıldı. Kongreye verilen bir teklife ve 22 Ekim 1916’da alınan bir karara göre; her sene bir Pazar günü “Orta Doğu Kurtarma” günü olarak kabul ediliyor ve Amerika’daki 50.000 kilise bağış toplamaya devam ediyordu. Bundan böyle “açlık çeken Ermeniler” Amerikan şefkatinin bir büyüsü olmuş gibiydi. Büyük yardımlar yapılmağa başlandı. Rokfeller Vakfı 150.000 dolar, Gugenheim Fonu 30.000 dolar, New York Hipodromundaki toplantıdan 75.000 dolar, Hediyelerle 10.000 dolar, birkaç yüz zengin aileden 5.000’er dolar, ayrıca yüz binlerce kişi’den yardımlar. 1915 yılında toplam 6.000.000 dolar, 1916’da 20.000.000 dolar yardım toplandı.(11)
Toplanan paralar İstanbul’daki Amerikan Büyükelçisi Morganthau’ya gönderiliyor ve Osmanlı devleti içinde dağıtımı o ayarlıyordu. (Tabii ki paraların nereye gittiğini ve gerçek dağıtımın örgütlere mi, kiliseye mi, yoksa bütün bu olaylar yüzünden yollara düşen, gerçek ihtiyaç sahibi insanlara mı gidecekti, bunu tahmin etmek cidden zordur.) Osmanlı yöneticileri (büyük bir insanlık örneği göstererek) paranın alınmasına ve dağıtılmasına itiraz etmediler. 1917 yılında bir ayda 100.000 dolar gelmeye başladı. (12) Morgenthau gelen yardım paralarının (önemli) bir kısmını Filistin’deki Musevi örgütlerine aktardı (13) Çünkü bölgede başka büyük oyunlar oynanıyordu.

DİPNOTLAR:
(1) Henry Morgenthau (in colaboration with French strother) All in a Life Time, s.178, 187, 215, 216, 224, 227, 259 ve 266 (New York, Doubleday, Page Co–1922).
(2) William M. Sloane, Bir Tarih Laboratuvarı Balkanlar, s..175 (Sürey Yayıncılık, İstanbul – 1987).
(3) Orly Saldırısı, Davası 19 Şubat –2 Mart 1985, Şahit ve Avukat Beyanları, s. 15 (Mümtaz Soysal’ın ifadesi).
(4) E.Granville, Çarlık Rusyası’nın Anadolu’daki Oyunları, s.78.
(5) Osmanlı’dan Günümüze Ermeni Sorunu, Justin Mc Carthy, Birinci Dünya Savaşı’nda İngiliz Propagandası ve Bryce Raporu, s.32 (Editör, Hasan Celal Güzel, 2. Baskı, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara- 2001).
(6) Aynı Eser, s. 34.
(7) Aynı Eser, s.35.
(8) Aynı Eser, s.35.
(9) Aynı Eser, s.35–36.
(10) Howard M. Sachar, The Emergence of The Middle East, 1914–1924, s.342 (The Penguin Press, Washington – 1969).
(11) Aynı Eser, s. 343.
(12) Aynı Eser, s.343.
(13) Aynı Eser, s.194.

Dr. M. Galip Baysan


Büyükelçi Morgenthau -1- Galip Baysan

Hem ortaçağ kafalı hem de CHP li olunmaz - Tünay Süer
Bugünlerde yazacak öylesine önemli konular var ki bazılarını mecburen içimde saklı tutuyorum.
İnanın kendi kendimle kavga eder durumdayım ve psikolojim çok bozuldu.
CHP’ i tanıyamıyorum artık. Bu CHP benim 26 yıldan fazla emek verdiğim, gençliğimi tükettiğim CHP değil. Olamaz.
Bu kâbustan uyanmak istiyorum artık.
Olağan Kurultay için küçük salon tuttular, örgütü ve halkı yok saydılar. Gitsem içeri giremeyeceğim, bu haksızlık diye düşünürken şimdi bir iki gündür gündem hiç okumadığım ama üç gündür takip ettiğim Takvim denen gazetenin müthiş iddialarıyla sarsılmaya başladı.
“Hey Allah’ım aklımı koru” demeye başladım.
Bu iddialar karşısında sanki beynime bir kurşun sıktılar.
Acilen, Gürsel Tekin ve Kılıçdaroğlu konunun üzerinde ciddiyetle durmalı, kamuoyunu aydınlatmalıdırlar.
Öyle meclisten dokunulmazlığının kaldırılmasını istemekle “ki bunu emsal teşkil edeceği için AKP asla yapmaz, yapmadı da” yüz bin liralık dava açmakla da bu iş olmaz.
Alman yetkililerle vakit kaybetmeden derhal görüşüp iddiaların aslı olmadığını tüm Türkiye’ye ispat etmek gerekir.

HEPİMİZİ SARSAN İDDİALAR KARŞISINDA BU KURULTAY YAPILMAMALIDIR.
ŞAİBELİ, GÖLGELİ bir kurultay olmamalıdır.

 ***
Haberin zamanlaması çok manidar!
Madem böyle bir suç ile bir partinin genel başkanı ve genel sekreterini suçlayacaktınız neden bunca zaman beklediniz diye sormazlar mı adama?
Bunu da unutmamak gerekir.
***
Gelelim Binnaz Toprak hanımefendi ve Rıza Türmen Beyefendinin ULUSALCI ÇİZGİNİN SOLDA YERİ YOK sözlerine.
Bana kalırsa sizin bu kafayla CHP de yeriniz olmamalıydı ve olmamalıdır.
Altı OK’u yeniden yorumlayacaklarmış ta falan filan.
Aslında bu iki milletvekilinin ve buna benzer kafada CHP yi işgal etmiş vekillerin yerleri HDP veya AKP olmalıydı.
Bu vekiller belli ki CHP yi parçalamak veya toptan yok etmek için görevlendirilmişler.
Atatürk’le ilgili ne varsa silmek istedikleri gün gibi aşikâr.
Tıpkı AKP gibi!
Milliyetçilik ve Laiklik okları kırılmalıymış.
Hadi oradan be!
Binnaz Toprak "Anayasadan Türklük tanımı kaldırılsın"
Rıza Beyefendi; Kırmızıçizgi diye bir şey olmaz "Türklük" ifadesinin yerine "Yurttaşlık" ifadesi önerir.
Hüseyin Aygün, Zaman Gazetesi’ne röportaj vererek CHP ve Atatürk için katliamcı tabirini kullanır ve Cumhuriyet’i açıktan hedef alır.
Bu yetmiyormuş gibi Paris’te öldürülen PKK’lıların ailelerine başsağlığına giderek PKK bayrakları önünde fotoğraf çektirip yayınlar.
Hangi birisini dile getireyim?
CHP bugün temel ideolojisine ihanet edenler tarafından işgal görüntüsü vermektedir.
Ha! CHP nin sol kimliğini güçlendirmek gerekir buna eyvallah ama yenileme adına ideolojisini değiştirmeye kalkmak yukarıda dediğim gibi büyük bir ihanettir.
Son söz: CHP’yi kuran Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimlerini uygulamak zaten çağın ilerisi demektir. Bunu uygulayın yeter.
YCHP ya aslına dönmeli ya da…
***
Son günlerde Atatürk büstlerine yapılan saldırılar Cumhuriyet ve Türk Milletine yapılan saldırılardır.
PKK İstanbul’un göbeğinde, Okmeydanı’n da ki Atatürk Büstüne de silahlarla, Molotof kokteylleri ile gözü dönmüşçesine saldırıyor. Yurttaşlarımız sokağa dökülüp müdahale ediyorlar ama orada olan Tayyip in kahraman, destan yazan polisler sadece seyrediyorlar.    CHP Gençliğinden ve ana kademeden hiç tık yok. Belki var da ben duymuyorum veya yeterince değil. Türkiye ne halde görün artık ne olur ey görmezler, duymazlar uyanın artık. Ölüm uykusuna mı yattınız be?

Bu arada her konuda öncü olan TGB li gençler yurdun çeşitli yerlerindeki Atatürk Büstleri başında nöbet tutmaya başladılar. Hepsinin o tertemiz alınlarından sevgiyle öpüyor, kutluyorum.
Ayrıca PKK ‘yı kovalayan Bingöl esnafını da gönülden kutluyorum. Ha şöyle işte, diyorum.
Türk, Kürt, Alevi yeter ki mezhep, parti gözetmeksizin tüm vatanseverler el ele verelim ve vatanımızı bu karanlık günlerden kurtaralım. Bunu yapabiliriz.
**
Henüz yeni iki aslanımızı şehit verdik, yine yüreklerimiz dağlandı. Onlara Allahtan rahmet, acılı ailelere sabırlar diliyorum. Işıklar içinde yatsınlar inşallah.
PKK yine kudurdu, halen açılım, saçılım diyenleri, dolayısıyla Türkiye’yi bölmek isteyenleri kör şeytanlara emanet ediyorum. Öyle bir açılsınlar ki bir daha dönüşleri olmasın inşallah.
Askerlerimizi kahpece şehit edenlerden bir hainin büstünü indiren askerlerimize soruşturma açan askeri yetkililerimizi de şiddetle kınıyorum. Komutanlığınız sadece onlara mı yetiyor?

Chp’nin Olağanüstü Kurultayı Toplanırken - Gündüz Akgül
CHP , oldum olası Kurultaylar Partisi olarak anılır…
Anımsadığım kadarıyla CHP kurulduğundan bu güne kadar 34 olağan, 17 Olağanüstü Kurultay yapmıştır. Bu kurultay 18. Olağanüstü kurultay olacaktır…
Kurultaylar, bir partinin programlarını yeniden gözden geçirmesi, olumlu ve olumsuz politikalarının masaya yatırılması, Yeni yüzlerin Parti Meclisinde yer alması, arenası olduğu için daima yararlıdır...
Bu kez Genel Başkanın, ani bir kararla Kurultayı toplayacağını açıklamasının nedeni herkesçe bilinmektedir…
Çatı adayının Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetmesini fırsat bilen ve ulusalcılığı tekelinde gören 6 CHP milletvekili, çatı adayın seçimi kaybetme nedeninin tüm sorumluğunun Genel başkana ait olduğunu kamuoyu önünde açıklamaları, partinin yıpranmasına neden olmuş ve yeterli imzaları toplamayacaklarını anlayan Genel Başkan, bu yıpranmayı önlemek için doğru bir kararla Olağanüstü Kurultay kararı almıştır…
Bu Kurultayda CHP ’nin, yıllardır iktidar olamamasını çok iyi sorgulaması ve kavgalı Parti görüntüsünden kurtarılması gerekmektedir…
Yıllarca CHP ’ye oy vermiş bir seçmen ve bir üyesi olarak kendi düşüncelerimi satırbaşları ile okuyuculara sunmak istiyorum…
-Bu kurultayda Partiye zarar verecek şekilde oluşturulan karşılıklı gruplaşmalara mutlaka son verilmeli ve güçlü bir birliktelik oluşturulmalıdır…
-Ben yoksam parti yoktur anlayışında olanlara fırsat verilmemeli, ısrar edenlerin parti ile ilişkileri kesilmelidir…
-Parti içi demokrasinin tam sağlanarak, her kesin düşüncesini parti suçu işlememek koşuluyla özgürce açıklaması ve Partinin her kademesine özgürce aday olması sağlanmalıdır…
-Aday olanların, diğer adayları kötüleyerek, karalayarak propaganda yapmak yerine, projeleriyle kendilerini anlatma kuralına önem verilmelidir…
-Grupların seçim yarışı sonrasında kazanan gruba, her partilinin koşulsuz destek vermesi sağlanmalı ve hizipçiliğe fırsat verilmemelidir…
-Parti disiplinine uymayarak partiye zarar verenler hakkında disiplin işlemine işlerlik kazandırılmalıdır…
-Yazılı medyaya yansıyan habere göre kavga ve küskünlüklerin kaynağını oluşturan ön seçim sınırlamasına asla gidilmemeli, tüzük değişikliğinde parti üyesi olmayıp konularında uzman olanların, Genel Başkan tarafından değerlendirilmesi için %10’luk bir kontenjanın dışında, ön seçimin delegelerle değil tüm üyelerle yapılması yaygınlaştırılmalı, merkezde atamaların istisnai hale getirilmesi sağlanmalıdır…
-Son yerel seçimlerde açıklanan adayların, bir gün sonra değiştirilmesi örgütte büyük hayal kırıklığı ve küskünlüğe neden olmuş ve birçok yerdeki Belediye Başkanlığı bu nedenle kaybedilmiştir. Bu durumda ön seçimin önemini gözler önüne sermektedir. Bu nedenle ön seçim genel kural haline getirilmelidir…
-Her seçimde suyun başında olan Parti Meclisi ve Merkez Yönetim Kurulu üyeleri ile Milletvekillerinin nerede ise tamamının tekrar aday gösterilmesi kuralından mutlaka vazgeçilmeli, partiye büyük yararı dokunanların dışında diğerlerinin yerlerinin gençlerin alması için gençler kotası getirilmeli ve seçmenin yıllarca ayni yüzleri görmesi uygulamasından vazgeçilmelidir…
-Kadın ve Gençlik Kollarının güçlü bir hale getirilmesi sağlanmalıdır…
-Düzen partilerine uyarak sağ seçmenden oy alma düşüncesiyle partinin sağ adaylarla değil, partiye emek vermiş sosyal demokrat adaylarla seçimlere katılıma öncelik tanınmalı, bu nedenle küskün olan sol düşünceli seçmenin partiye kazandırılması sağlanmalıdır…
-Sağ düşünceli olup laik rejimle bir sorunu olmayan gerçek dindarların oyları, sağ söylemler değil, açıklanacak gerçekleşebilir projelerle sağlanmalı, yıllardır CHP din düşmanıdır” algısının yok edilmesi için büyük çaba harcanarak, CHP ’nin dinle bir sorunu olmadığı, dinin siyasallaştırmanın çıkarları için kullananların karşısında olduğu, yurttaşlara anlaşılabilir bir şekilde anlatılmalıdır…
-Sosyal demokrat bir parti olarak politikaları, emekten, esnaftan, memurdan,  işçiden, emekliden, dar gelirliden yana oluşturmalı ve bunu çok iyi anlatıp bu kesimler ikna edilerek partiye kazandırılmalıdır…
Son söz:
Bir liderin başarısı, gerektiğin yanlışlarını kendisine söyleyebilen çevresiyle olasıdır. Evet, efendimciler daima lideri yanlış yönlendirerek zarar vermektedir…
CHP ’nin toplanacak olağanüstü Kurultayı, partiye, tüm yurttaşlara ve ülkeye iyilikler getirmesi ve çağdaş bir Kurultay olması dileği ile…

24.08.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

AKP, 12 yıldır kesintisiz iktidardadır…
Yaptığı yasal düzenlemeler sonucu Yasama, Yürütme ve Yargıyı tek elde, daha doğrusu kendi yetkisine alan seçilmiş Cumhurbaşkanı-Başbakan Recep Tayyip Erdoğan sık sık davamız, dava arkadaşlarımız söylemlerini dile getirmektedir…
Erdoğan gibi birçok AKP yetkilisi de ayni söylemi tekrarlamaktadır…
Cumhurbaşkanlığı süresi 28 Ağustosta sona Eren Abdullah Gül, Çankaya Köşkünde işveren temsilcilerine, Üniversite rektörlerine, sivil toplum örgütlerinin temsilcileri ve gazetecilere verdiği son resepsiyonda, “ayrıldıktan sonra İstanbul’a yerleşeceğini, bundan sonra birikimlerini davama aktaracağını” söyledi…
Davadan bahsedenlerin hiç biri net bir şekilde bu davanım neme nem bir dava olduğu açıklamasında bulunmadı…
Zaman zaman medya yazarları bu davanın ne olduğu konusunda yorumlar yapmakta iseler de, davanın ipuçlarını yine Erdoğan’ın konuşmalarında yakalamak olasıdır…
Erdoğan;
-Açık bir şekilde Türküm demediği için sürekli eleştirilmesi karşılık, dememekte ısrar etmektedir…
-Her konuşmasında büyük önderden Mustafa Kemal diye söz ederken, bir türlü ATATÜRK (çünkü Atatürk devrimlerin eseridir) diyememektedir…
-AKP dönemi öncesini eski Türkiye, AKP dönemini ise yeni Türkiye diye tanımlamaktadır…
-Laik Cumhuriyet aydınlanması ile değil, Osmanlı İmparatorluğunun şeriat dönemini ile gurur duyduğunu ima (dolaylı anlatım) etmektedir…
-Yeni Osmanlılığı dillendiren Ahmet Davutoğlu’nu Başbakan adayı olarak seçmesi tesadüf değildir…
-Yüzünü batı aydınlığına değil, doğu karanlığına çevirdiği sürekli eleştiri konusu yapılmaktadır…
-Çağdaş bir gençlik değil, dindar ve kindar bir gençlik yetiştirmekten söz etmektedir…
-Tercihini, Bilimi ön plana alan çağdaş bir eğitimden yana değil, din eksenli İmam Hatip okullarından yana kullanmaktadır…
Erdoğan’ın ipuçlarını verdiği bir tercihlerden davalarının, çağdaş uygarlığa dönük bir Türkiye değil, Şeriata doğru adım adım oluşturulan bir Türkiye olduğu açığa çıkmaktadır…
12 Yıllık iktidarları döneminde uygulamaları, bu savımızı doğrular niteliktedir…
Yetki, Erdoğan ve ekibinin elinde olduğu için bu gün bu davayı gerçekleştirmek adına, birçok yasal değişiklik ve tarif edilen davaya uygun uygulamalar yapılmakta ise de,  
Hala Türkiye Cumhuriyetinde, milyonlarca aydın, laik ve çağdaş yurttaş bulunduğuna göre, bu davanın gerçekleşmesi zor görünmektedir.
Haydi, bakalım…

21.08.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Cumhurbaşkanı Seçilmiş Kişi İle Cumhurbaşkanı Farklı Kavramlardır
10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimi sonuçlanmış, oylar sayılmış ve Tayyip Bey'in Cumhurbaşkanı seçildiği kesinleşerek Yüksek Seçim Kurulu tarafından ilan edilmiş ve Tayyip Bey'in kesin olarak Cumhurbaşkanı seçildiğini belgeleyen mazbata düzenlenerek Meclis Başkanlığına teslim edilmiştir.

Bu duruma göre, Tayyip Bey henüz Cumhurbaşkanı değildir, hukuken Cumhurbaşkanı sıfatını kazanmamıştır, 28 Ağustos'a kadar Cumhurbaşkanı, Abdullah GÜL olup, halen görevinin başındadır. Sayın GÜL, 28.Ağustosta, görevini, seçilen Tayyip Bey'e devredecek ve Tayyip Bey de aynı gün Mecliste yemin ederek 12.Cumhurbaşkanı sıfatını kazanarak görevine başlayacaktır.

Şu anda ve 28.Ağustos'a kadar, Tayyip Bey, Cumhurbaşkanlığına seçilmiş ve bu seçilmişliği kesinleşmiş olan bir Türk Vatandaşıdır. Bu nedenle, 28 Ağustos tarihinde göreve başlayana kadar Tayyip Bey aleyhine işlenen, örneğin kakaret fiili, Cumhurbaşkanına hakaret suçunu oluşturmayacaktır.

AKP'lilerin, Tayyip Bey'in Başbakanlığının sona ermediğine dair dayandıkları Yargıtay kararı, bu şekilde anlaşılmalıdır. Yargıtay'ın kararı, Tayyip Bey'in Cumhurbaşkanı seçilmedini değil, henüz göreve başlayan ve Cumhurbaşkanı sıfatını kazanan bir şahıs olmadığını, bu nedenle de, ceza yasasının Cumhurbaşkanını koruyan maddelerinden yararlanamayacağını izah etmektedir.

Tayyip Bey ve yandaşları, şark kurnazlığını ve vatandaşı aldatmayı bir kenara koyarak gerçeklerle yüzleşmek zorundadırlar.

Cumhurbaşkanı seçilen kişi ile yemin ederek hukuken Cumhurbaşkanlığı görevine başlayıp Cumhurbaşkanı sıfatını kazanan kişi kavramlarının, farklı kavramlar olduğu açıktır.

Anayasanın 101. maddesinin son fıkrası çok açık ve nettir, burada;”Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer.” denilmektedir. Burada, Anayasanın seçilenden kastının, Mecliste yemin ederek göreve başlayan olduğunu iddia etmek ve bu hükmü o şekilde yorumlamak hukuken mümkün değildir. Seçimin kesin sonuçları alınarak, Yüksek Seçim Kurulunca ilanı ve mazbatanın düzenlenmesi ile Tayyip Bey Cumhurbaşkanı seçilen kişi sıfatını almış olup, Anayasnın 101. maddesinin son fıkrası hükmüne göre, herhengibir makamın karar almasına gerek kalmadan, Anayasa hükmü gereği, partisi ile ilişiği kesilmiş,Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyesi olmayan kişi Başbakan da olamayacağı için Başbakanlık görevi de kendiliğinden sona ermiştir.

Anayasanın 102. maddesinde yer alan; “Cumhurbaşkanı göreve başlayıncaya kadar, görev süresi dolan Cumhurbaşkanının görevi devam eder.” hükmü ile 103. maddesinde yer alan; “Cumhurbaşkanı, görevine başlarken Türkiye Büyük Millet Meclisi önünde aşağıdaki şekilde andiçer” hükümleri dikkate alındığında, Anayasamıza göre, Cumhurbaşkanı seçilen kişi kavramı ile Cumhurbaşkanı seçilen kişinin yemin edip göreve başlayarak Cumhurbaşkanı sıfatını kazanması kavramlarının farklı kavramlar olduğu, seçimi kazanan kişinin; ilk aşamada Cumhurbaşkanı seçilen kişi, ikinci aşamada ise, yemin ederek göreve başlayan ve artık Cumhurbaşkanı sıfatını kazanan kişi olacağı çok açık ve nettir.

Tayyip Bey ve yandaşları elmalarla armutları karıştırmamalıdır. Anayasamıza göre, Tayyip Bey; yemin ederek görevi devralacağı ve Cumhurbaşkanlığı görevine başlayacağı 28.Ağustos tarihine kadar, Cumhurbaşkanı değil, Cumhurbaşkanı seçilen kişidir ve Anayasanın 101. maddesinin son fıkrasında yer alan”Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer.”  açık hüküm karşısında, şu anda AKP Genel Başkanlığı, Milletvekilliği ve Başbakanlığı Anayasa hükmü gereği kendiliğinden düşmüş ve sona ermiş sade bir Türk Vatandaşıdır.

Tayyip Bey'in, AKP Gnel Başkanı, Milletvekili ve Başbakan sıfatlarını ve yetkilerini kullanmaya devam etmesi, yetki ve görev gaspı olup, suçtur ve bu sıfatlarla yaptığı ve yapmaya devam edeceği işlemler, hukuken yok hükmündedir.

Yazımızın tam bu bölümünü kaleme alırken ,AKP'nin beklenen yeni Başbakan adayı kararını açıklamak üzere Tayyip Bey kürsüye çıkarak malum partizan konuşmasına başladı ve kendisinden sonra Başbakan olarak görev alacak halefinin adını Ahmet DAVUTOPLU olarak açıkladı.Bu isme, bugün sona eren ve uzun süren istişareler sonunda ulkaşıldığını söyleyerek, halkımızı yine aldattı ve  enayi yerine koydu.Oysa, hepimiz biliyoruz ki, Ahmet DAVUTOĞLU ismi, Tayyip Bey'in çok önceden tek başına belirlediği bir isimdi ve bu isim çok önceden kamuoyuna deşifre edilmişti.

Ülkenin güneydoğusu bölünmüş, devlet hakimiyeti kalmamış, mehmetçik'e 30 sene önce ilk kurşunu sıkarak PKK silahlı terör örgütünün sembol ismi olmuş kişinin anıt heykeli Liceye dikilmiş, Başbakan yardımcısı, haberimiz olmadan diktiler diyerek aczini ortaya koymuş, olayın basına intikali üzerine, heykel dikildiği yerden indirilmek zorunda kalınınca çıkan olaylarda, iki şehit verilmiş, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk'ün heykellerine, misilleme olarak PKK militanları tarafından zarar verilmeye başlanmış, Hakkarideki Atatürk Heykeline yönelik PKK saldırısına karşı, Atatürk'ün heykeli güvenlik güçlerince koruma ve çember altına alınmış, ülkenin bu toz duman altında kalmasına ve bölünmesine göz yuman Tayyip Bey, ülkeyi değil, kendi partisini düşünerek ve  kendisinden sonra partisinin dağılmaması için, cumhurbaşkanı seçildiği halde ilişkisini kesmediği AKP'yi dizayn etme ve kendisinden sonraki genel başkan ve başbakanı belirlemeyi, kendisine görev saymıştır.

Sözüm ona, 27 Ağustos da AKP Kurultayı toplanacak ve kurultayın hür iradesiyle(!) genel başkan seçilecek, ülkemizde ileri demokrasi olduğu için, kurultayın toplanmasını beklemeden, tek adam Tayyip Bey; bugün (21/08/2014) AKP Genel Başkanı ve Başbakanı belirleyerek ve seçimi AKP Kurultayının yetkisinde olan yeni AKP Genel Başkanı'nın Ahmet DAVUTOĞLU olduğunu ilan ederek, AKP Kurultay delegelerinin iradesine ipotek koymuştur.

Anayasanın 101 maddesinde yer alan açık hükme nazaran, Cumhurbaşkanı seçildiğinin kesinleştiği anda, partisi ile ilişiğinin kesilmesine, Milletvekilliği ve dolayısiyle Başbakanlık görev ve sıfatlarının kendiliğinden sona ermesine rağmen, bu görev ve sıfatları taşımaya devam ettiğini iddia ederek, bu görev ve sıfatlarına ilişkin  yetkilerini kullanmaya  devam eden bir kişinin; hukuk ve Anayasa dışı  bu davranışlarıyla, 28 Ağustos da Cumhurbaşkanlığı görevine başlarken edeceği yemine sadık kalmayacağını ve daha Cumhurbaşkanlığı görevine başlamadan önce, Anayasal meşruiyetini yitirmiş olduğunu, belirtmek zorundayız.

21/Ağustos/2014
Güner YİĞİTBAŞI 
 İzmir Barosu Üyesi Avukat

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget