Şubat 2014
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Tünay Süer: Diktatör...
Türkiye, tarihinde görülmemiş büyüklükte yolsuzluklar ve rüşvetler ile adeta bir deprem yaşıyorken, art arda çıkarılan yasalarla da hızla başbakanın diktatörlüğünün tanınmasına Totaliter, devlete doğru yol alıyor.
İnternet Yasası, HSYK Yasası, MİT Yasası...
İleri demokrasi adı altında millî devleti ortadan kaldırmaya yönelik Anayasa’nın değiştirilemeyecek, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddelerini kanuna karşı torbaya sokarak tek tek çıkartıyordu zaten.
17 Aralık operasyonu ve oğul Bilal’in ifadeye çağrılması olayı onu amacına bir an önce ulaşabilme adına hızlandırdı.
Yaklaşık 12 yıldır Türkiye’yi yöneten başbakan, beni Milli İrade seçti, milli irade Türkiye Büyük Millet Meclisidir, meclis ne derse o olur sözleri ile de, halkın büyük bir kesimini kandırmaktadır.
Düşünecek olursak o;
Fakir ve cahil vatandaşların oylarını devletin imkânlarıyla, sosyal yardım adı altında
Yeşil kart, gıda, yiyecek ve yakacak gibi yardımlarla, adeta satın alarak ve seçim hileleriyle 12 yıldır iktidarda kalabilmiştir.
TBMM sindeki sayısal çoğunluğu ve biat kültürüyle ile halen istediği gibi yasalarla oynayabilmektedir.
Ülkemizde hukuk kalmamış, hukuk halkın hukuku yerine güçlünün hukuku durumuna getirilmiştir.
Ne iç ne de dış güvenliğimiz kalmıştır.
Başbakanın Türkiye’yi bu günlere taşımasındaki en büyük etken önceki yazımda belirttiğim gibi 21. Yüzyıl Hitlerini çok güzel oynamasından kaynaklanmaktadır.
(Onun inkârları ve yalanları ilerideki yıllarda mutlaka dizilere konu olacaktır.)
İzmir Urla'da 1. derece sit alanı olan bir araziye Başbakan Erdoğan'ın talimatıyla villalar yapıldığı ileri sürülmüştü.,
Kızı Sümeyye Erdoğan, oğlu Bilal Erdoğan, Kültür Bakanı Ömer Çelik ve işadamı Latif Topbaş 'a ait olduğu öne sürülen ses kayıtları ortaya çıkmıştı.
Başbakan bu konuda bir gazeteciye;
“Benim senede 3-5 kere görüştüğüm çok yakın bir dostuma ait 35 yıllık bir yerdir bunlarla başbakanı lekeleyemezsiniz” diye konuşmuştu.
 Adı geçen işadamı Mustafa Latif Topbaş’ta;
Söz konusu arazi 34 yıl önce 7 arkadaşımla birlikte satın alınmıştır. Aynı yıl başladığımız inşaatlar zaman içinde gelişen biçimde bugün bölgedeki köy yapılaşması çerçevesindedir. Kendimiz, çocuklarımız ve çalışanlarımız için yaptırdık. Demişti.
Ancak Google Earth'den bakıldığında 1 yıl önceki görüntülerde arazide hiçbir yapılaşmanın olmadığı görülmüş, koca yalan meydana çıkmıştı.
Beraber yürüdük biz bu yollarda şarkısını çok seven başbakanın bundan böyle bu şarkıyı değiştireceğini umuyorum.
Şimdilerde paralel devlet diye yakındığı ortağı ile sanki ayrı kutupların insanları, düşman kardeşler oluverdiler. Ne de olsa saltanat hırsı...
Can ciğer kuzu sarması o insanlar gittiler, onu nasıl yok edebilirim düşüncesi içerisinde büyük bir kin ile birbirlerine karşı güç gösterisine başladılar.
17 Aralık Operasyonu başbakana bir ihtardı.
Şimdi sırayla ses kayıtları ortalığa saçılmaya başladı.
Başbakan, oğlu Bilal Erdoğan arasında geçtiği iddia edilen ses kayıtları hakkında önce montaj yorumunu yapmıştı. Sonra şaşkınlıkla kriptolu telefonunun dahi dinlendiği itirafında bulunmuştu.
AKP Milletvekili ve TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu Twitter daki
Tweetleri ile   "Başbakana ait kriptolu telefonun şifresini çözen çete, Boğaz'da bir yalıdan Avrupa ve ABD'ne servis yapmış. Kriptolu telefonları şifreleyen TÜBITAK elemanlarından beş kişi bu olaylar üzerine aniden izne ayrılmış!!!!" demekle  neyi kast etti sizlerin yorumlarınıza bırakıyorum.
Bu kadar büyük paraların döndüğü hırsızlıklara, yolsuzluklara göz yumulan hatta üstü örtülmeye çalışılan utanç dolu günler yaşamaktayız.
Başbakanın tüm bunları paralel devletin, çetelerin yaptığını söylemesi aczini, göstermektedir. Söyleyecek başka sözü kalmamıştır. Cemaati bu duruma kendisi yüceltmiştir. Olanlardan kendisi sorumludur ve artık bu hükümetin hükmü kalmamıştır.
Ben onun yerinde olsam onurlu davranıp derhal istifa ederim. Yalanı siyasetin resmi alanı yapmış bir başbakan o makamı daha fazla işgal etmemelidir.
Sayın Başbakan şunu da çok iyi bilmelidir ki Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimlerini, kurmuş olduğu cumhuriyeti ne o, ne de  başkaları asla yıkamayacaklar, kendileri yıkılacaklardır.

28.Şubat.2014





Hukukçu Olmak Kolay Değil - Gündüz Akgül
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinin rozeti, Adalet Tanrıçası bakire kadın “THEMİS”İ temsil eder.
Gözleri bağlı, bir elinde terazi, bir elinde kılıç, bakire Adalet Tanrıçasının bu özelliklerinin anlamı, Hukuk fakültesi birinci sınıfına başlayan tüm öğrencilerin ABECE’sidir.
Terazi: Adaletin eşit ve dengeli şekilde dağıtılmasını,
Kılıç: Adaletin keskinliğini,
Bağlı gözler: Adaletin tarafsızlığını,
Bakire Kadın: Adaletin bağımsızlığını,
Simgeler.
Ne yazık ki günümüz hukukçularının bir bölümü bu ilkeleri tamamen bir tarafa bırakıp, kendilerine, kendi düşüncelerine göre bir hukuk yaratmanın yarışındadırlar.
Bu nedenle Adalet tanrıçasının gözleri sürekli yaş dökmektedir.
Bu gün size hukukun katledildiği, savunmanın susturulduğu, kim oldukları bilmediğimiz gizli tanıkların ipe sapa gelmez beyanlarıyla hüküm verildiği, davalardan, belli bir gurubun Yargıcı ve Cumhuriyet Savcısı olduğu konusunda yurttaşlarda oluşan algıdan bahsetmeyeceğim.
Geleceğin Yargıçlarına ve Cumhuriyet Savcılarına öğrencilikleri sırasında hocalık yapan, öğrencilerine evrensel hukuk ilkelerinin olmazsa olmazı olan tarafsız davranmayı öğretmesi zorunlu olan, Profesör unvanlı bir hukukçunun düştüğü acıklı durumdan söz edeceğim.
Başbakan Erdoğan ile oğlu Bilal Erdoğan arasında geçtiği savlanan konuşmalarla ilgili yer yerinden oynarken, Anayasa Komisyonu Başkanı, Anayasa Profesörü Burhan Kuzu, Twitter'dan "Halkın arasındayım; İnanın bu uydurma kaset ve ses kayıtlarına doğru olsa bile inanan yok. Millet bu iktidardan memnun. Enerjinizi başka yere.." demektedir.
Bir hukukçu olarak her yargılanan için ısrarla savunduğumuz masumiyet karinesinin Başbakan ve oğlu içinde geçerli olduğunu kabul ediyoruz.
Ancak, olay yargı tarafından soruşturulup gerekli aklama ve mahkûmiyet kararı verilmeden, Prof. Burhan Kuzu’nun “….İnanın bu uydurma kaset ve ses kayıtları…” diyerek peşinen olayı uydurma olarak kabul etmesi ve bununla yetinmeyerek, “doğru olsa bile inanan yok. Millet bu iktidardan memnun.” Diyerek sürekli sığındıkları millet iradesi (ulus istenci) ile alay edercesine söylemde bulunması yadırgamamak olası değildir.
Burhan Kuzu’ya sormak lazım.
 Hangi halkın arasındasın?
Alanlarda günlerdir bağırıp olayı protesto eden halk mı?
Yoksa partine oy veren yandaş halkın mı?
Gönül isterdi ki Prof. Burhan Kuzu, unvanına yakışır bir beyanda bulunsaydı veya susup hukuka gölge düşürmeseydi.
Ne yazık ki Burhan Kuzu bir hukukçu gibi davranmamış ve adalete gölge düşürmüştür.


Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Sıfırlandı! - Necati Doğru
Para bu, yoktan var olmaz, vardan yok olmaz. El değiştirir. Sahip değiştirir. Kılık değiştirir. Yer değiştirir. Sonunda bir yerden çıkar. Köpekler, kendi kokularını izlerler. Para da köpekler gibi kendi kokusuna akar. Para sıfırlanmaz.
Sıfırlanan kişi olur.
Sıfırlandı.
Söylenecek söz bulundu:
“Al paranı da git…”
Türkiye’ye başbakan oldu.
Bölücülük yaptı.
Villa çoğalttı.
Halkı ikiye parçaladı.
Zenginleşme peşinde koştu.
Her Cuma camiye gitti, her nutkunu Allah adıyla ve “insanlar bir tarağın dişleri gibi eşittir…” diyen Hz. Muhammed‘in sözleriyle güçlendirdi. ABD elçilerinin raporlarına; “İsviçre’de 8 ayrı hesabı var…” kriptoları ile girdi. Dolar biriktirme, Euro yavrulama, villa stoklama, arsa büyütme, rant peydahlatma, havuz oluşturma, oğlunun vakfına bağış yağdırma bilgileri, belgeleri, kanıtları sayfalara sığmıyor.
Kağıt yetmiyor.
Kalem kafi gelmiyor.
Akıl kabul etmiyor.
Oğlum Bilal, “evdeki paraları sıfırla… amcanda… ağabeyinde… eniştende… Sümeyye geldi mi… bütün paraları elden çıkarın…” sözlerini duyanların nutku tutuluyor. Oğlunun da Başbakan babasına; “… 30 milyon Euro’yu henüz eritemedik…” diye son dakika haberi vermesini vicdanlar titreyerek dinliyor.
* * *
Yavrusu 30 milyon Euro!
Anasını artık tahmin et!
Anası bu kadar iri para!
Yeme parası olabilir mi?
Yoksa siyasi bir fon mudur?
İktidarı pekiştirme parası!
Adam satın alma parası.
Güce kaynak olma parası.
Bu para neyin parası?
Bu kadar büyük para bir defada nasıl toplanır? Bir tek havuza nasıl sığdırılır? Bu kadar para kaç yılda, kaç havuzda, kaç defa doldurulup, boşaltılarak birikir? Çamlıca’da villa evde duranlar milyar dolara ulaşıyorsa; evde durmayanlar kaç milyar dolara varıyor?
Her işlemden mi alındı?
Her alışın yüzdesi mi vardı?
Her satışın rayici neydi?
* * *
Burası Ortadoğu.
Bütün kuvvetler teklenir.
Yasama, yürütme, yargı.
Basın, cami, tarikat.
Hepsi tek adamda toplanır.
Burada para ilah olur.
İktidarın parçası yapılır.
İran’dan Şah Rıza‘nın da, Irak’dan Saddam‘ın da, Libya’dan Kaddafi‘nin, Mısır’dan Mübarek‘in ve Uganda’dan İdi Amin‘in ve saymakla bitmez bir yığın irili ufaklı diktatör eğilimli Ortadoğu liderinin de “iktidar sahipliğini büyük para sahipliğine dönüştürdüğü” tarihin sayfalarında yazılıdır.
Şah yüzde 10 alıyordu.
Saddam yüzde 8…
Kaddafi yüzde 5…
Güç fonları kurmuşlardı.
Yıkılmayacaklarını sanıyorlardı ve kendi ülkelerinde kendi taraftarlarını; “Dik dur eğilme, bu millet seninle…” benzeri yüreklendirmelerle alkışlatıyorlardı.
Yıkıldı, gittiler.
* * *
Bizimki sıfırlandı.
Al paranı da git oldu.
Paralel yapının son telefon konuşma kaseti için dublajdır, kurgudur, sahtedir, piyestir, alçakça, edepsizce, ahlaksızca montajdır diyor. Bizim, “Başbakan Baba ile oğlunun sesini bu kadar hakiki, bu kadar refleksiz, kelimeleri bu kadar orjinaline uygun ezerek piyese dönüştürecek” artistimiz ve rejisörümüz olsaydı hiç değilse bir tane Oscar ödüllü filmimiz olurdu.
Para üstü!
Başbakan ile oğlunun konuşmalarında “para üstü olarak konaklardan bir daire alındığı” bilgisini de öğrendik. Bu da ekonomimizin gücünü, rantların ne büyük getiri kazandırdığını gösterdi. Bu durumda; Ukrayna Devlet Başkanı Victor Yanukoviç‘in ülkesinden kaçarken valizlere doldurup götürdüğü bizimkinin yanında fındık fıstık çerez parası gibi kaldı.

 Necati Doğru

Galip Baysan: Benim Oyum-Senin Oyun
Birkaç yıl önce, 2008 yılının Mart ayında bir TV kanalındaki Müjde Ar’ın proğramına katılan bir hanım kızımız Aysun Kayacı;” Ben vergi veriyorum, niye vergisini vermeyen dağdaki çobanla benim oyum bir olsun. O seçim konusuna benim kadar duyarlı, benim kadar sorumluluk sahibi bir şekilde yaklaşıyormu acaba?” Bu sözlerin arkasından Müjde Ar: “O zaman en fazla vergiyi veren 60 tane oy versin, olurmu öyle şey? Demişti (1) Bu olay olabildiğince abartıldı ve Aysun Hanım yerden yere vuruldu. Aslında Aysun Hanım kızımız bir konuda haklıydı ve kimler oy hakkına sahip olmalıdır konusundaki yüzlerce yıl süren tartışmaları dile getiriyordu. Hatta bu gün bile ülkemizdeki siyasi gelişmelere bakıp, keşke şu yönden gelen oylar olmasaydı dediğimiz olmuyormu? Gelin bu konuyu baştan yani Atina Demokrasisinden itibaren ele alıp inceleyelim.
Bütün olumlu düşüncelerimize rağmen, aslında Atina demokrasisi bir bakıma “Oligarşik Demokrasi” olarak tanımlanabilirdi. Yani tüm halkın değil, sadece Atinalı’ların sahip olduğu haklar sistemine göre kurulmuştu. Mesela, Atina’nın merkez olduğu Attika’nın nüfusu 315.000 kadardı. Bu toplam nüfus içinde kadınlar, köleler ve yabancı kökenli “Metikler” siyasi haklara sahip değildirler. Bunlar çıkarıldığında, seçme ve seçilme hakkına sahip olan Atinalı’ların sayısı İ.Ö. 432’de 35-40.000 kadardı.(2) Demokratik haklar sadece onlar için söz konusu idi.
Eski Yunan toplumu köleliğe dayanan bir toplumdu, sitenin yönetimine katılmaya hakkı olan yurttaşlarla, hiçbir hakkı olmayan kölelerden oluşmuştu. Yani bu demokrasi köle sahipleri olan özgür insanlar için bir demokrasiydi. Daha net bir ifade ile ekonomik ve toplumsal temeli kölelik olan bir toplumda ayrıcalıklılar için bir demokrasiydi.(3)
Eski Yunanlılardan oldukça farklı özellikler taşımakla birlikte, benzer bir durum eski Roma Cumhuriyetinde de mevcuttu. Her iki halde de “köleci toplum evresinde yönetim güçlerinin belli bir durumuna denk düşen bir siyasi örgütlenme söz konusuydu.” (4)
Demokratik haklar ve özgürlükler konusunda iz bırakan en soylu çıkışlardan birinin bir asker tarafından yapılmış olması ilginçtir. O dönem İngiltere’deki yönetimin en sorumlu iki ismi Cromwell ve Ireton ile Ordu temsilcileri arasında “Demokrasinin prensipleri ve bunların İngiltere’de uygulanması konusunda, 25 Ekim 1647’de, Putney’de Yüksek Subaylar Şurasında bir toplantı yapıldı. Toplantı devam ederken subaylarla Cromwell ve Ireton’un aynı fikirde olmadıkları belirginleşiyordu. Tartışmanın esasını teşkil eden konu “kişilerin rey hakkı” idi ve bunu savunanlar demokrasi ilkesinin en hayati konusuna temas etmekteydiler. Ireton rey hakkının “mülk sahibi olma” esasına dayandırılmasını ve bu hakkın sadece ülkede daimi bir menfaati olanlara tanınmasını savunurken askerler buna karşı çıkıyordu. Subaylardan birisi, Albay Rainboro “Gerçekten İngiltere’nin en fakirinin bile, en zengini gibi yaşadığı bir hayatı vardır” diyordu. Bu sözler gerçekten de demokrasinin en belirgin bir ifadesidir. Ülkedeki en fakir insanın bile başkasının idare ve teslim edeceği veya kullanabileceği değil, kendisinin yaşayacağı bir hayatı vardır. Hayatı kendisinindir ve onu yaşamak zorundadır. Hiç kimse kendisini bu mesuliyetten mahrum edemez. İnsanlar maddi durumları, tahsilleri, yetenekleri ne kadar farklı olursa olsun, kendi hayatlarını yaşamak onları ilgilendirir ve onların sorumluluğudur. Bu inanış da demokrasiye gerçekten inanan herkes için, insanların eşitliği fikrinin açık bir ifadesidir.(5)
Aydınlanma çağı döneminde düşünürlerin pek temas etmek istemedikleri halde insan hak ve özgürlükleri ile eşitlik gibi kavramları tehdit eden iki büyük olgu mevcuttu. Kölelerin ve kadınların eşit haklara sahip vatandaşlar olarak kabul edilmeleri. Kölelikle mücadele 1815 Viyana Kongresi ile başlamış ve ancak 1860’larda resmen yasaklanabilmişti.(6)
Kadınların eşit insanlar olarak kabul edilmesi için verdikleri mücadele çok daha çetin geçmiştir. Fransız ihtilali döneminin aktif kadın liderlerinden Olymye de Gauges, Rose la Combe ve Madam Roland aynı yıl, 1793’de Sehpa’da ve giyotin’de can verdiler. Kadınlara eşitlik tanımayan ihtilalciler ölümde eşitlik hakkını onlardan esirgemediler. Maliye Nazırı Necker’in kızı Germaine de Stael – Holstein de sürgüne yollanmış ve ancak 1814’de Napoleon’un tahtı terketmesinden sonra ülkesine dönebilmişti. Amerikan İç Savaşı’nın bitiminde köleliğe son verilip, zencilere oy hakkı tanındığı halde, kadınlar bu haktan yoksun bırakıldılar. Bütün övünmelere rağmen batılıların bu konudaki sicili pek temiz değildir. Kadınların oy hakkı pek çok batı ülkesinde ancak yirminci yüzyılın ilk yarısında gerçekleştirilebilmiştir.(7)
Demokrasi’nin gelişme süreci içinde “Oy verme hakkı” çok farklı aşamalardan geçmiştir. Fransa’da 18. Lois ve Napolyon sonrası restorasyon döneminde “Politik haklar” az sayıdaki varlıklı kişilere ayrılmıştı. Millet Meclisi seçimine katılabilmek için en az 300 frank doğrudan vergi ödemek ve en az 30 yaşında olmak gerekiyordu. Bu meclise seçilebilmek için ise en az 1000 frank vergi ödemek ve kırk yaşında olmak gerekiyordu. Yüksek Meclis’e gelince , bu meclis kalıtsal haklarla kral tarafından atanan soylulardan kurulmuştu.(8)
1830 Devriminden sonra kurulan “Temmuz Monarşisi”nde Temsilciler Meclisi, seçme vergisini 300 frankdan 200 franga, seçilme vergisini de 1000 franktan 500 franga indiren bir seçim yasası kabul etti. Ayrıca emekli subaylar da 100 frankla sabit tutulan yarım vergiden yararlanacaklardı. Bu değişiklikle seçmenlerin sayısı önemli sayıda artmıştı ancak halkın bütününe oranla hala az kalıyordu. Bu yüzden seçim hakkı olan yurttaşların sayısı sınırlı kalıyordu.
1831 Mart’ında kabul edilen Belediye seçimleri Yasasına göre seçme hakkı yine vergi esasına göre nüfusu 1000 (ve altı) olan belediyelerde %15, 5000’e kadar olan belediyelerde %14’ü, 15.000’e kadar olan belediyelerde %12 oranında en fazla vergi ödeyenlere tanınmıştı. Bütün ısrarlara rağmen 19 Nisan 1831 tarihli yasa 160.000 Fransıza oy hakkı vermişti. Oy vereceklerin sayısı 1847’de 241.000’e çıkmıştı. Çeşitli Avrupa ülkelerindeki gelişmelerle birlikte 1848 Devriminden sonra kurulan hükümet “genel oy hakkı”nı gerçekleştirdi. Basın ve toplantı özgürlüğünü kısıtlayan yasaları kaldırdı ve bir Kurucu Meclis seçmek üzere sandığa 240.000 yerine 9 milyon seçmen davet edildi.(9) Bundan sonraki safhada bütün engeller kaldırıldı ve tüm halkın seçime katılması ideal olarak benimsendi.
Cumhuriyeti kuranlar günümüzdeki seçim sonuçlarının bir gün istenmeyen sonuçlar verebileceğini tabii ki biliyorlardı, buna rağmen Köylümüzü milletin efendisi yapmak temel görüşünden asla taviz vermek istemediler ve çağdaş bir demokrasinin temelini attılar.

DİPNOTLAR:

(1) Milliyet, 16 Şubat 2014,s.10
(2)   Victor Ehrenberg, The Greek State, s.32-52 (Basil BlackwelL Oxford-1060); A.H.M. Janes, Athenian Democracy, s.15-20 (Frederick A. Praeger Publishers, Newyork-1958); George Sabine, Siyasal Düşünceler Tarihi, Cilt-I, s.2-3 (Eski Çağ, Orta Çağ, Ankara-1969); Michael B. Foster, Masters of Political Thought, Vol-I, s.129-135 (Plato to Machiavelli, Cambridge-Massachusetts-1941); C. Northcote Parkinson, Siyasal Düşüncenin Evrimi, s.159 (Çev. M. Harmancı, Remzi Kitabevi, İstanbul)
(3) Jacques Duclos, Demokrasi ve Kişisel İktidar, s.11 (Başak Yayınları, Ankara-1987)
(4)  Aynı Eser, s.12
(5) A.D. Lindsay, age. s.7-8 A.D. Lindsay, Demokrasi’nin Esasları, s.2 (Milli Eğitim Basımevi, Ankara-1973)
(6) Tarih Boyunca Kölelik ile ilgili gelişmeler için bknz; M.G. Baysan, age. s.25-28
M. Galip Baysan, Milli Mücadele Dönemi ve Sonrasında Atatürk ve Demokrasi, Kadın Haklarındaki Gelişmeler için bknz. s.25-28 (Türk Demokrasi Vakfı, Ankara-1977)
(7) Kadın hakları konusundaki mücadele için bknz. Aynı Eser, s.28-44
(8) J. Duclos, age. s.27
(9) Aynı Eser, s.30-46

 Dr. M. Galip Baysan

Akp kaybedecek mi? Melih gökçek kazanacak mı?
Yazılarımı okuyanlar anımsayacaktır, 17 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu'nun, AKP'nin oy oranını büyük miktarda düşüreceğinisöyleyenlerin yanıldığını yazmıştım. Bu son olayın, AKP'nin, toparlanıp yeniden kadrolaşmasına, ayrıca“Mağdur” rolünü bir kez daha oynamasına yol açacağını belirtmiştim. Bunun nedenlerini ise 12 Eylül askeri darbesinden sonra dönüştürülen toplumun yapısına bağlayarak anlatmıştım. Merak edenler, Google'a girer, “Gürbüz Evren'den Ecevit'e raporlar” ifadesini yazar, karşısına çıkanları okur.
Yine yazılarımı okuyanlar, Temmuz 2007'deki seçimlerden önce yayınlanan ve 27 Nisan e-muhtırası olarak bilinen bildiri ile ilgili söylediklerimi hatırlayacaktır. Ama bilmeyenleri varsayarak tırnak içinde tekrarlayayım;
“AKP'nin geri adım atacağı, zayıflayacağı söyleniyor. Böyle düşünenler, Türkiye'de siyasal İslam'ın geçmişine iyi bakmalıdır. Şöyle ki, 1960, 1973 ve 1980 müdahalelerinde geri adım atan ve saman altından su yürüterek hep ileri giden siyasal İslam, 28 Şubat'ta geri adım atma dönemini kapattı, olduğu yerde durdu. Son olarak 2007'de, 27 Nisan bildirisinde, bırakın yerinde durmayı, ilk kez ileri adım atıp, kafa tuttu…”
Gerisi malum. ABD ve Cemaatin verdiği destek ile Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk, Poyrazköyvb davaları başlattılar.
Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu dönüm noktası sanıldı. Oysa öyle olmadı. AKP,aleyhineymiş gibi gözüken süreci tersine çevirmeyi, kurumları yeniden yapılandırmayı, daha çok bağırarak, gerçekleri saptırmayı, olup bitenleri inkâr ederek, garanti altına aldığı yüzde 35-45 arası seçmen kitlesine etkilemeyi sürdürüyor.
Açıkça söylüyorum, yolsuzluklar AKP'yi fazla yıpratmaz. Çünkü Yolsuzlukları kanıksayan, “Çalıyorlar, ama iş yapıyorlar” diyen kitlelerle karşı karşıyayız.
Seçmeni, CHP'nin kaleleri olarak bilinen, İstanbul Kadıköy, İzmir Karşıyaka, Ankara Çankaya, Muğla Datça vb bölgelerde yaşayanlardan ibaret sananlar, “Yolsuzluk operasyonu ile birlikte halk gerçekleri gördü.AKP'nin düşüşü başlamıştır”yorumu yapıyor.
İyi bir siyaset bilimci olmak, masa başında laf üretmekten, ekranlarda tartışmaları ve aynı görüşteki gazeteleri takip etmekten, kendi gibi düşünenlerle konuşmaktan değil, siyasal İslam'ın etkisindeki geniş kitleleri yakından izlemekten geçer.
Cuma namazları için AKP'ye yoğun oy vermiş kitlelerin bulunduğu bölgelerdeki camilere giderim. Sonrasında oralardaki, kahvehanelere, esnaf lokantalarına otururum. Marketlere girerim. Edindiğim izlenimlere dayanarak yazıyorum; AKP'nin çok gerilediği falan yok. AKP'nin il, ilçe, belde, mahalle örgütleri durumuna getirilmiş camilerin önünde konuştuğum insanlar, “Erdoğan'ı arkadan vurdular”, “Dünyaya kafa tuttuğu ve büyük yatırımlar yaptığı için dış güçler Erdoğan'ı devirmek istiyor”, “Erdoğan Müslüman adam” türünden yorumlar yapıyorlar. Ayrıca“Daha iyisi var mı?” diye de soruyorlar.
Müslüman adam yolsuzluğa göz yumar mı? Bakanların telefon konuşmalarının kayıtlarını dinlemediniz mi? diye sorduğumda ise şaşkınlık içinde yüzüme bakıyorlar. Çünkü onlar sadece belli televizyon kanallarını izliyorlar.
Haziran 2011'de yapılan milletvekili seçimlerinde, AKP'nin yüzde 50'ye yakın oy almasına şaşıran bazı komşularım, “Hepimiz CHP'ye oy verdik. Nasıl oluyor da AKP yüzde 50'ye yaklaşıyor” diye yakınıyordu. Bunu diyenler, Ankara'nın Çankaya ilçesine bağlanan Çayyolu bölgesinde yaşıyor. Onlara, “Bu bölgedeki herkes zaten CHP'ye oy veriyor. Ama Çayyolu'nun karşı tarafında Sincan var. Oradakiler AKP'ye oy verir. Hepsinden önemlisi, Çankaya gibi yerlerde CHP'li aileler 1, bilemedin 2 çocukludur. Bu ailelerden ortalama 2 oy çıkar CHP'ye. Sincan gibi bölgelerdekiailelerde ise 4,5 çocuk vardır. Bu ailelerden 6-7 oy çıkar AKP'ye. Siznasıl yetiştireceğinizidüşünürsünüz, onlar ise belediye ve AKP yardımları veriyor diye bakar. Sadece Sincan'da değil Başkentin 25 ilçesinden 20'sinde durum böyledir. Kısacası nüfus onlarda” dediğimde, böyle düşünmemiştik yanıtını verdiler.  
Gelelim, Ankara'ya. Melih Gökçek'in her seçim öncesi yöntemi aynıdır. CHP tabanını çıldırtacak işler yapar. Ülkücüleriise kazanmaya çalışır. Çünkü seçimin kaderini milliyetçi-muhafazakâr oylar belirler. Bunun için türlü atraksiyonları vardır. Murat Karayalçın'ın adı 2009 seçimlerinde açıklandığı andan itibaren “Hadep ile işbirliği yapmıştı” kampanyasını başlattı.Bu seçim öncesinde isekavga ederek ODTÜ arazisinden yol geçirdi.
ODTÜ, gerek 12 Mart dönemi gerekse 12 Eylül 1980 öncesi, ülkücülerin giremediği, solcuların kalesi olarak bilinir. Gökçek, ODTÜ'den, tüm direnişlere rağmen yol geçirerek, adını da ülkücüler için büyük anlam taşıyan “1071 Malazgirt Bulvarı” koyarak, bu kesimde etki yaptığını düşünmektedir.
Algı Yönetimi konusunda Türkiye'de en çok kafa patlatanlardan biriyim. CHP'deki aday belirleme sürecinin uzadıkça uzaması, açıklanan adaylara protestolar, istifalar, Genel Merkez önünde gösteriler, “neden o oldu da, ben olmadım” kavgaları seçmenin gözünde, “Bunlar birbirini yiyor” düşüncesini güçlendirdi. Türkiye'deki seçmene CHP'deki durumun nedenlerini anlatamazsınız, çünkü o gördüğüne bakarak değerlendirmesini yapar.
Sonuç olarak, 17 Aralık AKP'ye sınırlı bir uyarıydı. ABD, güveneceği alternatifleri yaratamadığı için tamamen düğmeye basmayacağından, şimdilik AKP tükenmez. Erdoğan bunu bildiği için ABD'yi savunan şirin ifadeler kullanmaya başladı.
İnşallah ilk kez yorumlarımda yanılırım.

 Gürbüz Evren

Bir AKP Yöneticisinden Manidar “Öcalan-Gülen” Denklemi
Başbakan Erdoğan günlerdir kâh milletvekilleriyle kahvaltı sohbetleri, gerekse kamuya açık toplantılar üzerinden Fetullah Gülen ve Cemaate şifreli, kısa mesajlar gönderiyor.

Erdoğan’ın bu kısa mesajlarını detaylandırmadan önce AKP kulislerinde giderek yaygınlaşan bir söylentiden başlayayım. Söylenti Fetullah Gülen’in ABD’ye gidişinin 15’inci yıldönümüyle ilgili. Kimine göre 17 Mart, kimine göre 21 Mart 1999’da ABD’ye giden ve bir daha dönmeyen Gülen’in gidişini Cemaat yanlıları “hicret”  sayıyor. İşte bu “hicret”in 15’inci yıldönümünde AKP’ye büyük sürprizler yapılacağı konuşuluyor. Sürpriz paketi için, “Büyük çaplı istifalar olacak”  diyen de var, “AKP hakkında çok büyük bir suçlama dosyası çıkartılacak”  diyen de.

Erdoğan-Cemaat savaşından sonra PKK ile Cemaat arasında paralellik kuran, Cemaatin CIA-MOSSAD tarafından kullanıldığını iddia eden AKP’liler oldu. Ancak bu iddialar, ilk kez böylesi bir denkleme oturtuldu. İsminin yazılmasını istemeyen üst düzey bir AKP yöneticisi şu “zamanlamaya”  dikkat çekti:

“Abdullah Öcalan Türkiye’ye ne zaman teslim edildi? Şubat 1999’da. Fetullah Gülen ne zaman ABD’ye gitti? Mart 1999’da. Biri geldi, biri gitti!.. Tesadüf mü?”

AKP Genel Başkan Yardımcısı Salih Kapusuz’un bugün Akşam Gazetesi’nde yer alan şu demeci de “Cemaat-CIA bağlantısı”  iddiasının AKP kulislerinde epey yaygınlaştığını gösteriyor:

“Cemaatin Rusya’daki okullarının kapatıldığı süreçte bir Rus yetkili bana gerekçe olarak ‘ABD ile işbirliği yapıp, amaçlarına hizmet ediyorlar. Çocuklarımızın zehirlenmesine müsaade edemeyiz’ dedi. O zaman haklı görmedik, ama geldiğimiz noktada hakları var gibi düşünüyorum. Dünyada 150'nin üzerinde ülkede eğitim faaliyeti yapacaksın, o ülkelerin zeki çocuklarını alıp eğiteceksin, ama hiçbir yerle, dış güçle bağlantın olmayacak. Bu mümkün değil. Bir yerlerle bağlantılı olduklarına şüphe yok. Hükümetimiz üzerinden ülkeyi hedef alan saldırının da, bağlantılı oldukları yerden aldıkları emirle uygulandığı açık.”

Tüm bunlara Başbakan Erdoğan’ın, dün Memur-Sen’in düzenlediği toplantıda Gülen’e yaptığı şu çağrıyı ekleyelim:

“Şuna bakar mısınız, bir yerlerden emir geliyor. Ben de diyorum ki, bir yerlerden emir vereceğinize, lütfen bu ülke sizin vatanınız değil mi, gelin ne yapacaksanız vatanınızda yapın. Niye buraya gelmiyorsunuz? Gelin buraya... Gelin buraya... Yoksa buraya gelince bazı şeyler açığa çıkar endişesi mi taşıyorsunuz? Gelin buraya...”

Acaba Gülen Türkiye’ye gelirse, “açığa çıkacak”  veya “çıkartılacak”  olanlar ne?

               -15 Milyon Dolar’lık Cihaz Kayıp-

Erdoğan’ın mesajlarının açılımına gelirsek;

Önceki gün milletvekilleriyle yaptığı istişare toplantısında, MİT Müsteşarı’na soruşturma süreciyle ilgili olarak, “O dönem, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a ‘İfadeye gitme, onlar gelirlerse de sakın ha kapıyı açma”  talimatı verdiğini açıkladı.

AKP kulislerinde epeydir, 17 Aralık yolsuzluk operasyonunda Erdoğan’ın evini koruyan özel harekat polislerine, “Vur emri”  verildiği konuşuluyordu. MİT Müsteşarıyla ilgili sözlerine bakınca bunun da doğru olduğu anlaşılıyor.

Erdoğan dünkü milletvekilleri toplantısında da kayıp dinleme cihazları konusunda şunları söylemiş:

“Emniyet'in çatısında bulduklarımız çürüğe çıkan cihazlar. Gerçek cihazlar onlar değil. Orijinalleri kayıp. Onların izini sürüyoruz. Bu cihazlarla halen dinleme yapıldığını düşünüyoruz. Hatta şu andaki konuşmalarımız bile dinleniyordur.” 

Bununla ilgili olarak AKP kulislerinde ne mi anlatılıyor?

Önceden Emniyet-Cemaat istihbarat çalışmaları iç içeyken, birkaç yıl önce tam 15 milyon dolar değerinde cihazın götürüldüğü ve dışarıda sivil istihbarat kurulduğu...  

                     -Vampir Kardeşliği-

Birkaç yıl önce “açılım süreci”  üzerinden, “Gençler göz göre göre ölüme gönderilemez. Biz bu meydanı teröre, terör yandaşlarına, terörün akıttığı kandan beslenenlere, vampirlere teslim etmeyeceğiz”  diyen Başbakan Erdoğan, dün Memur-Sen toplantısında, yine “açılım”  süreci üzerinden bu defa Cemaati “Vampire”  benzetti. 

Erdoğan, “Bir yıldır gençler ölmüyor ya, bunlar çok rahatsızlar. Bunlar kandan beslenen vampirler. Bu ülkeyi yeniden kana, gözyaşına, kaosa mahkum edemeyecekler... Türkiye'de demokratikleşmenin önündeki son engel işte bu çetedir. Bu kaos çetesi, bu kan lobisi, bu paralel yapı temizlendiğinde, inanın demokratikleşmenin önündeki tüm engeller kalkacak”  dedi.

“Vampir”  sözünü kim, kime karşı kullanmıştı hatırılıyor musunuz? 1999’da dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş Fazilet Partisi hakkında açtığı kapatma davasının iddianamesinde, “‘Vampir, habis ur ve kan emiciler”  ifadelerine yer verdi. 

FP’liler Savaş hakkında tazminat dava açtı, o zamanlar Grup Başkanvekili olan Bülent Arınç da “vampir”  sözünü Savaş’a aynen iade etti.      

Nereden nereye?!..

Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu sevgiler
Müyesser YILDIZ
21 Şubat 2014

Hey Türkiye Nereye? - Hayrettin Ökçesiz
Yüzlerce TIR Suriye'ye silah taşıdı. Daha da taşıyacaklar. Büyük Kürdistan Devleti kuruluyor. Yeni Gayrı Milli Eğitimle halkın çocukları kitleler halinde İmam Hatip Okullarına yazdırılıyor. 130 milyar dolar ve daha fazlası haraç, rüşvet ve başka yollardan özel ellerde depolanıyor. ABD ve AB AKP'yi istemiyor. Kontrollerinden iyice çıktı ve kendi rotasına yöneldi.  Tasfiye edilmesi gerekiyor. Kapıda çok ciddi bir iktisadi kriz bekliyor. Ülkenin istatiksel verileri hiç bir güvence ve güven vermiyor (Bkz. O. Bursalı, Hey Türkiye Nasılsın? 2. Baskı).

RTE'nin yoluysa belli ve çok büyük bir hedefe yönelik: İslam Dünyası'na Halifesini yeniden kazandırmak, Yeryüzünde İslam egemenliğini ve yeni bir "İslam Medeniyeti" kurmak istiyor... (Yeni bir "Lawrence" de olabilir tabii ki.) Karanlık bir durum…

Olası ve belki kurguladığı bir iç savaş için (Suriye'de ve/ya da başka bir yerde) silah depolamak gerekiyor. TIR'lar bu silahları taşıyor. O güne kadar bunları oralarda kimse kullanmayacak. Burada kullanılacaklar. Para da lazım elbette. Silahlar ve başka herşey için daha çok lazım. O güne kadar kendi "haşhaşi"leri de yetişmiş olmalı yeterince.

Bu ya da buna benzer başka bir "yüksek ideal" veya "görev" söz konusu değilse, akla hayale gelemeyecek kadar bir miktarda parayı şu ölümlü dünyada bir insan niye "çalar" diye sormalıdır. Bunun için kişi(ler) ya ruh hastası olmalı ya da bu "icraat" bir Mafia'nın kendi işleyişi gereği ortaya gelmelidir. Böyle bir kişisel ya da çetesel duruma, işin içinde olmayan hiç bir partili ve hükumet üyesi katlanamaz. Böyle bir kimse partisinden hâlâ güçlü destekler alıyorsa, O'nun bu programa inanmış, bu misyona katılan yeminli yakın ve kalabalık bir çevresinin bulunduğunu düşünmelidir.

Varsayımımız doğruysa, Devletin tüm olanaklarından yararlanmalı, onu amaca uygun bir biçime dönüştürmelidir. Örneğin Kuvvetler Ayrılığı ilkesini kullanılamaz bir duruma getirmeli, şiddet tekelini partinin kontrolünde tutmaya çalışmalı, memur sadakatini partiye sadakate çevirmelidir. Bunlar da uzun bir süredir yapılan işler arasındadır. Öte yandan günün postdemokratik, küresel ve postkapitalist tüm nimetleri bu başarıyı vaat etmekte, güvence altına almaktadır. Devletin hilafet uğruna fethi yine de riskli olduğundan ondan olabildiğince yararlanırken, yukarıdaki gibi bir servis yolunun açılması zorunludur. Her bakımdan da gereklidir. Devletdışı paramiliter bir potansiyelin hazırlanması ve hazır tutulması gerekmektedir.

Öyle sanıyorum ki, böylesine bir "Megalo İdea"yla ve buna yaraşır bir megaloman oligarşiyle karşı karşıyayız. Bu hülya dünyayı kana bulayacak bir uğursuzluktadır. Asla gerçek olamayacak kadar da ham hayaldir.
Enver / Hitler karışımı bir hayal- ve iktidarperestle karşı karşıyayız. Aklımıza havsalamıza sığmayacak bir tehlikeyle karşı karşıyayız.

Çok fazla abarttığımı söyleyenler için son bir olasılık şudur: In dubio pro reo! İsnat sabit oluncaya kadar, gerçek değildir. Gerçekte de bunların hiç biri olmamıştır. Bu izlenimi veren, kör tesadüflerdir, pek çoğunun aslı faslı yoktur.  Varsa da, Türk Adaleti suçluların cezasını verecektir... Bu noktada, Yargıya karşı giriştikleri etkili müdahaleler sonucunda suçsuzluklarını mahkemelere onaylatarak, ya varsa büyük maceranın yolu daha da açılmış olacak ya da bugüne kadar geldiği tarzda talan sürüp gidecektir. Bu kırk katır kırk satır meselinden başka bir şey değildir.

Bir mahkumiyetler zinciri ufukta göründüğündeyse, failler olayın kamuoyunca benim sandığım gibi görülmesine çalışarak kendi dava çevrelerinde aklanmaya bakacaklardır. Sonuçta, böyle bir plan güçlenerek sürecek ya da bu aşamada ciddiyetle başlayacaktır.

Tüm bu sözlerim karşısında her bakımdan hepimize yürünecek tek yol kalıyor: "Atatürk Cumhuriyeti" için "Uygar Direniş"e, "Kurtuluş Kongresi"ne hayat vermek, yeniden bir kurtuluşu başlatmak ve başarmak!

 Hayrettin Ökçesiz

Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün önüne giden internet yasa teklifinin çıkarılma amaçlarında hükümet asla samimi olamaz. Bunu bu kesinlikle ifade etmemin sebebi, son sekiz yılda şahit olduklarımdır.

AKP Hükümeti İnternet Konusunda Samimi Değil - Celal Şengör
Bu süre zarfında Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu pek çok komutanım ve arkadaşım, internette hücuma uğramışlar, eşleri, çocukları ve genelde aileleri sürekli taciz altında bulundurulmuşlardır. Bu taciz bazan en bayağı bir şekilde yapılmış, bu kişilerin uygunsuz ilişkiler içinde oldukları yer ve zaman belirtilerek internet mesajlarıyla ortalığa saçılmıştır. Bunların bazılarının belirttiği yer ve zamanlarda ben ve eşim, adı geçen Silahlı Kuvvetler mensubunun evinde eşi ve çocuklarıyla beraberdik.

Yani yazılanın yalan olduğu apaçıktı. Ama sürekli (gündelik!!) olarak gelen bu yazıların bir aile, özellikle genç çocuklar üzerinde yapacağı yıkıcı etkiyi düşününüz. Bu yazılar, doğrudan bu kişilerin eşlerine ve çocuklarının internet adreslerine yollanıyordu. Bu adresler nasıl ele geçiriliyordu, hâlâ bizler bilmiyoruz. Bazı komutanlarımızdan bunların nereden beslendiğinin bilindiğini ve hükümete bildirildiğini ancak ne yazık ki netice alınamadığını öğreniyorduk.

Kendilerine saldırılan kişiler ve aileleri bu tür ahlaksız hücumlara büyük bir metanetle direndiler. Şikâyetleri ise hiçbir dinleyici bulamadı. Hele hükümetin asla umurunda bile olmadı.

Sonra ne oldu biliyor musunuz? Bu mesajlarla yıkamadıkları, ordudan uzaklaştıramadıkları isimleri, biz, tek tek, birden Balyoz zanlıları olarak gördük ve sonunda hepsi işlemedikleri suçlardan ötürü akıl almaz cezalara çarptırıldılar ve ordudan uzaklaştırıldılar. Bunu yapan hâkim ve savcıların tam bir hükümet korumasında olduklarını bizzat televizyon ve gazete haberlerinden öğrendik. Zanlılar lehine minicik bir adım atan hâkim derhal davadan uzaklaştırıldı. Şimdi kendisi bize oyunun perde arkasını anlatıyor verdiği demeçlerde.

Şimdi insanın sorası geliyor muhterem hükumet üyelerimize: Bu fecî olaylar olur ve size bildirilirken, sizler niçin interneti kısıtlamayı düşünmediniz? Veya bunların faillerini bulup çıkartmaya yardımcı olmadınız? Bırakın yardımcı olmayı, hiçbir suçları olmayan sanıklar lehine en küçük bir adım atan hukukçuların üzerine giderek, onlara davalardan el çektirerek, bu failleri cesaretlendirdiniz.

Ordunuz alenen saldırı altındayken, siz ve basındaki liboş tabir edilen şakşakçılarınız askerimize, askerî vesayeti tenkid kılıfı altında demediğinizi bırakmıyordunuz.

Kendi ordusuna saldıranları himaye eden bir hükümet ancak meselâ Stalin zamanında Sovyetler Birliği’nde görülmüştür. Orada Mareşal Voroşilof 185 tane ölüm listesini bizzat imzalayarak kendi günahsız silah arkadaşlarını ölüme yollamıştır. Daha sonra, 22 Haziran 1941’de Barbarossa harekatıyla başlayan Alman hücumuna dayanamayan Sovyet ordusu 185.000 ölü ve yaralıyla geri çekilirken, kendisini Kuntsevo toplantısında suçlayan suç ortağı Stalin’e Voroşilof, “Bu senin kabahatin. O kadar kıymetli askerimizi öldürtmeseydin” diye utanmadan bağırmıştır!

Geçmişte olanlara bakarak, hükümetin internet yasağına tek bir sebep bulabiliyorum: Kendi üyelerini korumak. Bu koruma ihtiyacı ne zaman belirdi? Kendilerinin inanılması gerçekten güç boyutlarda yolsuzluk yaptığı iddiaları ortaya dökülünce, protestolar artınca. Suçsuz insan, korunmasını ancak mahkeme önünde şerefle yapar. Halbuki hükümet yargıya güvenmediğini, oradan bir “paralel yapının” olduğunu söylüyor, hem de açıkça. Peki o yapıyı siz kurmadınız mı? O yapının tek amacı Türk ordusunun onurlu astsubay, subay general ve amirallerini karalamak mıydı? Bu iş başarıyla tamamlanınca ve iş ortadaki pastayı yemeye gelince mi birbirine düştünüz?

İnternet yasağı, ülkede her aklı başında insan ve her sağlam kurumun belirttiği gibi korkunç bir özgürlük düşmanlığıdır. Dışişleri Bakanı diyor ki, gazetede benim evimi basma davetini yayımlamak suçtur. Doğru, ama o suçu mahkeme tespit eder, hükümet veya onun bürokratları değil. Böyle bir tehdit altında kalan kişi, mahkemeye başvurur. İnternet için de aynı kıstaslar geçerli olmalıdır. Halbuki şimdi yapılan, her ağzını açanın ağzına tıpayı hiçbir adalet süzgecinden geçmeden tıkmaktır (Bu kararlar mahkemece tasdik edilmezse kaldırılacaktır deniyor. Türkiye’de adaletin yürüyüş hızını şöyle bir gözünüzün önüne getirin sonra bu sözü bir daha düşünün). Samimiyet olabilse, internetin bireyi tehdit eden yönüne atılacak tırpan olumlu karşılanabilirdi. Ama bu samimiyetsizlikte asla!

 Celal Şengör

Winston Churchill İngiltere’yi Doğu’dan ayıran uygarlığı şöyle tanımlıyordu: “Sivillerin düşüncelerinin egemen olduğu bir toplum. Bu şiddetin, savaşçıların ve despot şefler idaresinin, askeri kışlalar, kamplar ve savaşların, isyan ve zorbalığın yerini, yasaları yapan bir parlamento, o yasaları uzun zaman uygulayan bağımsız mahkemelerin olduğu bir sistemdir. Uygarlık budur. Ve onun toprağında özgürlük, konfor ve kültür gelişir. Eğer bir ülkede uygarlık varsa, halk için daha rahat ve baskısız bir yaşam olur .”

Uygarlık Özgür Olmakla Başlar, ya da Olmaz! - Doğan Kuban
Churchill, temel öğeleri yasa yapan bir parlamentosu ve bağımsız yargısı olan sistemi, demokrasinin temeli olarak tanımlar. Halk ancak öyle bir toplumda özgürdür. Bu bir İngiliz politikacısının savaş ortamında dile getirdiği, en eski ve gelişmiş örneğini İngiliz tarihinde bulan, parlamento bağımsız mahkeme özgürlük kavramlarını yan yana getiren bir çekirdek demokrasi tanımıdır.

Bugün bundan daha azına demokrasi denmiyor. Türkiye’de demokrasi, demokratik sözcüklerini geveleyen bütün sözler içeriksiz tekerlemelerdir. Eskiden ‘diline pelesenk olmuş’ denirdi. Pelesenk (Arapça) bir tür reçinedir, yapışkan anlamına kullanılır. Bu yapışkan tekerleme cehalet ve yalan ifadesidir.

Sevgili Okuyucular,
Burada dikkat edilecek bir nokta var: Churchill Asyalı despotlara, savaşçılara özgü zorba davranışları vurgularken, İngiliz sivil idarelerinin ordu yardımıyla sömürgelerde uyguladıkları zorbalıkları anımsamaz. O insanlar ‘Ötekiler’dir. Onlar zaten özgür değildir, demokrat da olamazlar. Çünkü demokrasi Batı toplumları için uygarlık anlamına gelir. Bu eşdeğerlilik bizim gibi toplumları uygarlık dairesi dışına çıkarır.

Günümüzde dünyaya ‘benim dışımda’ diye bakan bir düşünce geçerli değildir. Batılılar bu bağlamda, kendi aralarındaki kavgalar bittiği zaman, dünya tarihine olumlu bir katkıda bulunmuşlardır. Kendi toplumları için istedikleri hakları bütün insanlık için de istemiş ve savunmuşlardır. Uluslararası kurumlar, kurallar, mahkemeler egemen batılı ülkelerin tarihlerinden kaynaklanan ilkelerle kurulmuştur.

Churchill’in anlattığı da budur. Bizim gibi ülkeleri de o kurumlara üye yapmışlardır. Türkiye’nin bugün kırıp döktüğü şeyler uluslararası kabul görmüş ilkelerdir. Uygarlık sıfatı bu noktada ortaya çıkıyor, bizi uygar toplum kervanından dışarı çıkarıyor. Bağımsız bir bilgi kaynağının varlığı, bu bağlamda topluma uygarlık kimliği kazandıran bir olgudur. Kıt okur, kıt yazar ve kıt düşünür toplumun, kıt haber veren, filtreli basınımızdan öğrendiği tek şey eski deyimi ile ‘malayani’dir. Bu Arapça ‘anlamsız, boş şey’ anlamına gelir. Yani bir Osmanlı mirasıdır. Halk dünyayı yarım yamalak öğrendiği gibi, dünyanın kendi hakkında ne düşündüğünü öğrenemiyor. Türkiye ve Türkler birinci sınıf dünya vatandaşı muamelesi görüyorlar. Yüzyıllardır süren ulusal küçüklük kompleksinin nedeni bu horlanmadır.


TOPLUM HIRSIZDAN YANA DEĞİL
Uygarlık yokluğu bağlamında, toplumun bu bilgisizliği giderilmeli. İnsan özgürlüğü düşüncesi eski Yunan uygarlığında Demos (halk) ve Cratia (idare) sözcüklerinden türeyen halk idaresi anlamına bağlanır. Bunu bilmeyen kalmadı. Ama bizim toplumun sağır kesimine ulaşamıyor. ‘Özel kıl’ olanlar, soygunu desteklediklerini söylüyorlarmış!
Anadolu’da yaşadım. Askerlerle, köylülerle büyüdüm. Türk toplumunun hırsızdan yana olduğu yalandır. Ne fakir, ne de dindar hırsızdan yana olmaz.

Asıl sorun, toplumun asıl gücün kendinde olduğunu öğrenememesidir. Hâlâ seçimle padişah seçtiğini sananlar olsa gerek. Önce özgürlük isteyen bir halk olacak. Sonra kendi hakkında kararları verecek bir idari araç. Herkesin anlayacağı bir tanımlama. Bunları anlamayacak kadar aptal bir halk olduğumuzu sanmıyorum. Fakat bu bilginin halka ulaştırılmasında bir kopukluk var. Nedeni fakirlik olabilir. Sadece midelerin ve cinsel açlığın doymasıyla yetinen insanların, yaşamlarını yönlendirmek gibi bir istekleri gelişmiyor. Özgürlük, ahlak ve adalet gibi kavramlar, biyolojik yaşamın parçaları değildir. Biyolojik yaşam, insanın hayvandan yana olan tarafıdır.

Fakat tarihin bu aşamasında tesadüfi bir cahil kalmadan söz edemeyiz. Suçun sömürücüde olduğu bir ölçüde doğrudur. Emperyalizm fakir toplumları geri bıraktıran güçtür. Ne var ki sömürücüler kendi aramızdan, köyümüzden, mahallemizden de çıkıyor. Petrolcü şeyhler Batılı sömürgenlerle ortak değiller mi? Bu bağlamda dünyanın binbir gece masalları kadar zengin güncel hikâyeleri var.


ÖZGÜRLÜK EŞİTLİK VE ORTA DİREK
Batılı toplumlar demokrasi ve özgürlük peşinde, ama bunu ‘Ötekiler’ için her zaman istemiyor. Dünyanın sorunu da bu. Bazıları bazılarından daha özgür. Dünyada eşitlik özgürlükle birlikte dağılmazsa o zaman özgürlük olamıyor. Onun için Fransız devrimcileri ‘liberté (özgürlük) ile  birlikte ‘égalité (eşitlik)’ istiyorlar, bunun gerçekleşmesi için de ahlaki bir koşul arıyorlardı: ‘Fraternité’ (kardeşlik). Olamadı. İnsanın biyolojik yapısı olanak vermiyor. Bugünkü iletişim ortamında sömürülmeye izin vermek ve bunun farkına varmamak budalalık işaretidir. Fakat çağdaş iletişim bir budalalık hapı olarak cahil toplum piyasalarına sürüldü. Sahibi esir alınmış bir medya. Cehaleti besleyen bu durağanlığa her türlü kötülük yaslanabilir.

Bunu aşacak olan sadece halktır. Peki, hangi halk? Politika sözlüğünde ‘Orta Direk’ diye bir terim var. Bu toplumun bilinçli, sosyal dayanışma sağlayan çekirdeği anlamına kullanılıyor. Dünyadan bir ölçüde haberi olan, ülkeyi sahiplenen, toplumun ulusal bilinç ve vatanseverliği ile özdeşleşen, fakat ekonomik bir sınıf oluşturmayan bir toplum kesimi.

Bugün buna, kanımca, aynı doğada olmasa bile, yeni bir bileşen katıldı. Şimdiye kadar umut etmediğimiz kadar bilinçli çağdaş gençlik. Onlar orta direk mensuplarıyla aynı özellikleri taşımıyor olabilirler. Ama ülkeye sahip çıkmaları, özgürlük istekleri aynı. Enerji ve dinamizmleri daha fazla. Toplumun kentlere aktıktan sonra oluşan, fakat yeterince bilinmeyen yeni bir yapılanması var: Toplumu geleceğe hazırlayan bu yeni bilinçlenen sınıf bir politik ideolojinin, ya da ekonomik yapının tanımladığı bir sınıf değil. Bunlara bir ad takmak istenirse, ‘Çağdaş dünyaya ortak olmak isteyenler’ diyebiliriz. Onları motive eden tek şey çağdaş dünyanın ürettikleri.

Bu süreçte ilginç olan yandaş medya denen gazete ve televizyonların bu bağlamda olağanüstü katkıları. Hükümetin emirlerini yerine getiriyorlar. Ama çağdaş dünyayı da kalabalıklara onlar tanıtıyor. Politikacılar ve kamuoyunu yönettiklerini sananlar, halka sundukları dünya manzarasının onları ne kadar değiştirdiğini anlamıyorlar. Oysa televizyon ekranları ve gazete reklamları ‘Gezici’ yetiştiriyor. Cahil halkı uyandırıyor. Cahilin beyni gözüdür. Çağdaşlık, okumamış toplum için, gördüğü şeydir. Gökdelenleri kim yapıyor? Alışveriş merkezlerini kim açıyor? Vitrinleri kim süslüyor? Okullardan sanat öğretimini kaldıranlar, heykelleri yıkanlar, duvarlara kat yüksekliğinde portrelerini asarlarsa bu İslamın sanata karşı tavrını mı açıklar? Ticaretimiz küreselleşip, ithalatımız, ihracatımızın iki katı olunca gelen eşyalara İslami maske mi takacağız? Otomobillerin üzerine deve resmi mi yapacağız?

Arthur Schopenhauer’in ‘İrade ve Düşünce Olarak Dünya’ yapıtının dördüncü kitabının başında bir Fransız yazarın şu sözü var: “Bilgi göründüğü zaman arzu da ortaya çıkar!” Bu günlük yaşamda şu anlama gelir: Camide bir saatte yarısı Arapça hutbede öğrendiğiniz bilginin on katını, bir alışveriş merkezini vitrinleri önünde on dakikada öğrenir, ve sahip olmak istersiniz.

 Doğan Kuban

Hükümetin tayin ettiği “Telekomünikasyon İletişim Başkanı” (TİB) sıfatlı memur, bir başvuru olunca hatta başvuru olmadan da kimseyi dinlemek gereğini duymadan karar verip internetteki o mesajı sildirecek veya o siteyi kapatacak. Hem de öyle bir usulle (IP veya URL adresinden) kapatacak ki, o site yahut o mesajı yazma hakkı tümden ortadan kalkacak.

Müjde: Türk Basın Birliği Hortluyor - Oktay Ekşi
En temel insan hakkımız olan “ İletişim Öz gürlüğü ” son günlerde Meclis’ten geçen bir yasayla, inanılmaz diyeceğimiz kadar vahim bir yara aldı. Cumhurbaşkanı da imzalayıp yayımlanmak üzere Resmi Gazeteye gönderirse, yasa on beş gün içinde yürürlüğe girecek ve lafta Avrupa Birliği’ne üye olmayı isteyen Türkiye, aslında Kuzey Kore’nin, Çin Halk Cumhuriyeti’nin, Suudi Arabistan ’ın, Yemen’in, İran’ın yanında yer alacak.
Önce belirtelim:
İletişim özgürlüğü aynen hava gibi, su gibi hem hayatidir hem de engellenmedikçe, ne kullanıldığı fark edilir ne de önemi kavranır.
Rakamlarla söylemek gerekirse:
Son belirlemelere göre nüfusumuz 76 milyon 700 bin. Bunun yüzde 46’sı yani 35 milyon 600 bini “internet” kullanıyor. İnternet “iletişim özgürlüğünün” kullanıldığı en geniş iletişim platformu. O nedenle “internet” üzerinden kurduğumuz iletişimin kısıtlanması yahut sansür edilmesi 35 milyon 600 bin insanımızı doğruca ilgilendiriyor.

Oysa doğruca basını ilgilendiren bir “yasak” yahut “ceza” hükmü, “gazeteciler” açısından bakarsak en çok 7080 bin kişiyi, okuyucu açısından bakarsak (günlük gazete tirajlarının 23 misli itibarıyla) en çok 15 milyon kişiyi ilgilendirir. O nedenle “internete” getirilen yasak çok daha büyük bir darbedir.

Kaldı ki internet ülke sınırı diye bir şey tanımıyor. O yüzden Türkiye’deki internet sitelerine erişimi yasakladığınız zaman örneğin Tibet’te yahut Papua Yeni Gine’de yaşayan bir internet kullanıcısının da “iletişim özgürlüğünü” kısıtlamış olursunuz.

Ama biz TBMM’den geçen yasanın getirdiği sınırlamaları ve tehlikeleri oraya kadar gitmeden tartışalım:
Aslında Türkiye’de bu konuyla ilgili bir yasa var. Numarası 5651. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bir kararına göre, hükümlerinin keyfi kullanıma yani iktidarın kızdığı internet sitelerini kapatmasına imkân vermesi nedeniyle “düzeltilmesi” gereken bir yasa… Ama AKP iktidarı “düzeltmek” bir yana, yürürlükteki hükümlere rahmet okutan hükümleri Meclis’ten geçirdi. Bunların hepsine bir yazıda değinmek mümkün değil. O nedenle en önemli gördüğümüz hususu ele alalım:

Bu düzenleme sözde “insanların özel yaşamının” internet sitelerinde teşhirine engel olmak yani sizi beni korumak için yapılıyor.
Gerçekten o amaca dönük ve keyfi kullanıma izin vermeyen bir düzenleme olsa öper hepimiz başımıza koyarız. Örneğin bir kişi, kendi özel yaşamının teşhir edildiğini iddia edince yargı bu iddianın “haklı” mı “haksız” mı olduğunu kısa zamanda değerlendirir ve mesele hukuk içinde çözülür.

Oysa yasa öyle demiyor. Hükümetin tayin ettiği “Telekomünikasyon İletişim Başkanı” (TİB) sıfatlı memur, bir başvuru olunca hatta başvuru olmadan da kimseyi dinlemek gereğini duymadan karar verip internetteki o mesajı sildirecek veya o siteyi kapatacak. Hem de öyle bir usulle (IP veya URL adresinden) kapatacak ki, o site yahut o mesajı yazma hakkı tümden ortadan kalkacak.

Bir benzetmeyle anlatmak gerekirse, şimdiye kadar “alan adı” temelli engelleme yapılıyordu yani “o site tutuklanmış gibi” gibi oluyor, ama sonra özgürlüğüne kavuşabiliyordu. Bu yasa TİB Başkanı sıfatlı memura “IP veya URL adresi” yoluyla kapatma yetkisi verdiği için o site idam edilmiş olacak.

Dahası… Yasa bu pis işi yapma yani kendi arkadaşını ipe çekme görevini, örneğin size internet sitesi kurma imkânı veren (erişim sağlayan) şirketlere yüklüyor. Yani devletin TİB Başkanı sıfatlı memur, bu sektörün mensuplarını kendi arkadaşlarının celladı olarak kullanma yetkisiyle donatılıyor. Çünkü yasa “erişim sağlayıcı” denen ve halen sayılarının 196 olduğu bilinen şirketlerin “Erişim Sağlayıcılar Birliği” adıyla bir araya gelmelerini ve TİB Başkanı sıfatlı memurun verdiği emri haklı mı haksız mı tartışamadan uygulayıp en geç dört saat içinde o siteyi kapatmalarını emrediyor. Yasa o kadar kötü ve katı ki, “erişim sağlayıcı” bir şirketin “biz o birliğe katılmıyoruz” deme hakkı yok.

“Erişim Sağlayıcılar Birliği” de ayrı bir facia!
Gerçi bu birliğin kurulmasını savu nanlar “başka ülkelerde de var” diyorlar, ama onların dediği “beyaz” ise bu yasanın getirdiği “siyah” da değil, “simsiyah”. Çünkü onların “var” dediği “birlik”lerin “devlet”le hiçbir ilişkisi yok.

Yukarıda değin diğimiz bu birliğin, “geçmişini” araştırınca karşımıza iki örnek çıktı. Biri faşist İtalya’ da, Be nito Mussolini’ nin 1928’de gazetecileri susturmak için kurduğu Aleo Professiyonale adlı birlik. Bu düzenlemeye göre Faşist Parti ve Aleo Professiyonale üyesi olmayan bir kimsenin gazetecilik yapması mümkün değildi. Birlikten çıkarılınca meslekten de çıkıyordunuz.

Bizde de Celal Bayar başbakan iken ( 1938 ’de) çıkarılan bir yasayla Türk Basın Birliği kuruldu. Bu birliğe üye olmayan kimse gazetecilik yapamıyordu. Birlik aynen İtalya’daki gibi gazeteciyi meslekten atabiliyordu. Şimdi Meclis’ten geçen yasa, işte o birliği tüm “internet kullanıcıları” için getiriyor.

Mussolini’nin Aleo Professiyonale’si artık yok. Türk Basın Birliği de, merhum Sedat Simavi’nin liderliğindeki gazetecilerin başlattığı bir isyanla 1946’da tarihe karıştı. Darısı Erişim Sağlayıcılar Birliği’nin başına.

Oktay Ekşi İstanbul Milletvekili

Gündüz Akgül: Arıyorum…
Güzel ülkemizde gün geçtikçe işlerin ters gittiğini, insanların, siyasi düşünceleri, dini inanışları ve ırkları nedeniyle ayrıştırıldıklarını, bu gidişe neredeyse her kesimden katkılar yapıldığını, yolsuzluk savlarının havalarda uçuştuğunu, 11 yıl ortaklık yapanların birbirlerini çete, paralel devlet, illegal örgüt diye suçlamaya başladığını gördükçe, benim yaşımda olanların eskiye özleminin gittikçe arttığını söylemek pek abartı sayılmamalıdır.
Bu nedenle çocukluğumun, gençliğimin ve anılarımda ki siyasileri, bürokratları, eğitimcileri, sporcuları ve yurttaşları büyük bir özlemle arıyorum.
 -Mustafa Kemal Atatürk’ün sofrasında, hocası Millî Eğitim Bakanı Esat Mehmet Bey, “kız öğrencilerin kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun bulmadığını, bu nedenle daha kapalı giyinmelerini bir genelge ile okullara duyuracağını” Söyleyince, “Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi! Bu bir gericiliktir. Kadınlar eski durumda yaşayamazlar. Devrimlerden en önemlisi, kadınlara verilen haklardır. Başka türlü batılılaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz. Bu kokuşmuş kafayla devlet yürümez!" diyen,  Mustafa Kemal tarafından "Sözlerinizde hoşgörülü ve ölçülü olunuz." Uyarısı yapılan, buna karşın devrimleri savunan, sonradan da Mustafa Kemal Atatürk tarafından Milli Eğitim Bakanlığına getirilen ve Milli Eğitimde büyük devrimler gerçekleştirin Dr. Reşit Galip’i, arıyorum.
-Mustafa Kemal Atatürk’ün, iki kimsesiz çocuğu parasız yatılı okula kaydetmesi için emir verdiği, ancak “Emirleriniz gereği iki çocuğun, H.P. Lisesi’ne paralı yatılı olarak kayıtlarını yaptırdım. Çocukların üçer yıllık okul taksitlerine ait makbuzlar ekte takdim ediyorum. Arkasında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Cumhurbaşkanı Atatürk gibi birisi bulunduğu için, bu iki çocuğu fakir ve kimsesiz kabul etmeme, hem yasalarımız, hem de mantığımız izin vermedi. …” Diye işlem yapabilen ve Atatürk’ün takdirini kazanan Milli Eğitim Bakanı Abidin Özmen’i arıyorum.
-Ülkeme ışık saçan Köy Enstitülerinin mimarları, efsane Milli eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’u arıyorum.
-“Ben her güreşte arkamda Türk Milleti’nin bulunduğunu ve milletin şerefini düşünürüm.“ Diyen Cihan Pehlivan Kurtdereli‘nin bu sözünü çok taktir eden Mustafa Kemal ATATÜRK, kendisine yazdığı mektubun içine maaşından kesilmek üzere 1000 liralık İş bankası çekini koyar ve “Çoluk çocuğun için sana ufak bir armağan gönderiyorum. O, bu mektubumla beraberdir. Pehlivan ömrünün tam sağlıkla uzun sürmesini dilerim.” Der.
 Kurtdereli, kısa bir süre sonra, bankaya gidip çeki verir, 1000 Liralık ödül kendisine ödenir. Ama Kurtdereli bankadan gitmez. Niçin beklediği sorulur; “Çeki vermenizi bekliyorum” der. “Parayı aldın, çek bizde kalacak. Bu işlerin usulü böyledir.” diyor banka müdürü.
Kurtdereli ise “O halde alın bu 1000 lirayı, benim çekimi geri verin” der. Şaşıran banka müdürü: “Neden?” diye sorunca Kurtdereli: “Orada Mustafa Kemal’in resmi ve altında da imzası vardır.” der.
Atatürk’ün, el yazısı ve imzası bulunan o çeki ömür boyu saklayabilmek için, 1000 Lira ödülü, red eden Kurtdereli gibi büyük önderi taktir eden ve değerini bilen yurttaşlar arıyorum.
-Genç yaşta kaybettiğimiz efsane Futbolcu Metin Oktay, "Kaptan olduğumda, kale seçiminde hep tura derdim varsın gelmesin. Benim derdim Atatürk’ün yüzü yere gelmesin” diyen aydın sporcuları arıyorum.
-Sosyal medyada sık sık fotoğraflarını yayımlanan, üstü başı yırtık, ama başları dik duran, kurtuluş savaşının yurtsever erlerinin duruşunu gösterebilen yurtseverler arıyorum.
Dahası, 20. ve 21 asrın tartışmasız büyük önderi Mustafa Kemal Atatürk’ümü arıyorum.

21.02.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Çakma Osmanlılar - Sevgi Özel
Milletvekili olmuşlar. Olurlar; seçilmek, demokratik haktır. Çoğu yükseköğrenimli, birkaçının akademik sanı da var. On yıl önce seçilenlerin çoğu epey gençti; bugün pek genç sayılmazlar. Saç sakaldaki aklara değil, duruşa, sözüne, eyleme bakıyoruz.
Ödevini içselleştiremeyen; başkasına yaptıran bir öğrenci gibi kimisi… Konu, başlık ne olursa olsun, çoğu kendi bildiğini okuyor, daha doğrusu okuduğunun “gerçek” bilgi olduğunu sanıyor. Çoğu sesinin, kullandığı sözcüklerin beden diliyle hiç örtüşmediğinin ayrımında değil. Örneğin tarım, yoksulluk gibi bir konudan giriyor, Abdülhamit dönemine uzanıyor. Verilen örnekler, ne uzak ne yakın tarihle örtüşüyor. Zaman zaman alkışlanıyor; alkışı duyunca eldeki kâğıdı unutup akılları sıra doğaçlama yapıyorlar. Başı sonu belirsiz, kırık dökük tümceler sıralıyorlar. Alkışla kendinden geçiyor, övgüler düzdüğü dönem gibi battıklarının ayrımında olmuyorlar.
TBMM’de, üniversitede, hatta ilkokullarda Osmanlı hayranlığını dillendirenlerin tek yanlı okuduğunu ya da bilgi sandığı kulaktan dolma savlarla atıp tuttuğunu duyuyor, görüyoruz. Meclis’teki arkadaş Abdülhamit, Vahdettin dönemlerini öyle bir anlatıyor ki… Meğer Osmanlı’nın bireyleri özgürce, bir elleri yağda bir elleri balda yaşamış. Arkadaş, öyleyse Osmanlı niye battı? Batılı ona niye hasta adam dedi? Niye burnuna dek borca girdi de Batı’nın sözünden çıkamaz oldu?
Profesör, öğretmen, köşe yazarı ve başka kimliklerle TV’lere tünüyorlar. Hiçbiri Osmanlı’nın yükseliş döneminden sonrasına değinmiyor. Tek tek padişah adı sayıyorlar. Oysa o padişahlar, çöküşün mimarları…
Osmanlının son dönemde bütün savaşlarda yenildiğini, topraklarını yitirdiğini, yoksulluk ve bilgisizlik içindeki halkın hacılara hocalara, şeyhlere şıhlara sığındığını… Kadının ne evde ne evin dışında insan yerine konduğunu… Onlarca olumsuzluğu ağızlarına almıyorlar. Bir de havalı konuşuyorlar ki… Yalanı ballandırırken… Tek sözcükle bile yakalanıyorlar. Fener al, utanmayı bilen ara…Osmanlı’nın yok olmamak için zaman zaman birtakım yenilikler yapmak istediği bir gerçek… Ancak açtığı yeni okullarda hangi dille öğretim yapacağını bilemeyen bir imparatorluk, burnunun dibinde yaşanan bilimsel, uygulayımsal ve ekonomik gelişmeleri görmeden yaşarken, hangi özgürlükten söz ediyor bu arkadaşlar? Osmanlı’nın yüzyıllarca kullandığı, kimsenin yadsımadığı ve Türkçe olmayan dile Osmanlı Türkçesi diyorlar. 2000’li yıllarda çakma Osmanlı’nın kullandığı “Osmanlı Türkçesi” sözü, nedense “hakiki” Osmanlının hiç aklına gelmemiş.Çakma Osmanlıların hiçbiri çatlasa bugün o dili kullanamaz. Ona öv demişler, övüyor…
Çakma Osmanlılar, sık sık tarih ve dil dersinden çakıyorlar. Sözüm yine utanmayı bilenlere… 
Atatürk dönemine, devrimlere saldırmak için ne sağlam gerekçeye ne gerçek bilgiye; hiçbir şeye sahip değiller. Kurtuluş Savaşı’nı ağızlarına almıyorlar; günahları boyunlarına belki dedeleri “Kuvvacıya ekmek, su verenkâfirdir” diyen ulusal savaşım kaçaklarıydı, belki emperyalistle işbirliği yapanlardı. Gazi dedemin anısına saygım gereği böyle düşünme hakkını kendimde görüyorum. Çünkü Kurtuluş Savaşı’nın, Atatürk döneminin üzerinden yüzyıllar geçmedi. Dedemin anlattıkları harfi harfine aklımda… Neler yaşadıklarının izleri Sakarya’da, Dua Tepe’de, tüm Ege’de… Bütün Anadolu’da… Çakma Osmanlı’nın Anadolu’yu ne denli sevdiği ortada… Halkın olan ne varsa, ağaç, göl, tarla hepsi yok ediliyor; yolsuzluklar söz ebeliğiyle kapatılıyor.
Çakma tarihle geçmişe övgü düzen sözde akademisyenler, vekiller, kimi aydınımsılar ve her şeyi bilen kimi köşe yazarları nedense baskıcı Abdülhamit’i, İngiliz gemisiyle kaçan Vahdettin’i iktidarda ya da iktidarın koltuğu altında oldukları sürece kahramanlaştırabilirler. Kendilerini de kahraman sanıyorlar. Şimdilik…
Yalancının mumunun sonsuza dek yandığını yazan bir kitap var mı?


 Sevgi Özel

‘Kullanın Onu!’ ‘Kullanın Beni!’ - Meriç Velidedeoğlu
“Onu kullanın!”, “Süpürüp atmayın!” diye yana yakıla haykıran “Zapsu”nun bu yalvarışını “ABD”nin kabul etmesiyle, ülkemizin getirildiği durum ortada...
Ötekine, “Kullanın beni!” diye beden diliyle de yakaran “Bebek Katili”ne gelince...
Teslim alınıp “İmralı”ya getirilen terörist başı “A. Öcalan” kendisini sorgulayan “J.K. Alb. H. Atilla Uğur”a o böyle sesleniyor “1999” yılının “Şubat”ında.
“Terör örgütü PKK” konusunda uzmanlaşmış olan Alb. H. A. Uğur; günlerce süren bu sorgulamayla, “Öcalan”ı yargılamanın yolunu açacaktır. “TSK”nin “terör” konusunda, terörle “savaşım” konusunda uzmanlaşması kuşkusuz hiç kolay olmadı, dolaysıyle “E. Alb. H. A. Uğur”un da -bir bakımaailesinin de...
Yıllar sonra “terörist” suçlamasıyla tutuklanıp yargılandığı “Silivri”de, sözde “Ergenekon Davası” sürecinde eşi “Pakize Uğur”dan dinlemiştim, öğlenleri verilen bir “ara” sırasında. Tutukluların da katılmasıyla, mahkeme salonunda jandarmalarla çevrili küçük bir alanda yapılan bu buluşmalar, “Başkan Yargıç Köksal Şengün”ün bu “insancıl” tutumuyla gerçekleşirdi...
“Pakize Uğur” yakınmayan bir sesle: “Oğlumuz henüz dört yaşında; ‘Mardin’deki lojmandayız; bir gün aniden roketler yağmaya başladı her yönden; ilk anda insan ne yapacağını şaşırıyorsa da gerekeni yine yapıyor; iç koridora boylu boyunca uzanıyoruz; oğlan bunun oyun olmadığını anlıyor, sokuldukça sokuluyor bana...” “1993”te “Mardin Kızıltepe”ye “PKK”nin yaptığı o yoğun acımasız saldırıyı püskürttüklerini anlatarak konuşmaya katılmıştı “Alb. H. A. Uğur”. ’90’lı yıllarda, “Turizm”i baltalamak amacıyla “Antalya”da başlatılan “terör”ün önüne geçilmesi için görevlendirilen Alb. H.A. Uğur: “1997-1998’de altı ay geceli gündüzlü takip ve çarpışmalarla iki terörist grubunu etkisiz hale getirdik; böylece Antalya’da ‘terör’ yapamayacaklarını anladılar!” dedi.
Kısa bir suskunluktan sonra: “Öcalan, ‘1999-2001’ yıllarında, kendi örgütünü ‘bitirme’ noktasına gelmişti; hiç kimse terör örgütünün eylemselliğini ‘kaybetti’ğini inkâr edemez!” diye ekledi.
Evet öyleydi; ne ki çoktan hazırlanmış “BOP”un da yaşama geçirilme süreci başlatılmış, “2002”de “R.T. Erdoğan” sahnede yerini almıştı.
Yavaş yavaş tırmanışa geçirilen “terör” -plan gereği- şiddetini artırınca da -öngörüldüğü gibi- sıra “masa başı”na gelecekti, getirilecekti; bilindiği gibi öyle de oldu. Bu duruma; “terör örgütü ile pazarlık” yapılmasına “E. Alb. H.A. Uğur” şiddetle karşı çıkar; “Terörist başı ‘Apo’ya elini veren kolunu; kolunu veren bütün vücudunu kaptırır!” diyerek “uyarılar” yapar.
Böyle bir yapıda olan “Öcalan”; günün deyimiyle söylersek tam bir “enstrüman”dır, “ABD”, “AB” dolaysiyle “BOP” için. Kuşkusuz bunun anlamını çok iyi bilen “Alb. Uğur” -pazarlıkta- “TC Devleti”ni temsil eden “MİT”çi “H. Fidan”ın, “Sayın Öcalan!” demesine karşı çıkar haklı olarak.
Çünkü “Terörist başı”na uygun görülen bu söz, “saygı”dan “öte” bir seslenişti; bir tür “eşitleme”ydi; ardından geleceklere “yol” açmaydı ki, bunun örneğini de verir “Alb. Uğur”.
“Pazarlık” masasına “PKK” adına oturan -sicilli teröristlerden olup aranan- “S. Ok”a, “M. Karasu”ya, “Z. Aydar”a; “Güneydoğu’daki ‘devlet’ görevlilerinden ‘şikâyetçi” olduğunuz ‘kimse’ var mı?” diye sorar, “Öcalan”a “sayın” diyen o ağız.
“AKP” iktidarınca böyle adım adım; sindire sindire yürütülen “Açılım Süreci”ne, “Açılım ihaneti” diyen “Alb. Uğur”; bu “bölünme açılımı”nı, “savunma”sında da ele alarak halkı bilgilendirmeyi sürdürmüştü, “7 Şubat 2012”deki duruşmada.
O gün “Silivri”de izlediğimiz bu yargılama sürerken; Ankara “MİT Olayı”yla, kısacası “H. Fidan”ın soruşturma için “savcılığa” çağrılmasıyla çalkalanıyordu.
Anımsanacağı gibi “MİT” ayaklanmış; “hükümet” çırpınıyor; “PKK” ile müzakere masasında “Başbakan”ı dört dörtlük temsil edip “bölünme açılımı”nı -başarıyla(!)- yürüten “H. Fidan”ı canla başla korumak için...
“Başkent”te “Fidan” uğruna “kıyamet” kopadursun, “Silivri”de duruşma bütün sıcaklığıyla sürüyor: “Alb. Uğur” bu “pazarlığın”, “PKK”yi “siyasallaştırma”ya götüreceğini ve bunun sonuçlarını da ayrıntılarıyla anlatıyordu...
“Bugün” ne denli “haklı” olduğu bir bir ortaya dökülüyor.
Peki, “terörist” olmakla suçlanıp “2008”den bu yana “tutuklu” olan “E.J. Kd. Alb. Hasan Atilla Uğur” kim?
Ülke, “o iki enstrüman”dan da kurtulmalıdır...

 Meriç Velidedeoğlu

Tünay Süer: 21.Yüzyıl Hitleri...

Muhalefetin yok sayıldığı TBMM si yumrukların konuştuğu, burunların kırıldığı, küfürlerin savrulduğu bir çatı haline dönüştü.
Devlet adamlığından çok uzak görüntüler vererek saygınlığını yitirdi.
Kavga ve döğüşler arasında AKP’nin neredeyse bir gelenek haline getirdiği o meşhur TORBA yasa içinden civciv veya kuş çıkmadı.
İnternet yayınlarının engellenmesiyle ilgili yeni kurallar getiren bölümü AKP ‘in sayısal çoğunluğu ile genel kurulda kabul edildi.
Bu yasa ile günümüzün en hızlı iletişim aracı olan internet erişimine yasak ve sansür gelmiş oldu.
Böylece, Türkiye gittikçe Ortadoğu ülkelerine benzetilmeye, BOP projesi ile Ortadoğu’yu dizayn edecekken dizayn edilmeye başlandı.
Oysa Baykal döneminde CHP’nin 1 Mart Tezkeresini TBMM’sinden geçirmesi ve Amerika’nın planlarını altüst etmesi bir şekilde kafa tutmuş olması ile Türkiye büyük bir başarı elde etmişti.
Sonra ne oldu?
Cumhurbaşkanı Gül’ün Dışişleri Bakanlığı döneminde ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell ‘le 2 Nisan 2003’te yaptığı gizli anlaşma Türkiye’nin bu günlere gelmesini sağladı.
O mutabakatta ne söz verildiyse hepsi teker teker yapıldı ve yapılıyor.
Ordumuz Kuzey Iraktan çekildi.
Hangi gerekçeyle olursa olsun, sınır ötesi harekâtta bulunamadı.
PKK/KADEK´in Türkiye egemenlik alanı dışında takip ve bastırılması harekâtlarına son verildi.
Amerika izin vermediği için PKK bastırılamadı.
Türk Ordusunun asker ve silah sayısının azaltılmasında, ordumuzun en yüksek rütbeli subaylarından, teğmenine kadar Ergenekon uydurmacası ile zindanlara kapatılarak sayı azaltılmakla kalmadı, ordu tasfiye edildi.
Ayrıca Ermenilere taviz olarak kısıtlamalar kaldırılacak denilmişti.
Soykırım yoktur diyen İşçi Partisi Lideri Doğu Perinçek ve oğlu Akademisyen, tarih yazarı Mehmet Perinçek te bu sebepten zindanlara kapatıldılar.
Diğer detaylara girmiyorum, şimdi sıra Abdullah Öcalan ve diğer dört lideri dışında bütün PKK/KADEK yönetici ve elemanlarına geniş kapsamlı af çıkarılmasına ve Türkiye´deki Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı şehir ve kasabaların belediyelerinin özerkleşmesine geldi..
Kısacası Türkiye’nin içine ettiniz.
Devletin içinde paralel devlet, ajanlar var, tüm bunları paralel devlet yaptı palavraları doğru değildir.
Türkiye’nin başına ne geldiyse cumhurbaşkanı Gül, başbakan Erdoğan ve cemaat lideri Hoca efendinin işbirlikleri yüzünden ve de karşılarında pısırık bir muhalefet olduğundan geldi.
CHP içine CHP den seçildim ama CHP'li değilim diyenlerin, Apocuların alınması, oy alabilmek amacı ile cemaatlerle işbirliğine gidilmesi CHP yi kendi ideolojisinden uzaklaştırırken halkın büyük bir kısmında güvensizlik yarattı.
Bu da AKP için büyük bir şans diyebiliriz. Durum böyle olunca AKP istediği gibi at koşturur oldu.
17 Aralık yolsuzluğu meydana çıktığı için başbakanın tüm planları altüst oluverdi. Yalanlardan medet ummaya başlayan başbakan için zor günler başladı.
TSK ya yapılanların kumpas olduğunu itiraf etmesi kendi ikbalini kurtarmak için samimiyetsizlikle söylenen sözlerdir. Başbakan sözlerinde samimi olsaydı kumpas olduğunu söylediği Ergenekon davasını ve suçsuz olup zindanlarda tutulan vatanseverleri gerçek olmayan davalar için bir dakika içeride tutmaz ve milleti oyalamadan Torba yasa ile derhal tahliye ettirir ve gerekirse yeniden yargı yolunu derhal açar beraat ettirirdi. Bununla da kalmaz itibarlarının geri verilmesini sağlardı.
İnterneti yasaklamasının sebebi kimse bilgilenmesinden ileri geliyor.
Yolsuzlukların üzerini örtmek için elinden geleni ardına koymuyor.
HSYK yı Adalet Bakanlığına bağlaması Türkiye ve rejim için felaketin başlangıcıdır. Teokratik devlet düzenine doğru pupa yelken yol alan Türkiye büyük bir tehlike içindedir.
Bunu gören aralarında İstanbul, Ankara ve İzmir'in de bulunduğu 29 baro başkanlığı gazetelere verilen ilanla hukuk manifestosu yayınladı.
Barolar, yolsuzluk operasyonu sonrasındaki gelişmelerin kendilerini kaygılandırdığını açıkladı. İlanda, AKP-cemaat ortaklığının ülkeyi sürüklediği noktanın vahim olduğuna dikkat çekildi.
"Kumpas" itiraflarını hatırlatan 29 baronun açıklamasında, "özel olarak seçilmiş kişilerin haksız biçimde hapislerde tutulması, en yetkili ağızlardan itiraf edildikten sonra geçen her gün, yüreğinde "hak" barındıran yurttaşa yüktür" denildi.
Türk Halkının büyük bir bölümü olanların farkındadır, başbakan bunun için telaşlıdır, sıkıntıdadır.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin, "Ankara'da 6 ilçe için 15 gün süreyle alınan genel arama kararı, AKP'nin kara ve hukuksuz döneminin kararıdır" dedi.
"İleri demokrasi diyenlerin Türkiye'yi, başkenti getirdiği nokta bu. Ne yazık ki polis devleti uygulamalarını giderek yoğunlaştıran AKP'nin Tunceli'de 2005 yılında il genelinde aldırdığı bir aylık genel arama kararıyla, 2010 yılında İstanbul Üniversitesi için aldığı bir yıl süreyle arama kararı vurdumduymazlıkla geçiştirildiği için faşizan uygulama Başkent Ankara'ya taşındı"
Tekin’in bu sözlerine katılmamak mümkün müdür?
Başbakan terörün en azgın olduğu yıllarda Doğu ve Güneydoğuya getirmediği OHAL’i bugün başkentimize getiriyor.
Başbakan yarınlarına kuşku ile bakar oldu artık. Haklıda.
Türkiye’yi uçurumun eşiğine sürükledi, yoksulluk ve yolsuzluk tepelere tırmandı.
Halk bu başbakan ve iktidardan kurtulmak için Allah korusun her şeyi yapabilir zira sabırlar taşmış durumda. Bu halkı bu durumlara getiren kendisi ve yönetimidir oysa.
Türkiye’de özgürlük kalmamış ve huzur kalmamıştır artık. Bundan böyle sıkıntıların artacağı söz konusudur.
Çıkan yasa ile Hükümete tehdit olarak algılanan siteler doğrudan yasaklanıyor.
Başbakana sormak gerek;
 Gmail ve Hotmail gibi mail servisleri üzerinden e-posta göndermeyi de yasaklanacak mısın? Yoksa asker mektubu gibi onlarda okunacak mı?
YouTube da yasaklanacak mı?. 
Ve en nihayet yandaş olmayan herkese elektronik kelepçe takacak mısın?
Gidişatın kötü be başbakan, bu milleti 7 düvel durduramamış sen nasıl durduracaksın?
Sen başbakan sen, ne yazık ki Hitlerden bile acımasızsın. O hiç değilse vatanını seviyordu.
Not: Aylardır hastalık ile boğuşan, evladını yitirmenin büyük acısını yaşayan  ve beş yıldır kumpas Ergenekon davası ile tutuklu olan Prof.Dr.Fatih Hilmioğlu nihayet tahliye edildi. Şükürler olsun. Kendisine acil şifalar dilerim.
Başbakan ve hükümetin diğer üyeleri tarafından bir kumpas olduğu ve devlet içindeki bir çete tarafından yapıldığı ifade edilen Ergenekon, Balyoz ve diğer başlıklarla tutsak olan tüm vatanseverlerimiz derhal tahliye edilmelidirler. Ortada çete yoktur, örgüt yoktur ve iftira ile, kumpasla mahkeme olmaz verilen kararlar hükümsüzdür. Davalar düşmüştür. Söylemekten yoruldum artık.

Prof. Justin. Mc Carthy ile yapılan röportaj

Soykırım İddialarında karşı görüşler konusunda size detaylı bilgiler sunacağımızı söylemiştik. Bu gün sizlere, konu üzerinde uzun yıllar çalışmış, değişik arşivlerde incelemeler yapmış ve değerli eserler vermiş bir Amerikalı bilim adamı ile yapılan bir görüşmeyi sunmak istiyoruz.
İlk röportaj şöyledir:
Yasemin Çongar (Milliyet Muhabiri): ABD’de geçen yıl yayınlanan “Osmanlı Türkleri” adlı kitabınızda, Doğu-Batı, İslam-Hıristiyan çelişkilerini Batı’nın değil, Osmanlı’nın bakışından yansıtıyorsunuz. Bu nasıl mümkün oldu?
—Geleneksel tarih yazımına Batılıların özellikle de misyonerlerin bakış açısı egemen. Misyonerler çoğu zaman doğruyu yazmadılar. Ben Osmanlı tarihçisiyim. Türk tarihçisiyim. Asıl malzemenizi almanız gereken yer, Türklerin kendisidir. Bu tavrı doğrulayan iyi bir örneği, Anadolu’nun nüfusuna ilişkin ilk çalışmalarımda gördüm. Birinci Dünya Savaşı’nı incelerken, nüfus verilerine bakarsanız milyonlarca Türk’ün öldüğünü görürsünüz. Bu size ortalıkta bir “Soykırım” değil, bir “savaş” yaşandığını gösterir. Bunu görmek için Batı kaynaklarını kullanmanız ise mümkün değil. Çünkü Osmanlılar halkı sayıyorlardı, Batılılar ise hiç sayım yapmadılar, sadece rastgele tahminde bulundular.
—Kırım Savaşı’nı yazış biçiminiz de Batılı tarihçilerden farklı...
Doğru. Batı’da Kırım Savaşı’ndan sadece İngiliz ve Fransızlar çatışmaya katıldığı ölçüde söz edilmiştir. Aslında savaşın üç önemli cephesi vardır: Biri Balkanlar’da, diğeri Kırım’da, üçüncüsü Doğu Anadolu’da. Bunlardan en vahimi, Balkanlar ve Anadolu’da ki çatışmalardır. Burada savaşanlar, Ruslar ile Türklerdir. Ancak bu cephelerde pek az İngiliz olduğundan, Batı’da kimse bunları dikkate almaz. Gerçekte asıl savaş, Türkler ile Ruslar arasındadır ve Ruslardan çok Türk ölmüştür, bu bilinmez.
—Anadolu’da 1912’den itibaren yaşananları “iç savaş” sayıyor ve Soykırım tezini reddediyorsunuz. Bu yöndeki yapıtların azınlıkta kalması, Türklerin meseleyi yıllarca “tabu” sayıp, kendi anılarını bile kâğıda dökmemesinin nedeni nedir?
—Türklerin bu meseleyi pek fazla ele almamış olmasının temel nedeni, Kurtuluş Savaşı’nın sonunda Mustafa Kemal’in aldığı tavır. Mustafa Kemal eğer savaş sürerse, işin sonunun felaket olacağını görmüştü. Memleket hem Doğu’da, hem Batı’da büyük yıkıma uğramıştı, milyonlarca insan ölmüştü, durum çok vahimdi.
Öte yandan, Mustafa Kemal’in kendisi Selanikli idi, yani Yunanlıların eline geçmiş bir yerdendi. Üstelik Selanik’te nüfusun çoğunluğu Yunanlı değil, Türk ve Yahudi idi. Yapılacak en kolay şey “Hedef Selanik” diyerek, savaşı sürdürmek ve kaybedilen her yeri geri almaya çalışmaktı. Ancak Atatürk halkına dönüp, “Artık duralım” dedi. Ünlü “Yurtta sulh, Cihanda sulh” sözünün çıkışı da burasıdır. Çünkü Atatürk, “Elimizde kalanı yeniden inşa etmeliyiz. Nefreti unutmalıyız.” diye düşünüyordu.
Bu gerekli ve iyi bir tercihti. Ancak bunun kötü bir sonucu oldu, o da Türklere olup biteni unutmayı telkin etti. Zaten Türkler de, doğal olarak geçmişi fazla kurcalamayan, fazla şikâyet etmeyen insanlar. Atatürk’ün talimatı ve bu doğal karakter, susmayı getirdi.
Oysa anılarını dinleyince birçok Türk ailesinin büyük eziyet çektiğini görüyorsunuz. Türklere ailelerinin nereden geldiğini sorun. “Dedem Bosnalı, Anneannem Yunanistan’dan, büyükbabam Azerbaycan’dan...” diye anlatmaya başlar. Nereli olduklarını tam söyleyemezler. Peki, bu insanlar burada nasıl buluştular? Hepsi yurtlarından kendiliğinden ayrılmadı. Tehcir edildiler ve birçoğu da öldü. Sonunda geldikleri yer Türkiye oldu. Aileler bu yaşananları hatırlarlar ve çocuklarına anlatırlar, ama bir türlü kamuoyuna açıklamaz, kitabını yazmazlar.
—Batı kaynaklarının, Türk tezini reddetmesinin başka nedenleri yok mu?
Tabii, Batı’da Müslümanlara, özellikle de Türklere karşı büyük önyargı var. Geçmişi çok gerilere uzanan bir önyargı bu. Batılılar, “Eğer Hıristiyanlar bir hikâye anlatıyorsa, bu doğrudur. Eğer Müslümanlar anlatıyorsa yanlış olmalı” diye düşünmeye alışık.
Balkan Savaşlarını örnek alalım. Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar ve Karadağlılar hepsi Osmanlı İmparatorluğu’na hücum ediyordu. İngilizler, Fransızlar ve Almanlar olup biten konusunda, sayısız rapor hazırladılar. Bulgarların, Yunanlıların ve hele Sırpların Türkleri nasıl öldürdüğünü bu raporlara yansıttılar. Bütün gerçekleri söylediler, ancak bu gerçekler hükümetlerin iç kullanımı ile sınırlı kaldı. Hiçbir zaman kamuoyuna yansıtılmadı.
—Osmanlı Arşivleri kullanılıyor mu?
Osmanlı arşivlerinde o denli çok şey var ki. Mesele, milyonlarca belgenin hepsini tasnif etmekte. Bu çok zaman isteyen bir iş. Yine de bizlerin çoğu, Osmanlı arşivlerinden belgeler kullandık.
—Arşivlerin yok edildiği iddiası var...
Böyle bir iddiayı yalanlamanız hiçbir zaman mümkün değil. Biri çıkıp, “Belgeleri yaktınız” dediğinde “Hayır yakmadık” demeniz bir işe yaramaz. Ancak ben belgelerin yakıldığına inanmıyorum. Hatta yakılmadığına ilişkin önemli ipuçları olduğunu düşünüyorum. Örneğin, Ermenilerin tehciri ile ilgili belgelere bakalım. Ne yapılacağını harfi harfine tarif eden belgeler halen arşivde. Bu belgeler, her sıranın başına jandarma verilmesini, jandarmanın Ermenileri şehirden çıkarmasını, mallarının adil bir fiyata satılmasını öngörüyor. Valilere, göçe zorlanan halkın korunması talimatı veriyor. Bu belgelerden çok sayıda bulduk arşivde. Aynı konuda farklı, gizli belgelerin de olduğunu düşünmek ise saçma olur. Osmanlı Hükümeti neden iki ayrı tip belge hazırlasın? Belgelerden bir kısmı, kamuoyuna yönelik hazırlanmış olsa, belki şüphelenirdik. O zaman kamuya açık belgelerde “Aman Ermenilere iyi davranın” deniliyor, gizli belgelerde ise “Eziyet edin” emri veriliyor kuşkusu olurdu. Ancak bu belgelerin hiçbiri kamuya açık değil. Hepsi özel belgeler, askeri komutanlıklara gönderilmiş gizli talimatlar.
Dahası Osmanlı Hükümeti’nin, Ermenilere saldıran 2 bin kadar kişiyi idam ettiğini ya da hapse attığını biliyoruz. Bütün bunlar bana soykırım yaşandığını düşündürmüyor.
—Bulgularınıza göre, bu ortamdaki kayıpların dağılımı nasıl?
Sadece Anadolu’da üç milyona yakın Müslüman, 600 bine yakın Ermeni öldü. Nihayetinde en çok eziyet çeken halk ise bu ikisi de değildi, oransal olarak bakıldığında en çok zarar gören Yahudiler oldu. Çünkü özellikle Yunanlıların işgal ettiği bölgede Yahudi nüfusu çok yoğundu. Kurtuluş savaşı bittiğinde Anadolu’da yerleşik Yahudilerin yarısı artık yoktu, ya ölmüş ya da göçe zorlanmıştı. Bu durum Balkanlar için de geçerli. Bulgaristan’da 1877–78 devriminin sloganı “Türkler ve Yahudiler dışarı” idi. Yunanlılar Selanik’i aldıklarında, en çok kaybı Yahudiler verdi.
—Osmanlı’nın yıkılış günlerini, Amerikan, İngiliz arşivlerini taradığınızda “objektif” belgelere ne ölçüde ulaşabildiniz?
Buna iyi bir örnek, Birinci Dünya Savaşı ardından Doğu Anadolu’yu turlayan iki Amerikalının yazdıkları. O sırada bölgede olup biteni incelemek üzere gönderilmiş Amerikalı komisyon üyeleri de vardı. Ancak bunlar genellikle gittikleri kasabalarda büyük bir masanın çevresine otururlar, Amerikalıların bir yanına bölgenin Ermeni piskoposu, diğer yanına silahlı adamlar ve bir de Ermeni çevirmen dizilir. Sonra soruşturmalarını başlatır ve Türk köylüleri çağırıp “ne oldu anlat” diye sorarlar. Bu durumda Türk köylüsü ne anlatsın, zaten ne söylese, çevirmenler Ermenidir, doğru çevrileceğinin garantisi yoktur.
Ancak sözünü ettiğim iki Amerikalı, bu gruplara katılmadan, kendi başlarına Van’a, Bitlis’e yani Müslüman kıyımının en kötü olduğu bölgelere gitmişler. Hazırladıkları raporda, Ermenilerin Müslümanları öldürdüğünü, Müslüman evlerini yaktıklarını anlatmışlar ve bu raporu ABD’ye göndermişler.
Ancak komisyon raporu, bu adamların yazdıklarını hiç yansıtmadığı gibi, birileri kimse görmesin diyerek belgeleri de saklamış. Çünkü komisyon raporu, kıyımın Müslümanlar tarafından Ermenilere karşı gerçekleştirildiği iddiasındaydı.
Oysa biz bugün bu gizlenen raporu biliyoruz, çünkü ben Amerikan arşivlerinde, eski gazeteler ve çerçöple bir kenara atılmış halde bu raporun taslak kopyasını buldum. Demek ki Amerikan resmi raporunda, bilinçli bir çarpıtma söz konusu. İngiliz raporlarında da, adı verilmeyen kaynakların hemen her zaman misyonerler ve Ermeniler olduklarını ortaya çıkardım. Tarihçi Arnold Toynbee’nin bu konudaki ünlü kitabını (Mavi kitap) yazmak için, İngiliz istihbaratının propaganda bürosundan para aldığını biliyoruz.
—ABD’de Ermeni Soykırımı konusundaki genel kabulün bugün hala sürmesi neden?
Amerikalılar, bu soykırımın olduğuna gerçekten inanıyorlar. Çünkü hikâyenin diğer yönünü hiç öğrenmediler ve önyargılılar. Tabii diğer bir neden de, ABD’de oy veren Ermeni ve Yunan kökenli seçmenlerin etkisi. (*)

                (*) Milliyet, 11 Kasım 1998, s.20, Yasemin Çongar’ın röportajı.)


Dr. M. Galip Baysan

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget